Süleymân Aleyhisselâm tevâzû sâhibi idi
Süleymân aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından her türlü imkan ihsân edilmişti. Her türlü zenginliğin içerisindeydi. Böyle olmasına rağmen aşırı tevâzûu vardı. Sabah kalkınca, maldan, mülkten ve zenginlerden yüz çevirerek, fakirlerin yanına gider ve; “Miksin miskinlerin arasına yakışır” derdi.
Her peygamber gibi, Resûlullah efendimiz de tevâzû sâhibi idi. Tevâzu sâhiplerini çok överdi. Nitekim Hadîs-i şerîflerde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Tevâzu edip de, Allahü teâlânın şerefini arttırmadığı kimse yoktur”, “Herkesin başının üzerinde tasma tutan iki melek vardır. Tevâzu yapınca, tasmayı havaya doğru kaldırır ve; “Yâ Rabbî! Onu yükselt” derler. Kibirlenirse, tasmayı aşağı indirir ve; “Yâ Rabbî! Onu alçalt derler”, “Âcizlikten değil, bile bile tevâzû yapana, topladığı malı ve parayı günâha harcamayana, düşkünlere acıyana, akıllılar ve âlimlerle oturanlara saâdetler olsun, müjdeler olsun” buyurmuştur.
Ebû Müslim-i Medenî (rahmetullahi aleyh) Eshâb-ı kirâmdan olan dedesinden şu Hadîs-i şerîfi rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Allahü teâlâ için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kibirleneni de alçaltır. Bir zavallıya yardım edeni, kimseye muhtâç etmez. Fakirlere bir şey vermeyeni, Allahü teâlâ fakir eder. Allahü teâlâyı çok ananı ve zikredeni, Allahü teâlâ sever” buyurdu.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahiy gönderip; “Mütevazı olup, insanlara gururlanmayan, kalbi korkulu olan, zamanını beni zikretmekle geçiren, benim için kendini bütün arzularından ve şehvetlerinden koruyanın namazını kabûl ederim” buyurdu.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kerem, takvâda, şeref tevâzûda, zenginlik hakkı iyi tanımaktadır” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Dünyâda tevâzû sâhiplerine saâdetler olsun ki, kıyâmet günü onlar, minber sâhibi olurlar. Dünyâda insanları barıştıranlara saâdetler olsun ki, onların karşılığı Allahü teâlâyı görmektir” buyurdu.
Âişe (radıyallahü anhâ); “Siz, ibâdetlerin en fazîletlisini bilmiyorsunuz. O, tevâzûdur” buyurdu.
Fudayl bin Iyâd (rahmetullahi aleyh); “Tevâzu, kimden olursa olsun, hakkı (doğruyu) kabûl etmektir. İsterse hepsi çocuk ve en câhil kimseler olsun” derdi.
Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma vahiy gönderip; “Göndereceğim nîmeti, tevâzû ile karşılarsan, o nîmetimi tamam ederim” buyurdu. İbn-i Semmâk, Hârûn Reşid'e; “Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlâ kime mal, cemâl ve haşmet verirse; malda insanlara yardım, haşmette tevâzû etsin ve cemâlde zahid olsun. Allahü teâlâ, böyle olanların isminin hâlisler defterine yazılacağını bildiriyor” dedi. Hârûn kâğıt kalem isteyip bu sözleri yazdı. Büyükler tevâzû hakkında pek çok söz söylemişlerdir. Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); “Tevâzu; evden çıkınca, gördüğün herkesi kendinden üstün bilmektir” buyurdu. Şiblî'nin (rahmetullahi aleyh) huzûruna bir kimse geldi ve; “Ben insanım, sen nesin?” dedi. “Ben de (be) harfinin altındaki noktayım” diye cevap verdi. Yâni benden küçük hiç bir şey yok dedi.
Büyüklerden biri hazret-i Ali'yi (radıyallahü anh) rüyâda gördü ve nasîhat istedi. “Âhırette sevâba kavuşmak için, zenginlerin, fakirler yanında mütevazı olmasından daha büyük hangi iyi amel vardır? Allahü teâlânın ihsânına güvenip, fakirlerin zenginler yanında kibirli olmasından güzel hangi iyi iş vardır?” buyurdu. Yahyâ ibni Hâlid; “Kerem sâhibi zahid olursa, mütevazı olur; insaniyetsiz ve sefih olan zahid olursa, kibirlenmeye başlar” buyurdu. Bayezid-i Bistâmî; “İnsan, insanlar içinde kendini herkesten aşağı görmeyince, kibirlidir” buyurdu. Cüneyd-i Bağdâdî; “Tasavvuf ehli arasında tevâzû, kibir sayılır. Yâni tevâzû ile kendini aşağı görüyor. Kendini aşağı görmeye ihtiyaç hisseden, kendine bir yer, bir değer vermiş olur ve kendini ondan aşağı görmek ister” buyurdu. Atâ-i Sülemî, ne zaman fırtına olsa, şimşek çaksa kalkardı. İnsanlara sıkıntı veren bir şey görse; “Bunlar bizim fenâ ahlâkımızdandır, zararı insanlara oluyor” derdi. Bâzıları, Selmân-ı Fârisî'nin (radıyallahü anh) yanına gelip, kendisini övdüler: “Benim başlangıcım menî, sonum ise, işe yaramayan bir leştir. Sonra benim amelimi tartarlar. İyi amelim ağır gelirse, büyüklüğüm o olur. Böyle olmazsa benden zavallısı yoktur” dedi.
Bir çok kimse, tevâzû sâhibiyim sanır, kibirli olduğunun farkında değildir. Kibrin alâmetlerini bilmek lâzımdır. İçeri girince, herkesin kendi için ayağa kalkmalarını istemek kibirdir. Kendisine hürmet edildiğini anlayarak, onlara nasîhat vermek isteyen âlimin, kendisi için ayağa kalkıldığını arzu etmesi kibir olmaz, Kendi oturup, başkalarının ayakta durmalarını istemek de tekebbürdür. Hazret-i Ali (radıyallahü anh); “Cehennemlik bir kimse görmek isteyen, kendi oturup başkalarını ayakta durduran kimseye baksın!” buyurdu. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân), Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) her şeyden çok severlerdi. Geldiği zaman ayağa kalkmazlardı. Çünkü, ayağa kalkılmasını istemediğini bilirlerdi. Bununla beraber, âlimler gelince, ilmin şerefini göstermek için, ayağa kalkmak lâzımdır. Yahyâ bin Kattân (rahmetullahi aleyh), ikindi namazını kıldıktan sonra, câminin minaresine dayanarak oturmuştu. Yanına, zamanın meşhûr âlimlerinden bir kaçı geldi. İçlerinde Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh) de vardı. Hepsi, ayakta olarak hâdis ilminden sordular. Yahyâ, her birinin cevâbını verdi. Hiç birine otur demedi. Hiç biri de, oturmağa cesâret edemedi. Konuşmaları akşam namazına kadar devam etti.
Genç olan âlim, yaşlı olan câhilin üst tarafına oturur. Talebe, hocasından evvel söze başlamaz. Hocası yok iken, onun yerine oturmaz. Yolda önünde ve sağında yürümez. Bir kimse, kendisi için ayağa kalkılmasını sever, fakat bu sevgiden kurtulmak isterse, sevgisi “Meyl-i tabii” yâni tabîat icâbı olur. Yâhud şeytanın vesvesesinden olur. Elinde olmadığı için, her ikisi de, günâh değildir. Çünkü irâdesi dışındadır.
Yalnız olarak yürümeyip, arkasından başkalarının da gelmesini istemek, yahut kendisi hayvan üstünde, talebelerinin yerde gitmelerini sevmek de kibir alâmetidir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Medîne'nin Baki’ kabristanına gidiyordu. Bir kaç kişi görüp, arkasından geldiler. Durarak, öne geçmelerini emir buyurdu. Arkalarından yürüdü. Sebebi sorulunca; “Ayak sesini işittim. Kalbime kibirden bir zerre gelmemesi için böyle yaptım” buyurdu. Kendisine kibir geldiğinden değil, Eshâbına ders vermek için böyle davranmıştır. Ebü’d-Derda (radıyallahü teâlâ anh); “Kibirli kimsenin, arkasında yürüyenlerin sayısı arttıkça, bunun Allahü teâlâdan uzaklaşması da artar” buyurdu.
Üzerinde hakkı bulunanları yâni tanıdıklarını ziyâret etmemek de kibir alâmetidir. Kendinden aşağı olanları ziyâret etmek ise tevâzû alâmetidir.
Tevâzu sâhibi olabilmek için, dünyâya nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvanlara, böceklere gıda olacaktır. İdam odasına sokulmuş olup, îdâm olunacağı zamanı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çektiği sıkıntılar gibi, dünyâ zindanında, her an ne zaman azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Cehennem’de sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye, tekebbür yakışır mı?
İnsanların yaratıcısı, yetiştiricisi, her an tehlikelerden koruyucusu olan ve kıyâmette hesâba çekecek, sonsuz azâbı yapacak olan; sonsuz kuvvet, kudret sâhibi, benzeri, ortağı olmayan tek hâkim ve kâdir olan Allahü teâlâ; “Tekebbür edenleri sevmem, tevâzû edenleri severim” buyuruyor. Âciz, elinden hiç bir şey gelmeyen zavallı bir mahlûk olan insana, bunlardan hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç kibirlenebilir mi? İnsan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhar etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâzû üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Daranî (rahmetullahi aleyh) diyor ki: “Bütün insanlar, beni olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden daha aşağı olduğumu biliyorum.” İnsan, kendini herkesten hattâ iblisten, Fir’avn'dan daha aşağı düşünebilir mi? Çünkü, bu ikisi kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık dâvâsı eden, dilediğini yapmaları için milyonlarca insanı öldüren ve işkence altında inletenlerin, kâfirlerin en aşağısı oldukları muhakkaktır. Allahü teâlâ, bunlara gazâb etmiş, küfrün en kötüsüne düşürmüştür. Bana ise merhamet etmiş, îmân ve hidâyet ihsân etmiştir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah yapmadı. Bununla beraber, bu yaşa gelinceye kadar çok günâh işledim. Kimsenin yapmadığı kötülükleri, yaptım. Son nefesimin nasıl olacağını da bilmiyorum diyerek, tevâzûda bulunmasının lüzumunu kendi kendine anlatmalıdır.