Yâ Rabbî! Şu bir avuç müslümanı helâk edersen...
Bedr’in çevresine ulaştıklarında Cumâ gecesi idi. Sevgili Peygamberimiz, Eshâbına; “Şu küçük tepenin yanındaki kuyu başından, bir takım bilgiler elde edebileceğinizi umarım" buyurdular. Allahü teâlânın aslanı hazret-i Ali, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Zübeyr bin Avvâm ve bâzı Eshâbını (radıyallahü anhüm) oraya gönderdiler.
Hazret-i Ali ve arkadaşları derhal kuyunun başına gittiler. Orada Kureyş'in devecilerini ve sucularını gördüler. Onlar müslümanları görünce kaçtılar. Fakat içlerinden ikisi yakalandı. Bunların biri Haccâcoğullarının kölesi Eslem, diğeri de Âs bin Sa’îdoğullarının kölesi Arîz Ebû Yesâr idi. Peygamber efendimizin huzûruna getirdiklerinde, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem onlara; “Kureyş nerededir?" buyurdu. Onlar da; "Şu görünen kum tepesinin arkasına kondular" cevâbını verdiler. Efendimiz; “Kureyş kaç kişidir?" buyurdular. "Bilmeyiz" dediler. “Günde kaç deve kesiyorlar?" suâline de; "Bir gün dokuz, bir gün on" diye cevap alınca, Peygamber efendimiz; “Binden az, dokuzyüzden fazladırlar" buyurdu. Tekrar; “Kureyş eşrâfından kimler var?" diye sordular. Onlar; "Utbe, Şeybe, Hâris bin Amr, Ebü'l-Bühterî, Hâkim bin Huzâm, Ebû Cehl, Ümeyye bin Halef..." deyince, Resûlullah efendimiz, Eshâbına dönüp; “Mekke ehli, ciğerpârelerini size fedâ etti" buyurdular. Sonra o iki kimseye; “Gelirken Kureyş'ten geri dönen oldu mu?" buyurunca; "Evet. Benî Zühre'den Ahnes bin Ebî Şerîk geri döndü" diye cevap verdiler. Efendimiz de; “O, doğru yolda değilken; âhıret, Allahü teâlâ ve kitap bilmezken; Benî Zührelere doğru yolu göstermiştir... Onlardan başka geri dönen oldu mu?" buyurunca; "Adî bin Ka'b oğulları döndü" diye cevâb aldılar.
Peygamber efendimiz, hazret-i Ömer'i, son bir defâ ikaz için, Kureyşlilere andlaşmaya gönderdi. Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) onlara; "Ey inâdçı kavim! Resûl aleyhisselâm buyurur ki: “Herkes bu işten vazgeçsin. Selâmetle geri dönsün. Zirâ sizden başkası ile çarpışmak, bana, sizinle çarpışmaktan daha makbüldür!..." dedi. Bu teklif karşısında Kureyş müşriklerinden Hâkim bin Huzâm ileri çıkıp; "Ey Kureyş cemâati! Muhammed size çok insâflı davrandı. İstediğini derhal kabûl ediniz. Eğer, dediğini yapmazsanız, yemîn ederim ki, bundan sonra size hiç insâf etmez!..." dedi. Ebû Cehl, Hâkim'in bu sözüne kızarak; "Bunu aslâ kabûl etmeyiz ve müslumanlardan intikâm almadıkça, geri dönmeyiz. Tâ ki, bir daha kimse, kervanımıza taarruz edemesin!." dedi ve sulh yollarını kapadı. Hazret-i Ömer geri döndü.
O gece, Peygamber efendimiz ve şanlı Eshâbı, Bedr'e müşriklerden önce gelip, kuyulara yakın bir yere indiler. Peygamber efendimiz, Eshâbıyla istişâre edip, karargâhın nerede kurulması gerektiği hakkında reylerini sordu. İçlerinden, henüz otuzüç yaşında bulunan Habbâb bin Münzir (radıyallahü anh), ayağa kalkarak söz istedi. Kabûl buyurulunca; "Yâ Resûlallah! Burası, Allahü teâlânın size karargâh kurulması için emrettiği ve mutlaka kalınması gereken bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş netîcesi ve bir harp tedbiri olarak mı seçildi?" diye suâl eyledi. Peygamber efendimiz; “Hayır! Bir harp tedbiri icâbı burası seçildi" buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Habbâb; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Biz harpci kimseleriz. Buraları da iyi biliriz. Şu Kureyşlilerin konacağı yerin yakınındaki kuyuda tatlı ve bol su var. Müsâdeniz olursa oraya konalım. Etrâftaki kuyuların hepsini kapatalım. Sonra bir havuz yapıp, içini su ile dolduralım. Düşmanla çarpışırken, susadıkça havuzumuzdan gelip su içeriz. Düşman ise su bulamaz ve perişân olur" dedi.
O anda Cebrâil aleyhisselâm, bu fikrin doğru olduğunu bildiren vahyi getirdi. Peygamber efendimiz; “Ey Habbâb! Doğru olan görüş senin işâret ettiğindir" buyurdular ve ayağa kalktılar. Hep birlikte belirtilen kuyunun başına geldiler. Tatlı suyu olan kuyudan başka bütün kuyuları kapatıp, büyük bir havuz yaptılar. İçini su ile doldurup içmek için kaplar koydular.
Bu sırada hazret-i Sa'd bin Mu'âz, Peygamber efendimizin huzûr-ı şerîflerine gelip; "Yâ Resûlallah! Biz sana, hurma dallarından, içinde oturacağın bir gölgelik yapalım mı?" diye teklifte bulundu. Fahr-i âlem efendimiz, Sa'd'ın (radıyallahü anh) bu düşüncesine memnun oldular ve duâ buyurdular. Derhal bir gölgelik yapıldı.
Peygamberlerin Sultânı, şerefli Eshâbıyla harp sahasını gezip incelediler. Zamân zaman durup; “İnşâallah, yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşâallah yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır! Şurasıdır..." buyurarak mübârek elleriyle Kureyşli müşriklerin öldürüleceği yerleri birer birer gösterdiler.
Sonradan, hazret-i Ömer bunu; "Onlardan her birinin, Resûl-i ekremin mübârek elini koyduğu yerlerin tam üzerinde vurulup öldürüldüğünü gördüm. Ne birazcık ileride, ne de geride idiler" şeklinde haber vermiştir.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm, üç gruba ayırdı. Muhâcirlerin sancağını Mus’ab bin Umeyr'e, Evslilerinkini Sa'd bin Mu'âz'a, Hazreclilerinkini de Habbâb bin Münzir'e verdiler. Herbiri sancaklarının altında toplandılar. Efendimiz, orduyu saf hâline geçirip, nizâma soktu.
Orduyu intizama koyarken, saftan ileri çıkan Sevâd bin Gaziyye'nin (radıyallahü anh) göğsüne, mübârek elindeki çubuk ile dokundular ve; “Hizaya gel, yâ Sevâd!" buyurdular. Sevâd (radıyallahü anh); "Yâ Resûlallah! Elinizdeki çubuk canımı acıttı. Seni, hak din ile, Kitab ve adâletle gönderen Allahü teâlâ hakkı için, ben de size çubukla öyle dokunmak isterim" dedi. Onun bu sözüne bütün Eshâb-ı kirâm hayret ettiler. Kâinatın efendisinden kısas istemek olur mu idi? Böyle şey yapılabilir mi idi? Resûlullah efendimiz, mübârek gömleklerinin önünü açtılar ve; “Haydi, kısas et ve hakkını al" buyurdular. Hazret-i Sevâd, Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mübârek göğsünü büyük bir sevinç ve muhabbetle öptü. Herkes kısas beklerken, gördükleri manzara karşısında, kardeşleri Sevâd'a (radıyallahü anh) hayran olup, onun hâline imrendiler. Sevgili Peygamberimiz; “Niçin böyle yaptın!" diye sorduklarında; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu gün, Allahü teâlânın emriyle ecelimin geldiğini görüyor, yüksek zâtınızdan ayrılmaktan korkuyorum. Bu sebeple, aramızda geçen bu son dakikalarda, mübârek vücûdunuza dudaklarımın değmesini arzu ettim. Bunu, kıyâmet gününde bana şefâat etmenize, böylece azâbdan kurtulmama vesile etmek istedim" dedi. Onun bu muhabbeti karşısında Peygamber efendimiz de çok duygulandılar ve hazret-i Sevâd'a duâ buyurdular.
Mübârek İslâm ordusunun sağ kanadına kahraman mücâhid Zübeyr bin Avvâm, sol kanadına da Mikdâd bin Esved (radıyallahü anhüm) kumanda edecekti.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, şerefli Eshâbıyla, savaşa nasıl başlanacağı hakkında istişâre etmek istediler; “Nasıl çarpışırsınız?" buyurdular. Âsım bin Sâbit (radıyallahü anh) ayağa kalkıp, elinde yayı ve oku olduğu hâlde: "Yâ Resûlallah! Kureyşliler bize yüz metre kadar yaklaştıklarında, onları ok atışına tutalım. Sonra elimizle taş atımı mesâfesine geldiklerinde, taş atalım. Mızrak erişecek kadar yaklaştıklarında da, kırılıncaya kadar mızraklarımızla mücâdele edelim. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp çarpışalım!" diyerek reyini bildirdi. Bu taktik, Peygamber efendimizin hoşuna gitti. Eshâbına şu tâlimatı verdi: “Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız. Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebât ediniz. Ben emir vermedikçe harbe başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp isrâf etmeyiniz. Düşman, kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Yaklaştıklarında da mızraklarınızı kullanınız. Düşmanla göğüs göğüse gelindiği zaman da kılıçlarınızla çarpışınız…"
Sonra nöbetçiler bırakılarak Eshâbı kirâma istirâhat verildi. Onlar, Allahü teâlânın hikmeti, öyle derin bir uykuya daldılar ki, göz kapaklarını kaldıracak hâlde değildiler. Peygamber efendimiz de, hurma dallarıyla yapılan gölgeliğe çekildiklerinde, hazret-i Ebû Bekr, sonra Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anhüm) kılıçlarını sıyırıp gölgeliğin kapısında nöbet tuttular. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem mübârek ellerini kaldırıp, büyük bir hüzün içinde Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Sen şu bir avuç cemâati helâk edersen, artık sana yer yüzünde hiç ibâdet olunmaz..." diyerek yalvarmaya başladı ve bu hazîn duâ sabaha kadar devam etti.
Mübârek İslâm ordusunun karargâh kurduğu yer, kumluktu. Bu yüzden yürümede güçlük çekiliyor ve ayaklar kuma gömülüyordu. Allahü teâlânın ihsânı, Resûlullah efendimizin duâsı bereketıyle, o gece gittikçe hızlanan bir yağmur yağmaya başladı, derelerde taşacak kadar sel gidiyordu. Su kapları dolduruldu, zemin, ayaklar batmayacak kadar sertleşti. Müşrikler ise çamur ve sel içinde kaldılar. Fecrden sonra, Resûlullah efendimiz Eshâbını namaza kaldırdılar. Sabah namazını kıldırdıktan sonra, düşmanla cihâd etmenin ve şehitliğin fazîletinden bahsederek, onları çarpışmaya teşvik eylediler. Buyurdular ki: “Muhakkak ki, Allahü teâlâ, hak ve gerçek olanı emreder. Hiç kimsenin Allahü teâlânın rızâsı için yapılmayan amelini kabûl etmez… Rabbimizin bu yerlerde, size rahmetini ve mağfiretini vâd ettiği emrini yerine getirmeye çalışınız ve imtihânı kazanınız! Çünkü, O'nun vâdi hak, sözü gerçek, cezâsı da şiddetlidir. Ben ve siz, Hayy ve Kayyûm olan Allahü teâlâya bağlıyız. O'na sığındık, O'na tutunduk, O'na dayandık. En son dönüşümüz de O'nadır. Allahü teâlâ, beni ve bütün müslümanları bağışlasın!..."