Zühd
Zühd, şüpheli olmak korkusuyla mubahların fazlasından sakınmak, ihtiyatlı davranmak, dünyâya düşkün olmamak demektir. Âhıret yolcularının şerefli makâmlarından biridir. İlim, hâl ve amelden meydana gelir. Zühd; dünyâda kalb ve beden rahatının, âhırette ise seâdet ve nîmetlere kavuşmanın sebebidir.
Yahyâ bin Mu'âz (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Zühd, dünyâ zînetini terk etmektir. Zirâ Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Dünyâya düşkün olmak bütün hatâların başıdır. Dünyâdan kendini sakınan kimseler, zahid olanlardır” buyurmuştur.
İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi aleyh), zühdün; farz, selâmet ve fazîlet olmak üzere üç derecesinin bulunduğunu bildirip, bu dereceleri şöyle izâh etti: “Farz olan zühd, haramlardan sakınmak. Selâmet olan zühd, şüphelileri terketmek. Fazîlet olan zühd ise, helâl olanlardan yetecek miktarı alıp, bir çoğunu terketmektir.”
Cömertlik göstermek veya âhıreti istemekten başka bir sebeple dünyâyı terk eden kimseye zahid denemez. Zühd, ancak haramlar ve şüphelilerde olur. Helâl, Allahü teâlânın emriyle mubah kılınmış olduğu içindir ki, ondan zühde varmak yâni helâlden yüz çevirmek câiz değildir. Ancak, zühd sâhibi, helâller, mubahlar dairesini daraltabilir ve hareketlerini farz ve sünnetlerle sınırlandırabilir. Yoksa zühd, malı, kazancı ve mubah olan şeyleri büsbütün terketmek demek değildir. Asıl zühd, bütün bu mâlî ve mübah şeylere sâhip olduğu hâlde, kalbinde onlara karşı muhabbet beslememek, bunlara düşkün olmamak demektir. Nitekim Hazret-i Ömer, yeryüzündeki malları elinde tuttuğu hâlde, kalbinde bu mallarla ilgili hiç bir düşünceye, yer vermezdi. Onlardan tamâmen yüz çevirmişti.
Zühd, Hâk teâlâdan başka her şeyden tamâmen yüz çevirmek olduğuna göre, bu, ancak bunlardan daha sevgili olana yönelmekle mümkün olur. Yoksa daha kuvvetli bir sevgi bulmadan, kimse evvelki meyl ve muhabbetini terkedemez. İmâm-ı Şibli'ye (rahmetullahi aleyh) zühdden sorduklarında; “Allahü teâlâ hariç, her şeye sırt çevirmektir” buyurmuştur. Ebû Süleymân-ı Darani de (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Zühd bir çok şekillerde olur. Bize göre zühd, insanı Allahü teâlâdan alıkoyan her şeyi terketmektir.”
Allahü teâlâ, bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyden daha sevgili olduğu için, Allahü teâlâdan başka her şeyi bir tarafa bırakıp, yalnız Allahü teâlâyı seven kimse, mutlak sûrette zahiddir. Kişinin Allahü teâlâya karşı olan sevgisi de, O'nun emirlerine uyup, uymadığından anlaşılır. Her ne kadar müslümana amelleri karşılığında Cennet nîmetleri verilecekse de, asıl olan, bütün amelleri Allahü teâlâ için yapmaktır.
Yalnız dünyâ zevklerini terk edip, âhıret zevklerinden vazgeçmeyen de zahiddir. Fakat yukarıdaki durum elbette daha kıymetlidir. Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: “Haramı terk, herkesin zühdüdür. Seçkin kulların zühdü, mubahların fazlalarından kaçınmaktır. İrfan ehlinin yâni âriflerin zühdü de, kalbi, Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl olmaktan sakındırmaktır.”
Büyüklerden birine; “Bize ne oluyor ki, ölümü istemiyoruz ve ondan hoşlanmıyoruz. Halbuki o bize mutlaka gelecektir” dediklerinde, o zât buyurdu ki: “Siz ölüme hazırlanmadınız. Dünyânızı ma’mûr etmeye baktınız. Dolayısıyla, âhıretinizi harâb ettiniz. Elbetteki ma’mûr olan yerden harâb olan yere gitmek istemezsiniz. Ama isteseniz de, istemeseniz de, ölüm bir gün mutlaka gelecek, sonsuz olan âhıret yolculuğuna başlayacaksınız.” Hakikat bu kadar açık bir şekilde ortada iken, hâlâ dünyâya düşkün olanlara ne kadar şaşılır.
Dünyâ sevgisi insanı iki cihânda helâke, ondan yüz çevirmek ise saâdete götürür.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kendisine susmak ve zühd verilen bir kimseyi gördüğünüz vakit, ona yaklaşın. Zirâ o, hikmet telkin eder” buyurmuştur. Allahü teâlâ da Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Her kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir” buyurmuştur. (Bakara sûresi: 269) İslâm âlimleri bu Hadîs-i şerîf ve âyet-i kerîmeyi; “Kırk gün dünyâdan yüz çeviren zahidin kalbine, Allahü teâlâ nehirler gibi hikmet akıtır ve diline hikmetli sözler söyletir” şeklinde tefsîr etmişlerdir.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlânın seni sevmesini istiyorsan, dünyâda zahid ol” buyurdu. Hârise (radıyallahü anh), Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ben hak mü’minim” dediği zaman; “Bunun alâmeti nedir?” buyurdu. Hârise (radıyallahü anh), cevâbında; “Nefsim öyle zahiddir ki, altın ve taş bana göre aynıdır. Sanki Cennet’e ve Cehennem’e bakıyorum” dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İyi muhâfaza et, lâzım olanı bulmuşsun” deyip, sonra; “Bu, kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı bir kuldur” buyurdu.
Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) biri şöyle anlatır: Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) “İnsanların hayırlısı kimdir?” diye suâl ettik. “Kalbi mahmûm, dili doğru olan kimsedir” buyurdu. Biz; “Kalbi mahmûm ne demektir?” dedik. “Takvâ sâhibi olan, gıll ü gışşı, kin ve çekememezliği bulunmayan temiz kalbdir” buyurdu. Bunun üzerine biz tekrar; “Bundan daha hayırlı olan kimdir?” diye sorduk. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Dünyâyı kötüleyip, âhıreti sevendir” buyurdular ki, bu da ancak zühd sâhibinde bulunur.
Sahâbeden bâzısı, Tabiînden olanlara; “Sizin ibâdetiniz sahâbenin ibâdetinden çoktur. Fakat onlar, sizden daha üstündür. Çünkü dünyâda sizden daha zahid idiler” dediler. Ömer (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Dünyâda zühd, hem kalb, hem beden rahatlığıdır.” İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh); “Zahidin iki rekat namazı, zahid olmayanların ömrünün sonuna kadar olan ibâdetlerinden fazîletlidir” ve Sehl-i Tüsterî de; “Amelin ihlâsla olması, dört şeyden korkmadığın zaman mümkündür; Açlıktan, susuzluktan, fakirlikten ve hakîrlikten” buyurmuştur.
Rivayete göre, İslâm fütûhâtı genişleyip İslâmiyet etrâfa yayıldığı ve hazîne, ganîmet malları ile dolup taştığı vakit, Hazret-i Ömer'in kızı Hafsa (radıyallahü anhâ) babasına; “Etrâftan ziyâretçilerin geldiğinde, kıymetli ve ince kumaşlar giy, emret de güzel yemekler yaptır. Sen de ye, misâfirlerine de yedir” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer şöyle buyurdu: “Ey Hafsa! Hiç kimse kocanın hâlini hanımından daha iyi bilemez. Sen, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zevcesi olduğun için, O'nun hâlini herkesten iyi bilirsin. Bu kadar yıl kavmi arasında bulundu. Hiç bir vakit hem akşam, hem sabah karnı doydu mu? Akşam buldu ise sabah, sabah buldu ise akşam bulamadı. Öyle değil mi? Yine Allah aşkına soruyorum: Hayber fethedilinceye kadar Resûl-i ekrem ve O'nun Ehl-i beyti hurma yiyip doydular mı? Yine Allahü teâlâ adına sana sorarım, hatırlar mısın ki, Resûl-i ekreme yüksek bir sofra getirdiğimiz vakit, üzülmüş, rengi değişmişti. Sonra da o sofranın kaldırılıp, yemeğin daha alçak bir şey üzerine veya yere konulmasını emretmemiş miydi? Yine sana yemîn verdiririm. Resûl-i ekrem, geceleri bir aba üzerinde yatarken, bir gece bu aba dört kat yapıldığı vakit sabaha kadar uyanamayıp; “Beni gece ibâdetimden alıkoydunuz, bunları ikiye indirin” demedi mi? Yine sana yemînle sorarım. Resûl-i ekrem sırtındaki elbiseyi yıkamak için çıkardığı sırada, Bilâl (radıyallahü anh) gelip de “Namaz” diye seslendiği vakit, giyecek başka elbisesi olmadığı için kuruyuncaya kadar o elbiseyi beklediğini bilmez misin? Yine yemînle sorarım. Zafer kabîlesinden bir kadın, Resûl-i ekreme, iki parça olan bir elbise hazırlamıştı. Bunlardan birinin dikilmesi henüz tamamlanmadığı için elbisenin yalnız bir kısmını önce gönderince, Resûl-i ekremin sade ona bürünerek namaz kıldırdığını ve başka giyeceği olmadığı için onu omuzlarına bağladığını bilmiyor musun?” Hazret-i Ömer'in bu sözlerinden sonra, Hafsa (radıyallahü anhâ) onu tasdik etti ve her ikisi de kendilerinden geçinceye kadar ağladılar.
Îsâ aleyhisselâm zühd sâhibi olmakta pek ileri idi. Bir gün Îsâ aleyhisselâm, başının altına yastık yerine bir taş koyup yatarken, canı uyumak istedi. O anda iblis yanına gelerek; “Ey Îsâ! Sen dünyâ malından bir şey istemediğini söylemez miydin? Şimdi başının altındaki taş dünyâ malı değil midir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm, bunu işitince, kalktı ve o taşı tuttuğu gibi iblisin üzerine fırlattı, sonra; “Ey mel’ûn! Dünyâ ile birlikte bu da senin olsun, al!” buyurdu.
Mu'temir bir Süleymân şöyle anlattı: “Îsâ aleyhisselâm,bir gün eshâbının yanına geldi. Üzerinde yünden cübbe, elbise ve iç çamaşırı vardı. Yalın ayak idi. Ağlıyordu. Saçı taranmamış, açlıktan yüzünün rengi sararmış, harâretten dudakları kurumuş bir hâlde idi. Eshâbına şöyle dedi: “Esselâmü aleyküm ey İsrâiloğulları! Ben, Allahü teâlânın izni ile dünyânın değerini düşürür, ona lâyık muâmele edilmesini söylerim. Bunu kendimi beğenmek ve öğünmek için söylemiyorum. Benim evim nerededir bilir misiniz?” Onlar da; “Evin nerededir?” diye sorduklarında, o; “Evim, mescidlerdir. Esansım, sudur. Katığım, açlıktır,Kandilim, geceleyin parlayan aydır. Kışın, ateşim güneştir. Çiçek bahçem, sebzelikler, yeşilliklerdir. Elbisem yün, şiarım izzet sâhibi olan Rabbimden korkmak, sohbet arkadaşlarım sakatlar ve fakirlerdir. Sabahleyin kalktığımda bir şeyim yoktur. Akşam olduğunda yine bir şeyim olmaz. Gönlüm rahat, kaygusuzum. O hâlde benden zengin ve mes’ûd kim vardır” buyurdu.
İbn-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Îsâ aleyhisselâm, havârîlerine buyurdu ki: “Arpa ekmeği yiyin. Saf su için ve dünyâdan salim ve emîn olarak çıkın. Size kendisinden bahsettiğim Allahü teâlâ hakkı için şöyle derim: Muhakkak ki dünyânın tatlısı, âhıret için acıdır. Dünyâ acılığı da âhıret için iyidir. Allahü teâlâ kullarını dünyâya sırf dünyâ nîmetlerine kavuşmak, nîmetlerle rahatlamak için göndermedi. Sizin en kötünüz, nefsinin arzu ve isteklerini ilmine tercih eden âlimlerdir. Onlar bütün insanların kendileri gibi olmasını severler.”
Şöyle anlatılır: Merv şehrinin kadısının bir kızı vardı. Merv şehrinin eşrâf ve ileri gelenleri, bu kızı istediler. Kâdı, meşveret edilecek kişilerle meşveret etti. Kadının bir hıristiyan komşusu vardı. Bir de onunla meşveret edeyim. Başka dindendir ama, görünüşte komşumuzdur deyip, onu çağırdı. Onunla meşveret etti. Hıristiyan komşu, kadıya; “Ey kadı! Bu işte, bizim, bizden öncekilerimizin sünneti, yâni yolları, âdetleri vardır. Sizin yâni sizden öncekilerin de âdeti, sünneti vardır. Zamanımızın insanlarının da âdetleri vardır. Şimdi sen serbestsin. Hangisini istersen seç” dedi. Kadı ona; “Üç yolu da açıkla?” dedi. Bunun üzerine şöyle anlattı: “Bizden öncekilerin yolu; asîl, soylu birisini bulup kızını ona verirlerdi. Sizden öncekilerin sünneti, âdeti; takvâ sâhibine vermekti. Zamanımızdakilerin âdeti ise, zenginleri tercih etmektir. İyi soya, asalete ve kuvvetli dîne îtibâr etmezler. Sen hangisini seçiyorsun?” Kadı; “Ben bizden öncekilerin sünneti ile amel eder ve takvâ sâhibini tercih ederim” dedi. Sonra düşündü. Merv şehrinde kendi kölesinden daha münasibini bulamadı. Kölesi, Mübârek isminde, müttekî ve dindar bir kimse idi. Kızını ona verdi.
Kölesi, kırk gün kızın yanına gitmedi. Bu durumdan kızın annesinin haberi olunca, efendisine yâni kadıya şikayet edip; “Böyle sâliha bir kızı, kölene verdin de, henüz yüzüne bile bakmadı. Senin bu yaptığın nedir?” dedi. Kadı, kölesi Mübârek'e; “Ey Mübârek! Sen benim çocuğuma naz mı ediyorsun da, yanına gitmiyorsun” dedi. Mübârek cevap olarak; “Ey müslümanların kadısı! Ben sizin kerîmenize nasıl naz ederim de yaklaşmam. Ama siz kadı olduğunuz için, korktum ki, bu kız sizin evinizde iken şüpheli bir şey yemiştir. Ben ise, lokmalarda çok dikkat ediyorum ve ona helâl yemek yediriyorum. Vücûdunun kanının tamâmen temiz olmasını istiyorum” dedi. Kırk gün tamam olunca, hanımının yanına yaklaştı. O, lokmalarında bu kadar ihtiyatlı olunca, Allahü teâlâ ona, Abdullah isminde bir evlat ihsân etti. İşte bu çocuk, büyüyünce pek büyük bir âlim olan Abdullah bin Mübârek hazretleri idi.
Yine şöyle anlatılır: Şah Şücâ’ Kirmânî’nin bir kızı vardı. Kirman vâlileri ona talip idi. Şah onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip; “Ey genç! Evli misin?” diye sordu. Genç; “Hayır” deyince ona; “Kur'ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç dirhemden başka hiç bir şeyim yok” dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al” dedi. Şah Şücâ’ kızını o genç ile evlendirdi. Kızı o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek parçası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca, genç; “Senin nasîbindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım?” dedi. Şâh’ın kızı babasının evine doğru gitmeye başlayınca, genç; “Ah! Ben, Şâh’ın kızının benim yanımda durmayacağını bilmiştim” dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum, îmânının zayıflığından dolayı gidiyorum. Sen, akşamdan sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama çok şaşıyorum. Çünkü o, bunca senedir bana; “Seni takvâ ve zühd sâhibi birine vereceğim” derdi. Bu gün öyle birine verdi ki, Rabbine itimat etmiyor. Bu evde ya ben kalırım, ya bu ekmek. Sen karar ver” dedi. Genç ekmeği bir fakire verdi. Şâh’ın kızı geri döndü ve onunla mes’ûd olarak yaşadı. İşte Allahü teâlânın velî kulları bu derece zühd sâhibi idiler.