Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne'yi teşrîf ettiklerinde ilk iş olarak Eshâbını yetiştirecek, cemâatla namaz kılacak bir mescidin yapılmasını arzu ediyorlardı. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm gelip: "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana, kendisi için taştan ve kerpiçten bir beyt (mescit) yapmanı emrediyor" dedi. Habîb-i ekrem efendimiz, hemen devesi Kusvâ'nın Medîne'ye geldiklerinde çöktüğü yeri sâhiplerinden satın almak istediler. Sâhipleri; "Yâ Resûlallah! Biz, onun bedelini ancak cenâb-ı Hak'tan bekleriz. Orayı size, Allah rızâsı için hediye ederiz" diyerek bağışlamayı çok arzu ettiler. Buna rağmen Efendimiz kabûl buyurmayıp, fazlasıyla ücretini ödediler. Bir taraftan arsanın tesviyesi yapılıp düzeltilirken, diğer yandan kerpiçler kesiliyor ve taşlar çekiliyordu. Nihâyet her hazırlık yapıldıktan sonra temel atılmak üzere toplanıldı. Temele ilk taşı, Muhammed Mustafa sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz, mübârek elleriyle koydular. Sonra sıra ile; “Ebû Bekr, taşını, benim taşımın yanına koysun! Ömer, taşını Ebû Bekr'in taşının yanına koysun! Osman, taşını, Ömer'in taşının yanına koysun! Ali, taşını Osman'ın taşının yanına koysun" buyurdular. Emirleri yerine geldikten sonra oradaki Eshâb-ı kirâmına; “Siz de taşlarınızı koyunuz" buyurdular. Onlar da koymaya başladılar.
Mescidin yapılmasında, başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere bütün Eshâb-ı kirâm durmadan dinlenmeden çalıştılar. Mübârek sırtlarında taş ve kerpiç taşıdılar. Taş ile temeli bir buçuk metre yükseltip, üzerini kerpiçle ördüler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz bir gün, kerpiç yüklenmiş götürüyordu. Eshâbından biri huzûr-ı şerîfine varıp, fevkalâde bir edeble; "Yâ Resûlallah! Kerpici benim taşımama müsâde eder misiniz?" dedi. Hâtem-ül-enbiyâ efendimiz, ona, daha büyük bir nezaketle, kendisinin sevâb kazanmaya daha çok muhtâç olduğunu bildirip kerpici vermediler. Onun da gidip taş getirmesini tavsiye buyurdular.
Mescid-i Nebînin inşâsında en çok çalışanlardan biri de Resûlullah efendimizdi. En ağır kayaları yüklenerek, mübârek göğüsleri darala darala ustaların yanına götürürlerdi. Bu taşları ve kerpiçleri taşırken yapılan işin kıymetini, kavuşulacak nîmetleri müjdeleyerek Eshâbını gayrete getirirdi. Efendimizin bu gayretini gören müslümanlar, büyük bir aşkla çalışıyorlardı. Hattâ Ammâr bin Yâser (radıyallahü anh), herkes birer kerpiç taşırken, o; birini Peygamber efendimiz, birini de kendisi için olmak üzere iki kerpiç götürürdü. Bu hâli Resûlullah efendimiz gördüklerinde, yanına vardılar. Mübârek elleri ile hazret-i Ammâr'ın arkasını sığayıp; “Ey Sümeyye'nin oğlu! Senin iki, başkalarının bir ecri var" buyurdular.
Mescidin duvarları kısa zamanda bitirildi ve üzeri örtüldü. Ayrıca mescide bitişik, Resûlullah efendimiz için kerpiçten iki oda yapıldı. Bunların üzerleri de hurma kütüğü ve dalları ile örtüldü. (Bu odalar zamanla dokuza kadar çoğaltıldı.) Mescidin inşası bittikten sonra, Peygamber efendimiz, hazret-i Hâlid bin Zeyd'in evinden, kendisi için yapılan eve taşındılar.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Peygamber efendimiz, Medîne-i münevverede daha sıkı bir bağlılığın te’sisi için, hicret eden Muhâcirleri ve onları evlerinde barındıran Ensârı birbirlerine kardeş yaptılar. Hazret-i Ali en sona kalınca, unutuldum sanarak; "Yâ Resûlallah! Beni unuttunuz mu?" diye sormuştu. O zaman Âlemlerin efendisi; “Sen, dünyâda ve âhırette benim kardeşimsin" buyurmuştu. Bu kardeşlik maddî ve mânevî yardımlaşma esasına dayanıyordu. Böylece yurtlarından, yuvalarından ve akrabâlarından ayrı kalmanın mahzûnluğu bir miktar da olsa giderilmiş olacaktı. Zâten Medîneli müslümanlar (radıyallahü anhüm), Allahü teâlânın dînini yaşayabilmek ve yayabilmek için memleketlerini terk eden muhâcir kardeşlerine bağırlarını açmışlar, evlerine buyur etmişler, onlara her türlü yardımı yapmak için canla başla çalışmışlardı. Bu kardeşlik te’sisi ile birbirlerine daha candan sarıldılar. Resûlullah efendimiz, her muhâciri, mizacına uygun olan bir Ensâr ile kardeş yapmıştıi. Öyleki bu kardeşlik, babalarından kalan malı paylaşacak seviyede idi.
Her Medîneli; arâzisini, bağını, bahçesini, evini, mallarını... nesi varsa ikiye ayırıyor, böylece yarısını muhâcir kardeşine seve seve veriyordu. Muhâcirlerden Abdurrahmân bin Avf hazretleri şöyle anlattı: "Biz, Medîne-i münevvereye hicret ettiğimizde, Resûlullah efendimiz beni Sa'd bin Rebî ile kardeş yaptı. Bunun üzerine kardeşim Sa'd, bana; "Ey kardeşim Abdurrahmân! Ben, mal bakımından Medîneli müslümanların en zenginiyim. Malımı ikiye ayırdım, yarısı senindir" dedi. Ben de; "Allahü teâlâ malını sana mübârek ve hayırlı eylesin. Benim, mala ihtiyâcım yok. Yalnız beni, alışveriş yaptığınız çarşınıza bir götürüver, kâfi" dedim.
Böyle bir fedâkarlık, ancak İslâm kardeşliğiyle mümkün oluyordu. Âdem aleyhisselâmdan bu zamana kadar pek çok göç olmuştu. Fakat böylesine mânâlı ve yüce bir hicret; dışardan gelenler ile yerli halk arasında bu kadar muhabbetli bir kaynaşma ve samîmi bir kucaklaşma olmamıştı. Nitekim Allahü teâlâ meâlen; “Mü’minler ancak kardeştirler" buyurdu. (Hucurât sûresi: 10) Bununla, gerçek sevgi ve samîmiyetin maddî menfaatle değil, îmân ve inançla olabileceğine işâret buyruluyordu. Eshâb-ı kirâmdaki bu hal, Resûlullah efendimizin bir sohbetiyle ele geçiyordu. Sevgili Peygamberimizin, mübârek kalbinden fışkıran deryâlar misâli feyz ve bereketler, Eshâb-ı kirâmın kalblerine akıyor, bunun netîcesinde, görülmemiş bir fedâkarlıkla birbirlerini seviyorlar ve kardeşlerini kendilerine tercih ediyorlardı.
Ensâr ve Muhâcirîn, bu yeni İslâm merkezinde el ele, gönül gönüle vererek İslâm dîninin kuvvetlenmesi için her fedâkarlığa katlanmak ve sonunda şehâdet mertebesine kavuşmak üzere söz verdiler. Bu şekilde, Resûlullah'ın etrâfında toplanıp, İslâm dîninin esaslarına uyarak, yeni bir nizâm ve mes'ud bir hayat kuruyorlardı. Artık İslâmiyet, hicret hâdisesi ile; "Devlet" olma yolunda ilk adımını atmıştı. Medîne-i münevvere ise İslâm dîninin beşiği ve merkezi hâline geliyordu.
Medîne'de; Eshâb-ı kirâmdan başka, hıristiyanlar, yahudiler ve puta tapan müşrikler de vardı. Yahudiler; Benî Kaynuka, Benî Kureyzâ ve Benî Nadr olmak üzere üç kabîleden meydana geliyordu. Bunlar, İslâm'a ve bilhassa sevgili Peygamberimize ziyâdesiyle düşman idiler.
Bu arada Mekkeli müşrikler, Peygamber efendimizin Medîne'de, Eshâbını birbirlerine kardeş yapmak sûretiyle kaynaştırmasını, kendileri için büyük bir tehlike görmüşlerdi. Kısa zamanda bu işin üstesinden gelemezlerse, müslümanlar güçlenip Mekke'ye saldırabllir, bıraktıkları arâzilerini, evlerini, yurtlarını ellerinden alabilirlerdi... Bu düşünceler içinde bulunan Mekkeli müşriklerden, Medîneli müslümanlara tehdit mektupları geliyordu. Bu mektupların birinde; "Şüphesiz ki, aramızda düşmanlık bulunan hiç bir Arap kabîlesinde, bizi, sizler kadar öfkelendiren olmamıştır. Çünkü, bizden olan bir adamı bize teslim etmeniz gerekirken, O'na yardımcı olup, kucak açarak korudunuz. Bu, sizin için çok büyük bir kusurdur. Lütfen, O'nunla bizim aramızdan çıkınız ve O'nu bize bırakınız. Eğer, O'nun gidişâtı iyi olursa, buna en çok sevinecek olan biziz. Aksi olursa, O'nu çekip çevirmek de yine bize düşer!..." deniliyordu.
Bu mektuba, hazret-i Ka'b bin Mâlik, Peygamberimizi medh eden çok güzel bir cevap yazdı.
Mekkeli müşrikler, Medîneli müşriklere de aynı şekilde tehdit mektupları yazdılar. Onlara da; "Eğer bizim adamımızı şehrinizden çıkarmaz veya öldürmezseniz, üzerinize yürür, sizleri öldürür, kadınlarınızı hizmetimize alırız!..." diyerek tehditlerde bulundular.
Bunun üzerine Medîneli müşrikler, Abdullah bin Übey münafığının etrâfında toplanıp, fırsatını buldukları an Resûlullah efendimize zarar yapmak üzere karar aldılar.
Müslümanlar bu durumu öğrenince; sevgili Peygamberimizi korumak için ellerinden gelen bütün gayreti gösterip, O'nun etrâfında kenetlendiler. Geceleri sokağa çıkamaz, evlerinde uyuyamaz hâle geldiler. Übey bin Ka'b (radıyallahü anh) anlattı ki: "Resûlullah efendimiz ile Eshâbı (radıyallahü anhüm), Medîne-i münevvereyi teşrîf ettiklerinde müslümanlar, müşrik Arap kabîlelerinin düşmanlıklarına hedef oldular. Eshâb, silâhlı olarak sabahlara kadar nöbet bekledi." Eshâb-ı kirâm yek vücûd olmuşlar, tehlikeli hâllerde bütün güçleri ile müslüman kardeşlerine yardıma koşuyorlardı. Bunların başında sevgili Peygamberimiz geliyordu. Resûlullah efendimiz, her güzel haslette önde olduğu gibi, cesârette de Eshâbının en önünde yer alırdı. Gecenin hangi saatinde olursa olsun, bir feryâd işitilince, Peygamberimiz, hiç kimse varmadan atı ile oraya yıldırım gibi yetişir, korkulacak bir şeyin olmadığını Eshâb'ına bildirir ve onları teskin ederdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Medîne'ye daha önce hicret eden Eshâb-ı kirâm ile Medîneli müslümanlar, Kâinatın sultânının Mekke'den hicret için hareket ettiğini duyunca, teşrîfini harâretle ve heyecanla bekliyorlardı. Bu sebeple Medîne-i münevverenin dış semtlerine gözcüler koyup, şehirlerini şereflendirecekleri anda, Efendimizi karşılamak için can atıyorlardı. O'nun muhabbetiyle yananlar, kızgın çölün suya olan hasreti gibi gözlerini ufka dikerek günlerce beklediler. Nihâyet birden; "Geliyorlar! Geliyorlar!..." diye bir ses işitildi. Sesi duyanlar, sıcak çölün ortalarına doğru göz gezdirmeğe başladılar. Evet!... Evet!... Onlar da kızgın çölde, güneşin yakıcı sıcaklığına rağmen, büyük bir heybetle kendilerine doğru ilerlediklerini görmüşlerdi. Sevinçle birbirlerine; "Müjde!... Müjde!... Resûlullah geliyor!... Peygamberimiz geliyor!... Sevinin ey Medîneliler!. Bayram edin! Habîbullah geliyor!... Baş tâcımız geliyor!..." diyerek bağırmaya başladılar. Bu haber bir anda Medîne-i münevvere sokaklarını doldurdu. Yedisinden yetmişine, yaşlısından hastasına kadar herkes, bu eşi görülmedik sevinçli haberi bekliyorlardı. Bütün Medîneliler en güzel elbiselerini giyinerek, sür’atle Âlemlerin efendisini karşılamak için koştular. Tekbir sedâları semâyı çınlatıyor, sevinçten gözyaşları sel gibi akıyordu. Hüzün ve mutluluk dolu bir hava esiyor ve Medîne, târihinde en güzel günlerden birini yaşıyordu. Bir tarafta, herkesin "Emîn" lakabıyla tanıdığı, Allahü teâlânın Habîbini öldürmek için üzerine mükâfat koyanlar; diğer tarafta ise O'nu ve arkadaşlarını korumak, bağırlarına basmak ve bu uğurda canlarını fedâ etmek isteyenler vardı.
Medîneliler bir an önce sevgili Peygamberimizin nûrlu cemâlini görmek istiyorlardı. Medîne, Medîne olalı böyle sevinçli, böyle mübârek bir an görmemişti. Bu, o güne kadar yaşanmamış bir bayramdı.
Benzeri görülmemiş ve görülmeyecek olan bu bayramda, çocuklar ve kadınlar şöyle şiirler terennüm ediyorlardı:
"Tale'al-bedrü aleynâ,
Min seniyyât-il-vedâ',
Veceb-eş-şükrü aleynâ,
Mâ de'allahü dâi.
Eyyüh-el-meb'ûsu fînâ,
Ci'te bil-emr-il mutâ!..."
Seniyyet-ül-vedâ'dan, Bedr doğdu üstümüze,
Hakka dâvet ettikçe, şükr vâcib oldu bize.
Sen bize gönderildin, emrullâhı getirdin,
Medîne'ye hoş geldin, şeref verir dâvetin.
İzzet ikrâmla dolduk, eskilerden kurtulduk,
Mecde kavuştuk doyduk, ziyândaydık kâr bulduk.
Zulmet gideren ay der, "selâm ehline deyin,
Muhammed'e (aleyhisselâm) uyana, aslâ zulüm etmeyin."
Hep birlikte söz verdik, yemîn edilen günde,
Doğruluk yolumuzdur, hâinlik olmaz dinde.
Vallahi ben unutmam, elemsiz gün hiç yoktu,
Şâhidsin Emn yıldızı, vefân sevgin pek çoktu.
"Hoş geldin yâ Resûlallah!." "Bize buyurun yâ Resûlallah!..." şeklindeki istekler ortalığı çınlatıyordu.
Medîne'nin ileri gelen kimselerinden bâzıları Kusvâ'nın yularından tutup; "Yâ Resûlallah! "Bize buyurun..." diyerek istirhâmda bulundular. Onlara; “Devemin yularını bırakınız. O me’murdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum!" buyurdular. Herkeste büyük bir heyecan ve merâk başladı. Acabâ Kusvâ nereye çökecekti?! Medîne içine doğru Kusvâ ilerliyor, her kapının önünden geçerken ev sâhipleri; "Yâ Resûlallah! Bizi teşrîf ediniz, bizi teşrîf ediniz!" diye yalvarıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara tebessüm buyurarak; “Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona buyrulmuştur" diyordu. Kusvâ, nihâyet Peygamber efendimiz bugünkü Mescid-i şerîfinin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı, yürümeğe başladı. Eski yere çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine efendimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip; “İnşâallah menzilimiz burasıdır" ve “Burası kimindir?" buyurunca; "Yâ Resûlallah! Amr'ın oğulları Süheyl ve Sehl'indir" diye cevap verdiler. Bu çocuklar yetim idi. Peygamberimiz“Akrabâlarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?" buyurdular. Zirâ Resûlullah efendimizin dedesi Abdülmuttalîb'in annesi Neccâroğullarından idi. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensâri hazretleri sevinçle; "Yâ Resûlallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı" diyerek heyecanla gösterdi. Kusvâ'nın yükünü indirip, Resûlullah efendimizi buyur etti. Medîneli müslümanlar ve Muhâcirler, Efendimizin hicretine pek ziyâde sevindiler.
Sevgili Peygamberimizin, bi'setin onüçüncü yılı 12 Rebî'ul-evvel'inde, miladî 622 senesinde Medîne'ye hicreti ile on sene sürecek olan Medîne devri başladı.
Peygamber efendimiz, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensâri hazretlerinin evini teşrîf edince, alt katta oturmayı tercih ettiler ve buraya yerleştiler. Böylece Kâinatın efendisini ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübârek zâta nasîb oldu.
Hazret-i Hâlid şöyle anlattı: "Resûlullah, evimi şereflendirdiğinde, alt katta oturmayı tercih etmişlerdi. Biz de üst katta oturuyor ve bu hâle çok üzülüyorduk. Bir gün; "Anam-babam size fedâ olsun yâ Resûlallah! Benim yukarda oturmama, sizin de alt katta bulunmanıza gönlüm râzı olmuyor, hoş görmüyorum. Bu bana çok ağır geliyor. Ne olur zâtı âlinizin yukarıda, bizim de alt katta oturmamıza müsâde buyurunuz" dedim. Bunun üzerine; “Ey Ebû Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız bize daha münâsip ve elverişlidir" buyurdular. Gelen ziyâretçilerle daha rahat görüşme düşüncesiyle, alt katta kalmayı uygun gördüler. Biz de evin üst katında bulunduk. Bir gün su testimiz kırıldı. Dökülen suların Resûlullah'ın üzerine damlayıp rahatsız olmasından korkarak, hanımımla, örtüneceğimiz tek kadife yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık." Ebû Eyyûb-i Ensârî, üst katta olmaktan son derece sıkılıyordu. Sonunda kendisi alt kata inip, Resûlullah efendimizi yukarı çıkardı. Ebû Eyyûb hazretleri buyurdu ki: "Resûlullah efendimize dâimâ akşam yemeği yapıp, gönderirdik. Kalanını bize gönderdiği zaman, ben ve hanımım Ümmü Eyyûb, Resûlullah'ın elinin değdiği yerleri araştırarak, oralardan yer ve bununla bereketlenirdik.Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz soğanlı veya sarımsaklı yemeği Resûlullah geri çevirmişti. Onda elinin izini göremeyince, feryâd ederek yanına gittim. "Yâ Resûlallah! Babam-anam sana fedâ olsun! Siz akşam yemeğini geri çevirdiniz. Fakat onda mübârek elinizin izini göremedim. Halbuki ben ve Ümmü Eyyûb, geri çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bununla bereketlenmekteydik" dedim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Bu sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben, melekle konuşan bir kişiyim." "O yemek haram mıdır?" diye sordum. “Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım" buyurunca; "Sizin hoşlanmadığınız şeyden ben de hoşlanmam!" dedim. Peygamberimiz“Siz onu yiyiniz" buyurdular. Bunun üzerine biz de ondan yedik ve bir daha o sebzeden Resûlullah'a yemek yapmadık.
Yine bir defâsında Resûlullah efendimizle Ebû Bekr'e yetecek kadar yemek hazırlayıp, huzûrlarına götürdüm. Resûlullah“Yâ Ebû Eyyûb! Ensâr'ın eşrâfından otuz kişiyi dâvet et" buyurdu. Ben, yemeğin azlığını ve belki Resûl-i ekrem bu yemeği çok zannettiler diye düşünürken, tekrar; “Yâ Ebû Eyyûb! Ensârın eşrâfından otuz kişiyi dâvet et" buyurdular. Binlerce düşünce içinde Ensâr'dan otuz kişi dâvet ettim, geldiler. O yemekten yediler, doydular. Bir mûcize olduğunu anlayıp, gelenlerin îmânları kuvvetlendi ve bir daha bî'at ettiler. Gittiler. Sonra; “Altmış kişi dâvet et" buyurdular. Ben, mûcize olarak yemeğin azalmadığını gördüğümden, daha ziyâde sevinerek altmış kişiyi Resûlullah'ın huzûruna dâvet ettim. Geldiler, o yemeklerden yediler. Hepsi Resûlullah'ın mûcizesini tasdik ederek döndüler. Ardından; “Ensârdan doksan kişi çağır" buyurdular. Çağırdım, geldiler. Resûlullah'ın emri üzerine onar onar sofraya oturup, yediler; hepsi de bu büyük mûcizeyi görüp, gittiler. Böylece yüzseksen kişi yemek yedi. Yemek ise benim götürdüğüm kadardı ve hiç el sürülmemiş gibi duruyordu."


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget