Mâide (Gökten sofra inmesi) hâdisesi
İmâm-ı Begavî (rahmetullahi aleyh) Meâlim-üt-tenzil isimli tefsîrinde, Selmân-ı Fârisî hazretlerinden rivâyet ederek özetle şöyle bildirmektedir: Havârîler, gökten bir sofra inmesi için, Hazret-i Îsâ'dan duâ etmesini istediler. Îsâ aleyhisselâm onlara; hakîkî îmân sâhibi iseler, Allahü teâlâdan korkmalarını ve böyle şeyler istememelerini bildirdi. “Siz Allahü teâlânın kudretinden şüphe mi ediyorsunuz? O'nun gökten bir sofra indirmeye kâdir olduğu husûsunda tereddüdünüz olduğundan mı böyle bir şey istemeye cesâret ediyorsunuz?” diyerek, bu isteklerinin münâsip olmadığını anlattı. Daha evvel kendilerine mûcize gösterdiğini, artık Allah'tan korkmalarını, fazla ileri gidip haddi aşmamalarını emretti. Havârîler; “Biz o maideden (sofradan) yemeyi, kalbimizin mutmain olmasını, senin bize söylediklerinin doğru olduğunu yakînen bilmek istiyoruz. Maksadımız, Allahü teâlânın lütfuna nâil olmak, buna kavuşmakla îmânımızın kuvvet bulmasını te’min etmektir. Yoksa bozuk bir maksadımız yoktur” dediler. Böylece havârîler, bunu istemekteki maksatlarının, Hak teâlânın kudretinde tereddüt ve daha önce gördükleri mûcizelere kanaatsizlik olmadığını bildirdiler. Gerçekten maksatları; açlıklarını gidermek, sofranın indiğini bizzat görerek kalben mutmain olup îmânlarını kuvvetlendirmek; bir de bizzat gözleriyle gördüklerini orada bulunmayanlara anlatmaktı.
Böylece istek ve niyetlerinde samîmi oldukları anlaşılınca, Îsâ aleyhisselâm gusledip iki rekat namaz kıldı. Üzerinde eski bir elbise vardı. Ayakta durdu ve ellerini bağlayarak, başını önüne eğdi. Çok ağlıyordu. Allahü teâlânın lütfuna güvenerek duâ edip yalvardı. Hak teâlâdan, kendilerine bir maide (sofra) indirmesini, sofranın kendisinin peygamberliğine bir âyet, mûcize olmasını, o günün, kendileri ve daha sonra gelenler için bayram, neşe ve sevinç günü olmasını niyaz etti. Niyazında Hak teâlânın, rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu beyân etti.
Mâide; üzerinde yemek bulunan sofradır. Mâide bizim için bayram olsun demek, maidenin indiği günü bayram kabûl edelim demektir. Bayram insanlara, neşe ve sürûr verecek bir gün olduğundan ıyd denilmiştir. Mâidenin inmesi neşe ve sürûr bahşedeceğinden, Îsâ aleyhisselâm, maidenin indiği günün, o zamanda bulunanlara ve daha sonra geleceklere bir bayram olmasını, duâsına ilave etmiştir.
Havârîler, maide istemekten maksatlarını beyân ederlerken, önce dünyevî olan yemek yemeyi, daha sonra ise uhrevî olan îmânlarının kuvvet bulmasını zikretmişlerdi. Îsâ aleyhisselâm ise münâcâtında, önce uhrevî olan kısmı zikretmiş, daha sonra; “Bizi hayırlı rızıklarla rızıklandır. Şüphesiz sen, rızık verenlerin en hayırlısısın” diyerek dünyevî olan kısmı söylemiştir. Böylece âhıret işini önce zikretmenin münâsip olduğuna işâret etmiştir. Hazret-i Îsâ'nın bu münâcâtı üzerine Allahü teâlâ buyurdu ki: “Yâ Îsâ! Ben istenilen maideyi istenilen şekilde semâdan indirmeye mutlak kâdirim, elbette indiririm. Lâkin maide geldikten sonra nîmete nankörlük ve küfreden olursa, böylelerine âlemde hiç bir kimsenin görmediği azâbı ederim.”
Bundan sonra, insanların gözleri önünde, duman gibi hafif iki bulut arasından kırmızı bir sofra indi. Îsâ aleyhisselâm ağlıyor, bir taraftan da; “Ey Allah'ım! Beni şükredenlerden eyle. Yâ Rabbî! Onu rahmet kıl! Ceza ve azâb kılma” diye yalvarıyordu.
Sofra indiğinde orada bulunan herkes sanki hayretten donakalmıştı. Bereketli sofranın güzel kokusu hazır olanların üzerine misk ve amber gibi yayılıverdi. Sonra Îsâ aleyhisselâm abdestini tazeleyip namaz kıldı. Ümmeti hakkında, bu nîmetlere şükretmemeleri hâlinde çok büyük cezâya uğrayacaklarını düşünerek endişeleniyor ve bu sebeple ağlayıp, sızlıyordu. Daha sonra; “Bismillah hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın ismi ile diyerek sofranın üstünde bulunan örtüyü kaldırdı. Örtü kaldırılınca, sofranın üzerinde, kendi yağıyla kızarmış ve kebap olmuş bir balık gördüler. Balığın üstünde pul, içinde kılçık yoktu. Baş tarafında tuz ve kuyruk kısmında ise bir kase içinde sirke ve etrâfında çeşit çeşit sebze (yeşillik) bulunuyordu. Ayrıca sofrada ayrı ayrı konmuş beş adet ekmek (çörek) vardı. Ekmeklerden birinin üzerinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde yağ, dördüncüsünde peynir ve beşincinin üzerinde de kurumuş et (pastırma) vardı.
Havârîlerin reîsi olan Şem’ûn, Hazret-i Îsâ'ya “Yâ Rûhallah! Bu yemek dünyâ mı yoksa âhıret yiyeceklerinden midir?” diye suâl etti. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Hiç birinden değil. Allahü teâlânın, kudretiyle şimdi yarattığı yemektir. Yeyin ve Allahü teâlânın nîmetlerine şükredin” buyurdu.
Havârîler; “Ey Allah'ın peygamberi! Bu mûcize içinde bir mûcize daha gösterir misiniz?” deyince; Hazret-i Îsâ; “Ey balık! Kâinatın Rabbinin izni ile diril!” buyurdu. Sofradaki balık o anda canlandı. Üzerinde pullar peydâ oldu ve hareket etti. Havârîler endişeye kapıldılar. Îsâ aleyhisselâm onların, mûcize üzerine mûcize istemelerini hoş karşılamadı. Sonra; “Korkarım ki, azâb olunursunuz” dedi. Ardından da; “Ey balık! Hak teâlânın izni ile eski hâline dön” buyurdu. Balık hemen eski kızarmış hâlini aldı.
Orada bulunanlar, Hazret-i Îsâ'ya; “Yâ Rûhallah! önce siz yeyin” dediler. O ise; “Hayır kim istediyse onlar yesin” buyurdu. Havârîlerde bir korku meydana geldi. Îsâ aleyhisselâm fakir, hasta, cüzzamlı, abraş ve sakatları çağırıp; “Allahü teâlânın ihsân ettiği bu rızıktan yeyin! Sizin için âfiyet, başkaları için belâdır” buyurdu. Bunlardan erkek ve kadın binüçyüz kişi yedi. Hepsi doydu. Bereketinden, herkes yeyip doyduğu hâlde balık olduğu gibi kalmış, sofrada bir eksilme olmamıştı. İnsanların gözleri önünde bu bereket sofrası tekrar göğe çekildi. Sofranın bereketiyle hastalar şifâ bulup, fakirler zengin oldu. Üstelik; bunlar ömürleri boyunca hastalık ve yoksulluk da görmediler. Sofradan yemeyenler bu hâli görünce üzülüp, pişman oldular.
Sofranın inmesinin keyfiyeti, nasıl olduğu husûsunda şöyle bir rivâyet de zikredilmiştir: Îsâ aleyhisselâm havârîlerine, otuz gün oruç tutmalarını emretmişti. Onlar sözünü tutup orucu tamamladıklarında, Îsâ aleyhisselâmdan, gökten üzerlerine bir sofra indirilmesini, ondan yemelerini, oruçlarının Allahü teâlâ tarafından kabûl edilip, istediklerini kabûl buyurduğuna dâir kalblerinde itminan ve rahatlık hâsıl olmasını, orucu bitirip yedikleri günün; bu vesile ile onlara bir bayram, zengin ve fakirleri, evvelleri ve âhirleri için yeterli olmasını ricâ ettiler. Îsâ aleyhisselâm böyle bir istekte bulundukları için onlara nasîhat eyledi ve şükrünü yerine getiremeyeceklerinden, şartlarını gözetemeyeceklerinden korktuğunu söyledi ve onları bundan men etmeye çalıştı.
Onlar bu isteklerinden vaz geçmeyince, seccadesi üzerinde durdu. Onlar da arkasında saf oldular. Îsâ aleyhisselâm başını önüne eğdi ve gözyaşlarını iplik iplik akıtmaya, Allahü teâlâya isteklerini kabûl buyurması için yalvarıp, yakarmaya başladı. O daha duâsını bitirmemişken, bütün insanların gözü önünde Allahü teâlânın kudretiyle gökten sofra indi. Sofrayı iki sarıklı kimse taşıyor, ağır ağır insanlara yaklaşıyordu. Yaklaştıkça, Îsâ aleyhisselâm, Rabbine duâ edip, bunun rahmet olmasını, azâb olmamasını, bereket ve selâmet olmasını diliyor, böyle duâ ediyordu. Sofra yaklaştı, yaklaştı, nihâyet Îsâ aleyhisselâmın önüne gelip durdu. Sofra bir örtü ile örtülü idi. Îsâ aleyhisselâm kalkıp; “Bismillâhi hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın adıyla deyip, örtüyü kaldırdı. Bir de ne görsünler, üzerinde yedi balık ve yedi pide var. Ayrıca sirke, nar ve başka meyveler de vardı diyenler de olmuştur. Balıklar ve pideler taze pişmiş, kızarmış olup, cidden çok hoş kokuyorlardı. Allahü teâlâ onlara; “Ol” demiş ve hemen oluvermişlerdi.
Sofra, gün aşırı inmeye başladı. Tıpkı Sâlih aleyhisselâmın devesinin sütünü gün aşırı içtikleri gibi. Sofranın gökten inmesi kesilmeyip, kırk gün devam etti. Yalnız kuşluk vakitlerinde ve gün aşırı olarak indi. Erkek-kadın, fakir-zengin, küçük-büyük, köle-hür kim varsa hepsi toplanıp yediler. Kuşluk vaktinde inen, öğleyin göke çekilen sofranın bu hâlini insanlar seyrederlerdi. Hattâ göke doğru yükselirken gölgesi yere düşerdi.
Bundan sonra; “Soframı ve rızkımı fakirlere ve hastalara mahsus kıldım. Sağlamlar ve zenginler yemesin” diye vahiy geldi. Bu hâl bâzı kimselere pek ağır geldi. Görünüş îtibâriyle zengin ve sağlam, fakat kalbi bozuk ve hasta olanlar; bu ilâhî ihsânı hafife alarak ileri geri konuşmaya başladılar. Üstelik; “Siz bu sofrayı gerçekten hak nesne mi zannedersiniz?” diyerek alay ettiler. Netîcede böyle yaramaz söz söyleyenlerin hepsi bir gece içinde domuz sûretine dönüştüler. Otuz veya üçyüzotuz kişi olduğu bildirilen bu kişiler, böylece Hak teâlânın bildirdiği azâba uğradılar.
İnsanlar bunları görüp korktular ve Hazret-i Îsâ'ya sığındılar. Domuz hâlini almış olanlar da Hazret-i Îsâ'yı gördükleri zaman derman dilerler, etrâfında dolaşarak bunu ifâde edici hareketler yaparlardı. Hazret-i Îsâ bunlardan her birine ismi ile hitâb ettiği zaman, başlarıyla işâret edip, ağlarlar, fakat konuşamazlar ve bir şey söyleyemezlerdi. Netîcede bunlar üç gün sonra helâk olup gittiler. Leşlerini bile hiç kimse görmedi.
Bu sofrada bulunan yiyeceklerin neler olduğu, kimlerin nasıl yedikleri, sofranın ebadı, kaç gün indiği ve sofrada bulunan nîmetlere nankörlük edip alaya ve hafife almakla domuz şekline girenlerin adedi hakkında İslâm âlimlerinden başka rivâyetler de gelmiştir.
Mâide hâdisesi Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olup, Mâide sûresinin 112-115. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hani bir vakit, havârîler; “Ey Meryem oğlu Îsâ! (Allahü teâlâya duâ etsen, duâna icâbet edip) Rabbin bize gökten (içinde taam, yemek bulunan) sofra gönderir mi? demişlerdi de o; Eğer siz mü’min iseniz (Allahü teâlânın kudretine ve benim peygamberliğime hakîkaten inanmış kimseler iseniz) bu gibi şeyleri istemekten sakının demişti. Havârîler de şöyle söylemişlerdi: (Gerçi Hak teâlânın kudretinin tam olduğunda şüphemiz yoktur.) Lâkin, isteriz ki, ondan (o bildirdiğimiz şekilde gelecek olan sofradaki yemeklerden bereketlenmek için) yiyelim. (O'nun kudretinin kâmil olduğunu böyle gözümüzle görerek) kalblerimiz mutmain otsun. Senin bize hakîkaten doğru söylediğini bilelim (ve sen sıdk ile Hak teâlâdan ne istersen onu vereceğini bilmiş olalım.) Böylece bu mûcizelere, yakînen görerek şâhidlik edenlerden olalım.
Bunun üzerine Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle yalvardı: “Yâ ilâhî! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, onun inme vakti (günü) bizim hem evvelimiz, hem de sonra gelenlerimiz için bir bayram ve senden (kudretinin kemâline ve benim peygamberliğimin hak olduğuna) bir âyet (bir mûcize) olsun. Bizi hayırlı rızıkla rızıklandır. (Bize o sofrayı gönder ve ona şükretmeyi de nasîb ve kolay eyle.) Çünkü sen rızık verenlerin en hayırlısısın. (Rızkın yaratıcısı ve hiç bir niyet, karşılık istemeden karşılıksız olarak herkesin rızkını vericisin.)”
(Hazret-i Îsâ'nın bu duâsı üzerine) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Şüphesiz ki ben o sofrayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden kim nankörlük ederse, (küfre dönerse) muhakkak ki, ben ona, öyle bir azâbla azâb ederim ki, zamanlarında, âlemde hiç kimseye öyle azâb etmem.”
Tefsîr-i Hazin’de bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde bildiriliyor ki: Havârîlerin bu sözleri mecazdır. Buradaki mânâ zâhire göre değildir. Havârîlerin, Hak teâlânın kudreti hakkında şüphe ettiklerini düşünmek, sözlerinden böyle mânâ çıkarmak doğru değildir. Onların bu sözleri, bir kimsenin, arkadaşına; Benimle beraber kalkabilir misin? demesi gibidir. Halbuki, bu kimse, bunu söylerken arkadaşının kalkmaya gücünün yettiğini, hemen kalkabileceğini bilmektedir. Yâni arkadaşına böyle söylemekle; Benimle beraber kalkman sana kolay olur mu? Sence bir mahzuru var mı? demek istemektedir. Havârîlerin sözlerinde de böyle mânâ vardır. Çünkü havârîler, Allahü teâlâya, O'nun kudretinin kemâline ve her şeye kâdir olduğuna inanıyor, tasdik ediyor ve bunu îtirâf ediyorlardı. Bu şekilde bir talebde bulunmaları, inanmamaları sebebiyle değil, bizzat görerek bilmek ve böylece kalblerindeki itminanın artması için idi.
Nitekim İbrâhim aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî! ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster.” demesi de böyledir. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın ölüleri dirilttiğini, buna mutlak kâdir olduğunu elbette biliyordu. O, bizzat görerek anlamak ve bilmek istedi. Zirâ, duyularak, öğrenilerek, başkalarının bildirmesi ile öğrenilen bilgilere şek ve şüphe karışabildiği hâlde; görerek,müşâhede ederek elde edilen bilgiye şek ve şüphenin karışması ihtimâli yoktur. Bu sebeple; “Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster” dedi. Aynı sebepten dolayı havârîler de; “Kalblerimiz mutmain olsun” dediler. Şüphesiz ki bu büyük mûcizeyi görmek kalbdeki itminanı elbette arttırır. Onlar da bunun için böyle söylediler.
Onların böyle bir mûcize talebinde bulunmalarına karşı, Îsâ aleyhisselâm; “Eğer mü’min iseniz Allah'tan korkun!” dedi. Burada iki husûs vardır.
1- Hazret-i Îsâ, havârîlere; “Mûcizeyi tâyin ederek istemekte Allahü teâlâdan korkun” buyurdu. Bunda kendi arzu ve isteğine göre hareket etmek düşüncesi olabileceğini haber verdi. Rabbi hakkında, kuldan böyle bir şeyin meydana gelmesi ise büyük cüret ve cürüm yâni suçtur.
Ayrıca, daha bir çok mûcizeler görülmüş iken, tekrar bir mûcize daha taleb etmek, üstelik bu mûcizeyi kendileri tâyin etmek de büyük bir cürümdür.
2- Îsâ aleyhisselâm; “Eğer mü’min iseniz Allah'tan korkun!” demekle, onlara, isteklerinin meydana gelmesine vesile olması için takvâyı emretti.
Nitekim Talak sûresi, 2. âyet-i kerîmesinin sonunda; “...Kim ki, Allahü teâlâdan korkup, yasak ettiklerinden sakınırsa, Allahü teâlâ ona dünyâ ve âhıret mihnet ve sıkıntılarından bir çıkış yeri, kurtuluş ihsân eder ve ona hatırına hayâline gelmeyen, hiç ummadığı yerden rızık ihsân eder...” buyruldu. Bâzı âlimler bu husûsta şöyle söylemişlerdir: Îsâ aleyhisselâm: “Eğer mü’min iseniz Allah’dan korkun!” demekle; “Eğer Allahü teâlânın sofra indirmeye kâdir olduğuna inanıyorsanız, Allahü teâlâdan korkunuz. Bu takvânız (korkunuz) matlûbunuzun, maksadınızın husulüne, meydana gelmesine vesile olsun” demek istemiştir.
İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Cerir'in (rahmetullahi aleyhima) senetleri ile Ammâr bin Yasir'den, onun da Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Sofra gökten inerdi, üzerinde ekmek ve et bulunurdu. Yiyenlere, hıyânet etmemeleri, alıp saklamamaları ve ertesi gün için ayırmamaları emir olundu. Onlar dinlemeyip, hıyânet ettiler, aldılar, sakladılar. Bunun üzerine maymun ve domuz hâline döndürüldüler” buyruldu.