Habîb'ün-Neccâr
Îsâ aleyhisselâm havârîlerinden iki kişiyi, Allahü teâlânın emri ile Antakya'ya göndererek, orada yaşayan ve putlara tapan insanları, îmâna dâvet etmeleri için vazife vermişti. Bu emir üzerine Antakya’ya giden elçiler, halkı Allahü teâlâya îmâna, tevhide, dâvet ettiler. Onların bu dâvetleri, Antakya'yı idâresi altında bulunduran kral tarafından da duyuldu. Elçileri yanına çağırtıp görmek istedi. Elçiler kralın yanına geldiklerinde onlara; “Siz kimsiniz?” dedi. Elçiler; “Biz Îsâ aleyhisselâmın elçileriyiz” dediler. Kral putlara tapardı. Elçilere; “Bu şehre niçin geldiniz, maksadınız nedir?” deyince, şöyle cevap verdiler: “Sizi; işitmeyen, görmeyen ve hiç bir şeye kâdir olmayan âciz putlara tapmaktan vazgeçip, her şeye kâdir olan ve her şeyi yaratan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet için geldik.” dedi. Kral; “Putlarımızdan başka bir ilâh mı vardır?” deyince de; “Evet vardır. Seni ve ilâh diye taptığın putları ve her şeyi yaratan Allahü teâlâdır” diyerek, kralı îmâna dâvet ettiler. Bunun üzerine kral onları hapsettirdi.
Bu hapsedilme hâdisesinden sonra, Îsâ aleyhisselâm, havârîlerinin reîsi olan Şem’ûn'u (radıyallahü anh) da, Antakya'ya gönderdi. Şem’ûn oraya varıp, kendini tanıtmadan ve dikkat çekmeden, kralın yakınlarıyla yavaş yavaş temas kurdu. Onlarla samîmi bir hava içinde görüşüp konuşmaya başladı. Onlar da Şem’ûn'un kral ile temas kurmasını sağladılar. Nihâyet Şem’ûn, kralın muhabbetini kazandı. Bundan sonra hapsedilmiş olan elçileri kurtarmak, kralı ve halkı, Allahü teâlâya îmâna dâvet etmek için faaliyete geçti.
Şem’ûn, krala çok tesir ettiğine iyice kanaat getirdikten sonra, maksadını krala açıkladı. Bunun üzerine kral ve krala bağlı olanlardan bir cemâat îmân ettiler. Halka da tebliğde bulundular. Fakat halk onları yalanlayıp, îmân etmedi. Onlarla mücâdele ettiler.
Diğer taraftan halkın bu îtirâzlarını haber alan, Habîb'ün-Neccâr, şehrin uzağında bulunan evinden koşarak halkın arasına geldi. Bu elçilerin bildirdiğine kendisinin inandığını söyledi. Halka da, îmân etmelerini bildirdi. Fakat dinlemediler. Büyük bir kızgınlıkla, Habîb'ün-Neccâr'ın üzerine yürüyüp, onu şehîd ettiler. Bu hâdiseler, Kur'ân-ı kerîmde Yâsîn-i şerîf sûresinde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “(Ey Resûlüm!) Onlara (Mekke halkına) o şehir halkının (Antakyalıların) hâlini misâl ver. Hani oraya (Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği) elçiler gelmişti. Biz o zaman iki elçi göndermiştik de, bunları tekzip etmişlerdi, yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncüsüyle bunları takviye etmiştik. (Bu üç elçi Antakya halkına) şöyle demişlerdi; Gerçekten biz, size, (imana dâvet etmek için) gönderilmiş elçileriz. (Allahü teâlâya îmân ediniz.) (Yâsîn sûresi: 13,14)
Tefsîr-i Kebîr’de ve Tefsîr-i Hazin’de bu âyet-i kerîmeler tefsîr edilirken şöyle buyrulmuştur; Antakya ahâlisi putperest olduğu için, irşada (doğru yol bildirilmeye) muhtâç durumda idi. Bunun için Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma, oraya elçi göndermesini emir buyurdu. Bu emir üzerine, Îsâ aleyhisselâm, Antakya ahâlisini îmâna dâvet etmek için, önce iki elçi gönderdi. Rivâyete göre bu elçilerin ismi, Yûnus ve Yahyâ idi. Bunlar Antakya'ya gidip, halkı îmâna dâvet ettiklerinde, halk küfür ve isyân içinde olduğundan, onları yalanladılar, inanmadılar. Onları yalanlayıp, hakâret ve alay etmeleri üzerine, Îsâ aleyhisselâm, emire uyarak üçüncü bir elçi gönderdi. Bu da Şem’ûn idi.
Bu üç elçinin dâveti ve halkın îtirâzı, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Onlar resûllere (elçilere) dediler ki; “Siz de bizim gibi insansınız, bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki iddia ettiğiniz gibi bir işle vazifelendirilmiş olasınız). Hem Rahmân (Allahü teâlâ) bir şey indirmemiştir. (Allahü teâlâ âleme ne vahiy, ne risalet, kısaca hiç bir şey göndermemiştir.) Siz yalan söyleyenlerdensiniz.” (Yâsîn sûresi: 15)
Antakya ahâlisi, elçileri kendilerine kıyas ederek; “Siz de bizim gibi insansınız, bize risalet, böyle bir vazife gelmedi ki, size gelmiş olsun” dediler. Allahü teâlânın kullarından seçtikleri peygamberlerine vahiy yoluyla emirlerini bildirdiğini kabûllenemediler. Bu sebeple: “Biz sizin söylediklerinize inanmayız” dediler. Elçilerin, onlara verdikleri cevap, Yâsîn sûresi 16 ve 17. âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirilmektedir: (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz, hakîkaten size gönderilmiş elçileriz. (Biz, Rabbimizin emriyle, Îsâ aleyhisselâmın sizi îmâna dâvet etmek için gönderdiği elçileriz.) Bizim üzerimize düşen vazife apaçık bir tebliğdir. (Sözümüzün doğruluğuna şâhid olarak âmânın gözünü açmak, baras hastalığını tedavi ve hastaları iyileştirmek, ölüyü diriltmek gibi, açık deliller göstermek sûretiyle vazifemiz açık bir tebliğdir.”
Tefsîr-i kebir’de bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde buyruluyor ki: Îsâ aleyhisselâmın dâvet için gönderdiği zâtlar, Antakya halkının kendilerini yalanlamaları sebebiyle bıkkınlık ve gevşeklik göstermediler. Bilakis; “Hakikaten, size (Allahü teâlânın emri ile sizi îmâna dâvet için) gönderilmiş elçileriz” sözlerini ısrarlı olarak tekrarladılar. “Rabbimiz biliyor ki...” diyerek, bu sözlerini yemînle tekîd ettiler, pekiştirdiler. Allahü teâlâ biliyor demek, yemîn yerindedir. Olmamış bir şeyde, bu işin olmadığını bile bile olduğunu kastederek; “Allahü teâlâ biliyor ki, bu iş böyle oldu” demek, îmândan çıkmaya, cezâ ve azâba sebeptir. Çünkü böyle demekle yalan söylemiş ve yalanına hâşâ Hak teâlâyı şâhid tutmak istemiş olmaktadır.
Yukarıda meâli geçen 15. âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, Antakyalılar, vazifeli elçilere; “... Siz de bizim gibi insansınız. Bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki, iddia ettiğiniz gibi bir işle vazifelendirilmiş olasınız)...” demişlerdi. İşte, elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki” sözlerinde. Antakyalıların sözlerine cevap vardır. Yâni; “Allahü teâlâ her şeyi bilir ve her şeye kâdirdir. İşte Allahü teâlâ bizi bu vazife için seçti” dediler.
Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği elçiler; “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demekle, hem kendilerini tesellî ediyorlardı. Yâni; “Biz size tebliğde bulunmak sûretiyle vazifemizi yaptık. Artık biz bunun mes’ûliyetinden, boynumuzdaki bu borçtan kurtulduk” dediler. Hem de Antakya halkını, dâvetleri üzerinde düşünmeye teşvik ettiler. Çünkü “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demek, onların bu tebliğ hakkında ve kendi durumları hakkında düşünmelerini icâbettiriyordu. Çünkü bu elçiler, tebliğlerine karşılık olarak onlardan ne bir ücret, ne de bir riyâset (başkanlık, makâm, mevki) istiyorlardı. Onların işleri sâdece tebliğ (insanları îmâna dâvet) ve bunu insanlara anlatmak idi. Bütün bunlar ise akıl sâhiplerini, tefekküre, iyi düşünmeye sevkeden sebeplerden idi.
Yine âyet-i kerîmede, onların yaptıkları dâvet için; “Apaçık bir tebliğ” buyrulmuştur. Bunun bir kaç izâhı vardır:
1- Bu dâvet, mûcize ve burhan (kat’î delil) ile hakkı bâtıldan ayıran bir tebliğdir.
2- Sâdece bir iki kişiye mahsus olmayıp, herkese ulaştırılan bir tebliğdir.
3- Hakkı, hakîkati mümkün ve münâsip olan her yolla izhar eden bir tebliğdir.
İşte böyle tam olarak, şümullü bir tebliğ yapılır da, buna rağmen kabûl etmezlerse o insanlar, elbette ki helâke müstehak olurlar.
“(Antakya ahâlisi) dediler ki; Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük (sizin sebebinizle yağmursuz kaldık). Eğer (bu sözünüzden) vazgeçmezseniz, muhakkak sizi taşlarız (taşla öldürürüz.) Bizden size acıklı bir işkence de dokunur.” (Yâsîn sûresi: 18)
Putperest ahâlinin, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük demeleri, îmân etmek istemedikleri içindir. Böyle söylemeleri, elçilerin kendilerine telkin ettikleri tevhid dînini sevmediklerinden ve bu dîne girmek, nefislerine ağır gelmesinden dolayı idi. Elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki, biz, hakîkaten size gönderilmiş elçileriz” diyerek, dâvetlerinde kesin ve doğru söylediklerini bildirmelerine rağmen, inanmayıp, yalan dediler. “Rabbimiz biliyor ki” demeleri bir nevi yemîn olduğundan, onların yalan yere yemîn ettiklerini söylediler. Bunu da uğursuzluk ve kötülüğe alâmet saydılar. “Siz yalancısınız, uğursuzluk ve yalanınızda ısrâr ve yemîn ediyorsunuz. Bu ise yağmurun kesilmesine ve kıtlığa sebep olur. Siz hayra alâmet değilsiniz!” dediler. Böylece kendilerini saâdete kavuşturmak için îmâna dâvet eden elçileri, kendilerince güyâ suçlu çıkarmak istediler.
Câhillerin âdeti şöyledir ki, hep nefislerinin arzu ettiği şeyleri ararlar. Hevâ ve heveslerine uygun görmedikleri şeyi red ve inkâr ederler. Hattâ bütün hayırları ve saâdetleri içinde toplayan bir şeyi nefslerinin hevâsına ve bozuk isteklerine uymadığı için kabûl etmezler. Evliyânın büyüklerinden Zeyn-ül-mecalis Ebû Mücâhid hazretleri; “Mahlûkâtın en ahmağı nefstir. Çünkü hep kendi aleyhine olan şeyleri ister” buyurmuştur.
İşte bu sebeple, Antakya ahâlisi, elçilere; “Biz sizi sevmiyoruz. Zirâ siz, bizim arzumuzun tersine bir takım şeyler teklif ediyorsunuz. Bize böyle bir tekliften, (iman ediniz demekten) vaz geçin. Eğer bu teklifinizden vazgeçmezseniz, sizi taşa tutarak öldürürüz” dediler. Nefslerinin hevâsına ve taşkın isteklerine uyan azgın insanların âdeti şöyledir ki; maksatlarına kavuşmak için önce çeşitli hîle ve desiselere başvururlar. Böylece, içlerinde bulundurdukları azgınlığı ve kötülükleri gizlemek isterler. Eğer böylece maksatlarına ulaşamazlarsa, zora ve tehdide başvururlar. Nitekim putperest Antakyalılar, Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği elçilere karşı bu yola başvurmuşlardır. Size bizden acıklı bir işkence dokunur diyerek, öldürünceye kadar taşlayacaklarını söylemeleri bu sebepledir.
Yâsîn sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, onlar böyle söyleyince, elçiler; “Uğursuzluğunuz beraberinizdedir (batıl inancınızda ve bozuk amelinizdedir.) Size nasîhat edilirse bunu uğursuzluk sayacak ve küfrünüzde devam mı edeceksiniz? Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz” dediler.”
Antakya ahâlisi, kendilerini saâdete kavuşturmak isteyen elçiler ile inâdçı bir mücâdeleye girdiler ve aslâ dinlemediler. Netîcede onları taşlayarak öldürmeye karar verdiler. Bu kararlarını, daha önce elçilerle görüşüp îmân eden, Habîb'ün-Neccâr işitmişti. Şehrin en uzak bir yerinde olan evinden çıkıp, sür’atle koşarak, îmân etmeyenlerin, elçiler ile mücâdele etmekte oldukları yere geldi. Halka, böyle bir işten vazgeçip, onlara inanmalarını söyledi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Bir adam (Habîb'ün-Neccâr) şehrin tâ ucundan (kenarından) koşarak geldi. Ey kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere dedi. Uyun sizden hiç bir ücret istemeyen o kimselere... Onlar hidâyet üzeredirler. (Onlara uyunuz ki, tebliğ etmeleri ve sakındırmalarından dolayı, sizden bir ücret istemiyorlar. Onlar sizi dünyâ ve âhıret hayrına dâvet etmektedirler. Layık olan şey, onlara ittibâ etmeniz, tâbi olmanızdır.) (Yâsîn sûresi: 20, 21)
Habîb'ün-Neccâr böyle deyince, putperest halk; “Yoksa sen, bizim dînimize muhâlefet edip, bu elçilerin dînine mi tâbi olursun? Bizim ilâhlarımıza tapmayıp, onların ilâhına mı ibâdet ediyorsun?” dediler. Bunun üzerine meâlen şöyle cevap verdiği, Yâsîn sûresinde bildirilmektedir: “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibâdet etmeyeyim? Siz (öldükten sonra) O'na döndürüleceksiniz. (Allahü teâlânın huzûrunda küfrünüzün, bâtıl amellerinizin cezâsını göreceksiniz.) Ben, Allah'tan başkasını (putları) tanrı edinir miyim? Eğer Allahü teâlâ bana bir zarar yapmak dilerse, onların (putların) şefâati bana hiç bir fayda vermez ve onlar beni kurtaramazlar. Eğer ben, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet edersem, apaçık bir hüsrân, sapıklık içinde olurum. (Zirâ fayda ve zarar vermeye kâdir olmayan şeylere yâni putlara tapmak, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya inanmamak ve O'na ibâdet etmemek apaçık bir sapıklıktır.)” (Yâsîn sûresi: 22-24)
Habîb'ün-Neccâr, kavminin inkâr içinde olduğunu görünce, onlara karşı ifâde tarzı çok üstün olan bir hitapla konuştu. Böylece, insanı yoktan yaratanın Allahü teâlâ olduğunu ve insanın öldükten sonra yeniden dirileceğini, dünyâda yaptıklarının hesâbını vereceğini anlatmak istedi. İnsanın yaratılmasının bir nîmet olduğuna, bu nîmete şükür gerektiğine işâret etti. Bu şükrün de, insanın, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmesi ile olacağını belirtti. “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibâdet etmeyeyim” diyerek, kabahati kendine nispet etmek tarzıyla hitâb etmesi, aslında kavmini uyarmaktır. Bu söz; “Neden sizi yaratan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmiyorsunuz da mânâsız ve âciz putlara tapıyorsunuz?” demektir. Kendine nispet ederek konuşması, dinleyenlerin kızgınlığını teskin etmek maksadından dolayı idi. Bu hitap ve ifâde tarzıyla, yaradılışı ve ölümü, dünyâ ve âhıretin hâllerini kısaca anlattı.
Fahreddîn-i Razî hazretleri, Tefsîr-i Kebîr’inde Allahü teâlâya yapılan ibâdetin üç derece olduğunu kaydederek şöyle buyurmuştur.
1- İbâdeti, sâdece ve sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapmak. Başka bir şey düşünmemek. İster çeşitli nîmetlere kavuşmuş olsun isterse kavuşmamış olsun, insanın her halükarda vazifesinin kulluk olduğunu düşünerek kulluk yapmasıdır. Bu hal, ibâdetin en üstün derecesidir.
2- Allahü teâlânın verdiği nîmetleri düşünerek ve bu nîmetlerin şükrünü edâ etmek maksadıyla ibâdet etmektir. Bu, kullukta orta derecedir.
3- Allahü teâlânın kahrını ve gadabını düşünerek ve bundan korkarak ibâdet etmektir. Bu hâl ise ibâdette aşağı derecedir.
Habîb'ün-Neccâr, kavmini ikaz edip, gelen elçileri dinlemelerini ve Allahü teâlâya îmân etmelerini söyledikten sonra, kendisinin Allahü teâlâya îmân ettiğini şöyle bildirmiştir: “Şüphe yok ki ben, (sizi yaratan) Rabbinize (Allahü teâlâya) îmân ettim. İşte bunu benden duyun. (Gelin nasîhatlerimi dinleyin.) (Yâsîn sûresi: 25) Habîb'ün-Neccâr bu sözleri söyleyince, bunu işiten putperest halk, hep birden hücûm edip, taşa tutarak onu şehîd ettiler. Bir rivâyete göre de, ayakları altına alıp üzerinde tepinmek sûretiyle şehîd etmişlerdir. Habîb'ün-Neccâr, şehîd edilmek üzere iken de; “Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet ver” diyerek duâ ediyordu. O şehîd edilince, Allahü teâlâ tarafından rûhuna hitâben; “Haydi gir Cennet’e” buyruldu.
Bu husûsta Yâsîn sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Bütün nasîhatlerine rağmen kavmi onu şehîd ettiler. Şehit edilince, Hak teâlâ tarafından onun rûhuna hitâbedilerek;) Haydi gir Cennet’e denildi. (Onun rûhu) dedi ki: Ne olurdu, kavmim, Rabbimin beni bağışladığını, Cennet’le ikrâm edilenlerden kıldığını bilselerdi. (Böylece küfürden vazgeçip, îmân etselerdi ve böyle nîmeti kazanmaya rağbet etselerdi.)”
Tefsîr-i Mazharî’de bildirildiğine göre; Allahü teâlâ onun rûhuna böyle hitâb buyurdu. Diğer şehidler gibi, Cennet’e girmesine izin vererek, ona ikrâmda bulundu.
Beydâvî tefsîri’nin Şihâb hâşiyesinde buyruluyor ki: “Şehidlerin rûhları Cennet’te dolaşırlar. Onlar kabirlerinde diridirler. Cennet’teki makâmlarını görürler.”
Meşhûr ve mûteber tefsîrlerde şöyle bildirildi: Habîb'ün-Neccâr şehîd edilince, rûhuna hitâben; “Haydi gir Cennet’e” denildikten sonra o, kavminin kendi hâlini bilmelerim temenni etti. Böyle bir temennide bulunması, kavminin küfür ve inkârdan dönüp tevbe etmelerini, şiddetti kızgınlık zamanında sâlih kimselerin yaptıkları gibi yapmalarını, yâni düşmanlarına bile acıyıp, merhamet göstermelerini ve bu husûsta kendisine benzemelerini teşvik içindir. Nitekim o, kavmi kendisini öldürdükleri esnada bile, onlara acıyıp; “Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet ver” diye duâ etmiştir.
Habîb'ün-Neccâr'ın kabrinin Antakya'da olduğu rivâyet edilmiştir.
Allahü teâlâ, îmân etmeyen ve Habîb'ün Neccâr'ı şehîd eden putperest kavme gadab edip, cezâlarını hemen verdi. Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile hepsi helâk oldu. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Ondan (Habîb'ün Neccâr'ın, kavmi tarafından şehîd edilmesinden) sonra, kavminin üzerine gökten (onları helâk edecek meleklerden) bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. (Helak edilişlerine sebep) yalnız bir sayha (Hazret-i Cebrâil'in sayhası) oldu, hemen sönüverdiler (ölüp gittiler). Daha önce yaşayan ümmetlerden, Semûd kavmi ve Şuayb'ın (aleyhisselâm) gönderildiği ümmet de Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile helâk edilmişlerdi. Cebrâil aleyhisselâm, Antakya ahâlisini helâk etmek üzere emir alıp bir sayha edince, hepsi ölüp yere seriliverdiler. Bu husûsu bildiren âyet-i kerîmede; “Hemen sönüverdiler” buyrulmasında, Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile birlikte hiç te’hir edilmeden sür’atle helâk edildiklerine işâret vardır.
Bu sayha ile helâk edilenler, parlak bir ateşe, helâk edilmeleri de ateşin sönüşüne benzetilmiştir. Canlı kimse parlak bir ateş gibidir. Canlı kimsede tabii bir harâret vardır. Bu harâret arttığı, çoğaldığı zaman, insandaki gadab ve şehvet hâlleri de artar. İşte Habîb'ün Neccâr'ın kavminde de gadab ve şehvet hâlleri pek fazla idi. Çünkü aşırı gadab ve hiddetleri sebebiyle, kendilerine nasîhatte bulunan mü’min bir zâtı şehîd ettiler. Şehvetlerine, arzu ve isteklerine o kadar düşkün idiler ki, bir anlık, bir göz açıp kapayıncaya kadarlık bir lezzeti, tadı tadabilmek için ebedî azâbı yüklenmişlerdi. İşte onlar, arzu ve isteklerini yerine getirmekte ve gadablarında pek şiddetli oldukları için, sanki yanan bir ateş gibi idiler. Yine onlar o kadar kibirli idiler ki, sanki topraktan değil de ateşten yaratılmışlardı. Nitekim iblis de; “Âdem aleyhisselâm topraktan, ben ise ateşten yaratıldım. O hâlde ben ondan daha üstünüm” demişti de bu kibri yüzünden Hazret-i Âdem'e secde etmemiş, Allahü teâlânın emrine karşı çıkmış, bu sebeple de, Allahü teâlânın rahmetinden kovulmuştu.
İşte Antakya ahâlisi de, gadablarının şiddeti sebebi ile Habîb'ün Neccâr’ı şehîd ettiler. Şehvetlerine, nefslerinin nevasına pek ziyâde dalmış olduklarından, hevâ ve heveslerine tâbi olarak hak ve doğru sözü dinlemediler. Kendilerine gelen elçiler ve bu elçileri dinleyip, söylediklerini kabûl etmelerini söyleyen Habîb'ün Neccâr, onların dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmalarını istemişti. Fakat ne var ki, nefslerinin isteklerine uymaları ve isyânları sebebiyle helâk edildiler ve bir anda sönüp gittiler. Kur’ân-ı kerîmde bunların helâk edilişi beyân edildikten sonra, meâlen şöyle buyruldu:
“Ey (îmân etmeyen) kullar üzerine çöken büyük hasret, nedamet! Zirâ (bu îmân etmeyenler), her ne zaman kendilerine bir peygamber geldiyse onlar muhakkak o peygamberi alaya alırlardı.” (Yâsîn sûresi: 30) Hasret tabiri, bahsedilen zamanın ve hâlin, hasret, nedamet, gam ve hüznü icâbettiren bir hâl veya zaman olduğunu muhatabın zihninde yerleştirmek ve onu ikaz içindir. Çünkü Araplar, bu zamanın veya hâlin nedamet ve hüzün zamanı olduğuna kuvvetli bir şekilde delâlet etmesi için tembih, ikaz ve dikkati çekmek olarak; “Ey hasret! Ey aceb (taaccüb)! tabirini kullanırlar.
Bâzı âlimler, bu âyet-i kerîmede Allahü teâlânın; “Onların işlediklerinin kendileri aleyhine olduğunu, bunun pek büyük ve çok vahim bir suç olduğunu bildirmektedir” demişlerdir. “Ey kullar üzerine çöken hasret...” sözünü söyleyenin Allahü teâlâ olduğu bildirildiği gibi, söyleyenin melekler veya müslümanlar olduğu da haber verilmiştir. Fahreddîn-i Razî hazretlerinin bildirdiğine göre, âyet-i kerîmede geçen “kullar” ile murâd, sayha ile helâk edilen Antakya halkıdır. Yâhud bütün kâfirlerdir.
Dünyâda iken îmân etmeyip isyân içinde yaşayan ve küfür üzere ölen âsî insanların dehşetli hâllerine herkes esef edecektir. Çünkü kendilerini dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşturmak için hâlisane nasîhatler yapan resûlleri alaya alan ve dâvetlerini kabûl etmeyenlerin hâli esef vericidir. Küfürde, îmân etmemekte ısrâr göstermekten daha büyük bir cinayet yoktur. Bu hâl, herkesi büyük bir üzüntüye sevkeder. Kur'ân-ı kerîmde beyân buyrulan bu hâdise, îmân etmemekte ısrâr eden Mekke müşriklerine bir uyarma ve ibrettir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, müşriklere; putlara tapmaktan vazgeçip, Allahü teâlâya îmân ederek müslüman olmalarını söyleyince, alaya almışlar ve îmân etmemişlerdir. Onların bu hâline misâl olarak bildirilen Antakya ahâlisinin hâli ve helâk edilişleri beyân edildikten sonra, meâlen şöyle buyruldu: “(Ey habîbim! Mekke ehli seninle alay ve dînini inkâr ederler de) bilmezler mi ki, onlardan önce nice kavimleri helâk ettik. Onlardan hiç biri dünyâya geri dönmezler. (Mekke ehli onlardan ibret almaz mı? Ümmetlerin) hepsi (kıyâmet gününde) toplanıp huzûrumuza getirileceklerdir. (Her biri amelinin karşılığını elbette görecektir.) (Yâsîn sûresi: 31, 32)