Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Resûlullah efendimiz, Eshâbına, dînimizin emir ve yasaklarını inceden inceye anlatıyor, öğretiyorlardı. Îmânın, İslâmın şartları, namaz, oruç, hac, zekâta âit bütün hükümler; Âyet-i kerîmelerin tefsîrleri; haram ve helâl olan yiyecekler, giyecekler; yemîn, adak, keffâretler, alış-veriş bilgileri; yeme-içme, giyinme, görüşme-konuşma, selâmlaşma âdâbı; komşuluk, akrabâlık ve dostluk münâsebetleri; evlenme, nafaka, verâset ve mîras hükümleri; dâvâlar, cezâlar, anlaşma ve ortaklıklar; sağlık, sıhhat bilgileri; düşmanla çarpışma, harp hukûku... gibi bütün "Dîn-i İslâm’ı herkesin anlayacağı şekilde anlatır, önemli gördükleri bir husûsu, üç defâ tekrar ederlerdi. Kadınlara âit bilgileri de, mübârek zevceleri vâsıtasıyla öğretirlerdi.
Müslümanların kahraman imâmı, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhûr, sevgili büyüğümüz Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) buyuruyor ki:
"Öyle bir gün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan bir kaçımız, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resûlullah'ın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıda olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. (Bu günün şerefini, kıymetini anlatabilmek için; "Öyle bir gün idi ki..." buyurdu. Cebrâilaleyhisselâmı insan şeklinde görmek, onun sesini işitmek, kulların muhtâç olduğu bilgiyi, gâyet güzel ve açık olarak, Resûlullah'ın mübârek ağzından işitmek nasîb olan bir gün gibi, şerefli ve kıymetli bir vakit bulunabilir mi?)
O vakit, ay doğar gibi bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde; toz, toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullah'ın Eshâbı olan bizlerden hiç birimiz onu tanımıyorduk. Yâni, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullah'ın huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı. (Bu gelen, Cebrâil idi. İnsan şekline girmişti. Cebrâil aleyhisselâmın böyle oturması, mühim bir şeyi bildirmek için idi. Yâni, din bilgisi öğrenmek için utanmanın doğru olmadığını ve üstâda gurur, kibir yakışmayacağını göstermektedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, muallimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini, Cebrâil aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma, bu hâli ile anlatmaktadır. Çünkü, din öğrenmekte utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekte ve öğretmekte ve öğrenmekte sıkılmak doğru olmaz.)
O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu ve; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat" dedi.
Resûl-i ekrem buyurdu ki: “İslâmın şartlarından birincisi, “Kelime-i şehâdet" getirmektir. (Kelime-i şehâdet getirmek demek, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" söylemektir. Yâni akıl ve bâliğ olan ve konuşabilen kimsenin; "Yerde ve gökte, O’ndan başka, ibâdet edilmeye ve tapılmaya lâyık hiç bir şey ve hiç bir kimse yoktur. Hakîki mâbud, ancak Allahü teâlâdır. O, vâcib-ül-vücûddur. Her üstünlük O'ndadır. O'nda hiç bir kusur yoktur. O'nun ismi Allah’dır" demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanmasıdır. Ve yine; "O, gül renkli, beyaz kırmızı, parlak, sevimli yüzlü, kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek alnı açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistan'da Mekke'de doğduğu için Arab denilen, Hâşimî evlâdından Abdullah'ın oğlu Muhammed adındaki zât-ı âlî, Allahü teâlânın kulu ve resûlü yâni peygamberidir" demesidir.)
“Vakti gelince namaz kılmaktır. Malın zekâtını vermektir. Ramazân-ı şerîfte her gün oruç tutmaktır. Gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir." O zât, Resûlullah'dan bu cevapları işitince; "Doğru söyledin yâ Resûlallah!" dedi. Biz dinleyiciler; "Hem soruyor, hem de onu tasdik ediyor!" diye onun bu sözüne şaştık.
Bu zât yine; "Yâ Resûlallah! Îmânın ne olduğunu da bana bildir" dedi.
(Bu hadîs-i şerîfte, îmânın lügat mânâsını düşünmemelidir. Çünkü lügat mânâsı, tasdik ve inanmak demek olduğundan, Arab câhillerinden, bu mânâyı bilmeyen kimse yoktur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı kirâm radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn bilmemiş olsunlar. Cebrâil aleyhisselâm, îmânın mânâsını Eshâb-ı kirâma öğretmek istiyordu. Burada İslâmiyette neye îmân denildiği sorulmaktadır.) Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem de, îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi:
“Önce, Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, resûllerine, âhıret gününe, kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." O zât, yine; "Doğru söyledin" diyerek tasdik etti. Sonra tekrar; "Yâ Resûlallah! İhsânın ne olduğunu da bana bildir" dedi. Resûlullah efendimizAllahü teâlâya; “O'nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni muhakkak görür" buyurdu. O zât tekrar; "Yâ Resûlallah! Bana kıyâmetten haber ver!" dedi. Resûl aleyhisselâm“Bu mes’elede sorulan sorandan daha âlim değildir" buyurdular. O zât tekrar; "O hâlde onun alâmetlerini bildir" dedi. Resûlullah efendimiz“Câriyelerin efendilerini doğurması, yalın ayak, çıplak, yoksul çobanların (zengin olarak) yüksek binâ yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir" buyurdu. Bundan sonra dönüp gitti. Resûlullah, bana dönüp; “Ey Ömer! Soran kişinin kim olduğunu biliyor musun?" diye sordular. "Allahü teâlâ ve Resûlü daha iyi bilir" dedim. Resûlullah“O Cibrîl (Cebrâil) idi. Sizlere dîninizi öğretmek için geldi" buyurdular.
Peygamber efendimiz, Eshâbına, dindeki derecelerine göre, anlayacakları şekilde anlatırlardı. Eshâb-ı kirâmın en yükseklerinden olan hazret-i Ömer, bir gün geçerken, Resûlullah efendimizin Ebû Bekr-i Sıddîk'a (radıyallahü anh) bir şey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Bunu başkaları da gördü, fakat, gelip dinlemekten çekindiler. Ertesi gün, Ömer'i (radıyallahü anh) görünce; “Yâ Ömer! Resûlullah dün size bir şey anlatıyordu. Söyle, biz de öğrenelim" dediler. Çünkü Resûlullah efendimiz dâimâ; “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!" buyururdu. Hazret-i Ömer; "Dün hazret-i Ebû Bekr, Kur'ân-ı kerîmden anlayamadığı bir âyet-i kerîmenin mânâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, bir şey anlayamadım" dedi. Çünkü, hazret-i Ebû Bekr'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hazret-i Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah efendimiz“Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra peygamber gelseydi, Ömer peygamber olurdu" buyurdu. Böyle yüksek olduğu ve ana dili olan Arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur'ân-ı kerîmin hazret-i Ebû Bekr'e anlatılan tefsîrini anlayamadı. Ebû Bekr'in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Hazret-i Ebû Bekr, hattâ Cebrâil aleyhisselâm bile, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını, esrârını, Resûlullah'a sorardı. ResûlullahKur'ân-ı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirmiştir. Sevgili Peygamberimiz, bu şekilde Eshâbına dîni öğrettiği gibi, dâvâlara bakıyor, şâhidlerini dinleyip, en güç anlaşmazlıkları netîceye bağlayarak hâllediyordu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber efendimiz, Mescid-i Nebî'nin kuzey duvarına hurma dallarıyla bir gölgelik yaptırdı. Burada Mekke'den hicret eden, malı-mülkü bulunmayan bekâr sahâbîlerin yatıp kalkmalarını emir buyurdu. Sayıları on ile dörtyüz arasında değişen bu sahâbîler, Resûlullah efendimizin yanlarından hiç ayrılmaz ve sohbetlerinden hiç geri kalmazdı. Gece-gündüz Kur'ân-ı kerîm okurlar, ilim öğrenirler, hadîs-i şerîfleri hıfz ederlerdi. Günlerinin çoğunu oruç tutarak geçirirler; ibâdet ve tâattan bir an ayrılmazlardı.
Burada yetişenler, yeni müslüman olan kabîlelere gönderilirler, onlara Kur'ân-ı kerîmi ve sünnet-i şerîfleri, yâni dîn-i İslâm’ı öğretirlerdi. Pek ziyâde fazîletlere sâhîb olan bu mübârek sahâbîler, büyük bir irfân ordusu idiler. Peygamber efendimiz, onları çok sever, onlarla oturup sohbet ederler ve beraber yemek yerlerdi. Burada kalanlara Eshâb-ı suffe denirdi.
Resûlullah efendimiz bir gün Eshâb-ı suffeye bakıp, son derece fakir olduklarını düşündüler. Böyle oldukları hâlde gönül rahatlığı ve parlaklığı ile ibâdet ediyorlardı. Peygamber efendimiz merhamet buyurup, onlara; “Ey Suffe eshâbı! Size müjdeler olsun! Eğer ümmetimden, sizin içinde bulunduğunuz bu zor şartlara râzı bir kimse kalmış olursa, o, elbette benim arkadaşlarımdandır" buyurdular.
Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, her şeyden önce bu seçkin Eshâbının ihtiyaçlarını te’min eder, sonra Ehl-i beytininkini gidermeye çalışırlardı. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle anlattı: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ben bâzan açlıktan karnımı yere dayar, bâzan da yerden aldığım bir taşı karnıma bastırırdım. Yine böyle bir hâlde idim. O gün Resûlullah'ın mescide geçtiği yolun üstünde oturmuştum. O sırada âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihânın süsü, nûr saçarak yanıma geldiler. Hâlimi anlayıp gülümsediler ve; “Yâ Ebâ Hüreyre!" buyurdular. "Canım sana fedâ olsun, buyur yâ Resûlallah!" deyince; “Benimle gel" buyurdular. Hemen peşlerinden yürüdüm. Hâne-i saâdetlerine girdiler. Evde bir bardak süt vardı. “Haydi, Ehl-i suffeye git. Onları bana çağır" buyurdular. Onları çağırmak için giderken kendi kendime; "Bütün suffe ehline bir bardak süt nasıl yeter? Bana da bir yudum düşer mi ki?!..." diye düşünüyordum. Onları çağırdım, saâdethâneye geldik, izin isteyip içeri girdik, uygun yerlere oturduktan sonra, Resûlullah efendimiz“Yâ Ebâ Hüreyre! Şu süt bardağını al, onlara ver!" buyurdular. Ben de bardağı alıp, sıra ile arkadaşlarıma veriyordum. Her biri bardağı alıyor doyuncaya kadar içiyor, bana iâde ediyordu. Herkesten aldığımda, bardağın hiç eksilmediğini, öylece sütle dolu olduğunu görüyordum. Bu şekilde, gelen bütün arkadaşlarıma takdim ettim. Hepsi içip doydular. Sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bardağı alıp, bana gülümsediler ve; “Yâ Ebâ Hüreyre! Süt içmeyen bir ben kaldım, bir de sen. Haydi sen de otur, iç!" buyurdular. Oturup içtim. “Yine iç!" buyurdular. İçtim. Efendimiz, bir kaç defâ “İç!" buyurdular. Ben de her defâsında içtim. Nihâyet; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Artık içemiyeceğim. Seni hak din ile gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, iyice doydum" dedim. “Öyleyse bardağı bana ver" buyurdular. Verdim. Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra, Besmele çekerek sütü içtiler."
Mescidde Resûlullah efendimizin hiç bir sohbetini kaçırmadan ilim öğrenen bu mümtaz Eshâba karşı, Medîneli sahâbîler, benzeri görülmemiş şekilde muhabbet beslerlerdi. Bir akşam, açlıktan dermanı kalmayan Suffe'den bir sahâbî, Resûlullah efendimizin huzûr-ı şerîflerine gelip, hâlini arz etti. Peygamber efendimiz, hâne-i saâdetlerine, yiyecek bir şeyin olup olmadığını sordular. "Şu anda evde yiyecek olarak sudan başka bir şey yok" cevâbını alınca, orada hazır bulunan Eshâbına; “Kim şu açı misâfir eder?" buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan Medîneli biri, herkesten önce davranıp; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Onu ben ağırlarım" dedi. Mrsâfiriyle evine gidip hanımına; "Resûlullah efendimizin misâfirini ağırlayacak bir şeyler hazırla" dedi. Hanımı; "Şu anda evimizde çocukların yiyeceğinden başka bir şey yok" diye cevap verdi. "Önce çocukları uyut. Sonra o yemeği getir" diyen sahâbî, ancak bir kişiye yetecek kadar olan yemeği alıp misâfirin odasına girdi. Sofrayı koyup buyur etti. Yemeğe beraber başladıktan sonra kalktı, lâmbayı düzeltiyormuş gibi yapıp söndürdü. Tekrar karanlıkta sofranın başına oturdu. Yiyormuş gibi hareketler yaparak, misâfirin doymasını bekledi. Misâfir doyduktan sonra sofrayı kaldırdı. O gece, çocukları ile aç olarak sabahladılar. Sabahleyin Peygamber efendimizin huzûr-ı şerîflerine gittiklerinde; Allahü teâlâ bu geceki hareketinizden hoşnûd oldu" buyurdular. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Haşr sûresinin 9. âyet-i kerîmesini göndererek meâlen; “Onlar (Ensâr), kendilerinde yoksulluk ve muhtâçlık olsa bile, (Muhâcirleri) kendi canlarından üstün tutarlar." buyurdu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâb-ı kirâmını yetiştirmek, olgunlaştırmak için, Mescid-i Nebî'de eşi benzeri bulunmayan sohbetler eder, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği feyz ve bereketleri, onların kalblerine akıtırdı. Peygamber efendimizin sohbetine katılmak şerefine nâil olanlar, daha ilk sohbette kalblerinde büyük bir değişiklik hisseder ve pek yüksek ilâhî marifetlere kavuşurlardı. Bu sohbetlerin bereketiyle Eshâb-ı kirâm, başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere, bütün sahâbe arkadaşlarını canlarından çok sever hâle gelirlerdi. Allahü teâlâ onları, âyet-i kerîmelerle medhetmiştir. Onlar, Resûlullah efendimizin huzûr-ı şerîflerinde; sanki başlarına kuş konmuş da, hareket edince uçacakmış gibi pek edebli ve çok dikkatli dururlardı. Böylece, Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) peygamberlerden ve büyük meleklerden sonra mahlûkâtın en efdâli ve en üstünü oldular.
Allahü teâlâKur'ân-ı kerîmde meâlen; “Siz ümmetlerin en iyisi, en hayırlısı oldunuz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız. İyilik yapılmasını emreder, kötülükten nehyedersiniz..." (Âl-i İmrân sûresi: 110)
“Önce müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için, Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır." (Tevbe sûresi: 100)
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlânın peygamberidir ve O'nunla birlikte bulunanların, (yâni Eshâb-ı kirâmın) hepsi kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fakat, birbirlerine karşı merhametli, yumuşaktırlar. Bunları çok zaman rükûda ve secdede görürsünüz. Herkese dünyâda ve âhırette her iyiliği, üstünlüğü, Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı, Allahü teâlânın kendilerini beğenmesini de isterler. Çok secde ettikleri, yüzlerinden belli olur. Onların hâlleri, şerefleri böylece Tevrât’da ve İncîl’de bildirilmiştir. İncîl’de de bildirildiği gibi, onlar, ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp kalınlaştığı, yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları hâlde, az zamanda etrâfa yayıldılar. Her tarafı îmân nûru ile doldurdular. Herkes filizin hâlini görüp, az zamanda nasıl büyüdü diyerek, şaşırdıkları gibi, hâl ve şanları dünyâya yayılıp, görenler hayret etti ve kâfirler kızdılar." (Feth sûresi: 29) buyurdu.
Peygamber efendimiz de Hadîs-i şerîflerinde, Eshâb-ı Kirâmın büyüklüğünü, derecelerinin yüksekliğini izâh için; “Eshâbımın hiç birine dil uzatmayınız. Onların şanlarına yakışmayan bir şey söylemeyiniz! Nefsim elinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizin biriniz Uhud Dağı kadar altın sadaka verse, Esbabımdan birinin bir müd arpası kadar sevâb alamaz" ve “Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz" buyurdular.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget