Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İmâm-ı Begavî (rahmetullahi aleyh) Meâlim-üt-tenzil isimli tefsîrinde, Selmân-ı Fârisî hazretlerinden rivâyet ederek özetle şöyle bildirmektedir: Havârîler, gökten bir sofra inmesi için, Hazret-i Îsâ'dan duâ etmesini istediler. Îsâ aleyhisselâm onlara; hakîkî îmân sâhibi iseler, Allahü teâlâdan korkmalarını ve böyle şeyler istememelerini bildirdi. “Siz Allahü teâlânın kudretinden şüphe mi ediyorsunuz? O'nun gökten bir sofra indirmeye kâdir olduğu husûsunda tereddüdünüz olduğundan mı böyle bir şey istemeye cesâret ediyorsunuz?” diyerek, bu isteklerinin münâsip olmadığını anlattı. Daha evvel kendilerine mûcize gösterdiğini, artık Allah'tan korkmalarını, fazla ileri gidip haddi aşmamalarını emretti. Havârîler; “Biz o maideden (sofradan) yemeyi, kalbimizin mutmain olmasını, senin bize söylediklerinin doğru olduğunu yakînen bilmek istiyoruz. Maksadımız, Allahü teâlânın lütfuna nâil olmak, buna kavuşmakla îmânımızın kuvvet bulmasını te’min etmektir. Yoksa bozuk bir maksadımız yoktur” dediler. Böylece havârîler, bunu istemekteki maksatlarının, Hak teâlânın kudretinde tereddüt ve daha önce gördükleri mûcizelere kanaatsizlik olmadığını bildirdiler. Gerçekten maksatları; açlıklarını gidermek, sofranın indiğini bizzat görerek kalben mutmain olup îmânlarını kuvvetlendirmek; bir de bizzat gözleriyle gördüklerini orada bulunmayanlara anlatmaktı.
Böylece istek ve niyetlerinde samîmi oldukları anlaşılınca, Îsâ aleyhisselâm gusledip iki rekat namaz kıldı. Üzerinde eski bir elbise vardı. Ayakta durdu ve ellerini bağlayarak, başını önüne eğdi. Çok ağlıyordu. Allahü teâlânın lütfuna güvenerek duâ edip yalvardı. Hak teâlâdan, kendilerine bir maide (sofra) indirmesini, sofranın kendisinin peygamberliğine bir âyet, mûcize olmasını, o günün, kendileri ve daha sonra gelenler için bayram, neşe ve sevinç günü olmasını niyaz etti. Niyazında Hak teâlânın, rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu beyân etti.
Mâide; üzerinde yemek bulunan sofradır. Mâide bizim için bayram olsun demek, maidenin indiği günü bayram kabûl edelim demektir. Bayram insanlara, neşe ve sürûr verecek bir gün olduğundan ıyd denilmiştir. Mâidenin inmesi neşe ve sürûr bahşedeceğinden, Îsâ aleyhisselâm, maidenin indiği günün, o zamanda bulunanlara ve daha sonra geleceklere bir bayram olmasını, duâsına ilave etmiştir.
Havârîler, maide istemekten maksatlarını beyân ederlerken, önce dünyevî olan yemek yemeyi, daha sonra ise uhrevî olan îmânlarının kuvvet bulmasını zikretmişlerdi. Îsâ aleyhisselâm ise münâcâtında, önce uhrevî olan kısmı zikretmiş, daha sonra; “Bizi hayırlı rızıklarla rızıklandır. Şüphesiz sen, rızık verenlerin en hayırlısısın” diyerek dünyevî olan kısmı söylemiştir. Böylece âhıret işini önce zikretmenin münâsip olduğuna işâret etmiştir. Hazret-i Îsâ'nın bu münâcâtı üzerine Allahü teâlâ buyurdu ki: “Yâ Îsâ! Ben istenilen maideyi istenilen şekilde semâdan indirmeye mutlak kâdirim, elbette indiririm. Lâkin maide geldikten sonra nîmete nankörlük ve küfreden olursa, böylelerine âlemde hiç bir kimsenin görmediği azâbı ederim.”
Bundan sonra, insanların gözleri önünde, duman gibi hafif iki bulut arasından kırmızı bir sofra indi. Îsâ aleyhisselâm ağlıyor, bir taraftan da; “Ey Allah'ım! Beni şükredenlerden eyle. Yâ Rabbî! Onu rahmet kıl! Ceza ve azâb kılma” diye yalvarıyordu.
Sofra indiğinde orada bulunan herkes sanki hayretten donakalmıştı. Bereketli sofranın güzel kokusu hazır olanların üzerine misk ve amber gibi yayılıverdi. Sonra Îsâ aleyhisselâm abdestini tazeleyip namaz kıldı. Ümmeti hakkında, bu nîmetlere şükretmemeleri hâlinde çok büyük cezâya uğrayacaklarını düşünerek endişeleniyor ve bu sebeple ağlayıp, sızlıyordu. Daha sonra; “Bismillah hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın ismi ile diyerek sofranın üstünde bulunan örtüyü kaldırdı. Örtü kaldırılınca, sofranın üzerinde, kendi yağıyla kızarmış ve kebap olmuş bir balık gördüler. Balığın üstünde pul, içinde kılçık yoktu. Baş tarafında tuz ve kuyruk kısmında ise bir kase içinde sirke ve etrâfında çeşit çeşit sebze (yeşillik) bulunuyordu. Ayrıca sofrada ayrı ayrı konmuş beş adet ekmek (çörek) vardı. Ekmeklerden birinin üzerinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde yağ, dördüncüsünde peynir ve beşincinin üzerinde de kurumuş et (pastırma) vardı.
Havârîlerin reîsi olan Şem’ûn, Hazret-i Îsâ'ya “Yâ Rûhallah! Bu yemek dünyâ mı yoksa âhıret yiyeceklerinden midir?” diye suâl etti. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Hiç birinden değil. Allahü teâlânın, kudretiyle şimdi yarattığı yemektir. Yeyin ve Allahü teâlânın nîmetlerine şükredin” buyurdu.
Havârîler; “Ey Allah'ın peygamberi! Bu mûcize içinde bir mûcize daha gösterir misiniz?” deyince; Hazret-i Îsâ; “Ey balık! Kâinatın Rabbinin izni ile diril!” buyurdu. Sofradaki balık o anda canlandı. Üzerinde pullar peydâ oldu ve hareket etti. Havârîler endişeye kapıldılar. Îsâ aleyhisselâm onların, mûcize üzerine mûcize istemelerini hoş karşılamadı. Sonra; “Korkarım ki, azâb olunursunuz” dedi. Ardından da; “Ey balık! Hak teâlânın izni ile eski hâline dön” buyurdu. Balık hemen eski kızarmış hâlini aldı.
Orada bulunanlar, Hazret-i Îsâ'ya; “Yâ Rûhallah! önce siz yeyin” dediler. O ise; “Hayır kim istediyse onlar yesin” buyurdu. Havârîlerde bir korku meydana geldi. Îsâ aleyhisselâm fakir, hasta, cüzzamlı, abraş ve sakatları çağırıp; “Allahü teâlânın ihsân ettiği bu rızıktan yeyin! Sizin için âfiyet, başkaları için belâdır” buyurdu. Bunlardan erkek ve kadın binüçyüz kişi yedi. Hepsi doydu. Bereketinden, herkes yeyip doyduğu hâlde balık olduğu gibi kalmış, sofrada bir eksilme olmamıştı. İnsanların gözleri önünde bu bereket sofrası tekrar göğe çekildi. Sofranın bereketiyle hastalar şifâ bulup, fakirler zengin oldu. Üstelik; bunlar ömürleri boyunca hastalık ve yoksulluk da görmediler. Sofradan yemeyenler bu hâli görünce üzülüp, pişman oldular.
Sofranın inmesinin keyfiyeti, nasıl olduğu husûsunda şöyle bir rivâyet de zikredilmiştir: Îsâ aleyhisselâm havârîlerine, otuz gün oruç tutmalarını emretmişti. Onlar sözünü tutup orucu tamamladıklarında, Îsâ aleyhisselâmdan, gökten üzerlerine bir sofra indirilmesini, ondan yemelerini, oruçlarının Allahü teâlâ tarafından kabûl edilip, istediklerini kabûl buyurduğuna dâir kalblerinde itminan ve rahatlık hâsıl olmasını, orucu bitirip yedikleri günün; bu vesile ile onlara bir bayram, zengin ve fakirleri, evvelleri ve âhirleri için yeterli olmasını ricâ ettiler. Îsâ aleyhisselâm böyle bir istekte bulundukları için onlara nasîhat eyledi ve şükrünü yerine getiremeyeceklerinden, şartlarını gözetemeyeceklerinden korktuğunu söyledi ve onları bundan men etmeye çalıştı.
Onlar bu isteklerinden vaz geçmeyince, seccadesi üzerinde durdu. Onlar da arkasında saf oldular. Îsâ aleyhisselâm başını önüne eğdi ve gözyaşlarını iplik iplik akıtmaya, Allahü teâlâya isteklerini kabûl buyurması için yalvarıp, yakarmaya başladı. O daha duâsını bitirmemişken, bütün insanların gözü önünde Allahü teâlânın kudretiyle gökten sofra indi. Sofrayı iki sarıklı kimse taşıyor, ağır ağır insanlara yaklaşıyordu. Yaklaştıkça, Îsâ aleyhisselâm, Rabbine duâ edip, bunun rahmet olmasını, azâb olmamasını, bereket ve selâmet olmasını diliyor, böyle duâ ediyordu. Sofra yaklaştı, yaklaştı, nihâyet Îsâ aleyhisselâmın önüne gelip durdu. Sofra bir örtü ile örtülü idi. Îsâ aleyhisselâm kalkıp; “Bismillâhi hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın adıyla deyip, örtüyü kaldırdı. Bir de ne görsünler, üzerinde yedi balık ve yedi pide var. Ayrıca sirke, nar ve başka meyveler de vardı diyenler de olmuştur. Balıklar ve pideler taze pişmiş, kızarmış olup, cidden çok hoş kokuyorlardı. Allahü teâlâ onlara; “Ol” demiş ve hemen oluvermişlerdi.
Sofra, gün aşırı inmeye başladı. Tıpkı Sâlih aleyhisselâmın devesinin sütünü gün aşırı içtikleri gibi. Sofranın gökten inmesi kesilmeyip, kırk gün devam etti. Yalnız kuşluk vakitlerinde ve gün aşırı olarak indi. Erkek-kadın, fakir-zengin, küçük-büyük, köle-hür kim varsa hepsi toplanıp yediler. Kuşluk vaktinde inen, öğleyin göke çekilen sofranın bu hâlini insanlar seyrederlerdi. Hattâ göke doğru yükselirken gölgesi yere düşerdi.
Bundan sonra; “Soframı ve rızkımı fakirlere ve hastalara mahsus kıldım. Sağlamlar ve zenginler yemesin” diye vahiy geldi. Bu hâl bâzı kimselere pek ağır geldi. Görünüş îtibâriyle zengin ve sağlam, fakat kalbi bozuk ve hasta olanlar; bu ilâhî ihsânı hafife alarak ileri geri konuşmaya başladılar. Üstelik; “Siz bu sofrayı gerçekten hak nesne mi zannedersiniz?” diyerek alay ettiler. Netîcede böyle yaramaz söz söyleyenlerin hepsi bir gece içinde domuz sûretine dönüştüler. Otuz veya üçyüzotuz kişi olduğu bildirilen bu kişiler, böylece Hak teâlânın bildirdiği azâba uğradılar.
İnsanlar bunları görüp korktular ve Hazret-i Îsâ'ya sığındılar. Domuz hâlini almış olanlar da Hazret-i Îsâ'yı gördükleri zaman derman dilerler, etrâfında dolaşarak bunu ifâde edici hareketler yaparlardı. Hazret-i Îsâ bunlardan her birine ismi ile hitâb ettiği zaman, başlarıyla işâret edip, ağlarlar, fakat konuşamazlar ve bir şey söyleyemezlerdi. Netîcede bunlar üç gün sonra helâk olup gittiler. Leşlerini bile hiç kimse görmedi.
Bu sofrada bulunan yiyeceklerin neler olduğu, kimlerin nasıl yedikleri, sofranın ebadı, kaç gün indiği ve sofrada bulunan nîmetlere nankörlük edip alaya ve hafife almakla domuz şekline girenlerin adedi hakkında İslâm âlimlerinden başka rivâyetler de gelmiştir.
Mâide hâdisesi Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olup, Mâide sûresinin 112-115. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hani bir vakit, havârîler; “Ey Meryem oğlu Îsâ! (Allahü teâlâya duâ etsen, duâna icâbet edip) Rabbin bize gökten (içinde taam, yemek bulunan) sofra gönderir mi? demişlerdi de o; Eğer siz mü’min iseniz (Allahü teâlânın kudretine ve benim peygamberliğime hakîkaten inanmış kimseler iseniz) bu gibi şeyleri istemekten sakının demişti. Havârîler de şöyle söylemişlerdi: (Gerçi Hak teâlânın kudretinin tam olduğunda şüphemiz yoktur.) Lâkin, isteriz ki, ondan (o bildirdiğimiz şekilde gelecek olan sofradaki yemeklerden bereketlenmek için) yiyelim. (O'nun kudretinin kâmil olduğunu böyle gözümüzle görerek) kalblerimiz mutmain otsun. Senin bize hakîkaten doğru söylediğini bilelim (ve sen sıdk ile Hak teâlâdan ne istersen onu vereceğini bilmiş olalım.) Böylece bu mûcizelere, yakînen görerek şâhidlik edenlerden olalım.
Bunun üzerine Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle yalvardı: “Yâ ilâhî! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, onun inme vakti (günü) bizim hem evvelimiz, hem de sonra gelenlerimiz için bir bayram ve senden (kudretinin kemâline ve benim peygamberliğimin hak olduğuna) bir âyet (bir mûcize) olsun. Bizi hayırlı rızıkla rızıklandır. (Bize o sofrayı gönder ve ona şükretmeyi de nasîb ve kolay eyle.) Çünkü sen rızık verenlerin en hayırlısısın. (Rızkın yaratıcısı ve hiç bir niyet, karşılık istemeden karşılıksız olarak herkesin rızkını vericisin.)
(Hazret-i Îsâ'nın bu duâsı üzerine) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Şüphesiz ki ben o sofrayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden kim nankörlük ederse, (küfre dönerse) muhakkak ki, ben ona, öyle bir azâbla azâb ederim ki, zamanlarında, âlemde hiç kimseye öyle azâb etmem.”
Tefsîr-i Hazin’de bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde bildiriliyor ki: Havârîlerin bu sözleri mecazdır. Buradaki mânâ zâhire göre değildir. Havârîlerin, Hak teâlânın kudreti hakkında şüphe ettiklerini düşünmek, sözlerinden böyle mânâ çıkarmak doğru değildir. Onların bu sözleri, bir kimsenin, arkadaşına; Benimle beraber kalkabilir misin? demesi gibidir. Halbuki, bu kimse, bunu söylerken arkadaşının kalkmaya gücünün yettiğini, hemen kalkabileceğini bilmektedir. Yâni arkadaşına böyle söylemekle; Benimle beraber kalkman sana kolay olur mu? Sence bir mahzuru var mı? demek istemektedir. Havârîlerin sözlerinde de böyle mânâ vardır. Çünkü havârîler, Allahü teâlâya, O'nun kudretinin kemâline ve her şeye kâdir olduğuna inanıyor, tasdik ediyor ve bunu îtirâf ediyorlardı. Bu şekilde bir talebde bulunmaları, inanmamaları sebebiyle değil, bizzat görerek bilmek ve böylece kalblerindeki itminanın artması için idi.
Nitekim İbrâhim aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî! ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster.” demesi de böyledir. İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın ölüleri dirilttiğini, buna mutlak kâdir olduğunu elbette biliyordu. O, bizzat görerek anlamak ve bilmek istedi. Zirâ, duyularak, öğrenilerek, başkalarının bildirmesi ile öğrenilen bilgilere şek ve şüphe karışabildiği hâlde; görerek,müşâhede ederek elde edilen bilgiye şek ve şüphenin karışması ihtimâli yoktur. Bu sebeple; “Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster” dedi. Aynı sebepten dolayı havârîler de; “Kalblerimiz mutmain olsun” dediler. Şüphesiz ki bu büyük mûcizeyi görmek kalbdeki itminanı elbette arttırır. Onlar da bunun için böyle söylediler.
Onların böyle bir mûcize talebinde bulunmalarına karşı, Îsâ aleyhisselâm“Eğer mü’min iseniz Allah'tan korkun!” dedi. Burada iki husûs vardır.
1- Hazret-i Îsâ, havârîlere; “Mûcizeyi tâyin ederek istemekte Allahü teâlâdan korkun” buyurdu. Bunda kendi arzu ve isteğine göre hareket etmek düşüncesi olabileceğini haber verdi. Rabbi hakkında, kuldan böyle bir şeyin meydana gelmesi ise büyük cüret ve cürüm yâni suçtur.
Ayrıca, daha bir çok mûcizeler görülmüş iken, tekrar bir mûcize daha taleb etmek, üstelik bu mûcizeyi kendileri tâyin etmek de büyük bir cürümdür.
2- Îsâ aleyhisselâm“Eğer mü’min iseniz Allah'tan korkun!” demekle, onlara, isteklerinin meydana gelmesine vesile olması için takvâyı emretti.
Nitekim Talak sûresi, 2. âyet-i kerîmesinin sonunda; “...Kim ki, Allahü teâlâdan korkup, yasak ettiklerinden sakınırsa, Allahü teâlâ ona dünyâ ve âhıret mihnet ve sıkıntılarından bir çıkış yeri, kurtuluş ihsân eder ve ona hatırına hayâline gelmeyen, hiç ummadığı yerden rızık ihsân eder...” buyruldu. Bâzı âlimler bu husûsta şöyle söylemişlerdir: Îsâ aleyhisselâm“Eğer mü’min iseniz Allah’dan korkun!” demekle; “Eğer Allahü teâlânın sofra indirmeye kâdir olduğuna inanıyorsanız, Allahü teâlâdan korkunuz. Bu takvânız (korkunuz) matlûbunuzun, maksadınızın husulüne, meydana gelmesine vesile olsun” demek istemiştir.
İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Cerir'in (rahmetullahi aleyhima) senetleri ile Ammâr bin Yasir'den, onun da Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Sofra gökten inerdi, üzerinde ekmek ve et bulunurdu. Yiyenlere, hıyânet etmemeleri, alıp saklamamaları ve ertesi gün için ayırmamaları emir olundu. Onlar dinlemeyip, hıyânet ettiler, aldılar, sakladılar. Bunun üzerine maymun ve domuz hâline döndürüldüler” buyruldu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kaynak eserlerde bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarının îmâna gelmeleri ve hidâyete kavuşmaları için ne kadar dâvet ve tebliğde bulundu ise de, pek az kişi inandı. Üstelik onun, dâvette ısrârı çoğalıp devam ettikçe, İsrâiloğullarının bunu kabûl etmemek husûsundaki inâd ve ısrarları da artıyordu. Gün geçtikçe biraz daha hırçınlaşıyorlar, bu dâveti kabûl etmemelerinin yanında, onun, tebliğe devam etmesine de dayanamıyorlardı. Bir de, onu, bu vazifeden alıkoymaya çalışmak için fevkalâde gayret sarfediyorlardı.
Nihâyet Benî İsrâil işi daha da ileri götürüp Hazret-i Îsâ'yı öldürmeye (şehîd etmeye) teşebbüs ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği oniki mü’mine (havârîlere); “Allahü teâlânın dînine hizmette ve onu muhâfaza edip korumada kim bana yardımcı olacak?” buyurdu. Havârîlerin hepsi birden dediler ki: “Bizler, Allahü teâlânın dînine yardımcılarız. Bizler, Hak teâlâ hazretlerine inanıp, îmân ettik. Bütün varlığımızla, her şeyimizle Allahü teâlânın dînine yardım edeceğiz, bu yola destek olacağız. Allahü teâlânın dîninin yardımcıları olmamız elbette lâzımdır. Çünkü biz, Allahü teâlâya îmân ettik. O'na îmân ise; O'nun dînine yardımcı olmayı, O'nun sevdiklerini himâye ve müdâfâa etmeyi, Allahü teâlânın dîninin düşmanları ile de muhârebe etmeyi icâbettirir.
Sen şâhid ol ki bizler sana tam bağlı gerçek müslümanlardanız. Yâni biz, sana yardım husûsunda bizden istediğine boyun eğici, seni himâye ve müdâfâa edicileriz. Bu husûsta Allahü teâlânın emrine teslim olucularız. Peygamberlerin aleyhimüsselâm, kavimlerinin lehinde ve aleyhinde şâhidlik edecekleri o kıyâmet gününde, bizim müslüman olduğumuza şâhidlik eyle.”
Onların bu sözleri, dinlerinin İslâm olduğunu ve İslâm’ın ise her peygamberin (aleyhimüsselâm) dîni olduğunu ikrâr ettiklerini ifâde etmektedir. Bundan sonra da havârîler, Hak teâlâya yönelerek; “Ey Rabbimiz! Tarafından, katından bize ne inzal etmiş, göndermiş isen, biz onların hepsine îmân ettik. Artık bizi, birliğini ve peygamberlerinin hak olduğunu tasdik eden, emrine uyup, nehyettiklerinden sakınanlarla ismimizi onların isimleri ile beraber yaz. İkram ettiğin şeylerde bizi de onların arasına kat” diye yalvarıp ilticada bulundular.
Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Îsâ (aleyhisselâmonlardan (ısrar ile taşan) küfrü hissedip, anladı. (ve kendisini öldürmeye kasd ve teşebbüs ettiklerini bildi.) Bunun üzerine; Allahü teâlânın yolunda bana yardım edecekler kimlerdir? dedi. Havârîler; Biz Allahü teâlânın (dininin, resûlünün ve onun yardımcılarının) yardımcılarıyız. Biz Allahü teâlâya îmân ettik. (Yâ Îsâ aleyhisselâm!) Sende şâhid ol ki, biz muhakkak müslümanlarız dediler.”
Aynı sûrenin 53. âyet-i kerîmesinde ise, havârîlerin Hak teâlâ hazretlerine şöyle münâcât ve ilticâ ettikleri bildirilmektedir: “Ey Rabbimiz! Bize inzal ettiğine (İncîl ve diğer kitaplara) îmân ettik. (Bize emrettiği her husûsta) peygambere (Hazret-i Îsâ'ya) tâbi olduk. Artık sen bizi, (vahdaniyetini, birliğini tasdik eden) şâhidlerle beraber yaz.”
Havârîlerin böyle söylemeleri, şâhidlerin onlardan üstün olmalarını icâbettirmektedir. Bu sebeple İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) âyet-i kerîmede geçen şâhidleri, Muhammed aleyhisselâm ve ümmeti olarak tefsîr etmiştir. Çünkü bunlarda bu üstünlük ve efdâliyet mevcûttur.
Şâhidleri, peygamberler olarak da tefsîr etmişlerdir. Çünkü ümmetler, kıyâmet gününde peygamberlerinin (aleyhimüsselâm) tebliğ yaptığına dâir şâhidlik edecekleri gibi, peygamberler aleyhimüsselâm da, kendi ümmetleri hakkında şâhidlik edeceklerdir.
Sâf sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey mü’minler! Allahü teâlânın (dinini yaymakta O'nun Resûlüne) yardımcı olunuz. Nitekim Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm, havârîlere; “Allahü teâlânın dînini yaymakta kimler bana yardımcıdır?” demişti. Havârîler de; “Biziz, Allahü teâlânın dîninin yardımcıları” demişlerdi...”
Ayet-i kerîmelerde de bildirildiği gibi, Allahü teâlânın dînini yaymak husûsunda Hazret-i Îsâ'ya hakkıyla yardımcı olan bu mümtaz (seçkin) kimselere; “Allahü teâlânın dîninin yardımcıları” mânâsına “Ensârullah” denmiştir. Bu hâlis mü’minler “Havârîler” adı ile de anılmışlar ve daha çok bu isimle tanınmışlar, âyet-i kerîmelerde de bu isimle zikrolunmuşlardır.
Havârîler, Îsâ aleyhisselâmın, kendisinden sonra İsevîliği dünyâya yaymak için, eshâbı arasından seçtiği oniki mü’min zâttır. Bunların isimleri şöyledir:
1- Petrus veya Pierre: Asıl isminin, Şem’ûn, Simon veya Sim'ân olduğu da bildirilmiştir.
2- Andreas: Petrus'un kardeşidir. Buna Andre de denir.
3- Yuhannâ: Yahyâ demektir. Buna; Johannes, Jean ve Jani de denir. Ortodokslar Juvan, İngilizler John, Ermeniler de Ohannes demektedirler.
4- Büyük Ya’kûb: İngilizler buna James, Fransızlar ise Jacque derler. Yuhannâ'nın kardeşidir.
5- Filip.
6- Toma yahut Thomas.
7- Bartelemi veya Bartolome.
8- Matthias veya Mathias: Bilindiği gibi, Yudas İshar Yot (Yehuda) mü’min iken mürted olmuş yâni îmândan ayrılmış ve Îsâ aleyhisselâmın bulunduğu yeri yahudilere haber vermişti. Netîcede yahudilerin gözüne, Îsâ aleyhisselâm şeklinde gösterilmiş, dolayısıyla onlar, Hazret-i Îsâ zannıyla bunu çarmıha germişlerdi. Hazret-i Îsâ da semâya kaldırılmıştı. İşte, dinden çıkarak, mürted olup çarmıha gerilen Yudas'ın yerine, havârîler, Mathias'ı havârî seçtiler.
Îsâ aleyhisselâmdan sekiz sene sonra ondan işittiklerini yazan Metta (Matthaus, Mattieu) başka olup havârîlerden değildir.
9- Küçük Ya’kûb veya Jacque.
10- Simon veya Şem’ûn.
11- Yehuda veya Yudas: Küçük Ya’kûb'un kardeşidir.
12- Taddeus (Thaddaus): Luka'nın İncîl’inde, havârî olarak bunun yerine Judas Yakobi'nin ismi yazılıdır. Metta'nın İncîl’inde ise Lebbaus denildiği bildirilmiştir.
Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak yazmış olan Barnabas, kendisinin oniki havârîden biri olduğunu bildiriyor. Hıristiyan kitaplarında bunun yerinde Thomas yazılıdır.
Bunlara niçin havârî dendiği husûsunda ihtilaf vardır. Tefsîr-i Hâzin kaynak alınarak, Mir’ât-ı Kâinat kitabında şöyle bildirilmektedir: Bir cemiyetin seçkinlerine Arapça'da havârî derler. Havâriyyûn da çoğul olup havârîler demektir. Hazret-i Îsâ'nın eshâbına havârîler denmesinin sebebinde ihtilaf olundu. Bâzıları hâlis niyetlerinden dolayı; bâzıları üzerlerinde ibâdet nûrlarının eserleri bulunduğundan havârî demişlerdir. Ayrıca bâzıları, bunların avcı olduklarını, beyaz elbise giydikleri için bu adla anıldıklarını söylediler. Zirâ tam beyaza Arapça'da hûr derler. Rivâyete göre, hazret-i Îsâ bir yolculukta bunlara uğradığında balık avlarlarken gördü ve; “Siz şimdi balıkçılarsınız. Bana tâbi olursanız, halkı ebedî hayatta ve sonsuz saâdette tutarsınız” dedi. “Sen kimsin?” diye sorduklarında; “Ben Allah'ın kulu ve resûlü olan Meryem oğlu Îsâ'yım” buyurdu. Mûcize istediler. Reisleri olan Şem’ûn balık ağını gece suya atmış ve boş çıkmıştı. Îsâ aleyhisselâm tekrar sal buyurdu. Ağı tekrar saldığında o kadar balık avlandı ki, iki sandalın adamları toplanıp balıkları güçlükle çıkardılar. Sandalları balıkla doldurdular. Sonra hepsi îmân ettiler deniyor.
Bâzıları; bunlar gemici idiler. Gemiciliği terkederek, Hazret-i Îsâ'ya tâbi oldular. Bir ara; “Ey Rûhullah acıktık, susadık” dediklerinde; Hazret-i Îsâ mübârek elleriyle yere vurunca, Allahü teâlânın izni ile her biri için iki ekmek ve içecek su çıkardı. “Bizden üstün kimlerdir ki, sana îmân getirip, istedikçe yiyecek ve içecek verirsin” dediklerinde; “Sizden üstün olan, elinin emeği ve alnının teri ile geçinendir” buyurdu. Bunun üzerine bunlar da ücretle bez ağartmaya başladılar. Böylece ağartıcılar mânâsına havârîler diye anıldılar.
Bâzıları, bunlar beyaz elbiseler giyen beyler idiler. Bir defâsında bir pâdişah halka ziyâfet vermişti. Îsâ aleyhisselâm da orada idi. Yedikleri yemek eksilmeyince, bu durumu pâdişaha haber verdiler. Pâdişah Hazret-i Îsâ'yı çağırtıp; “Sen kimsin?” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Meryem oğlu Îsâ'yım” diye cevap verdi. Olanlara şâhid olan pâdişah, saltanatı bırakıp, erkânıyla birlikte Hazret-i Îsâ'ya eshâb oldu demişlerdir.
Meşhûr âlimlerden Kaffâl (rahmetullahi aleyh) der ki: “Bu oniki kişinin kiminin balıkçı, kiminin boyacı olması mümkündür. Hepsi hazret-i Îsâ’nın eshâbı olduklarından havârîler ismi ile anılmışlardır.”
Mîrhand, Ravdat-üs-safa’da, birçok târihçiler, havârîler kumaş ağartıcısı olup, Îsâ aleyhisselâm bunlara uğrayınca; “Nefislerinizi günâhlardan yıkayıp ağartsanız, sizin için daha faydalı olurdu” demişti. Bu söz üzerine onlar, Hazret-i İsâ'ya tâbi olmuşlardır, diyor. Bir çokları da boyacı olduklarını söylemişlerdir. Îsâ aleyhisselâm onlara uğrayıp, dîne dâvet ettiğinde, mûcize istemişler ve kumaşlarını, içinde boya olan büyük bir kazana atmışlar. Sonra kumaşların her birinin türlü renge boyanmış olduğunu görmüşler ve îmân etmişlerdir. Velhasıl havârîler hakkında ihtilaf olup, isimlerinde dört-beş türlü rivâyet vardır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Îsâ aleyhisselâm oniki yaşına kadar annesiyle Mısır'da kaldı. Sonra, küçüklüğünde gittikleri Mısır'dan Kudüs'e dönerek Nâsıra kasabasında yerleştiler. Otuz yaşına girince, burada, Hak teâlâ tarafından peygamber olduğu bildirildi. Bulunduğu Nâsıra şehrine nispetle, Hazret-i Îsâ'ya tâbi olanlara Nâsrânî denilmiştir. Nâsrânî denilmesinin sebebi hakkında başka rivâyetler de vardır.
Peygamber olduğu kendisine bildirilince, hemen tebliğe başladı. İnsanların îmâna gelmelerini, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğreterek, ona göre amel etmelerini ve isyânda bulunmamalarını istedi.
Îsâ aleyhisselâmın peygamberliği husûsunda Hadid sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hiç şüphesiz ki biz, (Hazret-i) Nûh'u (kavmine) ve (Hazret-i) İbrâhim'i de (kavmine ve Nemrud ve ona tâbi olanlara) birer peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği de, kitabı da onların nesillerine verdik. Onların kavimlerinden bâzısı, pek azı îmân edip, hidâyet buldular. Pek çoğu da, peygamberlerine itâati ve kitaplarıyla ameli terkederek fâsıklardan oldular. (Âyet-i kerîmede husûsen Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın zikredilmesi, onların şerefini bildirmek içindir. Bilindiği gibi Hazret-i Nûh, Hazret-i Âdem'den sonra bütün insanlığın atasıdır. Hazret-i İbrâhim de Arabların ve İbranîlerin ceddi, atasıdır.)
(Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmdan) sonra, onların arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Hepsinden sonra da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) onlara tâbi kıldık, peygamber olarak gönderdik. Ona İncîl’i verdik. Ona tâbi olan mü’minlerin kalblerinde birbirlerine şefkât ve merhamet ihsân ettik...”
Îsâ aleyhisselâm tebliğ vazifesine devam ederken birçok kimse küfürde direterek söylenilenleri kabûl etmiyordu. Nitekim yukarıdaki meâli verilen âyet-i kerîmelerde, Hak teâlâ hazretleri, Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın peygamberliklerini ve bunların gönderildiği kavimlerin pek azının îmâna geldiğini, ekseriyetinin ise küfürde kaldıklarını, haber vermektedir.
Târih boyunca, insanların çoğu kendilerine gönderilen peygamberlere karşı çıkmış, yalnız pek azı inanıp kabûl etmiştir. İnanmayanlar, inanmamakla yâni dâveti kabûl etmemekle kalmamış, o peygambere ve ona tâbi olanlara, çirkin iftirâlar atmaya, çeşit çeşit sözler ve hareketlerle onları incitmeye, akla hayâle gelmeyen ezâ ve cefâlarda bulunmaya başlamışlardır. İşte Hazret-i Îsâ tebliğe devam ederken insanların çoğu inanmayıp, ona da karşı çıktı.
Îsâ aleyhisselâmın peygamberliğinin dâvetinin üç safhada olduğu bildirilmiştir. O, ilk önce kendisinin, Allahü teâlâ tarafından İsrâiloğullarına peygamber gönderildiğini ve Rabbinden bir hikmet ile geldiğini bildirdi. Kendisine îmân etmelerini söyledi. İnsanlara Allahü teâlâdan korkmalarını, peygamber olduğu için kendine tâbi olmalarını ve itâat etmelerini emretti.
Bütün peygamberlere yaptıkları gibi, insanlar ondan da, peygamberliğine delil olarak, mûcizeler istediler. Umûmiyetle, kabûl etmeye yanaşmayan insanlar, inâdlarına bir sebep bulmak isterlerdi. Bu yüzden mûcize göster derlerdi. Güyâ peygamber olduğunu söyleyen zât, mûcize olacak fevkalâde bir şey gösteremeyecek, onlar da inanmamalarının bahanesini bulmuş olacaklardı. Bâzıları da, hakîkaten samîmi kalb ile, o zâtın peygamber olduğunu anlamak için, mûcize ister ve mûcizeyi görünce de derhal kabûl ve tasdik ederdi.
İşte, bütün peygamberler gibi, Îsâ aleyhisselâm da bütün bu istekler karşısında pek çok mûcizeler gösterdi. Böylece şüphe ve tereddüde mahal bırakmadı.
Hazret-i Îsâ, dâvetinin ikinci safhasında; kendinden önce, Benî İsrâil peygamberlerinin ilki olan Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın ve hükümlerinin bozulmamış aslî şeklini tasdik edici olduğunu bildirdi. Bununla beraber, Hak teâlânın, kendisine yeni bir din verdiğini ve İncîl kitabını indirdiğini söyledi. Böylece Tevrât’da bulunan bâzı hükümlerin değiştirildiğini açıkladı.
Bilindiği gibi, Tevrât'ı tasdik demek, onun ilâhî kitaplardan olduğunu kabûl etmek demektir. Îsâ aleyhisselâma hattâ bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma bildirilen dinlerde, ibâdetlere ve muâmelâta âit bâzı hükümlerde değişiklikler bulunması onun ilâhî bir kitap olduğunu tasdike mâni değildir. Nitekim şimdi bütün mü’minler, Tevrât ve diğer ilâhî kitapların hak olduklarına inanmakta, fakat bugün Kur'ân-ı kerîm hariç diğerlerinin tahrif edilip, değiştirilmiş olduğunu bilmektedirler. Yine bütün ilâhî kitaplarda, Allahü teâlâ tarafından, peygamberler vâsıtası ile bildirilen îmân, îtikâd husûsları hep aynı olup, hiç değişmemiştir. Bütün peygamberler ümmetlerine aynı îmânı bildirmişler, hep aynı şeylere inanmayı emretmişlerdir. Çeşitli zamanlarda gönderilen ilâhî dinlerde olan değişiklikler, hep ibâdetlerde, kalb ve beden ile yapılması ve sakınılması icâbeden husûslarda olmuştur. Îmâna âit husûslar değişmemiştir.
Îsâ aleyhisselâm da kavmine, kendinden önce gönderilmiş olan Tevrât'ı tasdik ettiğini bildirip, bununla beraber, Hak teâlânın kendisine İncîl ismindeki ilâhî kitabı vahyedip bildirdiğini söyledi. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 50. âyet-i kerîmesinde meâlen Îsâ aleyhisselâmın kavmine şöyle dediği bildirilmiştir; “... Size hem benden önce nâzil olan Tevrât'ı tasdik edici olarak, hem de üzerinize haram kılınmış olan şeylerin bâzısını helâl kılmak (Hak teâlânın sizlere mubah ettiğini bildirmek) için geldim ve sizlere Rabbinizden, peygamberliğimi tasdik edici bir alâmet, mûcize getirdim. O hâlde artık Allahü teâlâdan korkun ve sizi O'na dâvet ettiğim şeyde bana itâat edin.”
Saf sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Bir vakit Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâmşöyle demişti; “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allahü teâlânın peygamberiyim. Benden evvel Mûsâ'ya (aleyhisselâmnâzil olan Tevrât'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek Ahmed (Muhammed aleyhisselâmismindeki peygamberin müjdecisiyim...”
Zuhruf sûresinin 63. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Îsâ (aleyhisselâmmûcizelerle (İncîl âyetleri ile ve yeni bir din ile) geldiğinde şöyle demişti: “Ben size ilâhî hükümlerle ve ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. Onun için Allahü teâlâyı inkâr etmekte ve insanları O'nun dîninden alıkoymakta O'ndan korkun ve size tebliğ ettiğim husûslarda bana itâat edin.”
Tefsîr-i Mazharî'de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyruldu ki: Mûsâ aleyhisselâmdan sonra yahudiler hevâ ve arzularına uyarak 71 fırka oldular. Îsâ aleyhisselâm gelince, onların bâtıl ve bozuk inanışlarına mâni oldu. Onlara hak dîni, doğru yolu gösterdi.
Nitekim Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Yahudiler yetmişbir fırkaya, nasârâ (hıristiyanlar) da yetmişiki fırkaya ayrılmışlardı. Ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır.” Bu Hadîs-i şerîfi; Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn-i-Mace sahih senetle rivâyet etmişlerdir.”
Fahreddîn-i Razî hazretlerinin beyânına göre; âyet-i kerîmede geçen “hikmet”, Allahü teâlânın zâtı, sıfatları ve fiillerinden lâzım olanlar yâni îtikâd edilecek husûslardır. Yâni akaid ilmidir. “Ayrılığa düştükleri şeylerin bâzısı...” ile murâd ise, dînin fürûî kısımları yâni amelî hükümlerdir.
Îsâ aleyhisselâm dâvetinin üçüncü safhasında, kendilerine peygamber olarak geldiği İsrâiloğullarını tevhîde, ancak ve sâdece Allahü teâlâya inanmaya, sırf O'na îmân etmeye dâvet etmiştir. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “(Îsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına şöyle dedi:) Şüphe yok ki, Allahü teâlâ benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na ibâdet edin. İşte dosdoğru yol budur." (Âl-i İmrân sûresi: 51, Zuhruf sûresi: 64, Meryem sûresi: 36)
“(Îsâ aleyhisselâma ilâhlık isnat ederek;) “Meryem oğlu Mesîh Îsâ şüphesiz ki, Allah'ın kendisidir” diyenler, muhakkak ki, kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh (Îsâ aleyhisselâmın kendisi, bizzat) onlara; “Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet ediniz. Her kim Allahü teâlâya şirk, ortak koşarsa, muhakkak ki, Allahü teâlâ ona Cennet’i haram etmiştir. Onun meskeni, varıp kalacağı yer Cehennem’dir. Şirkle kendi nefislerine zulmedenlere, kendilerini Cehennem’den kurtarma husûsunda yardım edecek hiç kimse yoktur demişti.” (Mâide sûresi: 72)
Tefsîrlerde bu âyet-i kerîme açıklanırken buyruluyor ki: “Hazret-i Meryem'in oğlu Mesîh Îsâ ilâhdır diyenlerin sözleri küfür ve bunları söyleyenlerin kâfir oldukları bildirildi.”
Fahreddîn-i Razî hazretlerinin bildirdiğine göre, hıristiyanlardan Yakubiyye fırkası böyle söylemişlerdir. Onlar; “Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'in oğlu Îsâ'ya hulûl edip, girdi. Onun bedeninde şekillendi, onun şeklinde göründü. Dolayısıyla Allah budur. Yâni Îsâ'dır” dediler. Böylece Hak teâlâya şirk koştular. Böyle söyleyip îtikâd edenlerin hepsi kâfir oldu.
Îsâ aleyhisselâm onların bu bozuk îtikâdlarını düzeltmek ve kendilerini hak yoluna sevketmek için onlara buyurdu ki: “Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet edin. Benim ilâh olduğum şeklinde bir îtikâdda bulunmayın. Zirâ ilâh olmakla benim münâsebetim yoktur. Çünkü ben de sizin gibi bir beşerim. Dolayısıyla Allahü teâlâ sizin nasıl Rabbiniz ise benim de Rabbimdir. Ben de O'nun bir kuluyum. Şu hâlde bu yanlış îtikâddan vaz geçin, Hak teâlâya şirk koşmayın. Zirâ şirk koşan kimseye, Allahü teâlâ Cennet’i haram kılmıştır. Müşrik olan kimsenin makâmı, meskeni, kalacağı yer Cehennem ateşidir.” Îsâ aleyhisselâm böyle söylemekle onlara, hem hak olan doğru îtikâdı bildirip târif etti, hem de şirk ve başka sebeplerle kendilerine zulmedenlere aslâ yardımcı bulunmayacağını bildirdi.
Yine tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Hak teâlâ hazretleri, bu âyet-i kerîmede, müşrik olanların, Allahü teâlâya şirk koşanların cezâlarının üç şekilde olduğunu beyân etmiştir. Birincisi, Cennet’in onlara haram olması; ikincisi, meskenlerinin, kalacakları yerin Cehennem ateşi olması ve üçüncüsü ise, o gibi zâlimlere herhangi bir şekilde yardım edebilecek yardımcıları olmamasıdır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget