Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Dinimizde de mühim sünnetlerdendir. “İstişare eden pişman olmaz.” buyrulmuştur. Bilhassa mühim işlerde, akıllı ve dînini bilen kimselere danışmak lâzımdır. Zirâ, danışarak iş yapan zarar etmez, helâk olmaz ve doğru yoldan ayrılmaz. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir işi için; akıl, takvâ, hikmet ve tecrübe sâhibi on kişiye danışırdı. Veya bu sıfatta olanlardan biriyle, on defâ meşveret ederdi. Hazret-i Ömer de, istişâresiz iş yapmazdı. Zamân zaman, görüşmesi câiz olan kadınlarla da istişâre ederdi. Meşveret eden, iki rekat namaz kılıp, sonra Allahü teâlâdan hayırlı olan ister. Başladığı işte rahat olur, acele etmez. Hilm ve vakâr ile davranıp, acelecilikten kaçınır. Orta yolu tutar, taşkınlık ve aşırılık yapmaz. İki işle karşılaşırsa, hafif ve kolayını seçer. Çünkü o, tehlike, zarar ve fitneden daha uzaktır. Her sözünde, işinde ve düşüncesinde, Allahü teâlâdan hayır, âfiyet ve din salâhı ister. Her işin şerrinden, Allahü teâlâya sığınır. Besmele okur. Çünkü onda, her iyiliğe yardım vardır. E'ûzü çeker. Çünkü bunda da, her belâyı ve fitneyi izâle vardır.
Meşveret (istişare) edilecek kimsenin, emîn bir kimse olması lâzımdır. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Meşveret edilen kimse emîndir” buyruldu. Yâni, onun doğruyu söyleyeceğine ve sorulanı başkalarından gizleyeceğine emniyet olunur, güvenilir. Onun, doğru söylemesi vâcibdir. İnsan, malını, emniyet ettiği kimseye bıraktığı gibi, doğru söyleyeceğine emîn olduğu kimse ile istişâre eder, danışır. Âl-i İmrân sûresi 159. âyetinde meâlen; “Yapacağın işi, önce meşveret et” buyruldu. Meşveret, yâni danışmak, insanı pişman olmaktan ve zarardan koruyan bir kale gibidir. Meşveret olunacak kimsenin, insanların hâlini, zamanın ve memleketin şartlarını bilmesi lâzımdır. Buna siyâset bilgisi denir. Bundan başka, aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören bir kimse olması, hattâ sıhhati yerinde olması lâzımdır. Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günâhtır. Hata ile söylemesi günâh olmaz. Yukarıdaki şartları taşımayan biri ile meşveret edilirse, her iki tarafa da günâh olur. Din ve dünyâ işlerinde bilmeyerek fetva verene, melekler lânet eder. Bir kimse zararlı olduğunu bilerek bir emir verse, hıyânet etmiş olur.
Belkıs, ilim ve hikmet gereği kesin kararını verip, onlara, görüşlerinin hatâlı olduğunu bildirmek için meâlen; “Şüphesiz hükümdârlar bir memlekete (zorla) girdikleri zaman, orasını tahrip ederler. Halkından şerefli olanları zelîl (ve esir) ederler dedi.” (Neml sûresi: 34) Belkıs, böyle söylemekle onları; Süleymân aleyhisselâmın ordusu ile üzerlerine gelerek; zorla memleketlerine girmek tehlikesi ile korkuttu. “Onlar da (Süleymân aleyhisselâm ve orduları da) böyle yapacaktır” dedi. (Neml sûresi: 34) Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmeden; akıllı kimsenin sulh yoluyla düşmanlarını def edebileceği durumlarda, muhârebeyi tercih ederek kendisini ve memleketini tehlikeye atmaması, mecbûr kalmadıkça harbe girme teşebbüsünde bulunmaması icâb ettiğini anlamışlardır.
Belkıs, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi sözüne devam ederek meâlen; “Ben, onlara (Süleymân aleyhisselâm ve kavmine, elçilerimle) bir hediye göndereyim. Elçiler ne ile dönecek bakayım” dedi. Bu, Belkıs'ın güzel bir tedbiri idi. “Eğer Süleymân aleyhisselâm dünyâ pâdişahlarından ise, hediyelerimi alır, hediyeler onu râzı eder, bizden vaz geçer. Ona göre muâmele ederim. Eğer peygamber ise, dînine tâbi olmaktan başka hiç bir şeyle râzı olmaz. Mutlaka onun dînine tâbi olmamız icâb eder” diye düşündü ve Süleymân aleyhisselâm için pek kıymetli hediyeler hazırlayıp gönderdi. Elçiler, hediyelerle birlikte Süleymân aleyhisselâmın huzûruna çıktılar.
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın hediyelerini kabûl etmedi. Bu durum âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: (Süleymân aleyhisselâmdedi ki: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? (Benim, sizin hediye ile yardımınıza ihtiyâcım yoktur.) Allahü teâlânın bana verdiği (nimetler; din, peygamberlik, hikmet ve mülk), sizin getirdiğinizden daha hayırlıdır. Belki siz, (dünyâ hayatının görünüşüne baktığınız için ve mallarınız artacağından dolayı size verilen) hediyeye sevinirsiniz. (Yâhud, başkasına hediye verdiğinizde, bununla emsâlinize böbürlenirsiniz. Ben ise dünyâlıkla sevinmem. Dünyâya benim ihtiyâcım yok. Çünkü Allahü teâlâ bana hiç kimseye vermediği dünyâlığı verdi. Ayrıca beni peygamberlik ile de şereflendirdi.) (Neml sûresi: 36)
Aslında hediye vermek sevâbdır. Sevgi meydana getirir. Düşmanlığı giderir. İmâm-ı Mâlik'in (rahmetullahi aleyh), Atâ bin Abdullah el-Horasanî'den rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte; “Müsafeha ediniz. Bununla düşmanlık ve kinler gider. Hediyeleşiniz. Birbirinizi seversiniz. Husûmet ve kin gider” buyruldu. Muâviye bin Hakem (radıyallahü anh) buyurdu ki: Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) duydum; “Hediyeleşiniz. Çünkü hediyeleşmek sevgiyi kat kat yapar. Göğüsteki fesâd ve kötülükleri giderir” buyurdu. Hediye vermekle, sünnet-i seniyyeye uyulduğu gibi, hediye veren ile alan arasında da yakınlık meydana gelir. Kalbden, fesâd ve sıkıntı veren düşünceleri giderir.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hediye kabûl buyurdukları gibi, hediyeye karşılık hediye de verirlerdi. Fakat sadaka kabûl etmezlerdi. Süleymân aleyhisselâm ve diğer peygamberler (aleyhimüsselâm) da böyle idiler. Ancak Belkıs, hediyesini; kabûl ve red etmesine göre, onun dünyâ pâdişahı veya peygamber olduğunu anlamak için veriyordu. Çünkü Süleymân aleyhisselâm, mektubunda Belkıs'a; “Bana karşı tekebbür etmeyin, büyüklük göstermeyin. Bana müslümanlar olarak gelin” buyurmuştu. Bu talebden ne bir fidye kabûlü ve ne de bir hediye almak sûretiyle aslâ vaz geçilemezdi. Dinde buna aslâ müsâde yoktur. Bu hediye, Belkıs'ın, isteğini kabûl ettirmek için vermek istediği bir rüşvet, hakkı bâtıla karşı satmaktır.
Tevîlat-ı Necmiyye adlı tefsîr kitabında şöyle buyrulmaktadır: “Bu âyet-i kerîmede, şu husûsa da işâret buyrulmaktadır: Hediye cazibelidir. Kalbleri hediye sâhibine meylettirir. Fakat din ehli olanlar, dîni bir husûs ile pek çok dünyevî menfaatler karşı karşıya gelince, din tarafını tercih ederler. Pek çok olan dünyevî menfaatlerini; pek az ve ehemmiyetsiz görürler. Çünkü, dünyevî faydalar geçicidir. Dine âit az bir şeyi de pek çok ve mühim görürler. Çünkü, din işleri devamlıdır. Nitekim Süleymân aleyhisselâm da böyle yaptı. Belkıs'ın gönderdiği pek çok dünyâlığa hiç ehemmiyet, vermedi. “Allahü teâlânın bana verdiği nîmetler, bununla beraber peygamberlik, dînî kemâlât ve uhrevî dereceler, sizin getirdiğiniz dünyâlıklardan, kıymetli hediyelerden daha hayırlıdır. Sizin gibi ehl-i dünyâ olanlar, ebedî olan âhıret saâdetinden habersizdir. Nefslerinizin de aşağılığı ve bayağılığı sebebiyle, geçici dünyâlık hediyelerinizle sevinirsiniz” buyurdu ve hediyelerini kabûl etmedi.
Belkıs'ın elçileri, Süleymân aleyhisselâmın sâhip olduğu nîmetleri görmüşler, kendi getirdiklerinin pek ehemmiyetsiz olduğunu farketmişlerdi. Ayrıca Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'a elçi olarak gönderdiği hüdhüd vâsıtasıyla, onların ne getirip ne soracaklarını, neyi elde etmek istediklerini, iç durumlarını öğrenmişti. Onlar; askerlerinin çokluğuna, kuvvetli olmalarına güveniyorlardı. Süleymân aleyhisselâm da elçilerin görecekleri yerde, asker ve kumandanlarını hazır etti. Kalabalık ve güçlü bir ordu ile muhârebeye hazır olduğunu îmâ etti. Onlara, güç ve kuvvetini gösterdi. Kendisi için hiç bir değeri olmayan, onlara göre pek kıymetli olan hediyelere hiç ehemmiyet vermedi. Belkıs'ın elçileri Allahü teâlânın Süleymân aleyhisselâma ihsân ettiği nîmeti görünce, getirdikleri hediyelerin pek az bir şey olduğunu gördüler. Getirdikleri hediyeler kendilerinde emânet olmasa idi, ellerinde hiç tutmayacaklardı. Hem sonra, bunları, hediye olarak değil, Süleymân aleyhisselâm peygamber mi, yoksa melik mi diye denemek için getirmişlerdi. Bu sebeple, hediye ismi altında getirdikleri ile Süleymân aleyhisselâma karşı iftihar ve kibirlenecek durumları da yoktu.
Bütün bunlardan sonra Süleymân aleyhisselâm, elçilerin reîsine, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; Ey elçi! Şimdi getirdiğin hediyelerle) dön onlara (Belkıs ve kavmine. Eğer müslüman oldukları hâlde bana gelmezlerse) muhakkak önüne geçemeyecekleri ordularla onlara varır, onları oradan (Sebe’den) hor ve hakîr olarak çıkarırım” dedi. (Neml sûresi: 37)
Süleymân aleyhisselâm böyle buyurmakla, din ehlinin dünyâ metaına (malına) aldanmayacaklarını, onların maksatlarının İslâm olduğu, bu sebeple müslümanlar, mü’minler olarak gelmelerini istediğini bildirdi.
Bunun üzerine elçiler oradan ayrılıp, Belkıs'ın yanına döndüler. Süleymân aleyhisselâm ile alâkalı haberleri olduğu gibi anlattılar. Belkıs, bu anlatılanlardan, Süleymân aleyhisselâmın peygamber olduğunu anladı. Derhal yolculuğa hazırlandı. Tahtını muhâfazalı bir yere koydurdu. Ayrıca kilitleyip oraya bekçiler tâyin etti. Kendisi, kalabalık ordusu ile beraber, Süleymân aleyhisselâma gitmek üzere yola çıktı. Cinler, bu durumu Süleymân aleyhisselâma haber verdiler.
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın akıllı olup olmadığını, tahtını tanıyıp tanımayacağını denemek istedi. Bu yüzden, Belkıs'ın, Yemen'de muhâfaza altında bıraktığı tahtının getirilmesini istedi. Süleymân aleyhisselâmın, bunu, Allahü teâlânın kudretine, kendinin peygamberliğine delâlet eden bir mûcize olması için veya daha başka sebepler için istediği de bildirilmiştir.
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın tahtının getirilmesine karar verince; “Ey ileri gelenler! Onlar (Belkıs ve kavmi) müslüman olarak bana gelmeden önce, onun (Belkıs'ın) tahtını hanginiz bana getirir? dedi” (Neml sûresi: 38) O sırada Süleymân aleyhisselâm Kudüs'de bulunuyordu. Belkıs'ın tahtı ise Yemen'de Sebe’ şehrinde idi. İki şehir arası iki aylık yoldu.
Süleymân aleyhisselâmın; “Onlar, müslüman olarak bana gelmeden önce” buyurması, Allahü teâlânın ona; Belkıs'ın müslüman olacağını vahiyle bildirmesi sebebiyledir. Ayrıca müslüman olduktan sonra Belkıs'ın tahtı, ancak Belkıs'ın rızâsı ile alınabilirdi. Yoksa onu almak helâl olmazdı.
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh), Süleymân aleyhisselâmın, Belkıs'ın tahtını getirtmesine dâir, tefsîr âlimlerinden şunları da bildirmiştir.
1- Süleymân aleyhisselâm, tahtı, Allahü teâlânın kudretine, kendinin de peygamberliğine delâlet eden bir mûcize olarak getirtti. Yâni bu tahtı, ancak her şeye kâdir olan Allahü teâlâ tarafından gönderilen bir peygamberin getirtebileceğini anlatmak istedi.
2- Belkıs gelmeden önce, onun mülk ve saltanatının ne derece büyük ve kuvvetli olduğunu bilmek istedi.
Rûh'ul-Beyân’da Tevîlat-ı Necmiyye’den şöyle nakledilmektedir: “Bu âyet-i kerîme şu husûsa işâret etmektedir: Süleymân aleyhisselâm, ümmeti arasında kerâmet ehli kimselerin bulunduğunu biliyordu. İşte bunu açıklamak için, o velî kulun kerâmetini izhar etmesini istedi. Allahü teâlânın velî kullarında kerâmet görülmesi haktır. Hiç bir mü’min, evliyânın kerâmetini inkar etmez. Kerâmeti ancak, bid’at ve dalâlet ehli olanlar inkar eder. Evliyânın kerâmetini inkar etmenin kötülüğünün en aşağısı, kerâmeti inkar edenin, kerâmet derecesine kavuşmaktan mahrûm olmasıdır. Nitekim bid’at ve dalâlet ehlinden (Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında olmayan kimselerden) kerâmet meydana gelmez. Onlar bu dereceden mahrûmdurlar.”
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın tahtını, bizzat kendisi getirmekten âciz olduğu için başkasına emretmedi. Onun murâdı, ümmetinden kerâmet ehli olan kimseyi meydana çıkarmaktı. Ümmeti arasında bulunan evliyânın kerâmeti, o peygamberin aleyhisselâm mûcizesidir.
Şeyh Dâvûd-ı Kayserî; “Harikulade hâdiseler, kutup olan zâtlardan, onların halîfelerinden hattâ onların yardımcılarından da meydana gelir” buyurmaktadır.
Süleymân aleyhisselâm; “Belkıs'ın tahtını bana hanginiz getirir?” buyurunca, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; (Cinden bir) ifrît; “Sen makâmından kalkmadan, ben onu, sana getiririm. (Süleymân aleyhisselâm günün yarısına kadar makâmında otururdu.) Ben, ona (Belkıs'ın tahtını getirmeye) karşı kuvvetliyim, (gücüm yeter. Onda bulunan cevherler için de) emînim. (Ondan hiç bir şey almadan ve hiç bir şeyi değiştirmeden, olduğu gibi getiririm) dedi.” (Neml sûresi: 39)
İfrîtin kuvvet ve kudreti fazlaydı. Ayağını, gözün gördüğü yere basardı. Fakat Süleymân aleyhisselâm; “Bundan daha çabuk getirilmesini istiyorum” buyurunca, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Nezdinde kitap (semâvî kitaplar) dan bir ilim olan (bir zât); Ben gözün sana dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel onu sana getiririm dedi.” (Neml sûresi: 40) Âyet-i kerîmede; “Nezdinde kitaptan bir ilim olan” buyrulması, bu sözü söyleyeni medh içindir. Rivâyete göre bu sözü söyleyen, Süleymân aleyhisselâmın baş veziri ve teyzesinin oğlu olan Âsaf bin Berhıyâ'dır. Âsaf bin Berhıyâ, Süleymân aleyhisselâmdan önce nâzil olan semâvî kitaplara vâkıftı. İsm-i âzamı da bilirdi. İsm-i âzamla duâ ettiği için de, duâsı kabûl olurdu. Bir rivâyete göre Âsaf'ın okuduğu; “Yâ ze'l-celali vel-ikrâm” yahut; “Yâ hayyu Yâ kayyûm” idi. Zührî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre ise; “Yâ ilâhenâ ve ilâhe külli şey'in ilâhen vahiden lâ ilâhe illâ ente i'tinî bi-arşihâ” idi. İsm-i âzamla duâ edip, kendisinden bir şey isteyeni, Allahü teâlâ arzusuna kavuşturur. Âsaf, Süleymân aleyhisselâmın yardımcısı olup, evliyâullahtan idi. Onun emirlerini yerine getirirdi. Çok kerâmetleri görülürdü. Süleymân aleyhisselâma, Belkıs'ın tahtını çok kısa bir zamanda getirebileceğini söyleyenin, bir başkası olduğu da rivâyet edilir.
Süleymân aleyhisselâm, Âsaf'ın bu sözü üzerine; “Eğer bunu yapabiliyorsan, hemen getir” buyurdu. Âsaf kalkıp abdest aldı. İsm-i âzamla Allahü teâlâya duâ edip secde etti. Belkıs'ın tahtı bulunduğu yerden bir anda Süleymân aleyhisselâmın kürsîsinin yanına geldi. Bu husûs âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: “Vakta ki, (Süleymân aleyhisselâmonu (tahtı) yanında durur bir hâlde gördü.” (Neml sûresi: 40)
Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın Yemen'deki tahtını Kudüs'te yanında görünce, Allahü teâlânın hâlis kullarının âdeti üzere nîmete şükür için âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Bu (Belkıs'ın tahtını o kadar uzak mesâfeden bu kadar kısa bir zaman içinde getirebilmek, bana) Rabbimin fadlından (ve lütfundan) biridir. (Rabbimin) bu (lütfu, hiç bir kuvvet ve tesirim olmadığını ve şükrünü edadan âciz olduğumu görüp, bunu sırf Rabbimin lütûf ve ihsânı olarak bilmem ve bu nîmetin hakkını yerine getirmem sûretiyle) şükür mü edeceğim yoksa (kendimi bu nîmete lâyık görüp, nîmetin hakkını edâ etmekte kusurlu olmak sûretiyle) nankörlük mü edeceğimi imtihân içindir dedi.” (Neml sûresi: 40)
Âyet-i kerîmede şu husûsa işâret buyrulmaktadır: Cin latîf bir cisim ve Süleymân aleyhisselâm makâmından kalkmadan, Belkıs'ın tahtını getirebilecek kuvvette olmakla beraber; “Nezdinde kitaptan bir ilim olan” insanda Rabbânî bir kuvvet vardır. Bu kuvveti, o kitapla amel etmesi sebebiyle kazanmıştır. İşte insan olan Âsaf bin Berhıyâ, bu Rabbânî kuvvet sebebiyle, cinnin yapabileceği bir işi, ondan daha iyi bir şekilde ve istenilen zaman içinde yapabilmiştir.
İşte ümmetinden olan velînin (Âsaf bin Berhıyâ'nın) bu kerâmeti, kendisi için mûcize olduğundan, Süleymân aleyhisselâm“Bu (bana) Rabbimin fadlından (ve lütfundan) biridir...” dedi.
Süleymân aleyhisselâmın veziri Âsaf'ın, Belkıs'ın tahtını Yemen'den Kudüs'e getirmesi bir kerâmetti.
Allahü teâlânın sevgili, velî kullarında meydana gelen harikulade, âdet dışı hâllere kerâmet denir. Yâni îtikâdı düzgün ve her işinde İslâmiyetin emirlerine uyan kimselere Allahü teâlânın âdeti dışında, yâni fizik, kimya ve biyoloji kanunları dışında ikrâm ettiği, ihsân ettiği şeylere kerâmet denir. Lügatte kerâmet; kerem, lütûf, ihsân, hârika, yaradılışın ve imkanların üstünde olup, insanda hayranlık uyandıran şey mânâlarındadır.
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmakladır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabîat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, önce sebeplere yapışmamız lâzımdır. Meselâ buğday elde etmek için; tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara iyilik, ikrâm olmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.
Kur'ân-ı kerîmde, birçok velîlerin kerâmetleri bildirilmektedir. Îsâ aleyhisselâm babasız dünyâya gelince, hazret-i Meryem'de görülen kerâmetler bunlardandır. Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem'in odasına geldiği zaman, yanında yiyecek olduğunu görür; “Bunu nereden aldın?” derdi. Çünkü, onun yanına, Zekeriyyâ aleyhisselâmdan başka kimse girmezdi. O da; “Allahü teâlâ yarattı” cevâbını verirdi, Eshâb-ı Kehfin kerâmetleri de, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Allahü teâlâ peygamberlerine mûcize ihsân ettiği gibi, velî kullarına da kerâmetler bahşetmektedir. Evliyâ, Allahü teâlânın sâlih temiz, kullarıdır. Evliyânın kerâmetleri haktır, doğrudur. Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîflerden delil getirerek, kerâmetin var olduğunu bildirdiler. Onun için, kerâmete inanmayan kimse Ehl-i sünnetten ayrılmış olur.
Evliyâdan zuhûr eden kerâmetler iki kısımdır. Birincisi; Allahü teâlânın zâtına, sıfatlarına ve fiillerine âit olan bilgilerdir. Buna keşf de denir. Bunlar akıl ile, düşünmek ile elde edilemez. Allahü teâlâ seçtiği kimselere ihsân eder. İkincisi; madde âleminde meydana gelen harikulade (olağan üstü) şeylerdir. Bu kerâmeti de seçtiği kullarına verir. Fakat, birincisi ikinciden daha kıymetlidir. Çünkü madde âleminde meydana gelen harikulade hâller, kâfirlerden veya fâsıklardan da zuhûr etmektedir. Halbuki câhiller, ikincisini kıymetli sanırlar. Kerâmet deyince, yalnız bunu anlarlar. İnsanların çoğu dünyâyı düşündükleri için, böyle haber verenleri evliyâ sanır. Hakikatten haber verenlere kıymet vermezler. Bir velî kerâmet sâhibi olduğunu söylemez, kerâmet göstermeyi dilemez.
Kerâmet, velîden hayatta ve öldükten sonra da hâsıl olur. Peygamberler ölünce, peygamberlikten ayrılmadıkları gibi; velîlerde ölünce, evliyâlık derecesinden düşmezler. İnsan ölürken, rûhunun ölmediğini, âyet-i kerîmeler ve Hadîs-i şerîfler açıkça bildiriyor. Rûhun şuur sâhibi olduğu, ziyâret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin, velîlerin rûhları, hayatlarında olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya mânevî olarak yakındırlar. Evliyânın, dünyâda ve öldükten sonra da kerâmeti vardır. Kerâmet sâhibi olan rûhlardır. Rûh ise, insanın ölmesi ile yok olmaz. Kerâmeti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey O'nun kudreti ile olmaktadır. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebep olur.
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri Mişkât tercümesinde buyuruyor ki: Peygamberler ve evliyâ öldükten sonra, bunlardan yardım istemeğe, evliyânın büyükleri ve fıkıh âlimlerinin çoğu câizdir dedi. Keşf ve kemâl sâhipleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu rûhlardan feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere üveysî dediler.
İmâm-ı Şafiî buyuruyor ki: “İmâm-ı Mûsâ Kâzım'ın kabri, duâmın kabûl olması için bana tiryak gibidir. Bunu çok tecrübe ettim.”
İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: “Diri iken tevessül olunan, feyz alınan kimseye; öldükten sonra da tevessül olunarak feyz alınır.”
Evliyânın büyüklerinden biri diyor ki: “Diri iken tasarruf yapdıkları gibi, öldükten sonrada tasarruf, yardım yapan dört büyük velî gördüm. Bunlardan ikisi, Maruf-i Kerhî ile Abdülkadir-i Geylânî hazretleridir.”
Mağrib âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Zerrûk diyor ki: “Ebü'l Abbâs-ı Hadramî hazretleri; “Diri olan velî mi yoksa ölü olan mı daha çok yardım eder?” diye sordu. “Herkes, diri olan diyor. Ben ise, ölü olan daha çok yardım eder diyorum” dedim. “Doğru söylüyorsun. Çünkü diri iken, insanlar arasındadır, öldükten sonra ise, Hakk'ın huzûrundadır” buyurdu.
Evliyâdan kerâmet görülür. Ancak velî olmak için, bir insandan hârikaların, kerâmetlerin meydana gelmesi şart değildir. Halbuki, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mûcize göstermesi lâzımdır. Bununla beraber, evliyânın hemen hepsinde kerâmet görülmüştür. Kerâmet göstermeyen velî pek azdır.
Bir velîde çok kerâmet görülmesi, onun, az kerâmeti görülen velîlerden daha üstün olduğunu göstermez. Hiç kerâmeti görülmeyen velî, hârikalar gösteren evliyâdan daha yüksek olabilir.
Evliyânın birbirinden üstünlüğü, Allahü teâlâya olan yakınlıklarına bağlıdır. Daha yakın olan bir velî, pek az kerâmet sâhibi olabilir. Allahü teâlâdan daha uzak olan bir velî, daha çok kerâmet, hârika gösterebilir. Bu ümmetin sonradan gelen evliyâsında o kadar çok kerâmetleri olanlar görülmüştür ki, Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) hiç birinde, bunun yüzde biri bile meydana gelmemiştir. Halbuki, evliyânın en yükseği, en aşağı derecede olan bir sahâbînin derecesine yetişemez. Görülüyor ki, evliyâyı ve onların üstünlüğünü anlayabilmek için kerâmetlerine, hârikalarına bakmak, câhillik, kısa görüşlülük olur. O kimsede, o büyüklerin yollarına katılabilmek kâbiliyetinin az olduğunu gösterir. Peygamberlerin ve velîlerin feyz ve bereketlerine, ancak onlara uymak kâbiliyetinde olanlar kavuşabilir. Kendi düşüncelerine, hayâllerine uyanlar kavuşamaz. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh), uymak kâbiliyeti sebebi ile, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bir şey sormadan inanıverdi. Ebû Cehil'de bu kuvvet bulunmadığından, o kadar alâmet ve mûcizeler gördüğü hâlde, peygamberliğe inanmak saâdeti ile şereflenemedi. En’âm sûresi 25. âyetinde böyle talihsizler için meâlen buyruluyor ki: “Senin peygamber olduğunu belirten açık alâmetlerin hepsini görseler, yine inanmazlar. Yanına geldikleri zaman, terbiyesizlik yapar, mübârek kalbini incitirler ve bu Kur'ân, eskiden kalma hikayeler, masallardır.” derler.”
Zamân bakımından Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) daha yakın olan evliyâda, bütün ömürlerinde üç-beş kerâmetten fazlası görülmediği bildirilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî'nin on kerâmeti bile işitilmemiştir. Hak teâlâ, kelîmi olan Mûsâ aleyhisselâma dokuz mûcize verdiğini bildirmektedir. Bunlar düşmanlara karşı olan hârikalardır. Yoksa, peygamberlerden ve evliyâdan, her zaman hârikalar meydana gelmektedir. Düşmanları bilse de, bilmese de, hârikaları güneş gibi apaçıktır.
Bir kimsenin velî olduğunu anlamak için, onun gösterdiği hârika ve kerâmetlere bakmamalı, Allahü teâlânın emirlerine uyup yasaklarından sakınmasına ve sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine bağlı olmasına bakmalıdır. Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Efendi'nin, Risâle-i Münire adlı eserinde yer alan bir Hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu, fakat İslâmiyete uymayan bir şey yaptığını görseniz, kerâmet sâhibiyim dese bile onu; büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz” buyurmuşlardır.
Buhârî'nin, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) haber verdiği hadis-i kudsîde, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Allahü teâlâ; Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nafile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu.”
Nefehat-ül-Üns’de yazıldığı gibi; bir gün Eshâb-ı kirâm (rıdvânullahi aleyhim); “Yâ Resûlallah! Bize, geçmiş ümmetlerin acayip hâllerinden bir şey söyle” dediler. Buyurdular ki: “Sizden evvel üç kişi bir yere gittiler. Akşam olduğu zaman, bir mağaraya sığındılar (girdiler). Orada akşamladılar. Geceleyin, bir zaman sonra, dağdan bir taş parçası koparak o mağaranın kapısını kapattı. İçerdekiler bu işe hayret ettiler ve dediler ki: “Bizi bu belâdan, riyâsız olarak yaptığımız amellerin Allahü teâlâ tarafından kabûl olunmasından başka hiç bir şey kurtaramaz.” Biri şöyle dedi: “Benim bir annem ve babam vardı. Mal bakımından onlara verecek hiç bir şeyim yoktu. Sâdece bir keçim vardı ki, onun sütünü sağar, onlara verirdim. Her gün arkamda (sırtımla) odun götürürdüm. Bundan kazandığım parayı kendi yiyeceğime sarfederdim. Bir gece vakitsiz geldim. O keçiyi sağdım. Yemeklerini süt ile karıştırıp hazırladım. Halbuki annem ile babam uyumuşlardı. Yemek tasını elimde tutarak ayakta öylece durdum ve kat’îyyen hiç bir şey yemedim. Onlar uyanıncaya kadar bekledim. Sabah olup, onlar uyanıp yemeklerini yedikten sonra, ben yerime gidip oturdum. Yâ Rabbî! Eğer ben bu işimde doğru isem, yardımını yetiştir.” (Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) devamla şöyle buyurdu:) Mağaranın kapısındaki taş parçası,bu söz üzerine, azıcık hareket etti ve bir yarık göründü. Onlardan biri de söyle dedi: “Amcamın, yüzü çok güzel olan bir kızı vardı. Gönlüm dâimâ onunla meşgûldü. Her zaman onu isterdim. Ama o kabûl etmezdi. Benimle yalnız kalmaya râzı olsun diye, türlü hîleler ile ona yüz dinârdan fazla altın gönderdim. Böylece kız yanıma geldi. Fakat içimde Hak teâlâya karşı bir korku belirdi. Ben de elimi o kızdan çektim. Yâ Rabbî! Eğer ben bu yaptığımda doğru isem, bize buradan bir kurtuluş ihsân et.” (Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözüne devamla;) O taş hareket ederek, yarık biraz daha genişledi. Fakat yine de o yarıktan dışarı çıkmak mümkün değildi. Mağaradakilerden üçüncü şahıs da şöyle dedi: “Benim de işçilerim vardı. İşim bittiği zaman onlardan hepsi ücretlerini aldılar. Onlardan sâdece bir tanesi kayboldu ve gelip ücretini almadı. O ücret ile bir koyun aldım. Aradan bir, iki, on derken tam-kırk yıl geçti. O adam hâlâ görünmedi. Ben o koyunlardan olanların hepsini zaptediyordum. Bir zaman sonra o adam geldi ve; “Ben bir zamanlar senin işini yaptım, hatırlıyor musun? İşte şimdi o ücrete ihtiyâcım var” dedi. Ben de; “Yürü, şu koyun sürüsü hep senin hakkındır” dedim. Bu defâ adam; “Benimle alay mı ediyorsun?” dedi. Ben; “Ne münâsebet. Alay etmiyorum, sâdece doğruyu söylüyorum” dedim. Bütün koyunları ona verdim, alıp gitti. Yâ Rabbî! Eğer bu işte doğru isem bizi buradan kurtar.” (Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerini şöyle bitirdiler;) “O taş böylece mağaranın önünden çekilip aşağıya düştü, onlar da dışarıya çıktılar.”
Bâyezid-i Bistâmî hazretleri, Bistâm şehrinde talebelerini alarak; bir velîyi görmeğe gitti. Zühdü, takvâsı dillerde dolaşan o kimsenin yanına gidince, kıble tarafına tükürdüğünü gördü. Selâm vermeyip, yanından uzaklaştı. “Bu adam Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı lâzım olan edeblerden birini gözetmedi. Velî olmak için lâzım olan edebleri de gözetemez” dedi. Kıbleye karşı edepsizlik, kötü bir şeydir. Ehl-i sünnet âlimleri, yatarken ve otururken kıbleye karşı ayak uzatmağa mekruh dedi. Allahü teâlâ, Kâbe'yi tavâf etmeyi ve tavâfda temiz olmayı emreyledi.
Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “Dualarının kabûl olduğunu söyleyen bir kimse, İslâmın edeblerinden bir edebi gözetmezse, çok kerâmetleri görülse de, ona inanılmaz.”
Yine Bayezid-i Bistâmî buyurdu ki: “Bir kimse velî olduğunu söylese, hattâ havada otursa da; ibâdetleri yapmasına, haramlardan sakınmasına ve İslâmiyete uymasına bakmadan sözüne inanmayınız.”
Bir velînin kendinde kerâmet hâsıl olduğunu bilmesi lâzım değildir. Allahü teâlâ, bir velînin şekillerini, bir anda, çeşitli memleketlerde herkese gösterir. Uzak yerlerde, şaşılacak şeyleri yaptığı görülür. Halbuki kendisi bilmez. Bilenleri olursa da yabancılara belli etmez. Çünkü, kerâmete kıymet vermez.
Kerâmetin en üstünü, tâat ve ibâdete devamda muvaffak olmak, haramlardan, ve Allahü teâlânın emirlerine muhâlefet etmekten sakınmaktır. Dinimizin emirlerine uyup yasaklarından sakındıktan sonra, her türlü ahlâkî düşüklük ve kötülüklerden kaçınarak üstün ahlâk vasıflarını kuşanmak, mutlaka vaktinde edâ edilmesi gereken ibâdetleri yerine getirmek, insanlar hakkında içinden aldatıcılık ve kin gibi kötü düşünceleri topyekün çıkarıp atmak, derin bir nefs murâkabesiyle kalbi bütün kötü düşüncelerden ve zemmedilmiş vasıflardan temizlemek, kendi nefsinde ve topyekün eşyada ilâhî hukûk ve kul haklarına riâyet edip, kalbinde ilâhî lütûf eserlerini kollamak, giriş ve çıkışında her türlü tavır ve hareketinde edeb ve huzûr ölçülerine uyup inceliklerini gözetmektir.
Eshâb-ı kirâmın, Tabiînin ve diğer evliyânın binlerce kerâmeti görülmüş, asırlardır nesilden nesile, anlatılarak gelmiştir.
Yûsuf Nebhanî'nin (rahmetullahi aleyh) Câmi-ul-kerâmât kitabında ellidört sahâbinin kerâmetleri, vesikaları ile birlikte Arabî yazılıdır. Bunlardan birkaçını bildirelim:
Câmi-ul-kerâmâtın doksanüçüncü ve Kısas-ı enbiyâ kitabının beşyüz seksendokuzuncu sahifelerinde diyor ki: Hicretin yirmiüçüncü senesinde, Sâriye adındaki bir İslâm kumandanı, Nehavend'de bir ovada İranlılarla savaşa tutuşmuştu. Kâfirler müslümanları sarmak üzere idi. O zaman, hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Medîne-i münevverede, minber üzerinde hutbe okuyordu. Allahü teâlâ, ona, o anda ordunun durumunu gösterdi. Hutbe arasında; “Ey Sâriye! Dağa, dağa!” dedi. Halîfenin sesini, Sâriye işitti. Dağa arka verdiler. Ovaya hücûm ederek, düşmanı bozguna uğrattılar. Bu kerâmet, İrşad-üt-Tâlibin ve Şevâhid-ün-nübüvve kitaplarında da uzun anlatılmaktadır. Beyhekî, İbn-i Ömer'den (rahmetullahi aleyh) haber vermiştir.
İmâm-ı Ali Rıza (rahmetullahi aleyh), bir duvar yanında oturuyordu. Önüne bir kuş gelip ötmeye başladı. İmâm hazretleri, yanında oturana; “Bu kuş ne diyor, anlıyor musun?” dedi. “Hayır, Allah ve Resûlü ve Resûlünün torunu bilir” dedi. “Yuvama yılan yaklaştı. Gelip yavrularımı yiyecek. Bizi bu düşmandan kurtar” diyor. Kuş ile git! Yılanı bul, öldür” buyurdu. Gitti, buyurduğu gibi buldu.
Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) âzâd etmiş olduğu kölelerinden Sefine (radıyallahü anhâ) diyor ki: “Deniz yolcusu idim. Fırtına çıktı. Gemi battı. Bir tahta üstünde kaldım. Dalgalar, beni sahile götürdü. Bir orman içine düştüm. Karşıma bir arslan çıktı. “Ey Arslan! Ben Resûlullah'ın sahâbîsiyim dedim. Boynunu büktü. Bana sürtündü. Yol gösterdi. Ayrılırken mırıldandı. Vedâ ettiğini anladım.”
Eyyûb-i Sahtiyanî (rahmetullahi aleyh), bir arkadaşı ile çölde kalmıştı. Arkadaşının susuzluktan dili sarkıyordu. “Derdin mi var?” dedi. “Susuzluktan ölmek üzereyim” diye cevap verdi. “Kimseye söylemezsen sana su bulayım” dedi. “Söylemem” diye söz verdi. Ayağını yere vurunca, su belirdi. İçtiler. Eyyûb (rahmetullahi aleyh) ölünceye kadar, arkadaşı bunu kimseye söylemedi.
Görülüyor ki, Allahü teâlâ, sevdiği kullarına kerâmetler ihsân etmektedir.
Velîler, kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.
Îmân etmeyenlerden, fâsıklardan ve günâhı çok olan kimselerden zuhûr eden harikulade (olağan üstü) hâllere istidrac denir. Bu onların derece derece kıymetten düşmeleri demektir. Bâzı kâfir ve fâsıkların nefslerinin parlaklığı zamanında, bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermeleri de istidracdır. Onlar, kendilerindeki bu hâllerle öğünürler ve bu hâllerine kıymet verirler. Halbuki onlarda meydana gelen bu hâller, Allahü teâlâ tarafından düşmanlarına kendi istekleri üzerine; sapıklık ve azgınlıklarını arttırmak, rahmetinden uzaklaşıp, azâbına yaklaşmalarını sağlamak için verilmektedir. Onların, derece derece düşmeleri ve hâllerinin daha acıklı olması için, böyle yüksek mevkilere ulaşmalarına imkân verilmiştir. Nitekim şeytanın da bâzı dilekleri kabûl edilmiştir. İnsanlardan bâzıları, çeşitli sıkıntı ve eziyetlere katlanarak, açlıkla nefslerini parlatarak bâzı hârikalara kavuşabilirler. Tâlim ve terbiye ile bu hâllerini geliştirebilirler. Ancak bu hâller, o kimselerin saâdetini değil, felaketini hazırlar. Onların sevinci, ölümü yaklaşan karıncanın kanatlandığı için sevinmesine benzer. Halbuki kanat, karınca için ölüm habercisidir.
Bâzı kâfir ve fâsıklarda görülen, safâ ve parlaklık alâmetleri, kalbin temizliği değil, nefsin parlaklığıdır. Nefsin parlaması da yolu şaşırtmaktan, zarar ve ziyândan başka bir şeye yaramaz.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektübâtının 2. cilt 92. mektubunda; “Vilayetin yâni evliyâlığın hâsıl olması için, hârikaların, kerâmetlerin meydana gelmesi lâzım değildir. Din âlimlerinin hârikalar göstermesi lâzım olmadığı gibi; evliyânın da hârikalar göstermesi şart değildir. Çünkü vilayet yâni velî olmak, kurb-i ilâhî yâni Allahü teâlâya yakın olmak demektir. Bir kimseye, bu kurb ihsân edilip de dünyâdaki bilinmeyen şeyler haber verilmeyebilir. Bir başkasına; hem bu verilir, hem de gaybler bildirilir. Üçüncü kimseye ise kurbdan bir şey verilmeyip, gaybler bildirilir. Bu kimse, istidrac sâhibidir. Nefsi cilalandığı için, bilinmeyen şeyler kendisine keşf edilmekte, böylece dalâlet uçurumuna düşürülmektedir. “Onlar iyi bir iş yaptıklarını sanıyor. Biliniz ki, çok yalancıdırlar. Şeytan onları aldatmış, yoldan çıkarmıştır. Allahü teâlâyı o kadar unutturmuş ki, ne dillerine, ne de gönüllerine getirmezler. Şeytanın askeri, uşakları olmuşlardır. Biliniz ki, şeytanın gürûhu olan bunlar, bitmez tükenmez nîmetleri elden kaçırdı. Sonsuz azâblara yakalandı” meâlindeki mücâdele sûresi 18. âyet-i kerîmesi böyle kimselerin hâlini bildirmektedir.
Kâfir, fâsık ve günâhkâr kimseler, kendilerinde, bâzı olağanüstü hâlleri görerek kibirlenip, azgınlık ve taşkınlıklarını fazlalaştırırlar. Azgınlıkları arttıkça, hak edecekleri azâb da artar. Kalblerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen hâller ve hârikalar, hep haraplıktır, felakettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.
Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî Hirevî buyurdu ki: “Riyâzet ve açlık çekenlerin firâsetleri kıymetsiz olduğu için, müslümanlarda, yahudilerde, hıristiyanlarda ve her çeşit insanda hâsıl olabilir. Yalnız Allah adamları için böyle değildir.
Harikalar göstermek ve gaybî bilgilerden haber vermek; Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmanın ve Peygamber efendimizin sünnetine sarılmanın yanında kıymetsizdir. Özellikle îmânsızlardan, münâfıklardan ve Ehl-i sünnet îtikâdı üzerine olmayan kimselerden ve günâhkâr kimselerden zuhûr eden hârikaların hiç kıymeti yoktur. Bu hâller, daha çok o kimselerin felaketine sebep olmaktadır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Sebe, Yemen'de, San'a şehrine üç günlük mesâfede, Mağrib bölgesinde kurulmuş bir şehir olup, Himyerîlerin merkezi idi. Mağrib bölgesi çok ma’mûr bir bölgeydi. Mağrib seddi yapılarak, bölgenin hem su ihtiyâcı karşılanmış, hem de selden korunmuştu. Baştan başa, birbirine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Kadınlar, başlarında tabla, iplik eğirerek ağaçların altında dolaşırlar, dönüşlerinde, tablalarının, olgunlaşarak düşen çeşitli meyvelerle dolmuş olduğunu görürlerdi. Meyve toplama zahmeti olmazdı.
Sebe’ beldesinde eziyet verici canlılar, yırtıcı hayvan, sivrisinek ve diğer sinekler, pire, akrep, yılan yoktu. Hattâ bir şahıs, üzerinde kurt varken onların beldesine uğrasa, oranın havasından kurtlar ölürdü. Hastalar da sıhhate kavuşurdu. Ancak Sebe’ halkı, Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği bu kadar nîmete şükretmeyip nankörlük ettiler. Onların bu nankörlükleri, helâklerine sebep oldu.
Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde Dâvûd ve Süleymân'ın (aleyhimesselâm) hâllerini bildirerek, nîmetlerine şükredenlerin durumlarını beyân buyurduktan sonra, Sebe’ halkının ahvâlini meâlen şöyle bildirmiştir:
“Gerçekten, Sebe’ kavmi için sâkin oldukları yerlerde, (kudretimizin kemâline, bize şükredilmesinin vâcib olduğuna) bir alâmet vardır. (Bu alâmet, onların vâdilerinin) sağından ve solundan iki bölük bağları ve bahçeleridir (ki, her bölük birbirine bitişik idi. Yâhud onlardan her birinin evinin sağında ve solunda bir bağı vardı. Peygamberleri aleyhisselâm onlara dedi ki): Rabbinizin size verdiği rızıklardan (bağlarınızın meyvelerinden) yiyip O'na şükredin. (O'na tâatta bulunun. Çünkü Sebe’ beldesi) hoş (geniş, verimli havası, suyu güzel) bir beldedir. (Onu size Allahü teâlâ ihsân etmiştir.) O, (kendisine şükredenlerin) günâhlarını, af ve mağfiret eden bir Rabdır.” (Sebe’ sûresi: 15) İslâm âlimlerinin büyüklerinden Molla Câmî (rahmetullahi aleyh), bu âyet-i kerîmede geçen; “Hoş bir beldedir” meâlindeki; “Beldetün tayyibetün” lâfz-ı celîlini, ebced hesâbıyla İstanbul'un fethine târih düşürmüştür.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede, kendi tarafından Sebelilere ihsân edilen nîmetleri açıkladıktan sonra, onların durumlarını da meâlen şöyle beyân buyurdu. “Fakat onlar (bu kadar nîmetin şükründen) yüz çevirdiler.” (Sebe’ sûresi: 16)
Rivâyete göre; Allahü teâlâ, onlara bir çok peygamber gönderdi. Sebe’ halkını Allahü teâlânın dînine dâvet ettiler. Onlara, Allahü teâlânın nîmetlerini hatırlattılar. Allahü teâlânın emirlerine uymazlarsa, azâba uğrayacaklarını anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe’ halkı, onları yalanladılar Üstelik; “Allahü teâlânın bize nîmet verdiğini falan bilmeyiz. Rabbinize söyleyin, eğer gücü yeterse, bu nîmetleri bize vermesin!” diye nankörlük ettiler.
Sebe’ halkının sâkin oldukları yerler, kendileri için Allahü teâlânın kudretine delâlet eden bir işâret ve delil idi. Fakat bunu düşünmediler ve Allahü teâlânın kendilerine ve verdiği bu kadar nîmete yüz çevirmekle, zâlim olduklarını gösterdiler. Nitekim Secde sûresi 22. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: “Kendisine Rabbinin âyetleri ile nasîhat edildikten sonra, ondan yüz çeviren (tefekkür etmeyen) kimseden daha zâlim kimdir? Biz, mücrimlerden (müşriklerden azâb ile) intikâm alırız.”
Allahü teâlâ, üzerlerine Arim selini gönderip, mallarını ve evlerini su içinde bırakmakla, onlardan intikâm aldı. Arim selinin, önüne geçilmeyen sel, yahut Arim denilen seddin seli, yahut Arim vâdisinin seli olduğu bildirilmiştir.
Rivayete göre; Sebe’ halkı, vâdilerinin suyu için aralarında kavga ederlerdi. Sebe’ hükümdârlarından biri, vadideki iki dağın arasını kayalar ve zift ile kapattırarak, bir bend inşâ ettirdi. Bende üç tane kapı, önüne büyük bir havuz yaptırdı. Havuzda, dağılan ark adedine göre, çıkış yerleri koydurdu. Suya ihtiyaç olduğunda, buraları açar, bağ ve bahçelerini sularlardı. İhtiyaçlarını giderince, kapatırlardı. Yağmur yağınca, vâdinin suları seddin arkasında toplanır ve hiç su sızmazdı. Burası bir senede su ile dolar ve Sebe’ halkının su mes’elesi hâlledilmiş olurdu. Sebe’ halkı bir müddet bu hâl üzere kaldılar. Sonra, azgınlık ve taşkınlıkta ileri gittiler. Verilen bu nîmetlerin şükrünü yapmadılar. Kulluk vazifelerini yerine getirmeleri gerekirken, tam aksini yaptılar. Kendilerini doğru yola dâvet eden peygamberlere inanmadılar. Allahü teâlâ da onlara, köstebeği musallat etti. Köstebek, seddi, altından deldi. Sebelilerin herkese öğünüp gururlandıkları bağ ve bahçeleri, verimli arâzileri, köşkleri sular altında kalıp harâb oldu. Bugün Mârib seddi denilen bu sed, yeniden inşâ edilerek Mârib Barajı adıyla hizmete açılmıştır.
Allahü teâlâ, bu hâdisenin devamını meâlen şöyle bildirdi: (Beldelerinin veya her evin sağında ve solunda bulunan ve pek ma’mûr ve latîf olan) iki bahçenin yerine, acı meyveli, acı ılgınlı ve az bir şey de sedirden (Arabistan kirâzından) olmak üzere (harab) iki bahçe verdik.” (Sebe’ sûresi: 16) Sedir, Arabistan'ın makbûl ve meşhûr bir ağacıdır. Allahü teâlâ onlara sedir ağacından da az bir şey vermişti. Fakat bundan faydalanılmazdı. Sonra, Allahü teâlâ, onların niçin cezâya uğratıldıklarını meâlen şöyle beyân buyurdu: “İşte biz onları, nîmete nankörlükleri (yahut, peygamberlerini aleyhimüsselâm yalanlamaları) sebebiyle böyle cezâlandırdık. Biz, ancak nîmete nankörlük edenleri (veya peygamberlerini tekzip edenleri) cezâlandırırız.” (Sebe’ sûresi: 17)
Rûh-ul-Beyân’da, bu âyet-i kerîme ile şu husûsa işâret buyrulduğu bildirilmektedir: Şükreden mü’min, îmân, takvâ, sıdk, tevekkül, ihlâs ve güzel ahlâk gibi, bâtınî ve zâhirî nîmetlerin elinden çıkmaması için, şükür ipiyle onları kendisine bağlar. Bu nîmetlere şükretmeyen kimse de şükretmemekle nankörlük eder ve onları elinden çıkarır. Sonunda nîmetlerin yerinde; fakirlik, küfür, nifak, îmânda şüphe ile bâzı kötü vasıf ve huyları bulur.
Küfür ehli olan îmânsızlar, kalb ve rûhlarına küfür tohumlarını ektikleri için, onlarda iyilikten ve güzellikten bir şey bulunmaz. Bulunanlar ise yalnız nefisle ilgilidir. Onlar ancak ektiklerini biçerler. Kazdıkları kuyuya düşerler. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Hayır bulan, (her hayır ve rahmetin kaynağı olan) Allahü teâlâya hamdetsin. Bundan başkasını bulan (hiç kimseyi kınayıp ayıplamasın) sâdece kendi nefsini kınayıp, ayıplasın” buyurmuştur.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede; Sebe’ memleketinin güzelliklerini, halkının, peygamberlerini (aleyhimüsselâm) yalanlamalarını, verilen nîmetlere nankörlüklerini bildirdikten sonra, bu ülkenin hariçteki ahvâlini, çevresini ve buranın birçok köyler vâsıtasıyla ma’mûr olduğunu meâlen şöyle beyân buyurdu:
“Onlar(ın beldeleri olan Yemen memleketleri) ile (nehirler, ağaçlar ve çeşitli nîmetlerle) bereket verdiğimiz beldeler (Şam) arasında, (birbirine yakın oldukları için birinden diğeri görülebilen) bitişik kasabalar yaptık. Oralarda onların seyir (ve sefer) etmelerini takdir ettik. (Biz onlara lisân-ı hâl veya kâl ile dedik ki;) Gecelerde ve gündüzlerde, (istediğiniz vakit) oralarda (açlık, susuzluk, düşman, yırtıcı hayvanlardan ve hırsızlardan) emîn olduğunuz hâlde, (korkusuzca) dolaşın.” (Sebe’ sûresi: 18) Âyet-i kerîmedeki Şam memleketlerinden murâd; Filistin, Erîha ve Ürdün beldeleridir.
Rivayete göre, Yemen kasabalarından sabahleyin yola çıkan bir kimse, öğleyin başka bir kasabada kaylûle yapardı. Öğle vakti buradan ayrılan bir kimse, geceyi başka bir kasabada geçirirdi. Böylece Şam'a kadar, yanında su ve azık taşımaya ihtiyaç duymadan giderdi. Çünkü yolda bu ihtiyaçlarını te’min edebilecekleri sulu ve ağaçlıklı kasabalar mevcûttu. Rivâyete göre bu kasabaların sayısı, dörtbin yediyüzü buluyordu.
Ama Sebe’ halkı, kendilerine ihsân edilen nîmetlere nankörlük ettiler. Şükre yanaşmadılar. Aksine, sâhip oldukları nîmetler, onları azdırdı. Refâh ve bolluk içinde yaşamaktan, âfiyet içerisinde bulunmaktan bıktılar. Rahatlık kendilerini rahatsız etti. Refâha ve âfiyete sabredemediler. Rızık kazanmak için, meşakkat ve sıkıntı çekmeyi ister oldular. Nitekim İsrâiloğulları da çölde rızıklandırıldıkları helva ve bıldırcın etinden bıktıklarını, bunların yerine topraktan biten; bakla, mercimek, sarmısak gibi yiyecekler istediklerini söylemişlerdi. İsrâiloğulları gibi Sebe’ halkı da, Allahü teâlâdan, bahçeleri arasındaki mesâfeyi açmasını, Şam beldeleri arasında çöller yapmasını istediler. Maksatları, bineklerine binmek, yanlarına azık almak, bunlardan faydalanarak ticâret yapıp para kazanmak, böylece insanlara karşı övünüp, gururlanmak imkanı bulmaktı. Rahat ve huzûru, sıkıntı ve meşakkate değişmeyi istemeleri, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Onlar ise (buna karşı); Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır (Sebe’ ile Şam arasında çöller, sahralar yap) dediler. (Onlar bu nîmetlerle şımarmaları ve taşkınlıkları sebebiyle) nefislerine zulmettiler.” (Sebe’ sûresi: 19)
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh), onların bu isteklerinin İsrâiloğullarının, helva ve bıldırcın eti yerine soğan ve sarmısak gibi yiyecekler istemeleri gibi, kavuştukları nîmetlerin çokluğundan şımarıp, kibir ve gurura kapılmalarından ileri geldiğini zikretmiştir. Bir de; bozuk îtikâdlarını, ellerindeki nîmetlere çok güvenmelerini, bunların bir gün ellerinden çıkacağına aslâ, imkan ve ihtimâl vermemelerini hesâba katmak lâzımdır.
Onların; sefer sırasında yollardaki konakların arasının uzak olmasını, ma’mûr olan beldelerinin haraplığını söz ile değil de nîmete nankörlük eden bir tavır ve hareketle yâni hâl diliyle istemeleri de mümkündür.
Allahü teâlâ, Sebe’ halkının bu taleplerini kabûl buyurduğunu, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirdi: “... İşte biz de onları darmadağınık ettik. Şüphesiz ki, bunda çok sabır (ve) çok şükreden herkes için elbette ibretler vardır.” (Sebe’ sûresi: 19)
Sebe’ halkının; şehir, kasaba ve köyleri su altında kalınca, kendileri muhtelif memleketlere dağıldılar. Gassân kabîlesi Şam'a, Ezd kabîlesi Amman'a, Huzâa kabîlesi Tihâme'ye, Evs ve Hazrec kabîleleri Yesrib'e (Medîne-i münevvereye) geldi. Huzeyme kabîlesi ise, Irak'a gitti. Sebe’ halkının bu şekilde dağılmaları, daha sonra gelen kimseler arasında darb-ı mesel olarak söylene gelmiş, onların başına gelenler, insanlara ibret olmuştur. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Şüphesiz ki bunda (Sebe’ halkının kıssasında; günâhları, nefislerinin arzu ve isteklerini yapmamaya, şehvetlerine uymamaya, ibâdet ve tâatları yapmanın meşakkatine, belâ ve musîbetlere) çok sabır (bütün hâllerde ve vakitlerde Allahü teâlânın lutfettiği nîmetlere) çok şükreden herkes için, elbette ibretler vardır” buyrulmaktadır. (Sebe’ sûresi: 19)
Tefsîr-i Mazharî müellifi Senâullah-ı Pani-pütî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurmuştur: “Mü’min, dâimâ sabırlı ve şükredicidir. Çünkü, dünyâ; belâ ve musîbet yeridir. Hattâ, kula verilen nîmetler de onun uğradığı belâ ve musîbetlerdendir. Çünkü, bu nîmetlerin verilmesiyle; onlara şükür mü; yoksa günâh işlerde kullanmak sûretiyle, nankörlük mü edecek diye kul imtihân edilmekte ve denenmektedir. İşte bu imtihân kul için bir musîbettir. Çünkü imtihânda muvaffak olamazsa, yâni nîmetlere şükretmeyi başaramazsa, sonu felaket ve hüsrân olacaktır.
İşte bundan dolayı, kulun ölümü de imtihân, hayatı da imtihândır. Nitekim Allahü teâla, Mülk sûresi 2. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurmaktadır “O (Allahü teâlâ, ezelde sizden meydana geleceğini bildiği şeyleri, hayatınızdan ölümünüze kadar, sizi mükellef kılıp, imtihân olunan muâmelesi yapmak sûretiyle, tecrübe ve imtihân sahası olan dünyâda) hanginizi amelce daha güzel (amelinde daha ihlâslı, sünnet-i seniyyeye daha çok uyan ve hanginizin haramlardan daha çok sakınan, tâatlara daha çok koşan) olduğunu, size de bildirmek için (dünyâda) ölümü, (ahirette) hayatı (veya ölümü de hayatı da dünyâda) yarattı.”
İşte mü’min dâimâ günâhlardan sakınmaya, musîbetlere ve tâatların meşakkatine sabırlıdır. Her belâ ve musîbet, günâhlara kefârettir. Bu sebeple belâ ve musîbetler, sabrı icâbettirdiği gibi, şükrü de gerektirir. Sonra sabra muvaffak kılması da Allahü teâlânın nîmeti olup, ayrıca buna da şükür lâzımdır.
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh); “Mahbûbun (sevgilinin) elem vermesi, seven için, nîmetinden daha lezzetlidir. Onun için, sevgiliden (Allahü teâlâdan) gelen ve seven için bir lezzet olan belâ ve musîbetler, şükre daha lâyıktır” buyurmuş ve Abdülhak-ı Dehlevî hazretlerine yazdığı bir mektubunda bu durumu şöyle izâh etmiştir: “...Kıymetli efendim. Sıkıntıların gelmeleri, görünüşte çok acı ise de bunların nîmet oldukları umulur. Bu dünyânın en kıymetli sermâyesi üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünyâ sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musîbetlerdir. Bu tatlı nîmetleri, acı ilaçlarla kaplamışlar, bununla imtihân yolunu açık tutmuşlardır. Saâdetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilmiş olan tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Hastalık da, O'ndan başkasına gönül vermektir. Saâdet sâhipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden (Allahü teâlâdan) geldiği hâlde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de istemektedir. Arabî mısra tercümesi:
Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun!
Yâ Rabbî! Bizi, sıkıntıların sevâblarından mahrûm eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere düşürme!.” (2. cilt, 29. mektup)
Bir diğer mektuplarında ise şöyle buyurmuşlardır: “Allahü teâlâ, size lâyık olmayan şeylerden selâmet versin! Dostlara dünyâ sıkıntılarının ve belâların gelmesi, bunların günâhlarının affolması için keffârettirler. Yalvararak, ağlayarak ve sığınarak, kırık kalb ile Allahü teâlâdan af ve âfiyet dilemelidir. Duânın kabûl olunduğu anlaşılıncaya ve fitneler kalmayıncaya kadar, böyle duâ etmelidir. Dostlarınız ve iyiliğinizi isteyen sevenleriniz de, sizin için duâ etmekte iseler de, dertlinin kendisinin yalvarması daha yerinde olur. İlaç almak ve perhiz yapmak, hastaya lâzımdır. Başkalarının yapacağı, olsa olsa, ona yardımcı olmaktır. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi, gülerek, sevinerek karşılamak lâzımdır. Ondan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, aşağılaması, ikrâm, ihsân ve yükseltmek gibi olmalıdır. Hattâ, kendi nefsinin böyle isteklerinden daha tatlı olmalıdır. Seven böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. Hattâ, seviyorum demesi, yalancılık olur...) (2. cilt, 75. mektup)
İmâm-ı Beyhekî'nin Şu'ab-ül-îmân kitabında bildirilen Hadîs-i şerîfte; “Îmân iki parçadır. Bir parçası sabırda, diğer parçası şükürdedir” buyrulmuştur. Senâullah-i Pani-pütî (rahmetullahi aleyh) de, bu Hadîs-i şerîfi yazdıktan sonra; “Mü’minin îmânı tam olup, dâimâ bu iki kısmı kendisinde bulundurur. Bu parçalardan biri ile iktifa etmez” buyurmuştur.
Allahü teâlâ, Sebe’ halkının ibretli hâlini beyân ettikten sonra meâlen; “Muhakkak iblis, onların (bazı insanların veya Sebe’ halkından nîmete nankörlük edenlerin) aleyhindeki (onların nîmete nankörlük etmeleri ve kendisine tâbi olacaklarına dair) zannını tahakkuk ettirmişti de, mü’minlerden ibâret bir cemâatten (veya Allahü teâlâya itâat eden, âsî olmayan mü’minlerden bir kısmından) başkası (Allahü teâlâya âsî olmakta) iblise tâbi oldular” buyurdu. (Sebe’ sûresi: 20)
İblis, kendisini Âdem aleyhisselâmdan üstün görüp, Âdem'e (aleyhisselâm) secde emrine itâat etmeyip, kâfir olmuş, Allahü teâlânın rahmetinden ve kereminden kovulmuştu. Şeytanın talebi üzerine, Allahü teâlânın katında malûm olan vakte kadar, (bazı âlimlere göre birinci sûrun üfürülüşüne kadar) mühlet verildi. İblisin âyet-i kerîmede meâlen şöyle dediği bildirildi: “Öyle ise, izzet ve kudretine yemîn ederim ki, onların hepsini muhakkak azdıracağım. Ancak içlerinden muhlas olan kulların müstesna...” (Sâd sûresi: 82, 83)
A’râf sûresi 16 ve 17. âyet-i kerîmelerinde, şeytanın şu sözü de bildirilmektedir: (Yâ Rabbî!) Öyle ise beni rahmetinden kovmana yemîn ederim ki, onları (Âdemoğullarını) saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna (dîn-i İslâm yoluna) oturup, vesvese ile onları saptıracağım. Sonra onların önlerinden, arkalarından, sağ taraflarından ve sol taraflarından sokulacağım (saptıracağım). Sen (Âdemoğullarının) çoğunu (verdiğin nîmetlere) şükredici bulmayacaksın” dedi.”
İbn-i Kuteybe; “Şeytan bu sözleri söylediğinde, bunların tahakkuk edeceğini kat’î olarak bildiğinden değil, zan ile söylemişti. Fakat (insanlar veya Sebe’ halkı) ona tâbi olup, itâat edince, bu zannı tahakkuk etti” demiştir.
Şeytan, onların doğru yoldan saptırılması ve igvâsına bir sebeptir, bir vâsıtadır. Yoksa hidâyet ve dalâleti yaratan Allahü teâlâdır.
Ancak, Allahü teâlânın, şeytanı insanlara musallat kılması, ezelî ilmi ile mü’min ve kâfir olduklarını bildiği kimseleri, bu âlemde, mü’min ve kâfir olarak ortaya çıkarmak içindir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Halbuki onun (iblisin) bunlar (insanlar) üzerinde (önceden) hiç bir tasallutu (vesvese vermeye kudreti) yoktu. Ancak biz, âhırete îmân eden kimse ile, onda şüphe edeni ayırt etmek için buna meydan vermiştik. Senin Rabbin her şey üzerine bir hafîzdir” (koruyucudur). (Sebe’ sûresi: 21)
Büyüklerden birisi, Allahü teâlânın muhâfazasına nâil olabilmenin sebeplerinden bâzılarını; “İbâdet ve tâata gayret ve devam etmek, günâhları terketmek, misvâk kullanmak, az uyumak, gece namazı kılmak ve yüzünden Kur'ân-ı kerîm okumak olarak bildirmiştir.
Zünnun-i Mısrî (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatır: “Bir gün, içimde bir sıkıntı meydana geldi. Bu sıkıntıyı gidermek için, Nil nehrinin kenarına gittim. Orada, sür’atle gitmekte olan bir akrep gördüm. Onun peşinden gittim. Nehrin kenarında duran bir kurbağanın sırtına binip, nehrin öte yakasına geçti. Ben de bir kayığa binip, karşıya geçtim. Onu tâkib ediyordum. Karşıya varınca, kurbağanın sırtından indi ve uyuyan bir gence doğru sür’atle yürüdü. Bu sırada bir yılan, aynı gence doğru yaklaşıyordu. Akrep, yılandan tarafa yöneldi. Yılanla akrep karşı karşıya geldiler, hücûm ederek birbirlerini soktular. İkisi de öldü. Orada uyuyan genç de Allahü teâlânın muhâfazasıyla onlardan kurtuldu.”
İbrâhim Havvâs da (rahmetullahi aleyh) şöyle anlattı: “Mekke-i mükerremeye giderken, geceyi geçirmek için harâbelik bir yere girdim. Orada, büyük yırtıcı hayvanlar vardı. Onlardan korktum. Bu sırada, gizliden bir ses; “Korkma, sâkin ol! Etrâfında yetmişbin melek seni muhâfaza ediyor” diyordu.” Bu, Allahü teâlânın evliyâsına olan lütfu idi.
Bu hâdiseler, Allahü teâlânın koruduğu kullara zarar gelmeyeceğini en iyi şekilde belirtmektir.
İşte Süleymân aleyhisselâm devrinde, Sebe’ ülkesinin başında Belkıs isimli kadın bir sultân vardı. Belkıs, Himyerî meliklerinin neslinden geliyordu. Bir rivâyete göre, annesi cinnîlerdendi. Süleymân aleyhisselâmın Belkıs'tan, onun da Süleymân aleyhisselâmdan haberi yoktu. Rivâyete göre; hüdhüd, Belkıs'ın haberini getirdiğinde, Süleymân aleyhisselâm, Yemen'de San'a şehrinde idi. Belkıs ise Mârib Sebe’ şehrinde bulunuyordu. Aralarında üç günlük bir mesâfe vardı. Ancak, Allahü teâlâ bir hikmetinden dolayı, Süleymân aleyhisselâma Belkıs'ın orada olduğunu bildirmemişti. Nitekim, aralarındaki mesâfe pek uzak olmamasına rağmen, Ya’kûb aleyhisselâma da Yûsuf aleyhisselâmın bulunduğu yeri gizlemişti.
Hüdhüd, getirdiği haberi, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen şöyle açıkladı: “Muhakkak ki, ben (orada) bir kadını (Belkıs'ı) onlara hükümdârlık eder buldum. Ona (hükümdarlara lâyık olan mallar, ordular ve daha başka) her şey verilmiştir. Onun bir de çok büyük tahtı var.” (Neml sûresi: 23)
Âyet-i kerîmede, hüdhüdün anlatmasına meâlen şöyle devam ettiği bildirildi: “Ben, onu ve kavmini, Allahü teâlâyı bırakıp, güneşe secde eder buldum. Şeytan onlara amellerini (güneşe tapmalarını ve diğer çirkin işlerini) süslemiş, onları, hak yoldan alıkoymuş. (Bu sebeple) onlar hidâyet ve tevhid yolunu bulamıyorlar.” (Neml sûresi: 24)
Hüdhüdün anlattıklarını dikkatle dinleyen Süleymân aleyhisselâm, Belkıs'ın ülkesini kendi mülküne katmayı hiç düşünmedi ve memleketin büyüklüğüne hiç ehemmiyet vermedi. Hüdhüd anlatmasına devam ederek, meâlen; (Şeytan), göklerde ve yerdeki her gizliyi (yağmur ve nebât gibi şeyleri meydana) çıkaran, (kalblerinde) ne gizliyorlar, (dilleriyle ve âzâları ile) ne açıklıyorlarsa (hepsini) bilen Allahü teâlâya secde etmesinler diye, (onları doğru yoldan alıkoyuyor.) Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. (O) büyük arşın sâhibidir (yani, ibâdete ve secde olunmaya lâyık olan Allahü teâlâdan başkası değildir) dedi.” (Neml sûresi: 25, 26)
Hüdhüdün sözlerinden; “Göklerde ve yerdeki her gizliyi (yağmur ve nebât gibi şeyleri meydana) çıkaran...” dan; Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. (O) büyük arşın sâhibidir” sözünün de dâhil olduğu kısım onun; “Senin bilmediğin şeye vâkıf oldum..” sözüne dâhil değildir. Çünkü bütün bu bilgileri hüdhüd, Süleymân aleyhisselâmdan öğrenmişti. Rûh-ul-Beyânda bildirilen Hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Size hüdhüdü öldürmeyi yasaklıyorum. Çünkü Süleymân aleyhisselâmın, suyun yakınlığını ve uzaklığını bilen delîli idi. O yeryüzünde (yalnız) Allahü teâlâya ibâdet, kulluk edilmesini istedi. Çünkü; Sana Sebe’ (şehrinden) çok doğru (ve mühim) bir haber ile geldim...” dedi.”
Hadis âlimlerinden Ebû Kılabe'nin annesi, Ebû Kılabe'ye hâmile iken, rüyâda, bir hüdhüd dünyâya getirdiğini gördü. Bu rüyâsını, tabire ehil kimselerden sordu. Ona; “Eğer rüyân doğru ise, namaza çok bağlı bir çocuğun olacak” dediler. Nihâyet Ebû Kılabe doğdu. Büyüdüğünde, her gün 400 rekat namaz kılardı. Ezberinden 60 bin Hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hicrî 276 senesinde vefât etti.
Fahreddîn-i Razî hazretleri, yukarıdaki âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: Âyet-i kerîme; “Göklerde ve yerdeki her gizliyi çıkaran...” kavl-i şerîfi ile, Allahü teâlânın kudret sıfatına, her şeye gücü yettiğine; “Ne gizliyorlar ne açıklıyorlarsa (hepsini) bilen Allahü teâlâya...” kavl-i şerîfi ile de Allahü teâlânın ilim sıfatına, her gizliyi bildiğine delâlet etmektedir.
Bu âyet-i kerîme, güneşe tapanlara cevap vermektedir. Şöyle ki; İlâhın gizlileri çıkarmaya kâdir olması, gizli olanları bilmesi lâzımdır. Halbuki güneş böyle değildir. Hattâ onun ne bir fayda te’minine, ne bir zarar gidermeye gücü yetmez. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm da, amcası ve üvey babası olan Âzer'e; “İşitmez, görmez, sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?...” buyurmuştur. (Meryem sûresi: 42) O hâlde güneş ilâh değildir. Güneş ilâh olmayınca, ona secde etmek de câiz değildir. Allahü teâlâ ise, her şeye kâdir olduğu gibi, her gizliyi de bilicidir. Secde olunmaya lâyık olan, ancak O'dur. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm da, ilâhlık davasında bulunan Nemrud'a; “...Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür...” buyurmuştu. (Bakara sûresi: 258)
Hüdhüdün bütün konuşmaları, Süleymân aleyhisselâmı sözüne inandırmak, Belkıs'la gazâ edip onu itâati altına almaya teşvik içindi.
Hüdhüd, Belkıs ve kavminin, Allahü teâlâyı bırakıp güneşe taptıklarını anlatınca, Süleymân aleyhisselâm, gadablandı ve bunu araştırmak istedi; “Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?” dedi.” (Neml sûresi: 27)
Bu âyet-i kerîme, devlet başkanının, teb’asının mûteber mâzeretini kabûl edip, bu mâzeretleri sebebi ile onlardan cezâyı kaldırması lâzım geldiğine delâlet etmektedir. Çünkü Süleymân aleyhisselâm, özür beyân eden hüdhüdü cezâlandırmadı. Hüdhüdün doğru konuşması, özrü oldu ve cihâdı icâbettiren bir haber getirmişti. Süleymân aleyhisselâm ise Allah yolunda cihâd yapmayı severdi. Hüdhüdün verdiği haber, dîni bir mes’ele olduğundan, doğruluğunu araştırmak istedi. Hüdhüdün, tek başına; “Çok doğru ve kesin bir haber getirdim” demesini, ihtiyatla karşıladı ve Belkıs'ın memleketine cihâda çıkmak için, bu haberi kâfi görmedi. Yâni haber-i vâhid ile amel etmedi.
Bu âyet-i kerîme, haber-i vâhidin, ilim (kat’î bilgi) ifâde etmediğine delâlet etmektedir. Hadis ilminde haber-i vâhid; Şöhret ve tevatür derecesine ulaşmamış olan, bir, iki veya daha fazla kimse tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîftir.
Bunun için, haber-i vâhidi, ihtiyatla karşılamak lâzımdır. İşte Süleymân aleyhisselâm, onun bu haberini kat’î olarak kabûl etmedi. Fakat, büsbütün de ilgisiz kalıp reddetmedi ve doğruluk derecesini araştırmak istedi.
Üstelik hüdhüd, izinsiz gittiği için suçlu durumdaydı ve bu hâli hiç de iyi değildi. Hal böyle olunca, getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak gerekirdi. Süleymân aleyhisselâmın bu hâli; “Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size haber getirirse, onu tahkik edin. (Yoksa) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da, yaptığınıza pişman kimseler olursunuz” meâlindeki, Hucurât sûresi 6. âyet-i kerîmesinin hükmüne de uygundu.
Hüdhüdün getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak isteyen Süleymân aleyhisselâm, o anda veya daha sonra Belkıs'a bir mektup yazdı. Mektubu, Allahü teâlânın adı yazılı mührüyle mühürleyip hüdhüde verdi.
Süleymân aleyhisselâmın bir mührü vardı. Yüzük taşı şeklinde taşıdığı bu mührü, parmağına geçirince; ins ve cin, kuşlar da dâhil her çeşit hayvan ona itâat ederdi. Mührün üzerinde, Allahü teâlânın ismiyle birlikte âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ismi de vardı. Nitekim Râmûz’da nakledilen ve Câbir radıyallahü anhın rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Süleymân aleyhisselâmın mühründeki nakşın; “La İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah” olduğu bildirilmiştir.
Süleymân aleyhisselâm, mektubu hüdhüde verdikten sonra; “Bu mektubu (Belkıs ve kavmine) götür. Onu onlara (görebilecekleri bir yere) bırak. Sonra (onlara yakın) bir yere çekilerek, (gizlenip) ne şekilde cevap verecekler bak” dedi. (Neml sûresi: 29) Aslında Süleymân aleyhisselâm, mektubu emrindeki cinnîlerle de gönderebilirdi. Fakat hüdhüd, Belkıs'ın memleketini biliyordu. Bu sebeple, onunla gönderdi.
Belkıs, kavminin işlerinin durumunu ve ihtiyaçlarını dinlemek için, her Cumâ günü dışarı çıkardı. Tahtı; altından yapılmış, dört direk üzerine konurdu. Tahta oturunca, Belkıs halkı görür, halk kendisine bakamazdı. Kavminden birisinin bir işi, arzı veya ricâsı olsa, soru sorabilmek için izin ister, huzûruna gider, başını önüne eğerdi. Belkıs'ın yüzüne aslâ bakmazdı. Sonra tâzim olarak ona secde ederdi. Belkıs izin vermeyince, başını secdeden kaldırmazdı. Belkıs, kavminin ihtiyaçlarını hüküm ve gereğinin yapılmasını emrettikten sonra, köşküne girer, bir sonraki Cumâ gününe kadar, dışarı çıkmazdı. Sarayı büyük idi. Hüdhüd, Süleymân aleyhisselâmın mektubu ile gittiği zaman, kapıları kapanmış, etrâfta muhâfız ve devriyeler dolaşıyordu. Hüdhüd, hiç bir yerden giremeyince, köşkün penceresinden girdi. Odadan odaya geçerek, yirmi metre yüksekliğindeki Belkıs'ın tahtını gördü. Belkıs, tahtında uzanmış yatıyordu. Onu bu hâlde gören hüdhüd, mektubu tahtına bıraktı. Sonra, Belkıs'ın uyanıp mektubu okumasını bekledi ve görebileceği bir pencere kenarına saklandı. Aradan bir hayli zaman geçtiği hâlde, Belkıs uyanmamıştı. Hüdhüd, indi, gagasıyla ona dokunup uyandırdı.
Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu görünce, aldı. Eliyle gözlerini ovuşturarak, mektuba baktı. Her yer kapalı olduğu hâlde, yanına kadar bu mektubun kimin tarafından ve nasıl getirildiğini düşündü. Merâkla odasından çıkıp, sarayın etrâfına baktı. Muhafız ve nöbetçilerin hepsini yerlerinde gördü. Onlara; “Kapıyı açıp benim odama giren kimse gördünüz mü?” diye sordu. Muhafızlar; “Kapılar hiç bir şekilde açılmamıştır. Eskisi gibidir. Biz de devamlı beklemekteyiz” diye cevap verdiler. Hemen mektubu açtı ve okudu. Mektupta; “Bismillâhirrahmânirrahîm” yazılı olduğunu görünce, kavminin ileri gelenlerine haber gönderdi. Toplandılar. Onlara hitâb edip, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey ileri gelenler! Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O (mektup), Süleymân'dandır. (O mektubun muhtevası); Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın adıyla. Bana karşı büyüklenmeyiniz (yani bana icâbetten kaçınmayınız. Çünkü bana uymayı terk etmek; tekebbür, büyüklenmek, kendini yüksek ve üstün görmektendir). Bana, müslümanlar (emrime itâat ediciler) olarak geliniz”dir dedi.” (Neml sûresi: 29-31)
Süleymân aleyhisselâmın mektubu niçin şerefliydi?
1- İçinde yazılı olanlar güzel olduğu için.
2- Şerefli bir melikten (Süleymân aleyhisselâmdan) geldiği için.
3- Mektup mühürlü olduğu için. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Mektubun şerefi, mühürlü olmasıdır” buyurmuştur. Kendileri de hükümdârlara mektup göndermişlerdi. Bu sebeple kendileri için gümüşten bir mühür yaptırdılar. Üstünde; Muhammedün resûlullah (Muhammed aleyhisselâmAllahü teâlânın resûlüdür) yazılı idi.
4- Süleymân aleyhisselâmın mektubu, besmele ile başladığı için şerefliydi. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Besmele ile başlanmayan her söz, (bereket ve hayırdan) kesilmiştir” buyurmuştur.
5- Belkıs'ın hidâyete kavuşup müslüman olmasına vesîle olduğu için.
6- Süleymân aleyhisselâmın mektubu, peygamberlerin aleyhimüsselâm Allahü teâlâya dâvetteki âdet ve usûllerine göre yazılmıştı. Mektupta, yumuşak ve nezaketli ifâdeler yer alıyordu. Allahü teâlâya kulluk edilmesini nasîhat ediyordu. Ona lânet etmiyor, dil uzatıp, incitici ve gücendirici sözlere yer vermiyordu. Nitekim Allahü teâlâ, Nahl sûresi 125. âyet-i kerîmede, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme meâlen; (Ey Muhammed! İnsanları,) hikmetle (hakkı beyân eden şüpheleri gideren delil ile), güzel mev'ize ile (teşvik ve kendilerine nasîhat ettiğini, kendilerinin faydasını istediğini bildikleri hâlde sen onları korkutarak) Rabbinin yoluna (İslâm'a) dâvet et. Onlarla en güzel mücâdele şekli (olan rıfk ve yumuşaklık) ile mücâdele et” buyurdu. Yine Allahü teâlâ, Mûsâ ve Hârûn'a (aleyhimesselâm); “Fir’avn'a yumuşak söyleyin. (Yumuşaklıkla muâmele edin. Sert davranmayın) buyurdu. (Tâhâ sûresi: 43)
7- Mektup, Belkıs'ın hidâyetine sebep olduğu için, âyet-i kerîmede “Şerefli bir mektup” buyrulmuştur. Bâzı âlimler; Belkıs, Süleymân aleyhisselâmın mektubuna hürmette bulunduğu ve kıymet verdiği için, hidâyet ve îmânla şereflendi buyurmuşlardır. Nitekim Fir’avn'un sihirbazları; “Yâ Mûsâ! Asânı yere önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” (Tâhâ sûresi: 65) dediler. Böylece Mûsâ aleyhisselâma öncelik vererek edebi gözetmişler ve îmânla şereflenmişlerdir. Buna karşılık İran kisrası, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek mektuplarını yırttığı, edepsizlik yaptığı için, Allahü teâlâ da onun mülk ve saltanatını, paramparça etti. Onun küfürdeki inâdına böyle büyük bir cezâ verdi.
Âyet-i kerîmenin; “O (mektup) Süleymân'dandır” meâlindeki kısmı, Belkıs'ın kendi sözüdür. Bununla, mektubun kimden geldiğini bildirmiştir. Mektup; “Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlânın adı ile” meâlindeki Besmele ile başlamakta, kibirlenmeden, müslümanlar (emrine itâat ediciler) olarak kendisine gelmelerini istemektedir. Görüldüğü gibi, Süleymân aleyhisselâm mektubunu fazla uzatmamış, maksadını ifâde etmekle iktifa etmiştir. Zâten peygamberler (aleyhimüsselâm) mektuplarını uzatmazlar, maksadı ifâde ile yetinirlerdi. Süleymân aleyhisselâmın mektubu da, maksadın tamamını içine alıyordu. Kullara ilk önce lâzım olan; temiz ve sağlam bir îtikâd, sonra ameldir. Mektupta Besmele-i şerîfeye yer verip başlaması ile, Allahü teâlânın her şeyin yaratıcısı olduğu, O'nun her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, hayat, irâde, hikmet ve merhamet sâhibi olduğu da bildirilmiş olmakta, böylece; îtikâdın amelden önce olduğu da beyân edilmektedir. Besmele ile, îtikâdî mes’eleler kısaca ve toptan bildirilmiş olmaktadır. Çünkü, Rahmân ve Rahîm olmak, subûtî sıfatların hepsini içine almaktadır. Böylece Süleymân aleyhisselâm, mektubunun başına yazdığı Besmele ile; ibâdetin ancak Allahü teâlâya yapılacağını, O'ndan başkasının ibâdete lâyık ve müstehak olmadığını anlatmış oldu.
Süleymân aleyhisselâm, hak olan îtikâdı beyân ettikten sonra; “Bana karşı tekebbürde bulunmayınız” buyurmak sûretiyle onları, nefslerine, arzu ve isteklerine uymaktan, büyüklenmekten ve kendilerim üstün görmekten men etti. Çünkü kibirlenerek kendilerini üstün görmeleri, bu hak dâveti kabûl etmelerine mâni olurdu. Nitekim, Mekke müşriklerinin ileri gelenleri, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak gönderilen Allahü teâlânın habîbi (sevgilisi) değil de, Abdullah'ın yetimi diye baktıkları için; “Böyle bir yetimin peşinden mi gideceğiz” diyerek büyüklenip, îmân etmemişlerdi.
Süleymân aleyhisselâm mektubun sonunda; “Bana, müslümanlar (müminler veya emrime itâat ediciler) olarak gelin” buyurarak, bütün fazîletlerin esaslarını kendinde toplayan İslâm'ı ve itâati emretti.
Kısaca söylemek gerekirse, Süleymân aleyhisselâmın bu mektubu, din ve dünyâ için lâzım olan faydaları ihtivâ etmektedir.
Belkıs, kavminin ileri gelenlerinin görüşlerini almak ve bu husûsta kendisine yardımcı olmalarını istemek için, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Ey eşrâf! (Bu) işimde hayırlı, faydalı ve doğru gördüğünüz ne ise bana söyleyiniz. Siz hazır olup, sizinle müzâkere etmeden hiç bir işte kat'i bir hüküm vermedim. (Böyle mühim bir husûsta, siz olmadan nasıl hüküm verebilirim) dedi.” (Neml sûresi: 32) Belkıs'ın adamları (bir rivâyette ordu kumandanları), kendi aralarında düşünüp konuştuktan sonra, âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu gibi meâlen; “Biz güç ve kuvvet sâhibi çetin savaş erbabıyız. (şecaat sâhibiyiz. Bununla beraber) emir sana aittir. (Biz sana itâat edicileriz. Muhârebe ve sulhtan hangisini istersen, biz sana tâbiyiz.) Bak sen ne emredeceksin dediler.” (Neml sûresi: 33)
Tefsîr-i Medarik'de buyruluyor ki: Belkıs'ın ordu kumandanları, böyle demekle şunu kasd ettiler: Biz harb adamıyız. Rey ve tedbire ehliyetimiz yoktur. Sen ne emredersen, itâat etmek boynumuzun borcudur.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget