Zeyd bin Hârise (radıyallahü anh) çocuk yaşlarında iken, annesi Su'da ile birlikte akrabâlarını ziyârete gitmişti. Bu sırada başka bir kabîlenin baskınına uğradılar. Zeyd'i esir aldılar. Mekke'ye Sûk-ı Ukaz denilen panayıra getirip satılığa çıkardılar. Hazret-i Hadîce'nin yeğeni Hâkim bin Hizâm, Zeyd'i 400 dirheme satın aldı. Hâkim bin Hizâm da, Zeyd bin Hârise'yi halası Hazret-i Hadîce'ye, o da Peygamber efendimize hediye etti. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hadîce ile evli bulunuyorlardı. Peygamber efendimiz onu derhal âzâd ederek yanında alıkoydu. Zirâ âzâd olan Zeyd bin Hârise'nin gidecek yeri olmadığı gibi, Resûlullah’tan daha iyi ona bakacak kimsesi de yoktu. O da seve seve Resûlullah'ın yanında kaldı.
Zeyd bin Hârise (radıyallahü anh), İslâmiyetten önce de, adâlet, insâf, merhamet, insan sevgisi, güler yüzlülük, kerem, cömertlik, ahde vefâ (sözünde durma), emânete riâyet, yardım severlik, fedâkârlık, güvenilirlik, mazlumu, düşkünü, fakiri koruma, çocuklara sevgi ve muhabbet gösterme, dürüstlük, doğru sözlülük, nezaket, tevâzû, itidal, insanları güzel sûrette idâre etme, cesâret ve şecâat gibi görünür-görünmez, bilinir-bilinmez her türlü güzel ahlâkı tamamlamak için yaratılmış, her bakımdan, gelmiş-gelecek bütün yaratılmışlardan üstün olan, herkesin itimadını kazanarak “El-Emîn” lakabını alan Peygamber efendimizden gördüğü güzel muâmeleden dolayı, babasından ve anasından daha çok seviyor, yanından hiç ayrılmak istemiyordu. Anne ve babası, oğullarının nereye götürüldüğünü, ne yapıldığını bilmiyorlardı. Babası Hârise, evlat ateşiyle yanıp tutuşuyor, diyâr diyâr dolaşarak oğlunu arıyordu. Yemen'den çeşitli ülkelere giden akrabâlarına ve tanıdıklarına sıkı sıkı tembih ederek, oğlu Zeyd'den bir haber getirmelerini istiyor, şiirler söyleyerek, gözyaşı döküyordu. Oğluna olan hasretini dile getiren bir şiiri şöyledir:
Ağladım Zeyd'ime bilmem ne yaptı?
Sağ mı yoksa ona ecel mi çarptı?
Sorma ey gönül beyhude onu!
Bilemezsin mezârı ya ova, ya sarptı.
Zeyd'im, yavrum! Gidenin geri döneceğini bilsem ah!
Senden başkasının dönmesini istemem vallah!
Anarım esince rüzgâr, nerde bir çocuk görsem; onu,
Ve doğarken güneş hatırlatıyor seni her sabah.
Feryâd, ciğer parem için binlerce feryâd,
Binerek hayvanıma ararım, hâlim olsa da berbâd.
Sen ve bineğim bilmeyiz ne usanmak ne bıkmak,
İhtimâlken oğlum bulunup karşıma çıkmak.
Ne kadar ümîd insanı aldatsa da o fânîdir nihâyet.
Oğullarım! Kays, Amr, Yezîd, Cebel; Zeyd'im size emânet.
Netîcede, İslâmiyetin gelmesinden önce Benî Kelb kabîlesinden Kâbe'yi ziyârete gelenlerden bâzıları, hazret-i Zeyd'i görerek tanımışlar, Hazret-i Zeyd onlara; “Âilemin benim için feryâd ü-figan edeceğini bilirim, şu beyitleri onlara ulaştırın” diyerek aşağıdaki şiiri söylemiştir.
Yanıyor yüreğim, uzağım ben yuvamdan,
Komşuyum Kâbe'ye, uzaksam da anam babamdan.
Üzüntünüz sakın kalbinizi yakmasın,
Benim için feryâdınız arşa kadar çıkmasın.
Hamdolsun Mevla’ya öyle bir yuvadayım,
Ki gördüğüm şeref ve hayırdan hep duâdayım.
Hârise bu haber üzerine çok sevindi. Hemen kardeşi Ka'b ile birlikte yanına fazla miktarda para alarak Mekke'ye geldi. Mekke’ye varınca, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) evini öğrenip huzûrlarına çıktı ve şöyle dedi: “Ey Kureyş kavminin efendisi, ey Abdülmuttalîb'in torunu, ey Benî Hâşim soyunun oğlu! Siz Harem-i şerîfin komşususunuz. Misâfirlere ikrâm, esirlere ihsân eder, onları esâretten kurtarırsınız. Köleniz bulunan oğlumuzun kurtulması için ne kadar para istersen onu verelim, serbest bırak, ne olur bu dileğimizi geri çevirme!” dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Zeyd'i çağırıp kendisine durumu bildirelim. Onu serbest bırakalım. Şâyet size gelmeyi tercih ederse, siz herhangi bir para vermeden onu alıp götürebilirsiniz. Şâyet beni tercih eder, yanımda kalmayı isterse, Allah'a yemîn ederim ki, beni tercih edeni kimseye terk etmem, yanımda kalır” buyurdu.
Hârise ve kardeşi, Peygamber efendimizin bu cevâbına çok memnun oldular; “Sen bize çok adâletli ve insâflı davrandın” dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Zeyd'i huzûruna çağırarak kendisine; “Bunları tanıyor musun?” buyurunca; “Evet biri babam, diğeri amcamdır” dedi. Bunun üzerine; “Ey Zeyd sen benim kim olduğumu öğrendin, sana olan şefkât ve merhametimi, davranışımı gördün. Bunlar seni almaya gelmişler. O hâlde, ya beni tercih et, yanımda kal veya onları tercih et, git” buyurdu. Babası ve amcası artık bizi tercih eder, Zeyd'i alıp götürürüz diye bekliyorlardı. Zeyd; “Ben hiç kimseyi size tercih etmem. Siz, benim hem amcam, hem de babam makâmındasınız. Sizin yanınızda kalmak istiyorum” dedi. Babası ve amcası hayretler içinde şaşırıp kaldılar. Babası, kızarak Zeyd'e; “Yazıklar olsun sana, demek ki, sen köleliği hürriyete, annene, babana ve amcana tercih ediyorsun!” dedi. Zeyd de babasına; “Babacığım ben bu zâttan öyle bir şefkât ve muâmele gördüm ki, O'na kimseyi tercih edemem” cevâbını verdi.
Peygamber efendimiz Zeyd'i çok severdi. Kendisine olan bu bağlılığını ve sevgisini görünce, onu Kâbe-i muazzamada Hicr'e götürüp, oradakilere hitâb ederek; “Şâhid olunuz Zeyd benim oğlumdur. O bana varis, ben ona varisim” buyurdu. Babası ve amcası bu durumu görünce kızgınlıkları geçti. Sevinç içinde memleketlerine döndüler. Eshâb-ı kirâm bundan sonra Zeyd'e, Zeyd bin Muhammed (Muhammed'in oğlu Zeyd) demeye başladılar. Daha sonra Allahü teâlânın, Ahzâb sûresinin 5. ve 40. âyetlerindeki; “Evlatlarınızı babalarının ismiyle çağırın, böylesi Allah katında daha doğrudur.” “Muhammed (aleyhisselâm) sizden hiç bir erkeğin (Zeyd gibi) babası değildir” emirleri ile evlat edinmek de kaldırılınca, Hazret-i Zeyd babasının ismiyle, yâni Hârise'nin oğlu Zeyd (Zeyd bin Hârise) diye çağrılmaya başlandı.
Resûlullah efendimiz otuzbeş yaşında bulunduğu sırada, Kâbe hakemliği yaptı. O zaman, yağmur ve seller Kâbe'nin duvarlarını iyice yıpratmıştı. Ayrıca çıkan bir yangın, Kâbe’yi tahrib etmişti. Binayı yeniden yapmak lâzımdı. Bunun üzerine Kureyş kabîlesi, Kâbe’yi İbrâhim aleyhisselâmın yaptığı temele kadar yıkıp, yeniden yapmaya başladı. Her kabîleye bir bölümünü vererek duvarları yükselttiler. Bu işin büyük bir şeref olduğunu bilen kabîleler, Hacer-ül esved taşını yerine koyma husûsunda anlaşamadılar. Her kabîle, bu şerefe kavuşmak istediğinden, aralarında büyük bir anlaşmazlık çıktı. Abdüddâroğulları; “Bu işi bizden başkası yaparsa kan dökeriz” diyerek ahdettiler. Dört-beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle, neredeyse kan akıtılacaktı. Bu sırada Abdülmuttalîb’in dayısı ve yaşlı bir zât olan Huzeyfe bin Mugîre; “Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında hüküm vermek üzere, şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın” diyerek, Kâbe'ye açılan Benî Şeybe kapısını gösterdi. Orada bulunanlar bu teklifi kabûl ettiler ve Benî Şeybe kapısına bakarak, ilk girecek ve işin en nâzik ânında bu işi hâlledecek kimseyi beklemeye başladılar. Nihâyet kapıdan; doğruluğunu, üstün ahlâkını son derece takdir ettikleri ve El-Emîn yâni hep kendisine güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. “İşte El-Emîn. O'nun hükmüne râzıyız” dediler. Durum, sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma anlatılınca, bir örtü istedi. Onu yere sererek Hacer-ül esved'i örtünün üzerine koyup; “Her kabîleden bir kişi bir ucundan tutsun” buyurdu. Taşı, konulacağı yere kadar kaldırttı. Sonra kendisi taşı kucaklayıp yerine koydu. Böylece, çıkmak üzere olan büyük bir çarpışmanın önlendiğini gören kabîleler, bu hareketten memnun kaldılar. Duvarları, kaldıkları yerden yaparak tamamladılar. Hacer-ül esved, Müslümanların tâzim gösterdikleri, Cennet’ten indirilmiş mukaddes bir taştır.