Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Ertesi gün müşrikler, aynı yerde toplanmışlardı. Peygamber efendimizin aleyhinde atıp tutmaya başladılar. O sırada Resûlullah efendimiz orayı teşrîf etti. Müşrikler, hemen Allahü teâlânın Habîbinin üzerine saldırdılar. İçlerinde en bedbaht olanlardan Ukbe bin Mu'ayt, sevgili Peygamberimizin mübârek yakasına yapıştı. Mübârek boynunu nefes alamayacak kadar sıktı. O anda oraya gelen hazret-i Ebû Bekr; “Rabbim Allah’dır diyen bir kimseyi öldürecek misiniz? Size Rabb-il-âleminden âyet getirdi...” diye bağırarak, Resûlullah'ı korumak için aralarına daldı. Müşrikler, Habîbullah'ı bırakıp, Ebû Bekr-i Sıddîk'a (radıyallahü anh) saldırdılar. Mübârek başına yumruk ve tekme vuruyorlardı. Utbe bin Rebîa denilen bedbaht, hazret-i Ebû Bekr'in mübârek yüzüne ayakkabılarıyla vurdu ve kan içinde bıraktı. Tanınmayacak hâle getirdi. Teymoğulları yetişip ayırmasaydılar, öldürünceye kadar döveceklerdi. Kabîlesinden olanlar, bitkin ve perişân bir hâle gelen hazret-i Ebû Bekr'i, bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp Kâbe'ye geldiler; “Eğer Ebû Bekr ölecek olursa, yemîn olsun ki, biz de Utbe'yi gebertiriz!” dediler, sonra hazret-i Ebû Bekr'in yanına gittiler.
Ebû Bekr (radıyallahü anh), uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Benî Teymliler, ayılması için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi. Gözlerini açar açmaz ezik bir sesle; “Resûlullah ne yapıyor? O, ne hâldedir? O'na da dil uzatmışlar, hakâret etmişlerdi” diyebildi. Annesi Ümm-ül-Hayr'a; “Sor bakalım, bir şey yer veya içer mi?” dediler. Ebû Bekr-i Sıddîk'ın (radıyallahü anh) hiç tâkâti yoktu. Bir şey yemek ve içmek de istemiyordu. Ev, tenhâlaşınca, annesi; “Ne yersin, ne içersin?” diye sorunca, gözlerini açtı ve “Resûlullah ne hâldedir, ne yapıyor?” dedi. Annesi; “Vallahi arkadaşın hakkında hiç bir bilgim yok!” diye cevap verdi. Ebû Bekr (radıyallahü anh) da; “Hattâb'ın kızı Ümmü Cemil'e git, Resûlullah'ı ondan sor!” dedi. Ümmü Cemil (radıyallahü anhâ) Hazret-i Ömer'in kız kardeşi olup, müslüman olmuştu. Annesi Ümm-ül-Hayr, kalkıp, Ümmü Cemil'in yanına gitti ve “Oğlum Ebû Bekr senden Muhammed aleyhisselâmı soruyor. Acabâ ne hâldedir?” dedi. Ümmü Cemil de; “Benim ne Muhammed aleyhisselâm ne de Ebû Bekr hakkında bir bilgim var! İstersen seninle birlikte gidelim?” dedi. Ümm-ül-Hayr; “Olur” deyince, kalktılar, hazret-i Ebû Bekr'in yanına geldiler. Ümmü Cemil, Ebû Bekr-i Sıddîk'ı (radıyallahü anh) böyle perişân bir vaziyette, yaralar ve bereler içinde görünce, kendisini tutamayarak çığlık kopardı ve; “Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak azgın ve taşkındır. Allahü teâlâdan dileğim, yaptıklarının karşılığını bulmalarıdır” dedi.
Hazret-i Ebû Bekr, Ümmü Cemil'e; “Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sordu. Ümmü Cemil, ona; “Burada annen var, söylediğimi işitir” deyince, hazret-i Ebû Bekr; “Ondan sana bir zarar gelmez, sırrını yaymaz” buyurdu. Ümmü Cemil; “Hayattadır, hâli iyidir” dedi. Tekrar; “Şimdi O nerededir?” diye sordu. Ümmü Cemil, “Erkam'ın evindedir” diye cevap verdi. Hazret-i Ebû Bekr; “Vallahi, Resûlullah'ı gidip görmedikçe, ne yemek yer, ne de bir şey içerim!” dedi. Annesi; “Sen, şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın!” dedi. Herkes uyuyup, ortalık tenhâlaşınca, hazret-i Ebû Bekr, annesine ve Ümmü Cemil'e dayanarak, yavaş yavaş Resûlullah'ın yanına vardı. Sarılıp öptü. Müslüman kardeşleriyle kucaklaştı. Ebû Bekr'in (radıyallahü anh) bu hâli, Peygamber efendimizi çok üzdü. Hazret-i Ebû Bekr; “Yâ Resûlallah! Babam-anam sana fedâ olsun! O azgın adamın, yüzümü gözümü yerlere sürtüp, beni bilinmez hâle getirmesinden başka bir üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyâya getiren annem Selma’dır. Ona duâ buyurmanızı istirhâm ediyorum. Umulur ki, Allahü teâlâ, senin hürmetine onu Cehennem ateşinden kurtarır” diye arzetti. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz, Selma’nın müslüman olması için Allahü teâlâya yalvardı. Resûlullah efendimizin duâsı kabûl olmuştu. Böylece Ümm-ül-Hayr da hidâyete kavuşup müslüman oldu ve ilk müslümanların arasında olmak şerefine kavuştu.
Peygamber efendimizin evi, Ebû Leheb ile Ukbe bin Mu'ayt denilen iki azılı müşrikin evleri arasında idi. Bunlar her fırsatta sevgili Peygamberimize eziyet etmeye çalışırlardı. Hattâ geceleri hayvan işkembelerini Resûlullah efendimizin kapısının önüne atarlardı. Amcası Ebû Leheb, bununla yetinmez, komşusu Adiy'in evinden, O'na taş atarak eziyet ederdi. Karısı Ümmü Cemil ondan aşağı kalmaz, topladığı dikenli ağaç dallarını Resûlullah'ın mübârek ayaklarına batması için geçeceği yollara dökerdi. Ebû Leheb bir gün, getirdiği pisliği, Peygamber efendimizin kapısı önüne dökerken, hazret-i Hamza gördü. Hemen koşup kardeşi Ebû Leheb'i yakaladı ve getirdiği pisliği başına döktü.
Ebû Leheb ve karısının bu eziyetlerinden sonra, onlar hakkında; “Ebû Leheb'in elleri kurusun, zâten kurudu...” diye başlayan Tebbet sûresi nâzil oldu.
Ebû Leheb'in karısı Ümmü Cemil, kendileri hakkında sûre indiğini işitince, Peygamber efendimizi aramaya başladı. Kâbe'de olduğunu öğrenince, eline koca bir taş alıp oraya gitti. Hazret-i Ebû Bekr, o anda Peygamberimizin sohbetiyle şerefleniyordu. Ümmü Cemil'i elinde taş olduğu hâlde görünce; “Yâ Resûlallah! Ümmü Cemil geliyor. Çok şerli bir kadın, size zarar vermesinden korkuyorum. Bir köşeye çekilseydiniz de eziyete maruz kalmasaydınız” dedi. Resûlullah efendimiz“O beni göremez” buyurdu. Ümmü Cemil, hazret-i Ebû Bekr'in başına dikilip; “Ey Ebû Bekr! Çabuk söyle, o arkadaşın nerede! Beni ve kocamı hicvedip, kötülemiş. O şâirse ben de, kocam da şâiriz. İşte ben de O'nu hicvediyorum. Biz O'na isyân ediyor, peygamberliğini kabûl etmiyor ve dîninden de hoşlanmıyoruz. Yemîn ederim ki, eğer O'nu bir görseydim, şu taşı başına vuracaktım...” diyerek alçakça sözler söyledi. Ebû Bekr (radıyallahü anh); “Benim sâhibim şâir değildir ve seni hicvetmemiştir” buyurunca, Ümmü Cemil çekip gitti. Ebû Bekr (radıyallahü anh), Peygamber efendimize dönerek; “Yâ Resûlallah! O, sizi görmedi mi?” diye suâl edince; “Beni görmedi. Allahü teâlâ, onun gözünü, beni göremez hâle getirdi” buyurdu.
Peygamber efendimizin, mübârek kızlarından hazret-i Ümmü Gülsüm, Ebû Leheb'in oğlu Uteybe ile hazret-i Rukayye'de öteki oğlu Utbe ile nişânlı olup, henüz evlenmemişlerdi. Tebbet sûresi nâzil olunca, cehennemlik Ebû Leheb, karısı ve Kureyş'in ileri gelenleri, Utbe ve Uteybe'ye; “Onun kızlarını alıp, yükünü hafiflettiniz. Kızlarını boşayın ki, zahmete düşsün. Size Kureyş'ten istediğiniz kızı alalım” diye teklif ettiler. Onlar da; “Peki, boşadık” dediler. Uteybe denilen alçak, daha da ileri giderek, Peygamberimizin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem huzûr-u şerîfine gelip; “Ey Muhammed! Ben, seni ve dînini tanımıyorum. Kızını da boşadım. Artık ne sen beni sev, ne de ben seni! Ne sen bana gel, ne de ben sana gelirim!...” diye hakâret etti. Sonra, sevgili Peygamberimize saldırıp, mübârek yakasına yapıştı. Gömleğini yırttı ve hakârette bulundu. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz“Yâ Rabbî! Buna canavarlarından birini musallat et!” diye bedduâ buyurdular. Uteybe bedbahtı, babasına gidip olanları anlatınca, Ebû Leheb; “Muhammed'in, oğlum hakkındaki duâsından korkuyorum" dedi.
Bir kaç gün sonra Ebû Leheb, oğlu Uteybe’yi Şam'a ticâret için gönderdi. Kâfile Zerka denilen yerde yatmak üzere konaklamıştı. Bir aslan çevrede dolaşmaya başladı. Uteybe bu hâli görür görmez; "Eyvah! Yemîn ederim ki, Muhammed'in (aleyhisselâm) bedduâsı kabûl oldu. Bu aslan beni yiyecek! Kendisi Mekke'de olsa da benim kâtilimdir" dedi. Aslan biraz sonra kayboldu. Uteybe'yi, yüksekçe bir yere yatırdılar. Gece, aslan tekrar geldi. Kâfiledekileri birer birer koklayarak Uteybe'nin yanına vardı. Üzerine sıçrayıp karnını yardı, başını yakaladı ve feci bir şekilde ısırıp işini bitirdi. Uteybe can verirken; "Ben size, Muhammed, insanların en doğru sözlüsüdür, dememiş miydim?" diyerek feryâd ede, ede can verdi. Bir aslan tarafından oğlunun parçalandığını işiten Ebû Leheb; "Ben size, Muhammed'in, oğlum hakkındaki duâsından korkuyorum dememiş miydim?" diye ağladı. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) insanları ebedî saâdete çağırıyor, Allahü teâlânın varlığına, birliğine dâvet ederek, Cehennem’de yanmamaları için uğraşıyordu. Müşrikler ise; "Babalarımızın dîni budur" diyerek putperestliğe devam ediyorlardı. Peygamber efendimiz, onları insanca yaşamaya, haysiyetli ve şerefli olmaya, kıymetsizlikten kurtulup, yüksek ulvî makâmlara çıkarmaya dâvet ediyordu. Onlar ise inâdlarında diretiyorlardı. Ebû Leheb, hakâret ve eziyet edenlerin başında geliyordu. Resûlullah'ı devamlı tâkib ediyor, insanları, O'nu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerinde şüphe meydana getirmeye uğraşıyordu. Toplantı yerlerinde, panayırlarda, Resûlullah efendimiz“Ey insanlar! Lâ ilâhe illallah, deyiniz ki kurtulasınız" buyurdukça, o hemen arkasından yetişip; "Ey insanlar! Bu konuşan benim yeğenimdir. Sakın O'nun sözüne inanmayın. O'ndan uzak durun!" diyordu.
Muhammed aleyhisselâm bir gün Kâbe-i şerîfde namaz kılıyordu. Kureyş'in ileri gelenlerinden Ebû Cehl, Şeybe bin Rebîa, Utbe bin Rebîa, Ukbe bin Ebî Mu'ayt'ın bulunduğu yedi kişilik bir müşrik topluluğu, gelip Resûlullah'a yakın bir yere oturdular. O civarda bir gün önce kesilmiş bir devenin işkembesi ve artıkları vardı. Alçak Ebû Cehl, yanındakilere döndü ve "İçinizden kim, şu deve işkembesini alıp, Muhammed secdeye varınca iki omuzu arasına kor" diye, çirkin bir teklifte bulundu. Oradakilerin en zâlimi, en gaddarı, en merhametsizi, en bedbahtı olan Ukbe bin Mu’ayt; "Ben yaparım" diyerek hemen kalktı. İşkembeyi içindekilerle birlikte, secdede iken Peygamberimizin mübârek omuzlarına koydu. Bunu seyreden müşrikler, katıla katıla gülmeye başladılar. Peygamber efendimiz, secdesini uzatıyor, mübârek başını kaldırmıyordu. O sırada Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Mes’ûd (radıyallahü anh) vaziyeti gördü. O, bu hâdiseyi şöyle anlatmıştır: "Resûlullah'ı o hâlde görünce kan beynime sıçradı. Fakat, beni müşriklerin elinden koruyacak bir kavmim, kabîlem yoktu. Kimsesizdim, zayıftım. O anda konuşmaya bile gücüm yetmiyordu. Ayakta bekleyip duruyor, Resûlullah'ı büyük bir üzüntü içinde seyrediyordum. Ne olurdu, o zaman kendimi müşriklerden koruyabilecek bir gücüm veya koruyucum olsaydı da, Resûl aleyhisselâmın mübârek omuzuna koyduklarını kaldırıp atsaydım. Ben böyle beklerken, Resûlullah'ın kızı hazret-i Fâtıma’ya haber verdiler. O zaman Fâtıma (radıyallahü anhâ) küçüktü. Koşarak geldi, babasının üzerindekileri attı. Bunu yapanlara bedduâ etti, ağır sözler söyledi.
Resûlullah efendimiz, hiç bir şey olmamış gibi namazını tamamladıktan sonra üç defâ; “Allah'ım! Kureyş'ten şu topluluğu sana havâle ediyorum! Allah'ım! Ebû Cehl Amr bin Hişâm'ı sana havâle ediyorum! Allah'ım! Ukbe bin Rebîa'yı sana havâle ediyorum! Allah'ım! Şeybe bin Rebîa'yı sana havâle ediyorum! Allah'ım! Ukbe bin Mu'ayt'ı sana havâle ediyorum! Allah'ım! Ümeyye bin Halef’i sana havâle ediyorum! Allah'ım! Velîd bin Utbe'yi sana havâle ediyorum! Allah'ım! Umare bin Velîd'i sana havâle ediyorum!" buyurdu. Bu bedduâyı işiten müşrikler, gülmeyi bıraktılar. Korkmaya başladılar. Çünkü Beytullah'da yapılan duânın kabûl olunacağına inanıyorlardı. Resûlullah efendimiz, Ebû Cehl'e; “Vallahi sen, ya bundan vazgeçersin, veya Allahü teâlâ başına bir felaket indirecektir" buyurdu. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Resûlullah'ın isimlerini söylediği bu kimselerin herbirinin, Bedr muhârebesinde öldürülüp yerlere serildiklerini, sıcaktan kokmuş bir leş hâlinde Bedr çukuruna doldurulduklarını gördüm.
Bir gün Ebû Cehl, Beytullah'da, Kureyşli müşriklere; "Ey Kureyş topluluğu! Görüyorsunuz ki, Muhammed, dînimizi ayıplamak, putlarımıza ve ona tapan babalarımıza dil uzatmak, bizlere akılsız gözüyle bakmaktan geri durmuyor. Huzûrunuzda yemîn ederek söylüyorum ki, yarın kolay kolay taşıyamıyacağım bir taşı, buraya gelip namaz kılarken secdeye kapandığında, başına hızla vuracağım. O zaman siz beni, Abdülmuttalib oğullarına karşı ister koruyun, ister korumayın. Ben O’nu öldürdükten sonra, akrabâları bana istediğini yapsın..." dedi. Orada bulunan müşrikler; "Yemîn ederiz ki, biz seni hem koruruz, hem de hiç kimseye teslim etmeyiz. Yeter ki, sen O'nu öldür!" diye kışkırttılar. Sabahleyin Ebû Cehl, elinde kocaman bir taş olduğu hâlde Kâbe'ye geldi. Müşriklerin yanına oturup beklemeye başladı. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) her zamanki gibi Beytullah'a gelip namaz kılmaya başladı. Ebû Cehl yerinden kalkıp elindeki kocaman taşı vurmak üzere Resûlullah'a doğru yürüdü. Bütün müşrikler hâdiseyi heyecanla tâkib ediyorlardı. Ebû Cehl, Resûlullah'ın yanına yaklaşınca, birden titremeye başladı. Koca taş elinden yere düştü, benzi kül gibi olup, büyük bir korku ile geri çekildi. Müşrikler hayretle Ebû Cehl'in yanına varıp; "Ey Amr bin Hişâm! Söyle, ne oldu?" diye sordular. Ebû Cehl de; "Tam O'nu öldürmek için taşı kaldırdığımda, önüme hırçın bir deve çıktı. Yemîn ederim ki, ömrümde; öyle yüksek ayaklı, keskin dişli, heybetli bir deve ne gördüm ne de işittim. Eğer biraz daha yaklaşsaydım, muhakkak beni öldürürdü" dedi.
Yine bir gün Ebû Cehl, müşrikleri toplayıp; "Abdullah'ın yetimi, burada namaz kılar ve yüzünü toprağa sürer mi?" diye sordu. Onlar da; "Evet" dediler. Zâten bu sözü bekleyen Ebû Cehl; "Eğer O'nu öyle görürsem, başını ayağımla ezeceğim" dedi. Bir gün Peygamberlerin efendisi, Kâbe'de namaza durmuştu. Ebû Cehl de arkadaşları ile oturuyordu. Yerinden kalkarak, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme doğru yürüdü. İyice yaklaştı. Fakat birden bire eliyle yüzünü silerek kaçmaya başladı. Müşrikler yanına gidip; "Ne oldu, nedir bu hâlin?" dediler. Ebû Cehl; "Aramızda bir ateş kuyusu meydana geldi. Bâzı kimselerin üzerime hücûm ettiğini görünce, geri döndüm" diye cevap verdi.
Velîd bin Mugîre, Ebû Cehl, Amr bin Hişâm, Esved bin Muttalib, Ümeyye bin Halef, Esved bin Abdiyagves, Âs bin Vâil, Hâris bin Kays gibi müşriklerin ileri gelenleri, Resûlullah'ı gördükçe; "Bu da peygamber olduğunu ve yanına Cebrâil'in geldiğini sanır" diyerek alay ederlerdi. Bunun üzerine Habîb-i ekremin çok üzüldüğü bir gün, Cebrâil aleyhisselâm geldi ve bâzı âyet-i kerîmeler getirdi. Meâlen; "And olsun ki (ey Resûlüm) senden önce gönderilen peygamberlerle de istihzâ edildi. Onları, peygamberleri istihzâ edenleri, istihzâlarının karşılığı olarak belâ ve azâb çepeçevre kuşatıverdi." (En’âm sûresi: 10) “Muhakkak ki biz, seninle alay edenlere karşı kâfiyiz. Onlar, o kimselerdir ki, Allahü teâlâ ile beraber başka bir ilâh tanırlar. Onlar, yakında (başlarına gelecek âkıbeti) bileceklerdir. Gerçekten biliriz ki, onların sözlerine, (şirk koşmalarına, Kur'ân-ı kerîme dil uzatmalarına ve sana karşı alaylı söz söylemelerine) göğsün daralıyor, için sıkılıyor" buyruldu. (Hicr sûresi: 95-97)
Kâinatın sultânı, bir gün Kâbe-i müazzamayı tavâf ederken, Cebrâil aleyhisselâm geldi ve; "Ben onların (alay edenlerin) hakkından gelmek üzere emir aldım" dedi. Biraz sonra Velîd bin Mugîre önlerinden geçti. Cebrâil aleyhisselâm; "Bu geçen nasıl bir kimsedir?" diye sordu. Peygamber efendimiz de; “O, Allahü teâlânın en kötü kullarından biridir" buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm, Velîd'in bacağına işâret etti ve; "Hakkından geldim" dedi. Biraz sonra Âs bin Vâil geçiyordu. Onu da sorup aynı cevâbı alınca, karnına işâret etti ve; "Ona da haddini bildirdim" dedi. Esved bin Muttalib geçince, gözüne; Abdiyagves'i görünce, başına işâret etti. Hâris bin Kays geçerken de karnına işâret etti ve; "Yâ MuhammedAllahü teâlâ bunların şerrinden seni kurtardı. Yakında bunların her biri bir belâya uğrar" dedi. Bunlardan Âs bin Vâil'in ayağına diken battı. Ne kadar ilaç yaptılarsa da derdine çâre bulamadılar. Nihâyet ayağı deve boynu gibi şişip; "Muhammed'in Allah'ı beni öldürdü" diye feryâd ederek can verdi. Esved bin Muttalib'in gözleri kör oldu. Cebrâil aleyhisselâm, başını ağaca çarparak helâk etti. Esved bin Abdiyagves, Bâd-ı semûm denilen yerde iken, yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelince tanımadılar ve kapıdan kovdular. Kahrından başını evinin kapısına vura vura öldü. Hâris bin Kays da tuzlu balık yemişti. Harareti arttıkça arttı. Ne kadar su içtiyse kanmadı. Sonunda çatladı. Velîd bin Mugîre'nin de baldırına demir parçası battı. Yarası iyileşmedi, çok kan kaybetti ve; "Muhammed'in Allah'ı beni öldürdü" diye feryâd ederek can verdi. Böylece her biri yaptıklarının karşılığını görmüş oldu. Ayrıca müşriklerin, ebedî olarak Cehennem’de kalacakları, âyet-i kerîmelerle bildirildi.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bir gün Ebü'l-Âs'a rastladı. Yanından ayrıldıktan sonra Hakem, Resûlullah efendimizin arkasından alay ederek; ağzını, yüzünü ve vücûdunu oynattı. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Hakem’in yaptıklarını nübüvvet nûru ile gördü ve öyle kalması için duâ buyurunca, vücûdunu bir titreme aldı, ömrünün sonuna kadar öyle kaldı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Sevgili Peygamberimiz, bu dâvetlerden sonra nerede bir kimse veya topluluk görse, onlara İslâm’ı anlattı. Hakîkî kurtuluşun; nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve her türlü kötü işlerden uzaklaşmakla ve Allahü teâlâya îmân etmekle mümkün olacağını bildirdi. Nefislerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve azgınlıkta aşırı gidenler buna şiddetle karşı çıktılar. Bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler. O'na ve inananlara düşman oldular.
Müşrikler, önce alay ediyorlardı. Sonra baskı ve işkencelerini arttırmaya karar verdiler. Mü’minleri sindirmek, İslâm davasını söndürmek istiyorlardı. Bunların başlarında; Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Ebû Leheb, Ukbe bin Ebî Mu'ayt, Âs bin Vâil, Esved bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves, Velîd bin Mugîre… vardı.
Bir gün Utbe, Şeybe ve Ebû Cehil, Ebû Tâlib'e; “Sen bizim büyüğümüzsün. Biz, sana dâimâ saygı gösterir, hürmet ederiz. Şimdi kardeşin oğlu, yeni bir din kurdu. Putlarımıza sövüp bizi kâfirlikle itham ediyor. Kendisine nasîhat et. Bu işten vazgeçir. Şâyet vazgeçmezse, O'nun hakkından nasıl gelineceğini biz biliriz...” dediler. Ebû Tâlib, onları yatıştırarak geri gönderdi ve durumu Peygamberimiz üzülmesin diye, O'ndan sakladı. Müşrikler, bir müddet sonra tekrar toplanıp, Ebû Tâlib'e geldiler; “Bundan önce sana gelmiş, durumu bildirmiştik. Sözümüze iltifât etmedin. O, hâlâ putlarımızı kötülemeğe devam ediyor. Artık, tâkâtimiz kalmadı. Her ikinizle de kanımızın son damlasına kadar çarpışacağız. Mekke'de, ya O yahut da biz yok oluruz” dediler. Ebû Tâlib, onları yatıştırmaya çalıştı fakat inâdlarında ısrâr ettiler. Ebû Tâlib. Resûlullah efendimizin kırılmasını istemediği gibi kavmiyle aralarında herhangi bir düşmanlık çıkmasını da arzu etmiyordu. Peygamberimize gelip; “Ey Muhammed! Bütün kavim sana düşmanlıkta birleştiler ve bana şikâyete geldiler. Akrabâ arasında düşmanlık, iyi değildir. Onlar kendilerine kâfir dememeni ve bozuk yolda olduklarını söylemeyip kötülememeni isterler” dedi. Bunun üzerine Habîb-i ekrem efendimiz; “Ey amca! Şunu bil ki, güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler (her ne vâd ederlerse etsinler) ben aslâ bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Yâ, Allahü teâlâ bu dîni bütün cihâna yayar, vazifem biter veya bu yolda canımı fedâ ederim” buyurdu ve ayağa kalktı. Mübârek gözlen yaş ile dolmuştu. Resûlullah efendimizin üzüldüğünü gören Ebû Tâlib, söylediklerine pişman oldu ve O'nun boynuna sarılarak; “Ey kardeşimin oğlu! Yoluna devam et, istediğini yap. Ben hayatta oldukça seni himâye edip, koruyacağım” dedi.
Müşriklerin ileri gelenlerinden on kişi, Ebû Tâlib'in, hazret-i Muhammed'i himâye ettiğini anlayınca, Umâre bin Velîd'i de yanlarına alarak Ebû Tâlib'e gittiler. Ona; “Ey Ebû Tâlib! Bilirsin ki, bu Umâre, Mekke gençlerinin en yakışıklısı, en güçlüsü, en ahlâklısıdır. Ayrıca şâirdir. Onu sana verelim, kendi işlerinde kullan. Umâre'nin karşılığında bize Muhammed'i ver, öldürelim. Sana adam karşılığında adam! Daha ne istersin!” diyerek, kabûlü mümkün olmayan bir teklifte bulundular. Ebû Tâlib, bu söze son derece hiddetlendi ve “Siz, önce bana kendi oğullarınızı verin. Onları ben öldüreyim. Ondan sonra yeğenimi vereyim” deyince, müşrikler işin vahametini anlayıp; “Bizim çocuklarımız, O'nun yaptığını yapmıyor ki...” dediler. Ebû Tâlib; “Yemîn ederim ki, benim yeğenim sizin çocuklarınızın cümlesinden daha hayırlıdır. Demek, siz oğlunuzu bana verip besletecek, benim ciğerpâremi alıp öldüreceksiniz ha! Dişi deve bile yavrusundan başkasını özlemez ve esirgemez. Bu iş akıl ve mantıktan çok uzaktır. Artık iş çığırından çıkmıştır. Kim ciğerpârem Muhammed'in (aleyhisselâm) düşmanı ise, ben de onun düşmanıyım. Bunu böylece bilin ve elinizden ne gelirse yapın!” dedi. Müşrikler, hışımla yerlerinden kalkıp gittiler. Ebû Tâlib, hemen Hâşim oğullarını ve Abdülmuttalîb oğullarını topladı. Onlara durumu anlatıp, sevgili Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) yardım etmeye ikna etti. Resûlullah'ı öldürmeye kalkan kollar kırılacaktı. Bu konuda müşriklere karşı birleştiler. Sâdece Ebû Leheb katılmadı. Ebû Tâlib onlara; “Ey yiğitler! Yarın her biriniz kılıçlarınızı belinize takın ve benim ardımdan gelin” dedi. Ertesi günü Ebû Tâlib, Peygamber efendimizin evine gitti. Hep beraber Harem-i şerîfe doğru yürüdüler. Hâşim oğullarının yiğitleri onları tâkip ediyorlardı. Kâbe'ye varıp müşriklerin karşılarına geçtiler. Ebû Tâlib, müşriklere; “Ey Kureyş topluluğu! Kardeşimin oğlunu öldürmeye karar aldığınızı duydum. Bu arkamdaki gençlerin, elleri kılıçlarında, sabırsızlıkla bir işâretimi beklediklerini biliyor musunuz? Yemîn ederim ki, Muhammed'i öldürecek olursanız, hiç birinizi sağ bırakmam!...” dedikten sonra, sevgili Peygamberimizi öven şiirler söylemeye başladı. Başta Ebû Cehil olmak üzere, orada bulunan müşrikler dağıldılar.
Kureyş'in ileri gelen müşrikleri, artık, Peygamber efendimizi yalnız gördükleri zaman, üzerine saldırırlar, hakâret etmeye, hattâ dövmeye kalkışırlardı. Eshâbına da işkence yapmaktan geri durmazlardı. Bir gün Kureyş'in ileri gelen müşrikleri, Kâbe-i şerîfin yanında oturuyorlardı. Peygamber efendimizden bahsetmeye başladılar ve “O'na tahammül ettiğimiz gibi hiç bir şeye tahammül etmedik. Bize sefihsiniz der, ilâhlarımızı tahkir edip kötüler, dînimizi ayıplar, cemâatimizi birbirinden ayırır, yine de sabredip bir şey demeyiz” şeklinde konuşuyorlardı. O anda Habîb-i ekrem, Kâbe'yi ziyârete geldi. Hacer-ül esvedi öpüp tavâfa başladı. Onların yanından geçerken, müşrikler, Peygamber efendimize hakâret dolu sözler söylemeye başladılar. Resûlullah efendimiz buna çok üzüldüler, fakat bir şey demeyip tavâfa devam ettiler. Üçüncü defâ yanlarından geçerken durup; “Ey Kureyş! Beni dinleyin! Nefsim yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bana, sizin perişân olacağınız bildirildi...” buyurunca, oradaki müşrikler ne yapacaklarını şaşırarak dona kaldılar. Tek bir söz söyleyemediler. Sâdece Ebû Cehil, Resûlullah efendimizin huzûruna varıp; “Ey Ebü'l-Kâsım! Sen yabancı değilsin. Bizim kaba hareketimize bakma, ibâdetine devam et. Bize uyacak kadar câhil değilsin” diyerek yalvarmağa başladı. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm oradan ayrıldı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûlullah efendimiz, Müddessir sûresinin nâzil olmasıyla, insanları İslâm dînine dâvete başlamıştı. Bu dâveti gizli olarak yapıyordu. Bir müddet sonrada; “Yakın akrabânı Allahü teâlânın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır” (Şuarâ sûresi: 214) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm, akrabâsını dîne dâvet etmek için hazret-i Ali'yi gönderdi ve hepsini Ebû Tâlib'in evine çağırdı. Önlerine bir kişiye yetecek kadar, bir tabak yemek ve bir tas süt koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabâsına; “Buyurun” dedi. Gelenlerin sayısı kırk kişi idi. Ancak, konulan yemek hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi. Gelenler bu mûcize karşısında şaşıp kaldılar. Yemekten sonra Peygamber efendimiz, akrabâlarını İslâm’a dâvet etmek için söze başlamak üzere idi. Amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek; “Biz bu günkü gibi bir sihir görmedik. Akrabânız sizi bir sihirle büyüledi. Ey kardeşimin oğlu! Ben senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren başka bir kimse görmedim” diyerek, sözlerine hakâretle devam etti. Peygamberimiz de, Ebû Leheb'e; “Kureyş ve bütün Arab kabîlelerinin yapamayacağı kötülüğü bana sen yaptın” buyurdu. Hiç biri müslüman olmadan dağıldılar.
Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra, akrabâsını tekrar dâvet etti. Hazret-i Ali yine hepsini çağırdı. Önceki gibi önlerine yemek kondu. Peygamber efendimiz, yemekten sonra ayağa kalkıp; “Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur. Yardımı ancak O'ndan isterim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O birdir. O'nun eşi ve ortağı yoktur” buyurduktan sonra, sözlerine şöyle devam etti; “Size aslâ yalan söylemiyorum ve doğruyu bildiriyorum. Sizi, bir olan ve O'ndan başka ilâh olmayan Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben, O'nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfat, kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar da, ya Cennet’te ebedî kalmak veya Cehennem’de ebedî kalmaktır. İnsanlardan, âhıret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.” Ebû Tâlib, bu sözleri dinledikten sonra; “Ey muhterem yeğenim! Sana yardım etmekten daha kıymetli bir şey bilmiyorum. Nâsîhatlerini benimseyip kabûllendik, sözlerini de gönülden tasdik ettik. Şu anda, burada toplananlar, deden Abdülmuttalîb'in çocuklarıdır. Muhakkak ki, ben de onlardan biriyim. Senin istediğin şeye, içimizde en önce ben koşarım. Etrâfını kuşatıp, seni korumaktan bir an geri durmayacağıma söz veriyorum. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Fakat eski dînimden ayrılmak husûsunda, nefsimi bana boyun eğer bulmadım” dedi. Ebû Leheb hariç, oradaki akrabâları ve amcaları yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb; “Ey Abdülmuttalîb oğulları! Başkaları O'nun elini tutup mâni olmadan önce, siz mâni olun. Eğer bu gün O'nun dediklerini kabûl ederseniz, zillete, hakârete uğrarsınız. O'nu korumaya kalkarsanız hepiniz öldürülürsünüz...” diye tehditler savurdu. Ebû Leheb'e karşılık, Peygamber efendimizin halası; “Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve O'nun dînini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bu gün yaşayan âlimler, Abdülmuttalîb'in soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar. İşte, o peygamber budur” dedi. Ebû Leheb, bu sözler karşısında çirkin konuşmalarına devam etti.
Ebû Tâlib, Ebû Leheb'e kızarak; “Ey korkak! Vallahi biz sağ oldukça, O'nun yardımcısı ve koruyucusuyuz” dedi. Muhammed aleyhisselâma dönerek; “Ey kardeşimin oğlu! İnsanları Rabbine îmâna dâvet etmek istediğin zamanı bilelim; silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız” dedi. Sonra, Fahr-i kâinat efendimiz tekrar söze başlayıp; “Ey Abdülmuttalîb oğulları! Vallahî, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünyâ ve âhıretiniz için hayırlı olan şeyden (yani bu dinden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi, dile kolay gelen, mîzânda ağır basan iki kelimeyi söylemeye dâvet ediyorum. O da; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim O'nun kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir. Allahü teâlâ sizi buna dâvet etmemi emretti. O hâlde, hanginiz benim bu dâvetimi kabûl eder ve bu yolda yardımcım olur?” buyurdu. Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber efendimiz, bu sözlerini üç defâ tekrarladı. Her söyleyişinde hazret-i Ali ayağa kalkıyordu. Üçüncü defâsında; “Yâ Resûlallah! Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali'nin elinden tuttu. Diğerleri hayret içinde dağıldılar.
Allahü teâlânın Habîbi (sallallahü aleyhi ve sellem), akrabâlarının bu tutumu karşısında çok üzüldüler. Fakat yılmadan, onların Cehennem’den kurtulması, saâdete kavuşması için dâvete devam ettiler.
Bi'setin dördüncü yılında Hicr sûresinin 94. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Meâlen; (Ey Habîbim!) Sana emir olunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla, hak ile bâtılın arasını ayır. Müşriklerden yüz çevir! (Onların sözlerine iltifât etme) ilâhî emri gelince, sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslâm'a dâvet etmeye başladı. Bir gün Safâ tepesine çıkıp; “Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz!” buyurdu. Kabîleler toplandıktan sonra da: “Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi?” buyurunca, hepsi birden; “Hayır işitmedik” dediler. Buyurdu ki: Allahü teâlâ bana peygamberlik ihsân etti ve beni size peygamber olarak gönderdi.” Sonra da; (Ey Habîbim!) Onlara de ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelmiş, Allahü teâlânın resûlüyüm. O Allahü teâlâ ki, yerlerin ve göklerin sâhibi ve idârecisidir. O'ndan başka ibâdete müstehak yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten O’dur...” meâlindeki A’râf sûresinin 158. âyet-i kerîmesini okudu. Dinleyenlerden, amcası Ebû Leheb kızarak; “Kardeşimin oğlu divane olmuş! Bizim putlarımıza tapmayanın, dînimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz” diye küfürde direterek bağırdı. Orada bulunanlar dağıldı ve hiç kimse îmân etmedi. Peygamber efendimizin, doğru sözlü, yüksek ahlâklı olduğunu bildikleri hâlde, yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.
Yine bir gün Allahü teâlânın; “Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla” emrine uyarak, tekrar Safâ tepesine çıktı. Yüksek ve gür bir sesle; “Yâ sabâhâh! Buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var” diye seslendi. Bu dâvet üzerine, kabîleler koşarak toplandılar. Hayret ve merâk içinde beklemeye başladılar. Gelmeyenler adamlarını göndererek, niçin toplanıldığını öğrenmek istediler. Gelenlerden bir grup; “Ey Muhammed-ül-emin! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?” diye sormaya başladılar. O da, “Ey Kureyş kabîleleri!” hitâbıyla konuşmaya başladı. Herkes büyük bir dikkatle dinliyordu. “Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce, âilesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce âilesine ulaşıp, zarar vermesinden korkarak; Yâ sabâhâh (düşman tarafından kuşatıldık, sarıldık! Sabah vakti gelip çattı. Hemen çarpışmaya hazırlanın) diye haykıran bir kimsenin hâline benzer. Ey Kureyş topluluğuBen size, şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücûm etmek üzeredir desem, bana inanır mısınız?” buyurdular. Onlar; “Evet inanırız. Çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şeye şâhid olmadık. Senin yalan söylediğini hiç görmedik!...” dediler. Bunun üzerine bütün Kureyş kabîlelerinin ismini; “Ey Hâşim oğulları! Ey Abd-i Menaf oğulları! Ey Abdülmuttalîb oğulları! (şeklinde sayarak:) Ben size geleceği muhakkak olan şiddetli azâbın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana, en yakın akrabâlarımı âhıret azâbı ile korkutmamı emretti. Sizi, Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh (Allah birdir, O'ndan başka ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben de O'nun kulu ve resûlüyüm. Eğer buna îmân ederseniz, Cennet’e gideceksiniz. Siz, Lâ ilâhe illallah demedikçe, ben size ne dünyâda bir fayda, ne de âhırette bir nasip sağlayabilirim?” buyurdu. Dinleyen kabîleler arasından, Ebû Leheb; “Bizi bunun için mi topladın?” diyerek, yerden aldığı taşı sevgili Peygamberimize fırlattı. Diğerlerinden böyle bir muhâlefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget