Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Süleymân aleyhisselâmAllahü teâlâ tarafından her türlü imkan ihsân edilmişti. Her türlü zenginliğin içerisindeydi. Böyle olmasına rağmen aşırı tevâzûu vardı. Sabah kalkınca, maldan, mülkten ve zenginlerden yüz çevirerek, fakirlerin yanına gider ve; “Miksin miskinlerin arasına yakışır” derdi.
Her peygamber gibi, Resûlullah efendimiz de tevâzû sâhibi idi. Tevâzu sâhiplerini çok överdi. Nitekim Hadîs-i şerîflerde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Tevâzu edip de, Allahü teâlânın şerefini arttırmadığı kimse yoktur”, “Herkesin başının üzerinde tasma tutan iki melek vardır. Tevâzu yapınca, tasmayı havaya doğru kaldırır ve; “Yâ Rabbî! Onu yükselt” derler. Kibirlenirse, tasmayı aşağı indirir ve; “Yâ Rabbî! Onu alçalt derler”, “Âcizlikten değil, bile bile tevâzû yapana, topladığı malı ve parayı günâha harcamayana, düşkünlere acıyana, akıllılar ve âlimlerle oturanlara saâdetler olsun, müjdeler olsun” buyurmuştur.
Ebû Müslim-i Medenî (rahmetullahi aleyh) Eshâb-ı kirâmdan olan dedesinden şu Hadîs-i şerîfi rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); Allahü teâlâ için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kibirleneni de alçaltır. Bir zavallıya yardım edeni, kimseye muhtâç etmez. Fakirlere bir şey vermeyeni, Allahü teâlâ fakir eder. Allahü teâlâyı çok ananı ve zikredeni, Allahü teâlâ sever” buyurdu.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahiy gönderip; “Mütevazı olup, insanlara gururlanmayan, kalbi korkulu olan, zamanını beni zikretmekle geçiren, benim için kendini bütün arzularından ve şehvetlerinden koruyanın namazını kabûl ederim” buyurdu.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kerem, takvâda, şeref tevâzûda, zenginlik hakkı iyi tanımaktadır” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Dünyâda tevâzû sâhiplerine saâdetler olsun ki, kıyâmet günü onlar, minber sâhibi olurlar. Dünyâda insanları barıştıranlara saâdetler olsun ki, onların karşılığı Allahü teâlâyı görmektir” buyurdu.
Âişe (radıyallahü anhâ); “Siz, ibâdetlerin en fazîletlisini bilmiyorsunuz. O, tevâzûdur” buyurdu.
Fudayl bin Iyâd (rahmetullahi aleyh); “Tevâzu, kimden olursa olsun, hakkı (doğruyu) kabûl etmektir. İsterse hepsi çocuk ve en câhil kimseler olsun” derdi.
Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma vahiy gönderip; “Göndereceğim nîmeti, tevâzû ile karşılarsan, o nîmetimi tamam ederim” buyurdu. İbn-i Semmâk, Hârûn Reşid'e; “Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlâ kime mal, cemâl ve haşmet verirse; malda insanlara yardım, haşmette tevâzû etsin ve cemâlde zahid olsun. Allahü teâlâ, böyle olanların isminin hâlisler defterine yazılacağını bildiriyor” dedi. Hârûn kâğıt kalem isteyip bu sözleri yazdı. Büyükler tevâzû hakkında pek çok söz söylemişlerdir. Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); “Tevâzu; evden çıkınca, gördüğün herkesi kendinden üstün bilmektir” buyurdu. Şiblî'nin (rahmetullahi aleyh) huzûruna bir kimse geldi ve; “Ben insanım, sen nesin?” dedi. “Ben de (be) harfinin altındaki noktayım” diye cevap verdi. Yâni benden küçük hiç bir şey yok dedi.
Büyüklerden biri hazret-i Ali'yi (radıyallahü anh) rüyâda gördü ve nasîhat istedi. “Âhırette sevâba kavuşmak için, zenginlerin, fakirler yanında mütevazı olmasından daha büyük hangi iyi amel vardır? Allahü teâlânın ihsânına güvenip, fakirlerin zenginler yanında kibirli olmasından güzel hangi iyi iş vardır?” buyurdu. Yahyâ ibni Hâlid; “Kerem sâhibi zahid olursa, mütevazı olur; insaniyetsiz ve sefih olan zahid olursa, kibirlenmeye başlar” buyurdu. Bayezid-i Bistâmî; “İnsan, insanlar içinde kendini herkesten aşağı görmeyince, kibirlidir” buyurdu. Cüneyd-i Bağdâdî; “Tasavvuf ehli arasında tevâzû, kibir sayılır. Yâni tevâzû ile kendini aşağı görüyor. Kendini aşağı görmeye ihtiyaç hisseden, kendine bir yer, bir değer vermiş olur ve kendini ondan aşağı görmek ister” buyurdu. Atâ-i Sülemî, ne zaman fırtına olsa, şimşek çaksa kalkardı. İnsanlara sıkıntı veren bir şey görse; “Bunlar bizim fenâ ahlâkımızdandır, zararı insanlara oluyor” derdi. Bâzıları, Selmân-ı Fârisî'nin (radıyallahü anh) yanına gelip, kendisini övdüler: “Benim başlangıcım menî, sonum ise, işe yaramayan bir leştir. Sonra benim amelimi tartarlar. İyi amelim ağır gelirse, büyüklüğüm o olur. Böyle olmazsa benden zavallısı yoktur” dedi.
Bir çok kimse, tevâzû sâhibiyim sanır, kibirli olduğunun farkında değildir. Kibrin alâmetlerini bilmek lâzımdır. İçeri girince, herkesin kendi için ayağa kalkmalarını istemek kibirdir. Kendisine hürmet edildiğini anlayarak, onlara nasîhat vermek isteyen âlimin, kendisi için ayağa kalkıldığını arzu etmesi kibir olmaz, Kendi oturup, başkalarının ayakta durmalarını istemek de tekebbürdür. Hazret-i Ali (radıyallahü anh); “Cehennemlik bir kimse görmek isteyen, kendi oturup başkalarını ayakta durduran kimseye baksın!” buyurdu. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân), Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) her şeyden çok severlerdi. Geldiği zaman ayağa kalkmazlardı. Çünkü, ayağa kalkılmasını istemediğini bilirlerdi. Bununla beraber, âlimler gelince, ilmin şerefini göstermek için, ayağa kalkmak lâzımdır. Yahyâ bin Kattân (rahmetullahi aleyh), ikindi namazını kıldıktan sonra, câminin minaresine dayanarak oturmuştu. Yanına, zamanın meşhûr âlimlerinden bir kaçı geldi. İçlerinde Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh) de vardı. Hepsi, ayakta olarak hâdis ilminden sordular. Yahyâ, her birinin cevâbını verdi. Hiç birine otur demedi. Hiç biri de, oturmağa cesâret edemedi. Konuşmaları akşam namazına kadar devam etti.
Genç olan âlim, yaşlı olan câhilin üst tarafına oturur. Talebe, hocasından evvel söze başlamaz. Hocası yok iken, onun yerine oturmaz. Yolda önünde ve sağında yürümez. Bir kimse, kendisi için ayağa kalkılmasını sever, fakat bu sevgiden kurtulmak isterse, sevgisi “Meyl-i tabii” yâni tabîat icâbı olur. Yâhud şeytanın vesvesesinden olur. Elinde olmadığı için, her ikisi de, günâh değildir. Çünkü irâdesi dışındadır.
Yalnız olarak yürümeyip, arkasından başkalarının da gelmesini istemek, yahut kendisi hayvan üstünde, talebelerinin yerde gitmelerini sevmek de kibir alâmetidir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Medîne'nin Baki’ kabristanına gidiyordu. Bir kaç kişi görüp, arkasından geldiler. Durarak, öne geçmelerini emir buyurdu. Arkalarından yürüdü. Sebebi sorulunca; “Ayak sesini işittim. Kalbime kibirden bir zerre gelmemesi için böyle yaptım” buyurdu. Kendisine kibir geldiğinden değil, Eshâbına ders vermek için böyle davranmıştır. Ebü’d-Derda (radıyallahü teâlâ anh); “Kibirli kimsenin, arkasında yürüyenlerin sayısı arttıkça, bunun Allahü teâlâdan uzaklaşması da artar” buyurdu.
Üzerinde hakkı bulunanları yâni tanıdıklarını ziyâret etmemek de kibir alâmetidir. Kendinden aşağı olanları ziyâret etmek ise tevâzû alâmetidir.
Tevâzu sâhibi olabilmek için, dünyâya nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvanlara, böceklere gıda olacaktır. İdam odasına sokulmuş olup, îdâm olunacağı zamanı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çektiği sıkıntılar gibi, dünyâ zindanında, her an ne zaman azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Cehennem’de sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye, tekebbür yakışır mı?
İnsanların yaratıcısı, yetiştiricisi, her an tehlikelerden koruyucusu olan ve kıyâmette hesâba çekecek, sonsuz azâbı yapacak olan; sonsuz kuvvet, kudret sâhibi, benzeri, ortağı olmayan tek hâkim ve kâdir olan Allahü teâlâ; “Tekebbür edenleri sevmem, tevâzû edenleri severim” buyuruyor. Âciz, elinden hiç bir şey gelmeyen zavallı bir mahlûk olan insana, bunlardan hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç kibirlenebilir mi? İnsan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhar etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâzû üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Daranî (rahmetullahi aleyh) diyor ki: “Bütün insanlar, beni olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden daha aşağı olduğumu biliyorum.” İnsan, kendini herkesten hattâ iblisten, Fir’avn'dan daha aşağı düşünebilir mi? Çünkü, bu ikisi kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık dâvâsı eden, dilediğini yapmaları için milyonlarca insanı öldüren ve işkence altında inletenlerin, kâfirlerin en aşağısı oldukları muhakkaktır. Allahü teâlâ, bunlara gazâb etmiş, küfrün en kötüsüne düşürmüştür. Bana ise merhamet etmiş, îmân ve hidâyet ihsân etmiştir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah yapmadı. Bununla beraber, bu yaşa gelinceye kadar çok günâh işledim. Kimsenin yapmadığı kötülükleri, yaptım. Son nefesimin nasıl olacağını da bilmiyorum diyerek, tevâzûda bulunmasının lüzumunu kendi kendine anlatmalıdır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Her peygamber gibi Süleymân aleyhisselâm da adâletle hükmeder, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği nîmetlere şükreder, mal ve mevkiye gururlanmaz, tevâzû gösterir, Allahü teâlânın dînini yaymak için cihâd ederdi.
Süleymân aleyhisselâm mal ve mülk sâhibi bir hükümdâr idi. İnşâ ettirdiği ticâret gemileri ile Kızıldeniz ve Umman denizinde ticâret yaptırdı. Zenginliği, günden güne arttı. Sarayını yeni ve güzel eşyalarla süsledi. Dünyâda, gelmiş geçmiş hiç bir hükümdârın kavuşamadığı kudret ve ihtişama, mal ve mülke sâhip oldu, Bütün dünyâya hükmederdi. İnsanlar, kuşlar, hayvanlar, cinler ve rüzgâr emrine verildi. Hepsi ona itâat ederdi. Fakat o, bütün bu ihtişam ve kudretine, sâhip olduğu mal ve mülküne rağmen, kul olduğunu hiç bir zaman unutmazdı. Rabbine ibâdetten hiç geri durmadı. Fakir ve miskinlerle oturup kalkardı. Tevâzuyu aslâ terk etmedi. Zâten o, kavuştuğu her şeyi Rabbine itâatte kullanmak için istemiş, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi meâlen; “Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle.” diye duâ etmiş, Allahü teâlâ da, onun dilediğini vermişti. Tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, onun bu isteği, mal ve şöhret sevdası için değil, Allahü teâlânın dînini yaymak, insanlara peygamberliğini kabûl ettirebilmek için idi. Yâni ona verilen ve başka hiç bir kimseye verilmeyen hükümdârlık, bir mûcize idi. Zâten, dünyâ malına hırslı ve tamâhkâr olmak, şöhret sevdası için mal ve mevki istemek, sıradan bir müslüman için uygun değilken, niçin bir peygamberin (aleyhisselâm) arzusu olsun. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu husûsta şöyle buyurmuştur:
“İki aç kurt, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan; mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar daha çoktur.”
“İnsana zarar olarak, din ve dünyâ işlerinden parmakla gösterilmesi yetişir.” Yâni, insanın din veya dünyâ işlerinde şöhret sâhibi olması, dînine ve dünyâsına çok zarar verir.
Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzusu, insanlarda üç şeyden kaynaklanır: Birinci sebep, nefsin arzularına kavuşmaktır. Nefs, arzularının, haram yollardan elde edilmesini ister.
İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müsteâb olan meselâ, sadaka vermek, hayrat, hasenât yapmak için yahut mubah olan işleri yapmak için, meselâ iyi yemek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, rahat ve mes’ûd yaşamak veya mazlumları zâlimlerden kurtarmak için yahut ibâdetlerine mâni olacak şeylerden kurtulmak ve İslâm dînine ve müslümanlara hizmet için mevki sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmaz, vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, böyle bir kimsenin mevki sâhibi olması câizdir, hattâ müsteâbdır. Çünkü câiz ve lâzım olan şeylere kavuşturucu sebepleri, vâsıtaları yapmak da, câiz ve lâzım olur. Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde, iyi insanların nasıl olacağını bildirirken, bunların, müslümanlara imâm olmak istediklerini de bildirmektedir. Süleymân aleyhisselâm; (Yâ Rabbî!) Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle!” diyerek, melik ve emîr olmak istemiştir. Önceki dinlerden bildirilen ve red edilmeyen haberler, bizim dînimizde de mûteberdir. Hadîs-i şerîfte; “Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmağı, bir sene devamlı gazâ etmekten daha çok severim” buyruldu. Bir Hadîs-i şerîfte; “Bir saat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nafile ibâdet yapmaktan daha iyidir” buyruldu. Riyâ ve hakkı bâtıl ile karıştırarak mevki sâhibi olmak câiz değildir. İyi niyet ile olsa da böyledir. Çünkü haramları ve mekruhları iyi niyet ile de yapmak câiz olmaz. Hattâ, bâzı haramların iyi niyet ile yapılması daha büyük günâh olur. Niyetin iyi olması, tâat ve ibâdetlerde faydalıdır. Mubah hattâ farz olan bir amel, niyete göre günâh olabilir. Günâh işleyenin; “Sen kalbime bak! Kalbim temizdir. Allah kalbe bakar” sözü, yanlış, hattâ zararlıdır.
Mevkî sâhibi olmağı istemenin sebeplerinden üçüncüsü, nefsini eğlendirmektir. Nefsi, maldan olduğu gibi, mevkiden de lezzet almaktadır. Arada İslâmiyete uymayan işler bulunmazsa; nefsi, lezzet aldığı şeye kavuşturmak haram olmaz. Fakat, takvânın ve himmetin az olduğunu gösterir.
Mevkî sâhibi olmanın bu üçüncü sebebi, haram değil ise de, iyi olmadığı için, ilacını bilmek ve yapmak lâzımdır. Önce mevkîin geçici olduğunu, zararlarını ve tehlikelerini düşünmelidir. Şöhretten ve hürmet toplayarak kibirli olmaktan kurtulmak için, İslâmiyette mubah ve câiz olan, halkın rağbet etmediği işleri yapmalıdır. Mevkî ve mal İslâmiyete uygun şekilde kullanıldığı müddetçe faydalıdır. Onlardan, insanların hakları verilmeli, Allahü teâlâya karşı olan şükür de ihmâl edilmemelidir. Yoksa hepsi âhırette sıkıntı kaynağı olacaktır. Ebû Zer'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet edildi: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe-i muazzamanın gölgesinde iken, huzûrlarına vardım. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Onlar zarardadırlar.” Bunun üzerine ben; “Onlar kimdir yâ Resûlallah?” diye sordum; “Onlar malları çok olup, şöyle şöyle diyenlerdir. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir kimsenin zekâtını vermediği deve, sığır ve davarlar; kıyâmet günü, dünyâda olduklarından daha büyük ve daha semiz olarak gelecekler, ona boynuzlarıyla vuracaklar, ayaklarıyla ona basacaklar, bu şekilde biri gidip diğeri gelecek, bu durum, insanlar arasında hüküm verilinceye kadar böyle devam edecek” buyurdular.
Enes bin Mâlik (radıyallahü anhResûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlâ her çobandan, gözetmesini istediği şeyi muhâfaza mı etti, yoksa zâyi mi etti diye soracaktır. Hattâ, kişiden, çoluk-çocuğunu da soracaktır” buyurduğunu rivâyet etmiştir.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Süleymân'a aleyhisselâm verilen (o kadar geniş) mülk, onda, huşûdan başka bir şeyi arttırmadı. Rabbine olan huşûundan dolayı gözünü semâya bile kaldırmıyordu.” Malları yüzünden hesâba çekileceklere, çeşitli bahaneler bulmaya çalıştıkları o günde, Süleymân aleyhisselâm örnek gösterilecektir. O, hükümdârlığının ve dünyâ nîmetlerine kavuşmuş olmanın içinde, Allahü teâlâdan bir an gâfil olmamıştır.
Mal sâhibi mülk sâhibi,
Hani bunun ilk sâhibi.
Mal da yalan mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
Seyr etdi hevâ üzre derler taht-ı Süleymân,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.
Tutalım kim serbeser sultân-ı âlemsin bugün,
Ey Figânı menzilin âhır turâb üstündedir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Âdem aleyhisselâmdan Muhammed aleyhisselâma kadar, inanılacak şeylerde hiç bir değişiklik olmadı. Bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), aynı îmânı söylediler. Ancak, amelde bâzı değişiklikler oldu. Süleymân aleyhisselâm zamanında da, Dâvûd aleyhisselâm zamanındaki gibi, Mûsâ aleyhisselâmın şeriatına göre amel edildi.
Süleymân aleyhisselâmın hükmü, her tarafta geçmiş ve dîni de her yerde yayılmıştır. Zamânında herkes îmân etmiş, yeryüzünde pek az îmânsız kimse kalmıştı.
Oniki kabîleden meydana gelen Benî İsrâil, Süleymân aleyhisselâmın vefâtından sonra ikiye ayrıldı. On kabîle İsrâil, diğer ikisi de Yehûda devletini kurdular. Azgınlaşarak hak yoldan ayrılıp, taşkınlık ettiler. Tevrât'ı ve Zebur'u değiştirip, Mûsâ aleyhisselâmdan beri gelen hak dîni bozdular. Kendilerine gönderilen bir çok peygamberi öldürdüler. Gadab-ı ilâhîye uğradılar. İsrâil devleti M.Ö. 721'de Asurîler; sonra da, Yehûda devleti M.Ö. 586'da Bâbilliler tarafından yıkıldı. Bâbil hükümdârı Buhtunnasar, Kudüs'ü yakıp yıktı. Yahudilerin çoğunu öldürdü, kalanlarını da Bâbil'e sürdü.
Buhtunnasar, fütuhatını daha da ileriye götürdü. Her tarafı işgal etti. Dünyâyı hâkimiyeti altına alan iki îmânsız kraldan biri oldu. Başkenti olan Bâbil'i görülmemiş bir şekilde imar etti. Doğuda ve batıda kendisine karşı çıkacak hükümdâr kalmadı. Bu durum, onun gurur ve kibrine sebep oldu. Tanrılık iddia etmeye kalkıştı. İnsanları zulmü altında inletti. Sonra aklını kaybedip, kendisini öküz zanneder oldu. Bu hâlde, yedi sene ormanlarda gezdi. Bu zaman zarfında, devleti hanımı idâre etti. Ölümünden bir sene önce aklı tekrar iâde edildi. Bir sene daha hüküm sürdükten sonra öldü.
Buhtunnasar'ın Kudüs'ü yağmalaması esnâsında, gökten inen Tevrât ve Zebur yakılıp yok edildi. Asıl Tevrât kırk cüz idi. Tevrât'ın, zamanla bir çok yerleri unutuldu, değiştirildi. Muhtelif kimselerin hatırlarında kalan âyetlerini yazmaları netîcesinde, Tevrât isminde birbirlerini tutmayan çeşitli risaleler ortaya çıktı. Miladdan takriben dörtyüz sene evvel yaşamış olan Azrâ, bunları topladı ve şimdiki Ahd-i atîk’deki Tevrât'ı yazdı. İran hükümdârı Şireveyh, Bâbillileri yenince, Benî İsrâil'in tekrar Kudüs'e dönmelerine izin verdi. Benî İsrâil, M.Ö. 520'den sonra Mescid-i Aksâ'yı yeniden tâmir ettiler. Önce Perslerin, sonra da Makedonyalıların idâresi altında yaşadılar. M.Ö. 63 senesinde, Kudüs, Romalı kumandan Pompey tarafından zabtedildi. Pompey, yahudileri dağıttı. Şehri ve Mescid-i Aksâ'yı yakıp, yıktı. Böylece, Roma devleti hâkimiyetine girdiler. M.Ö. 24'te Romalıların Benî İsrâil soyundan gelen Filistin valisi Herod, mabedi tekrar yaptırdı.
İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâma inen Tevrât'a ve Dâvûd aleyhisselâma inen Zebur'a bir çok yabancı parçalar, hurafeler eklemişlerdi.
Romalıların idâresi altında iken, İsrâiloğullarını ve diğer insanları ıslâh için Îsâ aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. İsrâiloğulları, Îsâ aleyhisselâmın peygamberliğini tanımak istemediler. Çünkü onlar, Tevrât’da yazıldığı gibi bir peygamber geleceğini biliyorlar ve bekliyorlardı. Fakat bu peygamberin gâyet kudretli, cesur, tuttuğunu koparan bir insan olacağını, onları Romalıların elinden kurtaracağını umuyorlardı. Çok yumuşak olan Îsâ aleyhisselâmı beğenmediler. “Yalancı peygamber” dediler. Annesi Hazret-i Meryem'e de iftirâ ettiler. Onu; “Îsâ, İsrâil kralı olmak istiyor. Ahâliyi Romalılar aleyhinde kışkırtıyor” diyerek, Romalıların yahudi asıllı Filistin valisine şikayet ettiler. Vali Herod, Îsâ aleyhisselâmı yakalatıp makâmına getirtti ve onun yalancı peygamber olduğunu iddia ederek, haça gerilmesine karar verdi. Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip orada öldüğüne, fakat sonra dirilip göğe çıktığına; müslümanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine, doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına, haça gerilen kimsenin, onun bulunduğu yeri bir kaç kuruş karşılığı Romalılara ihbar eden ve havârîsi olan Yehûda (Judas) olduğuna inanır. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle beyân buyrulmaktadır: “Bu, bir de, inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda bulunmalarından, Allah'ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâmöldürdük demelerinden ötürüdür. Yoksa, onu öldürmediler ve haça germediler. Fakat onlara öyle göründü. Bu husûstaki bilgileri, ancak zan etmekten ibârettir. Onu asmadılar. Onu öldürmediler. Allah onu kendi katına yükseltti. Allah her şeye kâdirdir, hakîmdir.” (Nisâ sûresi: 156-158)
İsrâiloğulları daha sonra, Roma hâkimiyetine isyân ettiler. Fakat mîladın 70. senesinde Romalı komutan Titus, Kudüs'ü tamâmen yakıp yıkarak şehri viraneye çevirdi. Beyt-i Mukaddes de yandı. Kâmus-ül-a'lam’da diyor ki: Bu tahrip ile Kudüs'ün mûsevîlere âit mâmûriyeti, son buldu. Bundan sonra, Bizans imparatorları Mescid-i Aksâ'yı tâmir edip, Kudüs'e “İlya” ismini verdiler. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrac gecesinde Mescid-i Aksâ'da namaz kılmıştır.
Titus'un, katliam ve zulmünden sonra, İsrâiloğulları bölük bölük Filistin'i terkettiler. Böylece Kudüs ve çevresinden kovuldular. Benî İsrâilli esirler, Romalıların emrinde çalıştırılmak üzere Mısır'a sevk edildiler ve dünyânın her yerine yayıldılar.
Nitekim A’râf sûresi 168. âyet-i kerîmesinde, Allahü teâlâ meâlen; “Onları (İsrâiloğullarını) yeryüzünde çok fırkalara ayırdık” buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmeyi tefsîr eden âlimler; “İsrâiloğullarından her fırkayı, yeryüzünün her yerinde, her şehrinde bulundurup, dünyâda onlarsız bir şehir bırakmadık. Tâ ki onlar, dağınık olmakla kuvvet ve şevket bulmasınlar. Böylece zillet ve perişânlıkları çoğalsın” şeklinde açıklamışlardır.
Bugün dünyâda yahudi olarak kalmış 15 milyon kadar insan vardır. İçlerinde hakîkî Tevrât'a tâbi olan hiç yoktur. İnançları da birbirini tutmamaktadır.
Hud aleyhisselâm, Âd kavmine; Sâlih aleyhisselâm, Semûd kavmine gönderildiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm da Benî İsrâil'e gönderilmiştir. Hârûn, Dâvûd, Süleymân, Zekeriyyâ ve Yahyâ (aleyhimüsselâm) da, yine Benî İsrâil'e gönderilmiştir. Fakat, bunların ayrı dîni olmayıp, Benî İsrâil'i, Mûsâ aleyhisselâmın dînine dâvet etmişlerdi. Dâvûd aleyhisselâma Zebur kitabı indi ise de, Zebur'da ahkâm, emir, ibâdet yoktu. Vaaz ve nasîhatlerden ibâretti. Hattâ, onu kuvvetlendirdi. Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zamanına kadar devam etti. Ama, Îsâ aleyhisselâm gelince, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti. Yâni Tevrât'ın hükmü kalmadı ve bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat, Benî İsrâil'in çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, muharref olan Tevrât'a uymak için inâd etti. Böylece yahudilik ile nasârâlık (yani Îsevîlik) birbirinden ayrılmış oldu. Îsâ aleyhisselâma îmân edenlere (Nâsârâ) denildi. Bugün, (Hıristiyan) deniliyor. Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip de, küfürde, dalâlette kalanlara (Yahudi) denildi. Yahudiler, hâlâ Mûsâ aleyhisselâmın dînine uyup; “Tevrât ve Zebur okuyoruz” diyorlar. Hıristiyanlar da; “Îsâ aleyhisselâmın dînine uyup, İncîl okuyoruz” diyorlar. Halbuki, iki cihânın seyyidi, insanların ve cinnin peygamberi Muhammed aleyhisselâtü vesselâm efendimiz, bütün âlemlere peygamber olarak gönderildi. Onun dîni olan İslâmiyet, bütün dinleri nesh etti. Bu dînin hükmü kıyâmete kadar süreceğinden, dünyânın hiç bir yerinde O'nun dîninden başka bir dinde bulunmak câiz olmadı. O'ndan sonra, hiç peygamber gelmeyecektir.
İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâma indirilen Tevrât'ı yok ettikten sonra, Tanah ve Talmûd adını verdikleri iki kitabı, kendilerine iki ayrı emir kaynağı kabûl ettiler. Tanah'ın yazılı, Talmûd'un da sözlü emirlere yer verdiği iddiasında bulundular. (Bkz. Mûsâ aleyhisselâm)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget