Resûlullah efendimizin hicretinden önce, Medîne'de bulunan Hazrec kabîlesinin reîsi Abdullah bin Übey, Medîne'ye hükümdâr seçilecekti. Akabe bîatları, daha sonra da hicret hâdisesiyle Evs ve Hazrec kabîlelerinin çoğu müslüman olunca, Abdullah bin Übey'in hükümdârlığı gerçekleşmedi. Bu sebeple Abdullah bin Übey, başta Peygamber efendimize ve muhâcir olan Eshâb-ı kirâma, sonra Medîneli sahâbeye diş biliyor, fakat düşmanlığını açıkça gösteremiyordu. Kendisi gibi bir kaç kimse ile, münâfıklar zümresini teşekkül ettirdi. Bunlar, müslümanların yanında İslâm dînine girdiklerini söylüyor, fakat arkalarından alay ediyorlardı. Gizliden gizliye nifak tohumları ekmeye ve fitne çıkarmaya başladılar. Bunda öyle ileri gittiler ki, Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mübârek sözlerini tersine nakletmeye ve değiştirmeye kalktılar.
Düşmanlıklarını içinde saklıyan yahudiler, Peygamber efendimizle bir andlaşma imzâladılar. Peygamber efendimize gruplar hâlinde geldiler. Kendilerince çok zor olan sorular sordular. Aldıkları cevaplardan O'nun, hak peygamber olduğunu anladılar. Fakat inâd ve kıskançlıklarından îmân etmediler. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Bana yahudi âlimlerinden on kişi îmân etmiş olsaydı, yahudilerin hepsi îmân ederlerdi" buyurdular. Resûlullah efendimizin böyle mahzûn olmasını, Allahü teâlâ şu âyet-i kerîmesiyle tesellî eyledi; "(Ey Habîbim!) Ey şanlı Resûl! Kalbleriyle inanmadıkları hâlde, ağızlarıyla inandık diyenlerle (münâfıklarla) yahudilerden küfür içinde koşuşanlar, seni mahzûn etmesin. Onlar, durmadan yalan dinleyenler ve senin huzûruna gelmeyen başka bir kavim (Hayber yahudileri) için, (Kureyzâoğularından) câsusluk edenlerdir. Kelimeleri (Allahü teâlâ tarafından) yerlerine konduktan sonra değiştirirler. “Eğer size şu (fetva), verilirse onu kabûl edin, verilmezse sakının " derler. Allahü teâlâ, kimin fitneye düşmesini dilerse, artık sen, Allahü teâlânın irâdesini önlemeye hiç bir sûrette muktedir olamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ, (onların) kalblerini temizlemek dilememiştir. Onlara, dünyâda hakîr ve perişânlık; âhırette de pek büyük bir azâb vardır." (Mâide sûresi: 41)
Yapılan andlaşma sebebiyle, sahâbeden bâzıları, komşuları olan yahudilerle dostluk kurmuşlardı. Allahü teâlâ, onları da bundan men ederek buyurdu ki: “Ey îmân edenler! Din kardeşlerinizden başkasını (kâfir ve münâfıkları) dost edinmeyin. Onlar size fenâlık yapmakta, fesâd çıkarmakta kusur etmezler ve sıkıntıya girmenizi arzu ederler. Onların size karşı olan kin ve düşmanlıkları, ağızlarından dışarı dökülmüştür. Kalblerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür. Onların düşmanlıklarına dâir âyetleri açıkladık, eğer düşünür anlarsanız..." (Âl-i İmrân sûresi: 118)
Mekkeli müşrikler, Medîne'deki müşrikleri, münâfıkları, yahudileri ve Medîne'nin çevresindeki kabîleleri durmadan tahrik ve tehdide devam ediyorlardı. Bir an önce İslâmın nûrunu söndürmeye çalışıyorlar, sevgili Peygamberimizin mübârek vücûdunu ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlardı.
Münâfıkların ve müşriklerin bu şekildeki hareketlerine karşı, Resûlullah efendimiz hep sulh yoluna gidiyordu. Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) bâzıları, artık düşmana karşı çıkmanın lâzım geldiğine inanıyor ve; "Yâ Rabbî! Bizim için, senin yolunda, şu müşriklerle mücâdele etmekten daha kıymetli bir şey yoktur. Bu Kureyşli müşrikler ki, Habîbinin peygamberliğini yalanladılar ve Mekke'den çıkmaya mecbûr ettiler. Allah'ım! Her hâlde onlarla harp etmemize müsâde edersin!.." diye duâ ediyorlardı. Resûlullah efendimiz ise, bu yolda Allahü teâlânın emrini bekliyor, ne buyurulursa ona göre hareket ediyordu. Artık zamanı gelmişti. Cebrâil aleyhisselâmın getirdiği vahiyde buyruluyordu ki: “Size karşı harb açanlarla, siz de Allahü teâlânın yolunda çarpışın. Fakat haddi tecâvüz edip, aşırı gitmeyin. (Sizinle savaşmayanlara dokunmayın. Savaşdıkları sûretde de kadınları, çocukları, ihtiyârları öldürmeyin. İşkence yapmayın.) Muhakkak ki, Allahü teâlâ aşırı gidenleri sevmez. Onları (kâfirleri) nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi (Mekke'den) çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın. Onların şirk fitneleri, adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar Mescid-i Haram'da sizinle çarpışmadıkça, siz de orada, kendileriyle harb etmeyin. Fakat, onlar sizi orada öldürürlerse, siz de onları orada öldürün. Kâfirlerin cezâsı böyledir. Eğer onlar, Allahü teâlâyı inkârdan ve muhârebeden vazgeçerlerse, (siz de bırakın. Zirâ) muhakkak ki, Allahü teâlâ pek çok mağfiret ve merhamet edicidir." (Bakara sûresi: 190-192) Daha sonra gönderilen bir âyet-i kerîmede de buyruldu ki: “Şirk fitnesinden eser kalmayıncaya ve din de yalnız Allahü teâlânın oluncaya (yalnız Allahü teâlâya ibâdet edilinceye) kadar, o müşriklerle harb edin. (Şirkden) vaz geçerlerse, (onlara zulüm yoktur.) Artık düşmanlık (ceza) ancak zâlimler üzerinedir." (Bakara sûresi: 193)
Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medîne'nin asâyişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için seriyyeler yâni küçük askerî birlikler tertipledi. Bu seriyyelere katılanların sayısı, beş ile dörtyüz arasında değişirdi. Peygamber efendimizin katıldığı ve bizzat idâre ettiği savaşlara da gazâ denirdi. Sevgili Peygamberimiz, düşmanın ânî saldırılarını önlemek için, Medîne'de nöbet tutma usûlünü koyarak, gerekli emniyet tedbiri aldı.
Müşrikleri, ticârî ve iktisâdî yönden zayıf düşürmek ve yola getirmek lâzımdı.. Bunun için Suriye ticâret yollarını kesmeleri icâbediyordu. Bu sırada, bir müşrik kervanının Medîne yakınlarından geçmekte olduğu işitildi. Sevgili Peygamberimiz, derhal sefer hazırlığı yapılmasını emiredip, otuz süvârinin başına hazret-i Hamza'yı kumandan tâyin etti. Kendisine, Allahü teâlâdan korkmayı, emri altında bulunanlara iyi davranmayı tavsiye buyurduktan sonra; “Allahü teâlânın yolunda, Allahü teâlânın ismini anarak gazâya çıkınız! Allahü teâlâyı tanımayanlarla çarpışınız..." buyurdular. Hazret-i Hamza'ya, beyaz bir bayrak vererek uğurladılar.
Hazret-i Hamza, emrindeki süvârilerle, üçyüz süvârinin koruduğu müşrik kervanına doğru harekete geçti. Kervan; Şam'dan Mekke'ye gitmek üzere Sîf-ül-Bahr denilen yere gelince, mücâhidlerle karşılaştılar. Şanlı sahâbîler, derhal savaş düzenine girerek çarpışmaya hazırlandılar. O sırada, orada bulunan Mecdî bin Amr el-Cühenî, yetişip araya girdi. Mecdî bin Amr el-Cühenî, iki tarafın da müttefiki idi. Müslümanların sayıca çok az, müşriklerin pek fazla olduklarını görüp, müslümanların yenilebileceklerini düşündü. Müslüman devletinin ilelebet devamını umarak arabuluculuk edip, iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi. Sonra, hazret-i Hamza ve arkadaşları Medîne'ye geri döndüler. Mecdî’nin hareketi, Peygamberefendimize arzedilince, memnuniyetini bildirerek; “Mübârek, iyi ve doğru bir iş yapmıştır" buyurdular.
Bundan sonra seriyyelerin arkası kesilmedi. Ubeyde bin Hâris hazretlerinin emrine altmış veya seksen kadar mücâhid verilerek, Rabig'e gönderildi. Müşrikler, müslümanlardan korkarak selâmeti kaçmakta buldular.
Peygamber efendimiz bir gün, Kureyş müşriklerini gözetlemek üzere, Nahle'ye seriyye tertip etmek istediler. Gönderilecek askerlere de Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretlerini kumandan yapmayı istediler. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (radıyallahü anh) bu emri alınca, Peygamberimizden uzak kalmanın acısıyla ağlamaya başladı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, onun yerine Abdullah bin Cahş hazretlerini emir tâyin ettiler.
Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh), İslâmiyeti heyecanla yaşayan zâtlardandı. Müslüman olduğu zaman, kâfirler kendisine akla gelmedik işkence yapmalarına rağmen, onlara îmân gücü ile karşı koymuş, ezâ ve cefâlarına metanetle katlanmıştı. Bu sebeple Peygamber efendimiz, onun için Eshâbına; "...Açlığa ve susuzluğa en çok dayanan ve katlananınızdır" buyurmuştu. Abdullah bin Cahş, Resûlullah efendimizin şehidler için verdiği müjdeleri duyarak, hep şehâdete can atmıştı. Harplerde en önde kahramanca çarpışırdı.
Hazret-i Abdullah bin Cahş der ki: "O gün, Resûl aleyhisselâm yatsı namazını kılınca, beni yanına çağırdı. “Sabah erkenden yanıma gel. Silahın da yanında olsun. Seni bir tarafa göndereceğim" buyurdu. Sabah olunca, mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Resûl aleyhisselâm, sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndüler. Ben daha önce geldiğim için kapının önünde bekliyordum. Muhâcirlerden benimle gidecek bir kaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kumandan tâyin ettim" buyurarak, bir mektup verdi. “Git! İki gece yol aldıktan sonra mektubu aç. Onda buyrulana göre hareket et" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?" diye sordum. “Necdiye yolunu tut. Rekiye'ye, kuyuya yönel!" buyurdu. Abdullah bin Cahş, Nahle seferine me’mûr edildiği zaman, kendisine ilk defâ, Emîr-ül-mü'minîn sıfatı verildi. İslâm'da ilk defâ bu isimle anılan emir, o oldu. Sekiz veya oniki kişilik bir birlik ile, iki gün sonra Melel mevkîine vardıklarında, açtığı mektupta;
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vâdisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiç birini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vâdisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını gözetleyip denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin" yazılıydı.
Emir-ül-mü’minin hazret-i Abdullah bin Cahş, mektubu okuduktan sonra; "Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep O'na döneceğiz. İşittim ve itâat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim" diyerek mektubu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek; "Hanginiz şehîd olmaya can atıyorsa benimle gelsin. Gelmek istemeyen dönüp gidebilir. Hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmezseniz, ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim" dedi. Arkadaşları hep birden; "Biz Peygamber efendimizin emirlerini işittik. Allahü teâlâya, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme ve sana itâat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi üzere yürü" diye cevap verdiler. Sa'd bin Ebi Vakkâs hazretlerinin de bulunduğu bu küçük ordu, Hicaz'a doğru yol aldı ve Nahle'ye geldi. Bir yere gizlenerek oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladı. Bu sırada, bir Kureyş kâfilesi geçti. Develeri yüklü idi. Mücâhidler, kâfileye yaklaşarak onları İslâm'a dâvet ettiler. Kabûl etmeyince çarpışmağa başladılar. Birisini öldürüp ikisini esir aldılar, birisi atlı olduğu için yetişemediler. Kâfirlerin bütün malı mücâhidlere kaldı. Abdullah bin Cahş (radıyallahü anh), bu ganîmet mallarının beşte birini Resûlullah efendimize ayırdı. Bu, müslümanların aldıkları ilk ganîmetti.