Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Îsâ aleyhisselâm havârîlerinden iki kişiyi, Allahü teâlânın emri ile Antakya'ya göndererek, orada yaşayan ve putlara tapan insanları, îmâna dâvet etmeleri için vazife vermişti. Bu emir üzerine Antakya’ya giden elçiler, halkı Allahü teâlâya îmâna, tevhide, dâvet ettiler. Onların bu dâvetleri, Antakya'yı idâresi altında bulunduran kral tarafından da duyuldu. Elçileri yanına çağırtıp görmek istedi. Elçiler kralın yanına geldiklerinde onlara; “Siz kimsiniz?” dedi. Elçiler; “Biz Îsâ aleyhisselâmın elçileriyiz” dediler. Kral putlara tapardı. Elçilere; “Bu şehre niçin geldiniz, maksadınız nedir?” deyince, şöyle cevap verdiler: “Sizi; işitmeyen, görmeyen ve hiç bir şeye kâdir olmayan âciz putlara tapmaktan vazgeçip, her şeye kâdir olan ve her şeyi yaratan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet için geldik.” dedi. Kral; “Putlarımızdan başka bir ilâh mı vardır?” deyince de; “Evet vardır. Seni ve ilâh diye taptığın putları ve her şeyi yaratan Allahü teâlâdır” diyerek, kralı îmâna dâvet ettiler. Bunun üzerine kral onları hapsettirdi.
Bu hapsedilme hâdisesinden sonra, Îsâ aleyhisselâm, havârîlerinin reîsi olan Şem’ûn'u (radıyallahü anh) da, Antakya'ya gönderdi. Şem’ûn oraya varıp, kendini tanıtmadan ve dikkat çekmeden, kralın yakınlarıyla yavaş yavaş temas kurdu. Onlarla samîmi bir hava içinde görüşüp konuşmaya başladı. Onlar da Şem’ûn'un kral ile temas kurmasını sağladılar. Nihâyet Şem’ûn, kralın muhabbetini kazandı. Bundan sonra hapsedilmiş olan elçileri kurtarmak, kralı ve halkı, Allahü teâlâya îmâna dâvet etmek için faaliyete geçti.
Şem’ûn, krala çok tesir ettiğine iyice kanaat getirdikten sonra, maksadını krala açıkladı. Bunun üzerine kral ve krala bağlı olanlardan bir cemâat îmân ettiler. Halka da tebliğde bulundular. Fakat halk onları yalanlayıp, îmân etmedi. Onlarla mücâdele ettiler.
Diğer taraftan halkın bu îtirâzlarını haber alan, Habîb'ün-Neccâr, şehrin uzağında bulunan evinden koşarak halkın arasına geldi. Bu elçilerin bildirdiğine kendisinin inandığını söyledi. Halka da, îmân etmelerini bildirdi. Fakat dinlemediler. Büyük bir kızgınlıkla, Habîb'ün-Neccâr'ın üzerine yürüyüp, onu şehîd ettiler. Bu hâdiseler, Kur'ân-ı kerîmde Yâsîn-i şerîf sûresinde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “(Ey Resûlüm!) Onlara (Mekke halkına) o şehir halkının (Antakyalıların) hâlini misâl ver. Hani oraya (Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği) elçiler gelmişti. Biz o zaman iki elçi göndermiştik de, bunları tekzip etmişlerdi, yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncüsüyle bunları takviye etmiştik. (Bu üç elçi Antakya halkına) şöyle demişlerdi; Gerçekten biz, size, (imana dâvet etmek için) gönderilmiş elçileriz. (Allahü teâlâya îmân ediniz.) (Yâsîn sûresi: 13,14)
Tefsîr-i Kebîr’de ve Tefsîr-i Hazin’de bu âyet-i kerîmeler tefsîr edilirken şöyle buyrulmuştur; Antakya ahâlisi putperest olduğu için, irşada (doğru yol bildirilmeye) muhtâç durumda idi. Bunun için Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma, oraya elçi göndermesini emir buyurdu. Bu emir üzerine, Îsâ aleyhisselâm, Antakya ahâlisini îmâna dâvet etmek için, önce iki elçi gönderdi. Rivâyete göre bu elçilerin ismi, Yûnus ve Yahyâ idi. Bunlar Antakya'ya gidip, halkı îmâna dâvet ettiklerinde, halk küfür ve isyân içinde olduğundan, onları yalanladılar, inanmadılar. Onları yalanlayıp, hakâret ve alay etmeleri üzerine, Îsâ aleyhisselâm, emire uyarak üçüncü bir elçi gönderdi. Bu da Şem’ûn idi.
Bu üç elçinin dâveti ve halkın îtirâzı, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Onlar resûllere (elçilere) dediler ki; “Siz de bizim gibi insansınız, bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki iddia ettiğiniz gibi bir işle vazifelendirilmiş olasınız). Hem Rahmân (Allahü teâlâbir şey indirmemiştir. (Allahü teâlâ âleme ne vahiy, ne risalet, kısaca hiç bir şey göndermemiştir.) Siz yalan söyleyenlerdensiniz.” (Yâsîn sûresi: 15)
Antakya ahâlisi, elçileri kendilerine kıyas ederek; “Siz de bizim gibi insansınız, bize risalet, böyle bir vazife gelmedi ki, size gelmiş olsun” dediler. Allahü teâlânın kullarından seçtikleri peygamberlerine vahiy yoluyla emirlerini bildirdiğini kabûllenemediler. Bu sebeple: “Biz sizin söylediklerinize inanmayız” dediler. Elçilerin, onlara verdikleri cevap, Yâsîn sûresi 16 ve 17. âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirilmektedir: (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz, hakîkaten size gönderilmiş elçileriz. (Biz, Rabbimizin emriyle, Îsâ aleyhisselâmın sizi îmâna dâvet etmek için gönderdiği elçileriz.) Bizim üzerimize düşen vazife apaçık bir tebliğdir. (Sözümüzün doğruluğuna şâhid olarak âmânın gözünü açmak, baras hastalığını tedavi ve hastaları iyileştirmek, ölüyü diriltmek gibi, açık deliller göstermek sûretiyle vazifemiz açık bir tebliğdir.
Tefsîr-i kebir’de bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde buyruluyor ki: Îsâ aleyhisselâmın dâvet için gönderdiği zâtlar, Antakya halkının kendilerini yalanlamaları sebebiyle bıkkınlık ve gevşeklik göstermediler. Bilakis; “Hakikaten, size (Allahü teâlânın emri ile sizi îmâna dâvet için) gönderilmiş elçileriz” sözlerini ısrarlı olarak tekrarladılar. “Rabbimiz biliyor ki...” diyerek, bu sözlerini yemînle tekîd ettiler, pekiştirdiler. Allahü teâlâ biliyor demek, yemîn yerindedir. Olmamış bir şeyde, bu işin olmadığını bile bile olduğunu kastederek; “Allahü teâlâ biliyor ki, bu iş böyle oldu” demek, îmândan çıkmaya, cezâ ve azâba sebeptir. Çünkü böyle demekle yalan söylemiş ve yalanına hâşâ Hak teâlâyı şâhid tutmak istemiş olmaktadır.
Yukarıda meâli geçen 15. âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, Antakyalılar, vazifeli elçilere; “... Siz de bizim gibi insansınız. Bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki, iddia ettiğiniz gibi bir işle vazifelendirilmiş olasınız)... demişlerdi. İşte, elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki” sözlerinde. Antakyalıların sözlerine cevap vardır. Yâni; “Allahü teâlâ her şeyi bilir ve her şeye kâdirdir. İşte Allahü teâlâ bizi bu vazife için seçti” dediler.
Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği elçiler; “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demekle, hem kendilerini tesellî ediyorlardı. Yâni; “Biz size tebliğde bulunmak sûretiyle vazifemizi yaptık. Artık biz bunun mes’ûliyetinden, boynumuzdaki bu borçtan kurtulduk” dediler. Hem de Antakya halkını, dâvetleri üzerinde düşünmeye teşvik ettiler. Çünkü “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demek, onların bu tebliğ hakkında ve kendi durumları hakkında düşünmelerini icâbettiriyordu. Çünkü bu elçiler, tebliğlerine karşılık olarak onlardan ne bir ücret, ne de bir riyâset (başkanlık, makâm, mevki) istiyorlardı. Onların işleri sâdece tebliğ (insanları îmâna dâvet) ve bunu insanlara anlatmak idi. Bütün bunlar ise akıl sâhiplerini, tefekküre, iyi düşünmeye sevkeden sebeplerden idi.
Yine âyet-i kerîmede, onların yaptıkları dâvet için; “Apaçık bir tebliğ” buyrulmuştur. Bunun bir kaç izâhı vardır:
1- Bu dâvet, mûcize ve burhan (kat’î delil) ile hakkı bâtıldan ayıran bir tebliğdir.
2- Sâdece bir iki kişiye mahsus olmayıp, herkese ulaştırılan bir tebliğdir.
3- Hakkı, hakîkati mümkün ve münâsip olan her yolla izhar eden bir tebliğdir.
İşte böyle tam olarak, şümullü bir tebliğ yapılır da, buna rağmen kabûl etmezlerse o insanlar, elbette ki helâke müstehak olurlar.
(Antakya ahâlisi) dediler ki; Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük (sizin sebebinizle yağmursuz kaldık). Eğer (bu sözünüzden) vazgeçmezseniz, muhakkak sizi taşlarız (taşla öldürürüz.) Bizden size acıklı bir işkence de dokunur.” (Yâsîn sûresi: 18)
Putperest ahâlinin, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük demeleri, îmân etmek istemedikleri içindir. Böyle söylemeleri, elçilerin kendilerine telkin ettikleri tevhid dînini sevmediklerinden ve bu dîne girmek, nefislerine ağır gelmesinden dolayı idi. Elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki, biz, hakîkaten size gönderilmiş elçileriz” diyerek, dâvetlerinde kesin ve doğru söylediklerini bildirmelerine rağmen, inanmayıp, yalan dediler. “Rabbimiz biliyor ki” demeleri bir nevi yemîn olduğundan, onların yalan yere yemîn ettiklerini söylediler. Bunu da uğursuzluk ve kötülüğe alâmet saydılar. “Siz yalancısınız, uğursuzluk ve yalanınızda ısrâr ve yemîn ediyorsunuz. Bu ise yağmurun kesilmesine ve kıtlığa sebep olur. Siz hayra alâmet değilsiniz!” dediler. Böylece kendilerini saâdete kavuşturmak için îmâna dâvet eden elçileri, kendilerince güyâ suçlu çıkarmak istediler.
Câhillerin âdeti şöyledir ki, hep nefislerinin arzu ettiği şeyleri ararlar. Hevâ ve heveslerine uygun görmedikleri şeyi red ve inkâr ederler. Hattâ bütün hayırları ve saâdetleri içinde toplayan bir şeyi nefslerinin hevâsına ve bozuk isteklerine uymadığı için kabûl etmezler. Evliyânın büyüklerinden Zeyn-ül-mecalis Ebû Mücâhid hazretleri; “Mahlûkâtın en ahmağı nefstir. Çünkü hep kendi aleyhine olan şeyleri ister” buyurmuştur.
İşte bu sebeple, Antakya ahâlisi, elçilere; “Biz sizi sevmiyoruz. Zirâ siz, bizim arzumuzun tersine bir takım şeyler teklif ediyorsunuz. Bize böyle bir tekliften, (iman ediniz demekten) vaz geçin. Eğer bu teklifinizden vazgeçmezseniz, sizi taşa tutarak öldürürüz” dediler. Nefslerinin hevâsına ve taşkın isteklerine uyan azgın insanların âdeti şöyledir ki; maksatlarına kavuşmak için önce çeşitli hîle ve desiselere başvururlar. Böylece, içlerinde bulundurdukları azgınlığı ve kötülükleri gizlemek isterler. Eğer böylece maksatlarına ulaşamazlarsa, zora ve tehdide başvururlar. Nitekim putperest Antakyalılar, Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği elçilere karşı bu yola başvurmuşlardır. Size bizden acıklı bir işkence dokunur diyerek, öldürünceye kadar taşlayacaklarını söylemeleri bu sebepledir.
Yâsîn sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, onlar böyle söyleyince, elçiler; “Uğursuzluğunuz beraberinizdedir (batıl inancınızda ve bozuk amelinizdedir.) Size nasîhat edilirse bunu uğursuzluk sayacak ve küfrünüzde devam mı edeceksiniz? Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz” dediler.”
Antakya ahâlisi, kendilerini saâdete kavuşturmak isteyen elçiler ile inâdçı bir mücâdeleye girdiler ve aslâ dinlemediler. Netîcede onları taşlayarak öldürmeye karar verdiler. Bu kararlarını, daha önce elçilerle görüşüp îmân eden, Habîb'ün-Neccâr işitmişti. Şehrin en uzak bir yerinde olan evinden çıkıp, sür’atle koşarak, îmân etmeyenlerin, elçiler ile mücâdele etmekte oldukları yere geldi. Halka, böyle bir işten vazgeçip, onlara inanmalarını söyledi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Bir adam (Habîb'ün-Neccâr) şehrin tâ ucundan (kenarından) koşarak geldi. Ey kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere dedi. Uyun sizden hiç bir ücret istemeyen o kimselere... Onlar hidâyet üzeredirler. (Onlara uyunuz ki, tebliğ etmeleri ve sakındırmalarından dolayı, sizden bir ücret istemiyorlar. Onlar sizi dünyâ ve âhıret hayrına dâvet etmektedirler. Layık olan şey, onlara ittibâ etmeniz, tâbi olmanızdır.) (Yâsîn sûresi: 20, 21)
Habîb'ün-Neccâr böyle deyince, putperest halk; “Yoksa sen, bizim dînimize muhâlefet edip, bu elçilerin dînine mi tâbi olursun? Bizim ilâhlarımıza tapmayıp, onların ilâhına mı ibâdet ediyorsun?” dediler. Bunun üzerine meâlen şöyle cevap verdiği, Yâsîn sûresinde bildirilmektedir: “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibâdet etmeyeyim? Siz (öldükten sonra) O'na döndürüleceksiniz. (Allahü teâlânın huzûrunda küfrünüzün, bâtıl amellerinizin cezâsını göreceksiniz.) Ben, Allah'tan başkasını (putları) tanrı edinir miyim? Eğer Allahü teâlâ bana bir zarar yapmak dilerse, onların (putların) şefâati bana hiç bir fayda vermez ve onlar beni kurtaramazlar. Eğer ben, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet edersem, apaçık bir hüsrân, sapıklık içinde olurum. (Zirâ fayda ve zarar vermeye kâdir olmayan şeylere yâni putlara tapmak, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya inanmamak ve O'na ibâdet etmemek apaçık bir sapıklıktır.) (Yâsîn sûresi: 22-24)
Habîb'ün-Neccâr, kavminin inkâr içinde olduğunu görünce, onlara karşı ifâde tarzı çok üstün olan bir hitapla konuştu. Böylece, insanı yoktan yaratanın Allahü teâlâ olduğunu ve insanın öldükten sonra yeniden dirileceğini, dünyâda yaptıklarının hesâbını vereceğini anlatmak istedi. İnsanın yaratılmasının bir nîmet olduğuna, bu nîmete şükür gerektiğine işâret etti. Bu şükrün de, insanın, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmesi ile olacağını belirtti. “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibâdet etmeyeyim” diyerek, kabahati kendine nispet etmek tarzıyla hitâb etmesi, aslında kavmini uyarmaktır. Bu söz; “Neden sizi yaratan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmiyorsunuz da mânâsız ve âciz putlara tapıyorsunuz?” demektir. Kendine nispet ederek konuşması, dinleyenlerin kızgınlığını teskin etmek maksadından dolayı idi. Bu hitap ve ifâde tarzıyla, yaradılışı ve ölümü, dünyâ ve âhıretin hâllerini kısaca anlattı.
Fahreddîn-i Razî hazretleri, Tefsîr-i Kebîr’inde Allahü teâlâya yapılan ibâdetin üç derece olduğunu kaydederek şöyle buyurmuştur.
1- İbâdeti, sâdece ve sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapmak. Başka bir şey düşünmemek. İster çeşitli nîmetlere kavuşmuş olsun isterse kavuşmamış olsun, insanın her halükarda vazifesinin kulluk olduğunu düşünerek kulluk yapmasıdır. Bu hal, ibâdetin en üstün derecesidir.
2- Allahü teâlânın verdiği nîmetleri düşünerek ve bu nîmetlerin şükrünü edâ etmek maksadıyla ibâdet etmektir. Bu, kullukta orta derecedir.
3- Allahü teâlânın kahrını ve gadabını düşünerek ve bundan korkarak ibâdet etmektir. Bu hâl ise ibâdette aşağı derecedir.
Habîb'ün-Neccâr, kavmini ikaz edip, gelen elçileri dinlemelerini ve Allahü teâlâya îmân etmelerini söyledikten sonra, kendisinin Allahü teâlâya îmân ettiğini şöyle bildirmiştir: “Şüphe yok ki ben, (sizi yaratan) Rabbinize (Allahü teâlâya) îmân ettim. İşte bunu benden duyun. (Gelin nasîhatlerimi dinleyin.) (Yâsîn sûresi: 25) Habîb'ün-Neccâr bu sözleri söyleyince, bunu işiten putperest halk, hep birden hücûm edip, taşa tutarak onu şehîd ettiler. Bir rivâyete göre de, ayakları altına alıp üzerinde tepinmek sûretiyle şehîd etmişlerdir. Habîb'ün-Neccâr, şehîd edilmek üzere iken de; “Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet ver” diyerek duâ ediyordu. O şehîd edilince, Allahü teâlâ tarafından rûhuna hitâben; “Haydi gir Cennet’e” buyruldu.
Bu husûsta Yâsîn sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Bütün nasîhatlerine rağmen kavmi onu şehîd ettiler. Şehit edilince, Hak teâlâ tarafından onun rûhuna hitâbedilerek;) Haydi gir Cennet’e denildi. (Onun rûhu) dedi ki: Ne olurdu, kavmim, Rabbimin beni bağışladığını, Cennet’le ikrâm edilenlerden kıldığını bilselerdi. (Böylece küfürden vazgeçip, îmân etselerdi ve böyle nîmeti kazanmaya rağbet etselerdi.)
Tefsîr-i Mazharî’de bildirildiğine göre; Allahü teâlâ onun rûhuna böyle hitâb buyurdu. Diğer şehidler gibi, Cennet’e girmesine izin vererek, ona ikrâmda bulundu.
Beydâvî tefsîri’nin Şihâb hâşiyesinde buyruluyor ki: “Şehidlerin rûhları Cennet’te dolaşırlar. Onlar kabirlerinde diridirler. Cennet’teki makâmlarını görürler.”
Meşhûr ve mûteber tefsîrlerde şöyle bildirildi: Habîb'ün-Neccâr şehîd edilince, rûhuna hitâben; “Haydi gir Cennet’e” denildikten sonra o, kavminin kendi hâlini bilmelerim temenni etti. Böyle bir temennide bulunması, kavminin küfür ve inkârdan dönüp tevbe etmelerini, şiddetti kızgınlık zamanında sâlih kimselerin yaptıkları gibi yapmalarını, yâni düşmanlarına bile acıyıp, merhamet göstermelerini ve bu husûsta kendisine benzemelerini teşvik içindir. Nitekim o, kavmi kendisini öldürdükleri esnada bile, onlara acıyıp; “Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet ver” diye duâ etmiştir.
Habîb'ün-Neccâr'ın kabrinin Antakya'da olduğu rivâyet edilmiştir.
Allahü teâlâ, îmân etmeyen ve Habîb'ün Neccâr'ı şehîd eden putperest kavme gadab edip, cezâlarını hemen verdi. Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile hepsi helâk oldu. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Ondan (Habîb'ün Neccâr'ın, kavmi tarafından şehîd edilmesinden) sonra, kavminin üzerine gökten (onları helâk edecek meleklerden) bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. (Helak edilişlerine sebep) yalnız bir sayha (Hazret-i Cebrâil'in sayhası) oldu, hemen sönüverdiler (ölüp gittiler). Daha önce yaşayan ümmetlerden, Semûd kavmi ve Şuayb'ın (aleyhisselâm) gönderildiği ümmet de Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile helâk edilmişlerdi. Cebrâil aleyhisselâm, Antakya ahâlisini helâk etmek üzere emir alıp bir sayha edince, hepsi ölüp yere seriliverdiler. Bu husûsu bildiren âyet-i kerîmede; “Hemen sönüverdiler” buyrulmasında, Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile birlikte hiç te’hir edilmeden sür’atle helâk edildiklerine işâret vardır.
Bu sayha ile helâk edilenler, parlak bir ateşe, helâk edilmeleri de ateşin sönüşüne benzetilmiştir. Canlı kimse parlak bir ateş gibidir. Canlı kimsede tabii bir harâret vardır. Bu harâret arttığı, çoğaldığı zaman, insandaki gadab ve şehvet hâlleri de artar. İşte Habîb'ün Neccâr'ın kavminde de gadab ve şehvet hâlleri pek fazla idi. Çünkü aşırı gadab ve hiddetleri sebebiyle, kendilerine nasîhatte bulunan mü’min bir zâtı şehîd ettiler. Şehvetlerine, arzu ve isteklerine o kadar düşkün idiler ki, bir anlık, bir göz açıp kapayıncaya kadarlık bir lezzeti, tadı tadabilmek için ebedî azâbı yüklenmişlerdi. İşte onlar, arzu ve isteklerini yerine getirmekte ve gadablarında pek şiddetli oldukları için, sanki yanan bir ateş gibi idiler. Yine onlar o kadar kibirli idiler ki, sanki topraktan değil de ateşten yaratılmışlardı. Nitekim iblis de; “Âdem aleyhisselâm topraktan, ben ise ateşten yaratıldım. O hâlde ben ondan daha üstünüm” demişti de bu kibri yüzünden Hazret-i Âdem'e secde etmemiş, Allahü teâlânın emrine karşı çıkmış, bu sebeple de, Allahü teâlânın rahmetinden kovulmuştu.
İşte Antakya ahâlisi de, gadablarının şiddeti sebebi ile Habîb'ün Neccâr’ı şehîd ettiler. Şehvetlerine, nefslerinin nevasına pek ziyâde dalmış olduklarından, hevâ ve heveslerine tâbi olarak hak ve doğru sözü dinlemediler. Kendilerine gelen elçiler ve bu elçileri dinleyip, söylediklerini kabûl etmelerini söyleyen Habîb'ün Neccâr, onların dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmalarını istemişti. Fakat ne var ki, nefslerinin isteklerine uymaları ve isyânları sebebiyle helâk edildiler ve bir anda sönüp gittiler. Kur’ân-ı kerîmde bunların helâk edilişi beyân edildikten sonra, meâlen şöyle buyruldu:
“Ey (îmân etmeyen) kullar üzerine çöken büyük hasret, nedamet! Zirâ (bu îmân etmeyenler), her ne zaman kendilerine bir peygamber geldiyse onlar muhakkak o peygamberi alaya alırlardı.” (Yâsîn sûresi: 30) Hasret tabiri, bahsedilen zamanın ve hâlin, hasret, nedamet, gam ve hüznü icâbettiren bir hâl veya zaman olduğunu muhatabın zihninde yerleştirmek ve onu ikaz içindir. Çünkü Araplar, bu zamanın veya hâlin nedamet ve hüzün zamanı olduğuna kuvvetli bir şekilde delâlet etmesi için tembih, ikaz ve dikkati çekmek olarak; “Ey hasret! Ey aceb (taaccüb)! tabirini kullanırlar.
Bâzı âlimler, bu âyet-i kerîmede Allahü teâlânın; “Onların işlediklerinin kendileri aleyhine olduğunu, bunun pek büyük ve çok vahim bir suç olduğunu bildirmektedir” demişlerdir. “Ey kullar üzerine çöken hasret...” sözünü söyleyenin Allahü teâlâ olduğu bildirildiği gibi, söyleyenin melekler veya müslümanlar olduğu da haber verilmiştir. Fahreddîn-i Razî hazretlerinin bildirdiğine göre, âyet-i kerîmede geçen “kullar” ile murâd, sayha ile helâk edilen Antakya halkıdır. Yâhud bütün kâfirlerdir.
Dünyâda iken îmân etmeyip isyân içinde yaşayan ve küfür üzere ölen âsî insanların dehşetli hâllerine herkes esef edecektir. Çünkü kendilerini dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşturmak için hâlisane nasîhatler yapan resûlleri alaya alan ve dâvetlerini kabûl etmeyenlerin hâli esef vericidir. Küfürde, îmân etmemekte ısrâr göstermekten daha büyük bir cinayet yoktur. Bu hâl, herkesi büyük bir üzüntüye sevkeder. Kur'ân-ı kerîmde beyân buyrulan bu hâdise, îmân etmemekte ısrâr eden Mekke müşriklerine bir uyarma ve ibrettir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, müşriklere; putlara tapmaktan vazgeçip, Allahü teâlâya îmân ederek müslüman olmalarını söyleyince, alaya almışlar ve îmân etmemişlerdir. Onların bu hâline misâl olarak bildirilen Antakya ahâlisinin hâli ve helâk edilişleri beyân edildikten sonra, meâlen şöyle buyruldu: (Ey habîbim! Mekke ehli seninle alay ve dînini inkâr ederler de) bilmezler mi ki, onlardan önce nice kavimleri helâk ettik. Onlardan hiç biri dünyâya geri dönmezler. (Mekke ehli onlardan ibret almaz mı? Ümmetlerin) hepsi (kıyâmet gününde) toplanıp huzûrumuza getirileceklerdir. (Her biri amelinin karşılığını elbette görecektir.) (Yâsîn sûresi: 31, 32)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Mîrhând târihinde Selmân-ı Fârisî hazretlerinden şöyle rivâyet edilir: Îsâ aleyhisselâm Nusaybin'de bulunan kibri ve zulmü ile meşhûr bir hükümdârı îmâna dâvete me’mûr edilince, harekete geçti. Havârîlere; “Hanginiz bu şehre varıp; Allahü teâlânın kulu ve resûlü ve kelimesi olan Îsâ aleyhisselâm, size doğru geliyor diye seslenir” buyurdu. İçlerinden Ya’kûb; “Ben gideyim” dedi. Îsâ aleyhisselâm ona; “Peki git, ama benden en önce uzaklaşan sen olacaksın” buyurdu. Sonra yine içlerinden Tevmân, izin alıp beraber gittiler. Hazret-i Îsâ, Tevmân'a; “Ey Tevmân! Takdir böyledir ki, yakın zamanda senin başına belâ gelecek” buyurdu. Şem’ûn da; “Yâ Rûhallah! İzin verirseniz ben de gideyim, ama bir şartım vardır. Eğer dara düşersem ve sizi çağırırsam, nazarınızı, himmet ve yardımınızı eksik etmeyesiniz” deyip, izin aldı. Üçü beraber o şehre doğru gittiler. Şem’ûn, şehrin dışında durup, yoldaşlarına; “Siz girin seslenin, zarara uğrarsanız, ben sizi kurtarmaya çalışırım” dedi. Ya’kûb'la Tevmân şehre girdi. Ya’kûb bildirilen şekilde seslendi. Sesi duyunca insanlar onların başlarına toplandı. “Konuşan hanginizdir” dediler. Ya’kûb inkâr etti, Tevmân ise söylediklerini ikrâr yâni kabûl ettikte, onlar inanmadılar.
Oranın halkı, daha önce Îsâ aleyhisselâm ile Meryem'i gerçek dışı şekilde işitip, su-i zan ettiklerinden, -haşa- dil uzatıp, lânet ettiler. Tevmân'ı şâha götürdüler. Şâh, bunun ellerini, ayaklarını kestirdi. Gözlerine kızgın mil çektirip, zindana bıraktırdı. Şem’ûn bu hâli haber alıp şehre girdi. Hâlini gizledi. Güzel tedbir ve bâzı çârelerle şâha yaklaştı. Hususî adamlarından ve nedimlerinden, sohbet arkadaşlarından oldu. Bir gün şâha; “Müsamahanıza sığınarak Tevmân'dan birkaç şey sormama izin vermenizi isterim” dedi. Şâh; “Peki” dedi. Şem’ûn; Tevmân'ı yanına getirtti. Birbirlerini hiç tanımıyor gibi davrandılar. Şem’ûn; “Ey kişi, senin sözün nedir?” dedi. Tevmân; “Îsâ aleyhisselâm Allah'ın kulu ve resûlüdür derim” dedi. “Sözünün doğruluğuna delilin nedir” deyince; “Her hastalığa ilaç olmaktır” dedi. “Tabipler de bunu yapabilir, başka hüccet (delil) var mı?” diye sordu. Tevmân delil olarak; “Evlerinde ne yeyip ne sakladıklarını bildirmektir” cevâbını verdi. Şem’ûn yine; “Kâhinler de bunu yapabilir, başka alâmet var mı?” dedi. “Çamurdan kuş sûreti yapıp üfleyince, kuşun canlanıp uçması” deyince; “Sihirbazlar da bunu yapabilir, başka alâmet var mı?” dedi. Tevmân; “Hak teâlânın izni ile ölüleri diriltir” dedi. Bunun üzerine Şem’ûn şâha bakıp; “Bu kimse büyük iddiadadır. Ölüleri diriltmek, Allahü teâlâya ve mûcize olarak peygamberlere mahsustur, sihirbaz ve yalancıların işi değildir. Eğer doğru ise, Îsâ'yı çağırtıp soralım. O bunu inkâr ederse, bu adama her çeşit azâbı yapalım; yok ölüyü diriltirse ki bu çok zor bir ihtimâldir, o zaman ona îmân getirelim” dedi. Şah, Şem’ûn'un bu sözlerini hoş karşıladı. Haber gönderdiler. Hazret-i Îsâ geldi. Şem’ûn yine tanımıyor gibi davranıyordu. Uzun uzun suâller sorup, Îsâ aleyhisselâm ikrâr ve kabûl edince, Şem’ûn; “Eğer doğru isen, hastaya şifâyı bu sakat adamında deneyelim dedi. Îsâ aleyhisselâm, Tevmân'ın kesilen ellerini, ayaklarını koyup, her birini kesilen yere bitiştirerek üzerlerine eliyle sürünce, bitişip düzeldiler. Gözlerini eliyle silince, açıldılar. Şem’ûn şâha bakıp, bu alâmet peygamberliğe delildir dedi. Sonra; “Ey Îsâ! Meclisimizde olanlar bu gece evlerinde ne yediler, ne sakladılar, haber ver” dedi. O da hepsini bir bir söyledi. Çamurdan yarasa teklif etti. Onu da yapıp uçurdu. Diğer hastalar için de şifâ istedi. Bütün hastalar sıhhate kavuştu, ölüyü diriltmeyi söyledi. Sam bin Nûh'u tâyin ettiler. Yukarıda anlatıldığı gibi onu da diriltti. Sam, hazret-i Îsâ'nın hak peygamber olduğuna şehâdette bulundu ve ardından yine vefât etti. Şâh ve askerleri, kumandanları bu mûcizeleri görüp, Hazret-i Îsâ'nın, Allah tarafından peygamber olarak, gönderildiğine gönülden inanıp îmân getirdiler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İmâm-ı Begavî (rahmetullahi aleyh) Meâlim-üt-tenzil isimli tefsîrinde, Selmân-ı Fârisî hazretlerinden rivâyet ederek özetle şöyle bildirmektedir: Havârîler, gökten bir sofra inmesi için, Hazret-i Îsâ'dan duâ etmesini istediler. Îsâ aleyhisselâm onlara; hakîkî îmân sâhibi iseler, Allahü teâlâdan korkmalarını ve böyle şeyler istememelerini bildirdi. “Siz Allahü teâlânın kudretinden şüphe mi ediyorsunuz? O'nun gökten bir sofra indirmeye kâdir olduğu husûsunda tereddüdünüz olduğundan mı böyle bir şey istemeye cesâret ediyorsunuz?” diyerek, bu isteklerinin münâsip olmadığını anlattı. Daha evvel kendilerine mûcize gösterdiğini, artık Allah'tan korkmalarını, fazla ileri gidip haddi aşmamalarını emretti. Havârîler; “Biz o maideden (sofradan) yemeyi, kalbimizin mutmain olmasını, senin bize söylediklerinin doğru olduğunu yakînen bilmek istiyoruz. Maksadımız, Allahü teâlânın lütfuna nâil olmak, buna kavuşmakla îmânımızın kuvvet bulmasını te’min etmektir. Yoksa bozuk bir maksadımız yoktur” dediler. Böylece havârîler, bunu istemekteki maksatlarının, Hak teâlânın kudretinde tereddüt ve daha önce gördükleri mûcizelere kanaatsizlik olmadığını bildirdiler. Gerçekten maksatları; açlıklarını gidermek, sofranın indiğini bizzat görerek kalben mutmain olup îmânlarını kuvvetlendirmek; bir de bizzat gözleriyle gördüklerini orada bulunmayanlara anlatmaktı.
Böylece istek ve niyetlerinde samîmi oldukları anlaşılınca, Îsâ aleyhisselâm gusledip iki rekat namaz kıldı. Üzerinde eski bir elbise vardı. Ayakta durdu ve ellerini bağlayarak, başını önüne eğdi. Çok ağlıyordu. Allahü teâlânın lütfuna güvenerek duâ edip yalvardı. Hak teâlâdan, kendilerine bir maide (sofra) indirmesini, sofranın kendisinin peygamberliğine bir âyet, mûcize olmasını, o günün, kendileri ve daha sonra gelenler için bayram, neşe ve sevinç günü olmasını niyaz etti. Niyazında Hak teâlânın, rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu beyân etti.
Mâide; üzerinde yemek bulunan sofradır. Mâide bizim için bayram olsun demek, maidenin indiği günü bayram kabûl edelim demektir. Bayram insanlara, neşe ve sürûr verecek bir gün olduğundan ıyd denilmiştir. Mâidenin inmesi neşe ve sürûr bahşedeceğinden, Îsâ aleyhisselâm, maidenin indiği günün, o zamanda bulunanlara ve daha sonra geleceklere bir bayram olmasını, duâsına ilave etmiştir.
Havârîler, maide istemekten maksatlarını beyân ederlerken, önce dünyevî olan yemek yemeyi, daha sonra ise uhrevî olan îmânlarının kuvvet bulmasını zikretmişlerdi. Îsâ aleyhisselâm ise münâcâtında, önce uhrevî olan kısmı zikretmiş, daha sonra; “Bizi hayırlı rızıklarla rızıklandır. Şüphesiz sen, rızık verenlerin en hayırlısısın” diyerek dünyevî olan kısmı söylemiştir. Böylece âhıret işini önce zikretmenin münâsip olduğuna işâret etmiştir. Hazret-i Îsâ'nın bu münâcâtı üzerine Allahü teâlâ buyurdu ki: “Yâ Îsâ! Ben istenilen maideyi istenilen şekilde semâdan indirmeye mutlak kâdirim, elbette indiririm. Lâkin maide geldikten sonra nîmete nankörlük ve küfreden olursa, böylelerine âlemde hiç bir kimsenin görmediği azâbı ederim.”
Bundan sonra, insanların gözleri önünde, duman gibi hafif iki bulut arasından kırmızı bir sofra indi. Îsâ aleyhisselâm ağlıyor, bir taraftan da; “Ey Allah'ım! Beni şükredenlerden eyle. Yâ Rabbî! Onu rahmet kıl! Ceza ve azâb kılma” diye yalvarıyordu.
Sofra indiğinde orada bulunan herkes sanki hayretten donakalmıştı. Bereketli sofranın güzel kokusu hazır olanların üzerine misk ve amber gibi yayılıverdi. Sonra Îsâ aleyhisselâm abdestini tazeleyip namaz kıldı. Ümmeti hakkında, bu nîmetlere şükretmemeleri hâlinde çok büyük cezâya uğrayacaklarını düşünerek endişeleniyor ve bu sebeple ağlayıp, sızlıyordu. Daha sonra; “Bismillah hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın ismi ile diyerek sofranın üstünde bulunan örtüyü kaldırdı. Örtü kaldırılınca, sofranın üzerinde, kendi yağıyla kızarmış ve kebap olmuş bir balık gördüler. Balığın üstünde pul, içinde kılçık yoktu. Baş tarafında tuz ve kuyruk kısmında ise bir kase içinde sirke ve etrâfında çeşit çeşit sebze (yeşillik) bulunuyordu. Ayrıca sofrada ayrı ayrı konmuş beş adet ekmek (çörek) vardı. Ekmeklerden birinin üzerinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde yağ, dördüncüsünde peynir ve beşincinin üzerinde de kurumuş et (pastırma) vardı.
Havârîlerin reîsi olan Şem’ûn, Hazret-i Îsâ'ya “Yâ Rûhallah! Bu yemek dünyâ mı yoksa âhıret yiyeceklerinden midir?” diye suâl etti. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Hiç birinden değil. Allahü teâlânın, kudretiyle şimdi yarattığı yemektir. Yeyin ve Allahü teâlânın nîmetlerine şükredin” buyurdu.
Havârîler; “Ey Allah'ın peygamberi! Bu mûcize içinde bir mûcize daha gösterir misiniz?” deyince; Hazret-i Îsâ; “Ey balık! Kâinatın Rabbinin izni ile diril!” buyurdu. Sofradaki balık o anda canlandı. Üzerinde pullar peydâ oldu ve hareket etti. Havârîler endişeye kapıldılar. Îsâ aleyhisselâm onların, mûcize üzerine mûcize istemelerini hoş karşılamadı. Sonra; “Korkarım ki, azâb olunursunuz” dedi. Ardından da; “Ey balık! Hak teâlânın izni ile eski hâline dön” buyurdu. Balık hemen eski kızarmış hâlini aldı.
Orada bulunanlar, Hazret-i Îsâ'ya; “Yâ Rûhallah! önce siz yeyin” dediler. O ise; “Hayır kim istediyse onlar yesin” buyurdu. Havârîlerde bir korku meydana geldi. Îsâ aleyhisselâm fakir, hasta, cüzzamlı, abraş ve sakatları çağırıp; “Allahü teâlânın ihsân ettiği bu rızıktan yeyin! Sizin için âfiyet, başkaları için belâdır” buyurdu. Bunlardan erkek ve kadın binüçyüz kişi yedi. Hepsi doydu. Bereketinden, herkes yeyip doyduğu hâlde balık olduğu gibi kalmış, sofrada bir eksilme olmamıştı. İnsanların gözleri önünde bu bereket sofrası tekrar göğe çekildi. Sofranın bereketiyle hastalar şifâ bulup, fakirler zengin oldu. Üstelik; bunlar ömürleri boyunca hastalık ve yoksulluk da görmediler. Sofradan yemeyenler bu hâli görünce üzülüp, pişman oldular.
Sofranın inmesinin keyfiyeti, nasıl olduğu husûsunda şöyle bir rivâyet de zikredilmiştir: Îsâ aleyhisselâm havârîlerine, otuz gün oruç tutmalarını emretmişti. Onlar sözünü tutup orucu tamamladıklarında, Îsâ aleyhisselâmdan, gökten üzerlerine bir sofra indirilmesini, ondan yemelerini, oruçlarının Allahü teâlâ tarafından kabûl edilip, istediklerini kabûl buyurduğuna dâir kalblerinde itminan ve rahatlık hâsıl olmasını, orucu bitirip yedikleri günün; bu vesile ile onlara bir bayram, zengin ve fakirleri, evvelleri ve âhirleri için yeterli olmasını ricâ ettiler. Îsâ aleyhisselâm böyle bir istekte bulundukları için onlara nasîhat eyledi ve şükrünü yerine getiremeyeceklerinden, şartlarını gözetemeyeceklerinden korktuğunu söyledi ve onları bundan men etmeye çalıştı.
Onlar bu isteklerinden vaz geçmeyince, seccadesi üzerinde durdu. Onlar da arkasında saf oldular. Îsâ aleyhisselâm başını önüne eğdi ve gözyaşlarını iplik iplik akıtmaya, Allahü teâlâya isteklerini kabûl buyurması için yalvarıp, yakarmaya başladı. O daha duâsını bitirmemişken, bütün insanların gözü önünde Allahü teâlânın kudretiyle gökten sofra indi. Sofrayı iki sarıklı kimse taşıyor, ağır ağır insanlara yaklaşıyordu. Yaklaştıkça, Îsâ aleyhisselâm, Rabbine duâ edip, bunun rahmet olmasını, azâb olmamasını, bereket ve selâmet olmasını diliyor, böyle duâ ediyordu. Sofra yaklaştı, yaklaştı, nihâyet Îsâ aleyhisselâmın önüne gelip durdu. Sofra bir örtü ile örtülü idi. Îsâ aleyhisselâm kalkıp; “Bismillâhi hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın adıyla deyip, örtüyü kaldırdı. Bir de ne görsünler, üzerinde yedi balık ve yedi pide var. Ayrıca sirke, nar ve başka meyveler de vardı diyenler de olmuştur. Balıklar ve pideler taze pişmiş, kızarmış olup, cidden çok hoş kokuyorlardı. Allahü teâlâ onlara; “Ol” demiş ve hemen oluvermişlerdi.
Sofra, gün aşırı inmeye başladı. Tıpkı Sâlih aleyhisselâmın devesinin sütünü gün aşırı içtikleri gibi. Sofranın gökten inmesi kesilmeyip, kırk gün devam etti. Yalnız kuşluk vakitlerinde ve gün aşırı olarak indi. Erkek-kadın, fakir-zengin, küçük-büyük, köle-hür kim varsa hepsi toplanıp yediler. Kuşluk vaktinde inen, öğleyin göke çekilen sofranın bu hâlini insanlar seyrederlerdi. Hattâ göke doğru yükselirken gölgesi yere düşerdi.
Bundan sonra; “Soframı ve rızkımı fakirlere ve hastalara mahsus kıldım. Sağlamlar ve zenginler yemesin” diye vahiy geldi. Bu hâl bâzı kimselere pek ağır geldi. Görünüş îtibâriyle zengin ve sağlam, fakat kalbi bozuk ve hasta olanlar; bu ilâhî ihsânı hafife alarak ileri geri konuşmaya başladılar. Üstelik; “Siz bu sofrayı gerçekten hak nesne mi zannedersiniz?” diyerek alay ettiler. Netîcede böyle yaramaz söz söyleyenlerin hepsi bir gece içinde domuz sûretine dönüştüler. Otuz veya üçyüzotuz kişi olduğu bildirilen bu kişiler, böylece Hak teâlânın bildirdiği azâba uğradılar.
İnsanlar bunları görüp korktular ve Hazret-i Îsâ'ya sığındılar. Domuz hâlini almış olanlar da Hazret-i Îsâ'yı gördükleri zaman derman dilerler, etrâfında dolaşarak bunu ifâde edici hareketler yaparlardı. Hazret-i Îsâ bunlardan her birine ismi ile hitâb ettiği zaman, başlarıyla işâret edip, ağlarlar, fakat konuşamazlar ve bir şey söyleyemezlerdi. Netîcede bunlar üç gün sonra helâk olup gittiler. Leşlerini bile hiç kimse görmedi.
Bu sofrada bulunan yiyeceklerin neler olduğu, kimlerin nasıl yedikleri, sofranın ebadı, kaç gün indiği ve sofrada bulunan nîmetlere nankörlük edip alaya ve hafife almakla domuz şekline girenlerin adedi hakkında İslâm âlimlerinden başka rivâyetler de gelmiştir.
Mâide hâdisesi Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olup, Mâide sûresinin 112-115. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hani bir vakit, havârîler; “Ey Meryem oğlu Îsâ! (Allahü teâlâya duâ etsen, duâna icâbet edip) Rabbin bize gökten (içinde taam, yemek bulunan) sofra gönderir mi? demişlerdi de o; Eğer siz mü’min iseniz (Allahü teâlânın kudretine ve benim peygamberliğime hakîkaten inanmış kimseler iseniz) bu gibi şeyleri istemekten sakının demişti. Havârîler de şöyle söylemişlerdi: (Gerçi Hak teâlânın kudretinin tam olduğunda şüphemiz yoktur.) Lâkin, isteriz ki, ondan (o bildirdiğimiz şekilde gelecek olan sofradaki yemeklerden bereketlenmek için) yiyelim. (O'nun kudretinin kâmil olduğunu böyle gözümüzle görerek) kalblerimiz mutmain otsun. Senin bize hakîkaten doğru söylediğini bilelim (ve sen sıdk ile Hak teâlâdan ne istersen onu vereceğini bilmiş olalım.) Böylece bu mûcizelere, yakînen görerek şâhidlik edenlerden olalım.
Bunun üzerine Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle yalvardı: “Yâ ilâhî! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, onun inme vakti (günü) bizim hem evvelimiz, hem de sonra gelenlerimiz için bir bayram ve senden (kudretinin kemâline ve benim peygamberliğimin hak olduğuna) bir âyet (bir mûcize) olsun. Bizi hayırlı rızıkla rızıklandır. (Bize o sofrayı gönder ve ona şükretmeyi de nasîb ve kolay eyle.) Çünkü sen rızık verenlerin en hayırlısısın. (Rızkın yaratıcısı ve hiç bir niyet, karşılık istemeden karşılıksız olarak herkesin rızkını vericisin.)
(Hazret-i Îsâ'nın bu duâsı üzerine) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Şüphesiz ki ben o sofrayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden kim nankörlük ederse, (küfre dönerse) muhakkak ki, ben ona, öyle bir azâbla azâb ederim ki, zamanlarında, âlemde hiç kimseye öyle azâb etmem.”
Tefsîr-i Hazin’de bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde bildiriliyor ki: Havârîlerin bu sözleri mecazdır. Buradaki mânâ zâhire göre değildir. Havârîlerin, Hak teâlânın kudreti hakkında şüphe ettiklerini düşünmek, sözlerinden böyle mânâ çıkarmak doğru değildir. Onların bu sözleri, bir kimsenin, arkadaşına; Benimle beraber kalkabilir misin? demesi gibidir. Halbuki, bu kimse, bunu söylerken arkadaşının kalkmaya gücünün yettiğini, hemen kalkabileceğini bilmektedir. Yâni arkadaşına böyle söylemekle; Benimle beraber kalkman sana kolay olur mu? Sence bir mahzuru var mı? demek istemektedir. Havârîlerin sözlerinde de böyle mânâ vardır. Çünkü havârîler, Allahü teâlâya, O'nun kudretinin kemâline ve her şeye kâdir olduğuna inanıyor, tasdik ediyor ve bunu îtirâf ediyorlardı. Bu şekilde bir talebde bulunmaları, inanmamaları sebebiyle değil, bizzat görerek bilmek ve böylece kalblerindeki itminanın artması için idi.
Nitekim İbrâhim aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî! ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster.” demesi de böyledir. İbrâhim aleyhisselâmAllahü teâlânın ölüleri dirilttiğini, buna mutlak kâdir olduğunu elbette biliyordu. O, bizzat görerek anlamak ve bilmek istedi. Zirâ, duyularak, öğrenilerek, başkalarının bildirmesi ile öğrenilen bilgilere şek ve şüphe karışabildiği hâlde; görerek,müşâhede ederek elde edilen bilgiye şek ve şüphenin karışması ihtimâli yoktur. Bu sebeple; “Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster” dedi. Aynı sebepten dolayı havârîler de; “Kalblerimiz mutmain olsun” dediler. Şüphesiz ki bu büyük mûcizeyi görmek kalbdeki itminanı elbette arttırır. Onlar da bunun için böyle söylediler.
Onların böyle bir mûcize talebinde bulunmalarına karşı, Îsâ aleyhisselâm“Eğer mü’min iseniz Allah'tan korkun!” dedi. Burada iki husûs vardır.
1- Hazret-i Îsâ, havârîlere; “Mûcizeyi tâyin ederek istemekte Allahü teâlâdan korkun” buyurdu. Bunda kendi arzu ve isteğine göre hareket etmek düşüncesi olabileceğini haber verdi. Rabbi hakkında, kuldan böyle bir şeyin meydana gelmesi ise büyük cüret ve cürüm yâni suçtur.
Ayrıca, daha bir çok mûcizeler görülmüş iken, tekrar bir mûcize daha taleb etmek, üstelik bu mûcizeyi kendileri tâyin etmek de büyük bir cürümdür.
2- Îsâ aleyhisselâm“Eğer mü’min iseniz Allah'tan korkun!” demekle, onlara, isteklerinin meydana gelmesine vesile olması için takvâyı emretti.
Nitekim Talak sûresi, 2. âyet-i kerîmesinin sonunda; “...Kim ki, Allahü teâlâdan korkup, yasak ettiklerinden sakınırsa, Allahü teâlâ ona dünyâ ve âhıret mihnet ve sıkıntılarından bir çıkış yeri, kurtuluş ihsân eder ve ona hatırına hayâline gelmeyen, hiç ummadığı yerden rızık ihsân eder...” buyruldu. Bâzı âlimler bu husûsta şöyle söylemişlerdir: Îsâ aleyhisselâm“Eğer mü’min iseniz Allah’dan korkun!” demekle; “Eğer Allahü teâlânın sofra indirmeye kâdir olduğuna inanıyorsanız, Allahü teâlâdan korkunuz. Bu takvânız (korkunuz) matlûbunuzun, maksadınızın husulüne, meydana gelmesine vesile olsun” demek istemiştir.
İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Cerir'in (rahmetullahi aleyhima) senetleri ile Ammâr bin Yasir'den, onun da Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Sofra gökten inerdi, üzerinde ekmek ve et bulunurdu. Yiyenlere, hıyânet etmemeleri, alıp saklamamaları ve ertesi gün için ayırmamaları emir olundu. Onlar dinlemeyip, hıyânet ettiler, aldılar, sakladılar. Bunun üzerine maymun ve domuz hâline döndürüldüler” buyruldu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget