Mîrâc
Mekkeli müşrikler, Müslümanların devamlı peşlerinde geziyor, Kâbe'yi ziyârete gelen insanların müslüman olmasını engelledikleri gibi, Habîb-i ekrem efendimize zulüm etmekten geri durmuyorlardı. Artık Resûlullah efendimiz için gidilecek bir yer yoktu. Her taraf düşman idi. O gece doğruca amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümm-i Hânî’nin, Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümm-i Hânî, o zaman îmân etmemişti. "Kimdir o" deyince, Resûlullah efendimiz; “Amcan oğlu Muhammed'im. Kabûl edersen, misâfir geldim" buyurdu.
Ümm-i Hânî; "Senin gibi doğru sözlü, emîn, asîl, şerefli misâfire can fedâ olsun. Yalnız, teşrîfinizi önceden bildirseydiniz, bir şeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek bir şeyim yok" dedi.
Resûlullah efendimiz; “Yiyecek, içecek istemem. Hiç biri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir" buyurdu.
Ümm-i Hânî, sevgili Peygamberimizi içeri alıp; bir hasır, leğen ve ibrik verdi. Gelen misâfire ikrâm etmek, onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misâfire zarar gelmesi, ev sâhibi için büyük yüz karası olurdu. Ümm-i Hânî; "Bunun Mekke'de düşmanları çok. Hattâ öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar O'nu gözeteyim" diye düşündü. Babasının kılıcını alıp, evin etrâfında dolaşmağa başladı.
Ol hümâyûn-baht u ol kadri yüce,
Ümm-i Hânî hânesindeydi gece.
Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna gelip, saâdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.
O anda Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma; "Sevgili peygamberimi çok üzdüm. Mübârek bedenini, nâzik kalbini çok incittim. Bu hâlde, yine bana yalvarıyor. Benden başka hiç bir şey düşünmüyor.Git, Habîbimi getir! Cennet’imi, Cehennem’imi göster. O'na ve O’nu sevenlere hazırladığım nîmetleri görsün. O'na inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile O'nu incitenlere hazırladığım azâbları görsün. O'nu ben tesellî edeceğim. O'nun nâzik kalbinin yaralarını ben saracağım" buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâm, Resûlullah'ın yanına gelince, O'nu mışıl mışıl uyur buldu. Uyandırmağa kıyamadı. İnsan şeklinde idi. Mübârek ayağının altını öptü. Kalbi, kanı olmadığı için, soğuk dudakları Resûlullahı uyandırdı. Cebrâil aleyhisselâmı hemen tanıdı ve; “Ey Cebrâil kardeşim! Böyle vakitsiz niçin geldin. Yoksa bir hatâ mı ettim. Rabbimi gücendirdim mi? Bana acı haber mi getirdin?" buyurdu ve Rabbinin darılacağından çok korktu.
Cebrâil aleyhisselâm; "Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi, ey peygamberlerin efendisi, iyilikler menbaı, üstünlükler kaynağı olan şerefli ve büyük Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor ve seni kendisine çağırıyor. Lütfen kalk gidelim" dedi.
Sevgili Peygamberimiz abdest aldılar. Cebrâil aleyhisselâm, Resûlullah efendimizin mübârek başına nûrdan bir imâme koydu, üzerine nûrdan bir elbise giydirdi, mübârek beline yâkuttan bir kemer taktı. Mübârek eline dörtyüz inci ile süslü zümrütten bir asâ verdi. Her inci, Zühre yıldızı gibi parlardı. Mübârek ayağına yeşil zümrütten nâlin giydirdi. Sonra el ele tutuşup Kâbe'ye geldiler. Burada Cebrâil aleyhisselâm, sevgili Peygamberimizin mübârek göğsünü yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve îmân dolu bir tas getirip içine boşalttı ve göğsünü kapattı.
Sonra Cebrâil aleyhisselâm, Cennet’ten getirdiği Burak adındaki beyaz hayvanı işâret ederek; "Yâ Resûlallah! Buna bin! Bütün melekler yolunu bekliyorlar" dedi. Bu sırada Peygamber efendimize bir hüzün çöktü ve tefekküre daldı. O anda Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma; "Ey Cebrâil! Suâl eyle! Habîbim niçin mahzûn duruyor?" Suâl edince, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem cevap buyurdular ki: “Ben bu kadar izzet ve ikrâm gördüm. Hatırıma geldi ki, kıyâmet günü zayıf olan ümmetimin hâli nasıl olur? Ellibin yıl, Arasat meydanında yayan olarak bunca günâhlarını nasıl çekerler ve otuzbin yıllık yol olan sıratı nasıl geçerler?" Fermân-ı ilâhî geldi ki: "Ey Habîbim! Hatırını hoş tut. Senin ümmetine ellibin yıllık vakti bir an gibi ederim. Üzülme" buyurdu.
Peygamber efendimiz, Burak'a bindi. Burak çok hızlı gidiyor, bir adımda gözün gördüğü yerin ötesine ulaşıyordu. Yolculuk esnâsında Cebrâil aleyhisselâm sevgili Peygamberimize bâzı konak yerlerinde inip namaz kılmasını söyledi. Âlemlerin efendisi bunun üzerine tam üç defâ inerek namaz kıldı. Cebrâil aleyhisselâm da namaz kıldığı yerleri bilip bilmediğini sordu. Cevabını kendisi vererek; ilk indiği yerin Medîne olduğunu ve bu şehre hicret edeceğini haber verdi. Öteki yerlerin de sıra ile Hazret-i Mûsâ'nın Allahü teâlâ ile cihetsiz ve bilinmeyen bir şekilde konuştuğu Tûr-i Sînâ olduğunu, son olarak da Îsâ aleyhisselâmın doğduğu Beyt-i Lahm'da namaz kıldığını haber verdi. Sonra Kudüs'deki Mescid-i Aksâ'ya geldiler.
Mescid-i Aksâ'da, Cebrâil aleyhisselâm bir kayayı parmağı ile delerek Burak'ı bağladı. Geçmiş peygamberlerden bâzısının rûhları insan şeklinde toplanmışlardı. Cemâatle namaz için; Âdem, Nûh ve İbrâhim peygamberlere aleyhimüsselâm imâm olmaları sıra ile söylendi, özür dileyerek kabûl etmediler. Cebrâil; "Sen varken başkası imâm olamaz" diyerek Habîbullah'ı ileri sürdü.
Peygamber efendimiz, peygamberlere imâm olup, iki rekat namaz kıldırdılar. Bundan sonra olan hâdiseyi şöyle naklettiler: “Cebrâil (aleyhisselâm) bana bir kap Cennet şarâbı, bir kap da süt getirdi. Sütü aldım. Cebrâil (aleyhisselâm) bana, fıtratı seçtin (iki cihân saâdetini seçtin) dedi. Daha sonra iki bardak daha sundular. Biri su, biri bal, ikisinden de içtim. Cebrâil; “Bal, ümmetinin kıyâmete kadar devam edeceğine, su da, ümmetinin günâhlarından temizlenmesine işarettir" dedi. Sonra beraberce göğe yükseldik. Cebrâil (aleyhisselâm) kapıyı çaldı. “Sen kimsin?" dediler. “Ben Cebrâil'im", “Peki yanındaki kim?" “O da Muhammed'dir (aleyhisselâm) " “O'na (göğe çıkmak için vahiy ve Mîrâc dâveti) gönderildi mi?" “Evet, gönderildi" dedi. “Merhabâ gelen zâta! Bu gelen kişi ne güzel yolcu?" dediler ve hemen kapı açıldı ve kendimi Âdem'in (aleyhisselâm) karşısında buldum. Bana “Merhabâ" dedi ve duâ etti...
Burada çok melekler gördüm. Hepsi kıyamda huşû ve hudû ile durmuşlar “Subbûhün kuddûsün rabb-ül-melâiketi ver-ruh" zikriyle meşgûldüler. Cebrâil'e sordum; “Bu meleklerin ibâdeti bu mudur?" “Evet. Bunlar yaratılalıdan beri, tâ kıyâmete kadar kıyam üzere olurlar. Hak teâlâdan dile ki, bu ibâdeti ümmetine nasîb etsin" dedi. Hak teâlâdan diledim. Duâmı kabûl etti. Namazda olan kıyam odur.
(Orada) bir cemâate uğradım. Melekler, onların başlarını ezerler, tekrar eski hâlini alır. Yine döverler, yine eskisi gibi olurdu. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Cumâ'yı ve cemâati terk edenlerdir. Rükû ve secdeleri tamam yapmayanlardır" dedi.
Bir cemâat gördüm. Aç ve çıplak idiler. Zebânîler onları Cehennem’de otlamağa sürerlerdi. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Fakirlere merhamet etmiyenler ve zekât vermiyenlerdir" dedi.
Bir cemâate uğradım. Önlerine nefis yemekler koymuşlar. Bir yanda da leş duruyor. O nefis yemekleri bırakmış, leşi yerlerdi. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bunlar, helâli terk edip, harama meyleden erkek ve kadınlardır. Helâl malları varken, haram yiyen kimselerdir" dedi.
Arkasındaki yükün çokluğundan, harekete mecâli kalmamış olan bir (takım) kimseler gördüm. O hâliyle halka seslenip, üzerine biraz daha yük koymalarını istiyorlardı. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bu kimseler, emânete hıyânet edenlerdir. İnsanların hakkını almış iken, yine zulmederler" dedi.
Kendi etlerini kesip yiyen bir grup insana uğradık. “Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil (aleyhisselâm); “Bunlar gıybet edenler ve söz taşıyanlardır" dedi.
Yüzleri siyah, gözleri gök, üst dudakları alınlarına erişmiş, alt dudakları ayaklarına sarkmış, ağızlarından kan ve irin akmakta olan bir grup insan gördüm. Onlara, ateşten kadehlerle Cehennem’den akan zehirli kan ve irin içirirler, onlar merkepler gibi bağırırlar idi. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bunlar içki içenlerdir" dedi.
Bir grup insanlara rastladık, dilleri kafalarından çekilmiş, şekilleri değiştirilip hınzır (domuz) sûretine tebdil olmuş olarak azâb olunurlar. Cebrâil (aleyhisselâm); "Bunlar yalan yere şâhidlik yapanlardır" dedi.
Başka bir kavme rastladık. Karınları şişmiş ve aşağı sarkmış, renkleri gök olmuş, el ve ayakları bağlanmış, yerlerinden kalkamazlar. Cibrîl'e bunları sordum. “Bunlar fâiz yiyenlerdir" dedi.
Bir kısım kadınlara rastladık. Yüzleri siyah, gözleri gök. Ateşten elbise giydirmişler. Melekler onlara ateşten gürzlerle vururlar. Onlar köpek ve hınzırlar gibi bağrışırlar. “Bunlar kimlerdir?" dedim. Cibrîl; “Bunlar zinâ edenler ve kocalarını inciten kadınlardır" dedi.
Bir cemâat gördüm. Çok kalabalık idi. Cehennem vâdilerinde haps edilmişlerdi. Ateş, onları yakar, tekrar dirilirler, tekrar yakardı. “Bunlar kimlerdir?" dedim. “Bunlar babalarına âsî olanlardır" dedi.
Bir cemâate uğradım. Ekin ekerler ve bir anda yetişip başak verir. “Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrâil; “Allahü teâlâ için ibâdet edenlerdir" dedi.
Bir deryâya vardım. Bu deryânın acâib hâlini anlatmak mümkün değildir. Sütten beyaz olup dağlar gibi dalgaları vardı. “Bu deryâ nedir?" dedim. “Bu deryânın adı Hayat Denizi'dir. Hak teâlâ ölüleri dirilteceği zaman, bu deryâdan yağmur yağdırır. Çürümüş, dağılmış bedenler dirilip, ot biter gibi mezârdan kalkarlar" dedi...
Sonra ikinci kat göğe çıktık. Cebrâil (aleyhisselâm) yine kapıyı çaldı. Denildi ki: “Sen kimsin?" “Ben Cebrâil'im", “Peki yanındaki kim?" “O da Muhammed aleyhisselâmdır." “O'na vahy ve Mîrâc dâveti gönderildi mi?" “Evet geldi" dedi. “Merhabâ gelen zâta. Bu gelen kişi ne güzel yolcu" denildi ve hemen kapı açıldı. Kendimi teyze çocukları Îsâ ile Yahyâ bin Zekeriyyâ'nın aleyhimesselâm yanında buldum. Bana; “Merhabâ" dediler. Ve duâda bulundular...
Meleklerden bir cemâate rastladım. Saf bağlayıp durmuşlar, cümlesi rükûda idi. Kendilerine mahsus bir tesbîhleri vardı. Devamlı olarak rükûda dururlar, başlarını kaldırıp, yukarı bakmazlar. Cebrâil (aleyhisselâm); “Bu meleklerin ibâdeti böyledir. Hak teâlâdan iste de ümmetine nasîb olsun" dedi. Duâ ettim. Kabûl buyurup, namazda rükûu ihsân eyledi.
Sonra üçüncü kat göğe çıktık. Aynı suâl ve cevaptan sonra, kapı açıldı ve kendimi Yûsuf'un (aleyhisselâm) yanında buldum. Baktım ki kendisine güzelliğin yarısı verilmiş. Bana, “Merhabâ" dedi ve duâ etti...
Çok melekler gördüm. Saf hâlinde, cümlesi secdede idiler. Yaratılalıdan beri secdede olup, kendilerine mahsus tesbîh ile tesbîh ederler. Cebrâil (aleyhisselâm); “Bu meleklerin ibâdeti böyledir. Allahü teâlâdan iste ki, bu ameli ümmetine müyesser eylesin" dedi. Hak teâlâdan diledim. Kabûl edip namazda size nasîb eyledi.
Dördüncü kat göğe eriştim. Saf gümüşten yapılmış, nûrdan bir kapısı var. Nûrdan bir kilit vurmuşlar. Kilidin üzerinde, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" yazılı idi. Aynı suâl ve cevaptan sonra kendimi, İdrîs'in (aleyhisselâm) yanında buldum. Bana “Merhabâ" dedi ve duâda bulundu. Allahü teâlâ, onun hakkında (mealen); “Biz onu yüksek bir mekâna ref’ettik" buyurmuştur. (Meryem sûresi: 57)
Bir melek gördüm. Bir kürsî üzerine oturmuş, gamlı ve üzüntülü idi. Etrâfında o kadar çok melek vardı ki, sayısını ancak cenâb-ı Hak bilir. Sağında nûranî melekler gördüm. Yeşiller giymişler, çok güzel kokuları var. Her birinin güzelliğinden yüzlerine bakılmaz. Sol tarafında ağızlarında ateşler saçan melekler vardı. Önlerinde ateşten mızrak ve kamçılar var. Öyle gözleri var ki, bakmağa tâkât getirilmez. Taht üzerinde oturan meleğin, başından ayağına kadar gözleri var. Dâimâ önündeki deftere bakar, bir an gözünü ondan ayırmazdı. Önünde bir ağaç vardı. Her yaprağında bir kişinin ismi yazılmıştı. Önünde leğen gibi bir şey vardı. Kâh sağ eliyle ondan bir şey alıp sağındaki nûranî meleklere teslim eder, kâh sol eliyle bir şey alıp solundaki zulmânî meleklere verirdi. (Bu) meleğe nazar edince, kalbime bir korku geldi. Cebrâil'e; “Bu melek kimdir?" dedim. “Azrâil'dir. Bunun yüzünü görmeğe kimsenin tâkâti yetmez" dedi. Yanına varıp; “Ey Azrâil! Bu, âhır zaman peygamberidir ve Allahü teâlânın habîbî, sevgilisidir" dedi. Azrâil (aleyhisselâm) başını kaldırıp tebessüm etti. Kalkıp bana tâzim etti; “Merhabâ! Hak teâlâ senden daha şerefli bir kimse yaratmadı. Ümmetin de, cümle ümmetlerden üstündür. Ben senin ümmetine, baba ve analarından daha çok acırım" dedi. “Senden bir ricâm vardır. Ümmetim zayıftır. Onlara yumuşak davranasın. Rûhlarını rıfk ile alasın" dedim. “Seni en son peygamber olarak gönderen ve kendine habîb kılan Allahü teâlânın hakkı için, Allahü teâlâ gece ve gündüzde yetmiş kere; “Ümmet-i Muhammed'in rûhlarını yumuşaklıkla ve kolaylıkla al ve işlerini lütf ile gör" diye emreder. Bunun için ben de senin ümmetine, ana ve babalarından daha ziyâde şefkât ederim" dedi.
Sonra beşinci kat göğe çıktık, orada Hârûn'la (aleyhisselâm) karşılaştık. Bana “Merhabâ" dedi ve hayır duâda bulundu.
Beşinci kat gök meleklerinin ibâdetlerini gördüm. Cümlesi ayakta duruyor ve ayaklarının parmaklarına nazar ediyor, aslâ başka yere bakmıyor, yüksek sesle tesbîh ediyorlardı. Cebrâil'den (aleyhisselâm); “Bu meleklerin ibâdeti böyle midir?" diye sordum. “Evet, Hak teâlâdan dile de, bu ibâdeti ümmetine nasîb eylesin" dedi. Duâ ettim. Cenâb-ı Hak ihsân etti.
Sonra altıncı kat göğe çıktık. Orada Mûsâ (aleyhisselâm) ile karşılaştık. Bana “Merhabâ" dedi ve hayır duâda bulundu.
Sonra yedinci kat göğe yükseldik, aynı soru-cevaptan sonra İbrâhim'i (aleyhisselâm) Beyt-i Ma’mûr'a arkasını dayamış olarak buldum. O Beyt-i Ma'mûr ki, her gün oraya yetmişbin melek giriyor (bir daha sıraları gelmiyor) İbrâhim'e (aleyhisselâm) selâm verdim. Selâmımı aldı. “Merhabâ sâlih peygamber, sâlih oğul" dedi. (Sonra;) “Yâ Muhammed! Cennet’in yeri gâyet latîf ve toprağı temizdir. Ümmetine söyle, oraya çok ağaç diksinler" dedi. “Cennet’e ağaç nasıl dikilir?" dedim. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" (Bir rivâyette ise); “Sübhânellahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illullahü vallahü ekber" tesbîhini okuyarak" dedi. (Cebrâil aleyhisselâm) sonra beni, Sidret-ül-müntehâya götürdü. Sanki onun yaprakları fil kulakları gibi, meyveleri de kuleler gibi idi. O, Allahü teâlânın emirlerinden herhangi birisiyle karşılaştığında, öylesine değişiyordu ve güzelleşiyordu ki, Allahü teâlânın yaratmış olduğu mahlûkâtından, hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz.
Cebrâil (aleyhisselâm), Sidret-ül-müntehânın ilerisine iletti ve bana veda eyledi. Dedim ki: “Ey Cebrâil! Beni yalnız mı bırakıyorsun?" Cebrâil (aleyhisselâm) ızdırâba düştü. Hak teâlânın heybetinden titremeğe başladı ve; “Yâ Muhammed! Eğer bir adım (daha) atarsam, Allahü teâlânın âzametinden helâk olurum. Bütün vücûdum yanar, yok olur" dedi."
Âlemlerin efendisi, buraya kadar Cebrâil aleyhisselâm ile gelmişti. Cebrâil aleyhisselâm, burada kendisini, yaratılmış olduğu sûret üzere altıyüz kanadını açmış, her bir kanadından inciler, yâkutlar saçılır bir hâlde Resûlullah'a gösterdi. Sonra ziyâsı güneşten daha parlak, Refref adında yeşil bir Cennet yaygısı geldi. Durmadan Allahü teâlânın zikriyle meşgûl oluyor, bulunduğu âlemi tesbîh sadâsı dolduruyordu.
Peygamber efendimize selâm verdi. Resûlullah efendimiz Refref'in üzerine oturdu. Bir anda çok yükseklere çıktılar, hicâb denilen yetmişbin perdeden geçtiler. Her hicâb arası çok uzak idi. Her perdede vazifeli melekler vardı. Refref, Peygamber efendimizi birer birer o perdelerden geçirdi. Böylece; kürsî, arş ve rûh âlemlerini aştılar.
Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, her bir perdeden geçerken; “Korkma yâ Muhammed! Yaklaş, yaklaş!" diye emredildiğini duyuyordu, öyle yakın oldu ki, Kâbe-kavseyn makâmına erişti. Bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak rü'yet hâsıl oldu yâni Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiç bir mahlûkun bilemiyeceği, anlıyamıyacağı nîmetlere kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri "Mektûbât'ında buyuruyor ki: "O Server aleyhisselâtü vesselâm, mîrâc gecesinde, Rabbini dünyâda görmedi. Âhırette gördü. Çünkü, Resûl aleyhisselâm o gece, zaman ve mekân çevresinden dışarı çıktı. Ezelî ve ebedî bir ân buldu. Başlangıcı ve sonu, bir nokta olarak gördü. Cennet’e gideceklerin, binlerce sene sonra, Cennet’e gidişlerini ve Cennet’te oluşlarını o gece gördü. İşte o makâmdaki görmek, dünyâda görmek değildir. Âhıret görmesi ile görmektir."
Peygamber efendimize; “Rabbini senâ eyle!" buyrulduğunda, O hemen; “Ettehiyyâtü lillahi vessalevâtü vettayyibât" (yani, bütün lisânlar ile olan medhler, övgüler ve senâlar, beden ile olan hizmetler ve tâatler, mal ile olan iyilikler ve ihsânlar Allahü teâlâ için olsun) dedi. Önce Allahü teâlâ, Habîbine gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, mekânsız olarak; “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetmetullahi ve berekâtüh. (Ey Resûlüm! Selâmım, bereketim ve rahmetim senin üzerine olsun)" buyurarak, selâm verdi. Peygamber efendimiz; Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn (Ya Rabbî! Bize ve sâlih kullarına selâm olsun)" diye cevap verdiler. Bunu işiten melekler hep bir ağızdan; “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh (Gözümle görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür)" dediler.
Peygamber efendimiz; “Esselâmü aleynâ…” deyince Allahû teâlâ; “Ey Habîbim! Burada ikimizden başka kimse yoktur. Niçin aleynâ (bize) dedin?" buyurdu. Resûlullah efendimiz; “Yâ ilâhî! Ümmetimin bedenleri gerçi benimle değildir. Lâkin rûhları benimledir. Nazar-ı inâyetim ve kemâl-i himmetim onlardan uzak değildir. Bana selâm verdin, beni cümle kötülüklerden uzak eyledin. Âhır zaman fitnesine uğramış, o fakir, dertli ümmetimi, bu büyük ikrâm ve ihsânlardan nasıl mahrûm edeyim? Böyle nîmetten onları nasıl nasîbsiz kılayım?" diye cevap verdi.
Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey Habîbim! Bu gece benim misâfirimsin. Dile benden ne istersin?" Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Ümmetimi isterim (Yâ Rabbî)" dedi.
Rivâyete göre bu şekilde Hak teâlâ, bu suâli yediyüz defâ tekrarladı. Resûlullah efendimiz hepsinde; “Ümmetimi isterim" diye cevap verdi. Allahü teâlâ; “Hep ümmetini istersin” buyurunca, O; “Ey Rabbim! Dileyen benim, veren sensin. Cümle ümmetimi bana bağışla" diye taleb etti. Cenâb-ı Hak; “Eğer ümmetinin hepsini bu gece sana bağışlarsam, benim rahmetim ve senin izzetin zâhir olmaz. Bir kısmını bu gece sana bağışladım. İki kısmını te’hir ettim. Kıyâmet günü sen dileyesin, ben bağışlıyayım. Tâ ki, benim rahmetim ve senin izzetin (şerefin) belli olsun" buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “O gece (Mîrâc gecesi), Allahü teâlâdan cümle ümmetimin hesâbını bana ısmarlamasını istedim. Hak teâlâ buyurdu ki: “Yâ Muhammed! Bundan murâdın odur ki, hiç kimse, ümmetinin kabahatlerine muttalî olmasın. Benim murâdım odur ki, sen şefkâtli peygambersin, yabancılara olduğu gibi, senden dahî kabahatleri ve çirkin işleri örtülü olsun. Yâ Muhammed! Sen onların yol göstericisisin. Ben onların Rabbiyim. Sen onları yeni gördün. Ben evvelden ebede onlara nazar ettim ve nazar ederim. Yâ Muhammed! Eğer senin ümmetin ile söyleşmeği sevmeseydim, kıyâmet günü onları hesâba çekmezdim. Büyük ve küçük hiç bir günâhlarını sormazdım."
“Allahü teâlâ buyurdu ki: “Yâ Muhammed! Mübârek gözünü aç ve ayağının altına nazar eyle." Baktım, bir avuç toprak gördüm. Hak teâlâ buyurdu ki: “Cümle var olan şeyler senin ayağının toprağıdır. O toprağı mı dostun huzûruna getirdin? Bir dost eteğine bulaşan tozu bağışlamaktan bana, senin ümmetini bağışlamak daha kolaydır."
Yâ Habîbim nedir ol kim diledin,
Bir avuç toprağa minnet mi eyledin?
Ben sana âşık olunca ey şerîf.
Senin olmaz mı dü âlem ey latîf?
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “Hak teâlâya bir nice suâller ettim. Cevabını işittim. Suâl ettiğime pişman oldum. (Bunlardan bâzıları şunlardır) “Yâ Rabbî! Cebrâil'e altıyüzbin kanat verdin. Buna karşı bana olan ihsânın nedir? Hak teâlâ buyurdu ki: “Senin bir kılın bana Cebrâil'in altıyüzbin kanadından sevgilidir. Senin bir kılının sebebiyle, binlerce âsî günâhkârı kıyâmet günü âzâd ederim. Yâ Muhammed! Cebrâil kanadını açsa, doğu ile batı arasını doldurur. Sen şefâat etsen, doğu ile batı arası âsî dolu olsa, hepsini sana bağışlarım." Dedim ki: “Pederim Âdem'e (aleyhisselâm) karşı melekleri secde ettirdin. Buna karşı, bana olan ikrâmın nedir?" Hak teâlâ buyurdu ki: “Meleklerin, Âdem'e secde etmeleri, senin nûrunun, onun alnında olması sebebiyledir. Yâ Muhammed! Sana ondan üstün şey verdim. İsmini ismime yakîn eyledim ve Arş'ı âlâ üstüne yazdım. O zaman Âdem yaratılmamış idi, nâmı ve nişânı yok idi. Senin ismini gökler kapısında, hicâblar üzerinde, Cennetler kapısında, köşkler ve ağaçlarda, Cennet’in her yerinde yazdım. Cennet’te, üzerinde “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" yazılmış olmayan hiç bir şey yok idi. Bu mertebe, Âdem'e verilen mertebeden daha üstündür."
Zâtıma mir'ât edindim zâtını,
Bile yazdım adım ile adını.
“Yâ Rabbî! Nûh'a (aleyhisselâm) gemi verdin. Buna karşı bana ne ihsân eyledin?" Buyurdu ki: “Sana Burak verdim ki, bir gecede yerden Arş'a eriştirdim. Cennet ve Cehennem’i gördün. Ümmetine de mescidler verdim ki, kıyâmet günü gemilere biner gibi ümmetin o mescidlere binip, Sırat'ı göz açıp yumacak kadar zamanda geçip Cehennem’den halâs olurlar."
“Yâ Rabbî! İsrâil oğullarına kudret helvası ile bıldırcına benzer kuş eti indirdin.” Hak teâlâ buyurdu ki: “Sana ve ümmetine, dünyâ ve âhıret nîmetini ihsân ettim. İsrâil oğullarının şekillerini, insan sûretinden; ayı, maymun ve hınzır sûretine çevirdim. Senin ümmetinin hiç birini öyle yapmadım. Onların amelleri gibi amel etseler dahi, bu belâyı onlara revâ görmedim. Yâ Muhammed! Sana bir sûre verdim ki, ona benzer bir sûre Tevrât’da ve İncîl’de yoktur. O süre Fatihâ sûresidir. Her kim o sûreyi okusa, vücûdu Cehennem’e haram olur. O kimsenin ana ve babasının azâbını hafifletirim. Yâ Muhammed! Ben, senden ekrem (kıymetli, üstün, şerefli) kimse yaratmadım. Sana ve ümmetine gecede ve gündüzde elli vakit namaz farz ettim.
Yâ Muhammed! Her kim benim birliğimi kabûl ederse ve bana ortak koşmaz ise Cennet onlarındır. Böyle olan ümmetine Cehennem’i haram ettim. Ümmetine karşı rahmetim, gadabımı aşmıştır.
Yâ Muhammed! Benim katımda cümle halktan ekremsin, şereflisin. Kıyâmet günü sana o kadar ikrâmlar yaparım ki, cümle âlem hayret ederler. Ey Habîbim! Sen Cennet’e girmeyince, sâir enbiyâya ve ümmetlerine yasaktır. Senin ümmetin girmeyince, gayri ümmet girmez. Yâ Muhammed! İster misin ki, senin ve ümmetin için neler hazırladım göresin?" “İsterim Yâ Rabbî!" dedim. İsrâfil'e hitâb edip; “Ey İsrâfil! Kulum ve emînim ve resûlüm Cebrâil'e de ki, Habîbimi Cennet’e iletip, Habîbim ve ümmeti için Cennet’te neler hazırladım ise göstersin. Tâ ki, mübârek hatırı endişeden halâs ola" buyurdu."
Âlemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimiz, İsrâfil aleyhisselâm ile birlikte Cebrâil aleyhisselâmın yanına geldiler. Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem Cennet’e götürdü. Melekler, ellerinde biri hulle, diğeri nûr dolu tabaklarla bekliyorlardı. Cebrâil aleyhisselâm; "Yâ Resûlallah! Bunlar, Âdem aleyhisselâmdan seksenbin yıl önce yaratıldı. Bu makâmda, tabaktakileri sana ve ümmetine saçmak için sabırsızlanırlar. Kıyâmet günü Hazretin ve ümmetin, Allahü teâlânın emriyle Cennet’in eşiğine ayak basınca, bu melekler tabaklardaki cevâhiri üzerinize saçacaklardır" dedi. Cennet’te vazifeli olan Rıdvân ismindeki melek, onları karşıladı. Peygamber efendimize müjdeler verdi ve; "Hak teâlâ, ikisini senin ümmetine, birini de diğer ümmetlere vermek için Cennet’i üç kısım etti" dedi ve Cennet’in her tarafını gezdirdi.
Habîb-i ekrem efendimiz buyurdular ki: “Cennet ortasında bir ırmak gördüm. Arş'ın yukarısında akar. Bir yerden su, süt, hamr ve bal çıkar. Aslâ birbirine karışmaz. O ırmağın kenarı zebercedden idi. İçindeki taşlar cevâhir, balçığı anber, otları za'ferân idi. Etrâfına gümüş bardaklar koymuşlar, sayıları gökteki yıldızlardan ziyâde idi. Çevresinde kuşlar olup, boyunları deve boynu gibi idi. Her kim onların etinden yese ve o ırmaktan içse, Hak teâlânın rızâsına mazhar olur. Cebrâil'e; “Bu ırmak nedir?" diye sordum. “Kevserdir. Hak teâlâ, onu sana vermiştir. Sekiz Cennet’te olan bostanlara bu kevserden akar" dedi. O ırmağın kenarında çadırlar gördüm. Cümlesi inci ve yâkuttan idi. Cebrâil'e suâl ettim. “Senin hâtunlarının menzilleridir" dedi. O çadırlarda hûriler gördüm. Yüzleri güneş gibi parlar idi ve cümlesi avaz edip, envâ-i nağmeler ile terennüm ederlerdi. Derlerdi ki: “Biz sevinçli ve neş'eliyiz. Bize hiç üzüntü gelmez. Biz donanmışız, hiç üryân olmayız. Biz gençleriz, hiç yaşlanmayız. Biz iyi huyluyuz, hiç kızmayız. Biz hep böyleyiz, hiç ölmeyiz." Saâdet köşklerine ve ağaçlarına erişip, onların nağme ve sedâları her yeri kaplar. Öyle hoş sesleri vardır ki, o nağmeler dünyâya gelseydi, ölüm ve mihnet dünyâda olmazdı. Cebrâil dedi ki: “Bunların yüzlerini görmek ister misin?" “İsterim" dedim. Bir çadırın kapısını açtı. Baktım. Öyle güzel sûretler gördüm ki, eğer bütün ömrümce onların güzelliğini anlatsam, bitiremem. Yüzleri sütten beyaz, yanakları yâkuttan kırmızı ve güneşten parlaktı. Derileri ipekten yumuşak ve ay gibi ışıklı, kokuları miskten daha güzeldi. Saçları gâyet siyah, kimi örülmüş, kimi toplanmış, kimi salıverilmiş, otursa, etrâfında çadır gibi olur, kalksa, ayağına kadar uzanırdı. Her birinin önünde bir hizmetçi dururdu. Cebrâil; “Bunlar, senin ümmetin içindir" dedi."
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Sekiz Cennet’in bağ ve bostanını ve türlü nîmetlerini gördüm. Cehennem’i ve derecelerini de görsem diye hatırıma geldi. Cebrâil elimi tutup, Cehennem’in en büyük meleği Mâlik'e götürdü: “Ey Mâlik! Hazret-i Muhammed, düşmanların Cehennem’deki yerlerini görmek ister (Ona Cehennem’i göster)" dedi. Mâlik, Cehennem’in tabakalarını açtı. Yedi tabaka (nın hepsini) gördüm. Yedinci tabakaya Hâviye derler. Onun azâbı, diğer tabakalardan kat kat ziyâde idi. Mâlik'e suâl ettim: “Bu tabakada hangi tâifeye azâb olunur?" Mâlik; “Fir’avn ve Kârûn ve senin ümmetinin münâfıklarına azâb olunur" dedi. Altıncı tabaka Lazy'dir. Orada, müşriklere (hiç dîni olmayanlara) azâb olunur. Beşinci tabaka Hutâme'dir. Orada; ateşe, öküze tapanlara, budistlere azâb olunur. Dördüncü tabaka Cahîm'dir. Orada; güneşe, yıldızlara tapanlara azâb olunur. Üçüncü tabaka Sakar'dır. Orada, hıristiyanlara azâb olunur. İkinci tabaka Saîr'dir. Orada yahudilere azâb olunur. Birinci tabaka Cehennem’dir. Bunun azâbı öbür tabakaların azâbından az idi. (Buna rağmen) orada ateşten yetmişbin deryâ gördüm. Her bir deryâ o kadar büyük idi ki, eğer yerleri ve gökleri bir deryâya atsalar ve bir meleğe emretseler, bin yıl arasa bulmak mümkün olmazdı. Zebânîler (Cehennem’de vazifeli melekler) öyle âzametli idi ki, eğer onların biri, yerleri ve gökleri ağzının bir kenarına koysa, hiç belli olmazdı. O deryâlar dalgalanıp, korkunç sedâlar hâsıl olurdu. Eğer o sesten dünyâya az bir ses gelseydi, bütün canlılar helâk oturdu. “Bu tabaka hangi tâife içindir?" diye suâl ettim. Mâlik cevap vermedi. Tekrar suâl ettim. Sükût etti...
Cebrâil, Mâlik'e; “Senden cevap bekliyor" dedi. O da; “Beni mâzur gör" diye özür diledi. Ben; “Her ne ise cevap ver ki, bugün tedariki mümkün ola" dedim. Mâlik; “Yâ Resûlallah! Senin ümmetinin asîleri içindir, onlara nasîhat eyle. Tâ ki bu korkunç yerden kendilerini korusunlar. Vücutlarını böyle azâba sürükleyecek şeylerden kaçınsınlar. O gün ben asîlere merhamet etmem. Ne ak sakallı ihtiyârlarına, ne de gençlerine şefkât göstermem" dedi."
Âlemlerin efendisi ağlamaya başladı. Mübârek başından sarığını çıkarıp, şefâate ve (Allahü teâlâya) yalvarmağa başladı. Ümmetinin zayıflığını ve böyle azâba tâkât getiremeyeceklerini söyleyerek, o kadar çok ağladı ki, Cebrâil aleyhisselâm ve cümle melekler de beraber ağlaştılar. Allahü teâlâdan hitap geldi ki: “Ey Habîbim! Senin hürmetin ve kıymetin benim katımda büyüktür, duân kabûl olunmuştur. Hatırını hoş tut. Seni, murâdına eriştirdim. Sana öyle bir makâm veririm ki, pek çok sayıda asîleri, senin şefâatin ile bağışlarım. Tâ ki, sen yeter diyesin. Ey Habîbim! Her kim, benim emrimi tutarsa azâb ve cezâdan kurtulur, rahmetime nâil olur. Cennet’te beni görmek şerefine kavuşur. Sana ve ümmetine gecede ve gündüzde elli vakit namaz farz ettim."
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem devam ederek; “O makâmdan (sonra) Arş'a eriştim. Semâvâttan geçip, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) bulunduğu makâma geldim. Bana; “Hak teâlâ, sana ve ümmetine ne farz eyledi" dedi. Ben de; “Her gün ve gece için elli vakit namaz kılınmasını bana farz kıldı" dedim. “Rabbine dön, biraz hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz. Ben İsrâil oğullarını denedim ve yokladım" dedi. Bunun üzerine, Rabbime döndüm ve dedim ki: “Yâ Rabbî! Ümmetimden (bu emri) biraz hafif eyle." Bunun üzerine elli vakitten sâdece beş vakit indirdi. Mûsâ'ya (aleyhisselâm) döndüm ve (beş vakit indirdi) dedim. Dedi ki: “Rabbine dön! Biraz daha hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz. Böylece Mûsâ (aleyhisselâm) ile Rabbimin arasında gidip geldim ve nihâyet Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Bu namazı beş vakte indirdim. Her namaz için on sevâb vardır. Bu bakımdan sonunda yine elli namaz olur. Zirâ her kim bir sevâbı kastedip de yapamazsa, onun için bir sevâb yazılır. Fakat yaparsa, bire mukâbil tam on sevâb yazılır. Fakat bir günâha kasdedip yapmazsa, hiç bir şey yazılmaz. Yaparsa, ancak o bir günâh olarak kayda geçer. Sonra Mûsâ'ya (aleyhisselâm) inip durumu anlattım. Yine; “Dön, biraz daha hafifletmesini dile" dedi. Bunun üzerine ona; “Rabbime çok münâcâtta bulunduğum için artık utanıyorum" dedim" buyurdular.
Allahü teâlâ böylece, sevgili Peygamberimizin çektiği sıkıntılarla yaralanan mübârek kalbini, tesellî eyledi. Hiç bir mahlûkuna vermediği, kimsenin bilemiyeceği, anlayamıyacağı nîmetleri, O'na ihsân eyledi.
Âlemlerin efendisi, sonra bir anda Kudüs'e ve oradan Mekke-i mükerremeye, Ümm-i Hânî'nin evine geldiler. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamış idi. Dışarda dolaşan Ümm-i Hânî uyuklamış, bir şeyden haberi olmamıştı. Peygamber efendimiz, Kudüs'ten Mekke'ye gelirken, Kureyş'in kervanına rastladı. Kervandaki bir deve ürktü, yıkıldı. Sabah olunca, Kâbe yanına gidip mîrâcını anlattı.
Kâfirler; "Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış" diye alay ettiler. Müslüman olmağa niyetli olanlar da tereddüde düştüler. Müşriklerden bâzıları sevinerek, Ebû Bekr'in evine geldiler. Çünkü onun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu gâyet iyi biliyorlardı. Kapıya çıkınca; "Ey Ebû Bekr! Sen çok kere Kudüs'e gidip geldin. İyi bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?" diye sordular. Hazret-i Ebû Bekr; "İyi biliyorum. Bir aydan fazla" dedi.
Bu söze sevinen kâfir gürûhu; "Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur" dediler. Gülüp, alay ederek ve hazret-i Ebû Bekr'in de kendileri gibi düşüneceğini umarak; "Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı" dediler. Hazret-i Ebû Bekr'e sevgi, saygı gösterip bel bağladılar. Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah efendimizin mübârek adını işitince; "Eğer O söyledi ise doğrudur. Bir anda gidip geldiğine ben de inandım" deyip içeri girdi. Kâfirler şaşkınlık içinde; "Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekr'e sihir yapmış" diyerek geri döndüler.
Hazret-i Ebû Bekr, hemen Resûlullah efendimizin yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle: "Yâ Resûlallah! Mîrâcınız mübârek olsun! Bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla şereflendirdiği ve mübârek yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nîmetlendirdiği için Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım sana fedâ olsun!" dedi. Hazret-i Ebû Bekr'in sözleri kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, îmânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah efendimiz o gün, Ebû Bekr'e "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, derecesi bir kat daha yükseldi.
Bu hâle çok kızan kâfirler, mü’minlerin kuvvetli îmânına, Peygamberimizin her sözüne hemen inanmalarına, O'nun çevresinde pervâne gibi dönmelerine dayanamadılar. Resûlullah efendimizi mahcup ve mağlûb etmek için, imtihân etmeğe başladılar:
"Yâ Muhammed! Kudüs'e gittim diyorsun. Söyle bakalım, mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?" gibi sorular sordular. Resûlullah efendimiz hepsine birer birer cevap verdiler. Efendimiz cevap verirken, hazret-i Ebû Bekr; "Öyledir Yâ Resûlallah" derdi. Halbuki, Resûlullah efendimiz edebinden, hayâsından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyurdu ki: “Mescid-i Aksâ'da etrâfıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. O anda, Cebrâil (aleyhisselâm) Mescid-i Aksâ'yı gözümün önüne getirdi. Pencerelerini görüp sayıyor ve sorularına, hemen cevap veriyordum." Resûlullah efendimiz, yolda develi yolcular gördüğünü söyledi. “İnşâallah Çarşamba günü gelirler" buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekke'ye ulaştı. Kervandakilere sorduklarında fırtına eser gibi olduğunu ve bir devenin yıkıldığı söylediler. Bu hâl mü’minlerin îmânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığı da gittikçe arttı.
Hicretten bir yıl önce, Receb ayının 27'sinde Cumâ gecesi vukû bulan bu mûcizeye mîrâc denir. Resûlullah, mîrâca, rûh ve bedeni ile uyanık bir hâlde çıktı. Mîrâc gecesinde O'na nice ilâhî hakîkatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı. Ayrıca Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi ihsân edildi. Mîrâc; Kur'ân-ı kerîmde, İsrâ ve Necm sûresi ile bâzı hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir.
Sevgili Peygamberimiz mîrâcdan sonra Eshâbına Cennet’i anlatırken buyurdular ki: “Yâ Ebâ Bekr! Senin köşkünü gördüm. Kızıl altından idi. Senin için hazırlanan nîmetleri müşâhede ettim." Ebû Bekr de (radıyallahü anh); "O köşk ve köşkün sâhibi sana fedâ olsun yâ Resûlallah" dedi. Efendimiz, hazret-i Ömer'e dönerek; “Yâ Ömer! Senin köşkünü gördüm. Yâkuttan idi. O köşkte çok hûriler var idi. Fakat içeri girmedim. Senin gayretini düşündüm" buyurdular. Hazret-i Ömer, çok ağladı. Göz yaşları arasında; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Senden de gayret, kıskanmak olur mu?" dedi. Daha sonra, hazret-i Osman'a buyurdular ki: “Yâ Osman! Seni her gökte gördüm. Cennet’te köşkünü görüp seni düşündüm." Hazret-i Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali! Senin sûretini dördüncü semâda gördüm. Cebrâil'e suâl ettim. Dedi ki: “Yâ Resûlallah! Melekler hazret-i Ali'yi görmeğe âşık oldular. Hak teâlâ, onun sûretinde bir melek yarattı. Dördüncü gökte durur, melekler onu ziyâret eder, bereketlenirler." Sonra senin köşküne girdim. Bir ağaçtan bir yemiş kokladım; Ondan bir hûri çıktı, yüzüne perde çekti. “Sen kimsin ve kiminsin?" dedim. “Amcanoğlu Ali için yaratıldım yâ Resûlallah!" dedi."
Mîrâc gecesinin sabahında Cebrâil aleyhisselâm gelerek Resûlullah efendimize beş vakit namazı, vakitlerinde imâm olarak kıldırdı. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Cebrâil (aleyhisselâm) Kâbe kapısı yanında iki gün bana imâm oldu. İkimiz, fecr doğarken sabah namazını, güneş tepeden ayrılırken öğleyi, her şeyin gölgesi kendi boyu olunca ikindiyi, güneş batarken (üst kenarı kaybolunca) akşamı ve şafak kararınca yatsıyı kıldık. İkinci günü de, sabah namazını hava aydınlannca, öğleyi her şeyin gölgesi kendi boyunun iki katı olunca, ikindiyi bundan hemen sonra, akşamı oruç bozulduğu zaman, yatsıyı gecenin üçte biri olunca kıldık. Sonra; “Yâ Muhammed, senin ve geçmiş peygamberlerin namaz vakitleri budur. Ümmetin, beş vakit namazın her birini, bu kıldığımız iki vaktin arasında kılsınlar" dedi."
Namaz vakitleri böylece bildirildikten sonra, Habeşistan'a da haber gönderilerek beş vakit namazı kılmaları ve farz olduğundan îtibâren kılmaya başladıkları vakte kadar olan namazları kazâ etmeleri bildirildi.