Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Müşriklerin sancaktarı Ebû Azîz bin Umeyr esir edildi. Kumandanları Ebû Cehl ise Kureyşlileri cesâretlendirmek için durmadan şiirler söyleyerek, askerinin moralini düzeltmeye çalışıyordu. Genç bir delikanlı gibi saldırıyor; "Anam beni bu günler için doğurdu!..." diyerek öğünüyor, gençleri teşvik ediyordu.
Müşriklerden Ubeyde bin Sa’îd, baştan ayağa kadar zırh giyinmişti. Sâdece gözleri görünüyordu. Atının üzerinde bir o tarafa, bir bu tarafa dönüp; "Ben, Ebû Zâtülkeriş'im! Ben Ebû Zâtülkeriş'im!" yâni ben büyük karınlıyım, karın babasıyım diyerek kendince meydan okuyordu. Kahraman mücâhid hazret-i Zübeyr bin Avvâm, yanına yaklaşıp, mızrağını tam gözüne nişânladı ve; "Allahü ekber!" deyip savurdu. Hedefini bulan mızrak, onu atından yere düşürdü. Zübeyr (radıyallahü anh), koşarak yanına vardığında, Ubeyde ölmüştü. Ayağını, yanağına basıp, olanca kuvvetiyle çektiği hâlde mızrağı zor çıktı, eğikti.
Hazret-i Zübeyr’in, Bedr harbinde gösterdiği kahramanlık çok büyüktü. Vücûdunda yaralanmadık yer kalmamıştı. Bu durumu oğlu Urve; "Babam, önemli üç kılıç darbesi almıştı. Bunlardan biri boynunda idi. Yara o kadar derin bir iz bırakmıştı ki, içine parmağımı sokabiliyordum" diye anlatmıştı.
Abdurrahmân bin Avf (radıyallahü anh) da kıyasıya Kureyşlilerle çarpışıyor, aldığı yaralardan akan kanlara aldırmadan, önüne geleni deviriyordu. Hazret-i Abdurrahmân şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlattı: "Bir ara önümde kimse kalmamıştı. Sağıma-soluma baktığım zaman, Ensâr'dan iki delikanlı gözüme ilişti. Bunlardan en kuvvetli ve vurucu olan ile bulunmak istedim. Bu iki gençten biri, beni gözü ile süzdü, sonra bana dönerek; "Ey amca! Ebû Cehl'i tanır mısın!" diye sordu. Ben de; "Evet tanırım" dedim ve; "Ey kardeşimin oğlu, Ebû Cehl'i ne yapacaksın?" diye sorunca; "Bana haber verildiğine göre Resûlullah'a sövermiş. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onu bir görürsem, öldürünceye veya kendim ölünceye kadar aslâ ondan ayrılmayacağım" dedi. Bir gencin heyecan hâlinde söylediği bu kât’i ve kararlı söze doğrusu hayret ettim."
Bu iki gençten diğeri de beni gözden geçirerek ötekinin söylediği gibi söyledi. Bu sırada, Ebû Cehl'i görmüştüm. O, Kureyş askeri içinde hiç durmadan ileri geri dönüp duruyordu. Ben; "Ey gençler! Öteye beriye telâşla giden şu şahıs, Ebû Cehl'dir" deyince, hemen kılıçlarına sarıldılar ve Ebû Cehl'in yanına yaklaşarak çarpışmaya başladılar. Bu gençler, Afra Hâtun'un çocukları Mu'âz ve Mu'avvez kardeşlerdi (radıyallahü anhümâ).
Bu sırada Eshâb-ı kirâmın kahramanlarından Mu'âz bin Amr (radıyallahü anh), Ebû Cehl'in yanına sokulmak fırsatını buldu. Uzun kuyruklu bir at üzerinde bulunan Ebû Cehl'in üzerine saldırıp, bacağına olanca şiddetiyle kılıcını çaldı. Ebû Cehl'in bacağı yere düştü. O sırada babasının imdadına yetişen ve daha müslüman olmayan İkrime, hazret-i Mu'âz bin Amr ile çarpışmaya başladı.
O anda Mu'âz ve Mu'avvez kardeşler (radıyallahü anhümâ), bir şahin gibi ileri atıldılar. Önlerine geleni devirerek Ebû Cehl'e ulaştılar. Kılıçlarıyla öldü zannedinceye kadar vurdular.
Hazret-i Mu'âz bin Amr ise, İkrime ile yaptığı çarpışmada elinden ve kolundan yaralanmıştı. Mübârek eli bileğinden kesilmiş, eli deride sallanıp kalmıştı. Çarpışmaya kendini kaptıran Mu'âz bin Amr'ın (radıyallahü anh) eliyle oyalanacak, onu tedâvî için saracak zamanı yoktu. Kesik eli deride sallanırken bile kahramanca çarpışıyordu. "Allahü ekber!..." Bu ne kuvvetli îmân!... Bu ne görülecek manzara idi!... Hazret-i Mu'âz bir müddet böyle vuruştuktan sonra, hareket kâbiliyetinin azaldığını gördü. Buna sebep, kesik eli idi. Onu derhal ayağının altına alarak koparıp attı...
Azılı İslâm düşmanlarından Nevfel bin Hüveylid, Kureyş'in en gözde pehlivanlarındandı. Durmadan bağırıyor, müşrik sürüsünü heyecana ve galeyana getirmeye çabalıyordu. Peygamber efendimiz, onun bu hâlini görünce; “Allah'ım! Nevfel bin Hüveylid'e karşı bana yardımcı ol. Onun hakkından gel" buyurarak duâ etmişti. Allahü teâlânın aslanı hazret-i Ali, Nevfel müşrikini görünce, derhal üzerine atıldı. Şiddetle kılıcını indirdi. Öyle vurmuştu ki, bacakları zırhlarla kaplı olduğu hâlde ikisi birden kesildi. Sonra kılıcını boynuna çalıp, başını gövdesinden kopardı.
Bilâl-i Habeşî’yi (radıyallahü anh) kızgın kumlara yatırıp, göğsüne kocaman kayaları koyan Ümeyye bin Halef, müşriklerin en azılılarındandı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize işkence yapmak için her fırsatı değerlendiren bu büyük İslâm düşmanı da, Bedr vâdisinde, müşrikleri toparlamaya çalışıyor, İslâmın nûrunu söndürmek için çabalıyordu. Onun bu hâlini gören hazret-i Bilâl, yalın kılıç yanına yaklaşarak karşısına dikildi ve; "Ey küfrün başı olan Ümeyye bin Halef!... Sen kurtulursan ben kurtulmayayım!" deyip saldırdı. Bir taraftan da; "Ey Ensârî kardeşler! Yetişin, küfrün başı burada!" der demez, Eshâb-ı kirâm, Ümeyye'nin etrâfını sarıp, hemen öldürdüler.
Müşrik ordusunda, artık baş kalmamıştı. Her biri ne yapacaklarını bilmiyor, rastgele kaçmaya çalışıyorlardı. Küfrün kalesi yıkılmıştı. Şanlı Eshâb tâkibe devam etti. Müşriklerden bir kısmı yakalanarak esir alındı. Peygamber efendimizin amcası Abbâs da esirler arasındaydı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Bir sahâbenin üzerine en az üç müşrik birden saldırıyordu. Her birine ayrı kılıç yetiştirmeye çalışan şanlı Eshâb-ı kirâmı, hiç bir şey yıldıramıyordu. "Allahü ekber! Allahü ekber!..." dedikçe yeniden güçleniyor, tekrar tekrar saldırmaktan usanmıyorlardı. Bir ara müşriklerin hücûmu şiddetlendi. Eshâb-ı kirâm güç duruma düştüler.
O sırada Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebû Bekr ile hurma dallarından yapılmış çadırına girdiler. Peygamberimiz, yine Allahü teâlâya münâcâta başladı. “Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!..." diye yalvarıyordu. O anda vahiy geldi. Meâlen buyruluyordu ki: “O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da, O size; “Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu." (Enfâl sûresi: 9) Peygamber efendimiz, hemen ayağa kalktılar ve: “Müjde yâ Ebâ Bekr! Sana, Allahü teâlânın yardımı yetişti! İşte şu Cebrâil'dir. Kum tepeleri üzerinde, atının dizginini tutmuş, silâhlanmış, emir bekliyor" buyurdu.
Enfâl sûresinde bildirildiği üzere cenâb-ı Hak, meleklere meâlen buyurmuştu ki: “Hani Rabbin meleklere; (Müslümanlara nusret ve yardım husûsunda) sizinle beraberim diye vahyeyledi. Haydi mü’minlere (nusret müjdesiyle kalblerine) sebât ilham ediniz. Ben şimdi kâfirlerin gönüllerine dehşet ve korku salıvereceğim. Vurun hemen onların boyunlarının üstüne, vurun her bir parmaklarına (mafsallarının hepsine)!... Çünkü onlar, Allahü teâlâya ve Resûlüne karşı geldiler. Kim Allahü teâlâ ve Resûlüne karşı gelirse, Allahü teâlânın (azâbına uğrar) cezâsı çok çetindir!" (Enfâl sûresi: 12,13)
Bu emir üzerine Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil aleyhimüsselâm, yanlarına biner melek alarak sevgili Peygamberimizin sıra ile; yanında, sağında ve solunda yerlerini aldılar.
Cebrâil aleyhisselâm, başına sarı bir sarık sarmıştı. Diğer meleklerin başlarında ise beyaz sarıklar vardı. Sarıkların uçlarını arkalarına sarkıtmışlar, beyaz atlara binmişlerdi. Server-i âlem efendimiz, Eshâbına; “Melekler, alâmetli ve nişânlıdırlar. Siz de kendinize birer alâmet ve nişân yapınız!" buyurdular. Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh), başına sarı, Ebû Dücâne (radıyallahü anh), kırmızı bir bezi sarık şeklinde sardılar. Hazret-i Ali, beyaz bir tuğ, hazret-i Hamza da, göğsüne deve kuşu kanadı taktı.
Meleklerin harbe girmeleri ile durum bir anda değişti. Eshâbı kirâm önündeki kâfire daha kılıcını sallamadan, onun başı, gövdesinden ayrılıp yere düşüyordu. Peygamber efendimizin sağında-solunda, önünde ve arkasında tanınmayan kimselerin müşriklerle çarpıştığı görülüyordu. Hazret-i Sehl anlattı ki: "Bedr gazâsında, her birimiz bir müşrikin başına kılıcımızı salladığımız zaman, daha kılıç hedefine varmadan, kellesinin bedeninden ayrılıp yere yuvarlandığını görüyorduk!..."


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Ramazân-ı şerîfin onyedisinde Cumâ gününün güneşi doğdu. Biraz sonra târihin en amansız, en nispetsiz, en mühim, en büyük savaşı başlayacaktı... Bir tarafta Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem ve canlarını fedâ etmekten zerre kadar çekinmeyen bir avuç, şerefli Eshâbı; diğer tarafta ise, İslâm’ı, bir kaşık suda boğmak, Allahü teâlânın habîbi olmakla şereflenen bir peygamberi yok etmek için toplanan azgın ve taşkın bir kâfir gürûhu vardı. Ne yazık ki, bunların içinde Resûl-i ekremin akrabâları da bulunuyordu. Onlar da sevgili yeğenleri ile çarpışmak için Bedr'e gelmişlerdi. Peygamber efendimiz, ordusunun intizamını yeniden gözden geçirip, verdiği tâlimatları tekrarladılar. Bu sırada, Kureyş müşrikleri karargâhlarından çıkıp, Bedr vâdisine doğru akmaya başladılar. Çoğunun üzeri zırhlarla kaplı idi. Büyük bir gurur ve kibir içinde İslâm ordusuna hücûma geçmişlerdi. Resûlullah efendimiz, müşriklerin bu hâlini görünce, hazret-i Ebû Bekr ile çadıra girdi ve mübârek ellerini kaldırarak cenâb-ı Hakk'a yalvarmaya başladı; “Yâ Rabbî! İşte, Kureyş müşrikleri bütün gurur ve kibirleri ile geliyor!... Sana meydan okuyor, Peygamberini yalanlıyorlar. Ey Allah'ım! Bana yapmış olduğun yardım ve zafer vâdini yerine getirmeni senden istiyorum!... Allah'ım! Eğer şu bir avuç müslümanın helâkini diliyorsan, sonra sana ibâdet eden bulunmayacaktır!..." Bu şekilde, durmadan, tekrar tekrar yardım dileyerek Allahü teâlâya yalvarıyordu. Peygamber efendimizin, bu fevkalâde hazîn, içleri parçalayan yalvarışı, kendinden geçerek ridâsının mübârek omuzundan düşmesine kadar devam etti. Bu içli yakarışa dayanamayan hazret-i Ebû Bekr, mübârek ridâyı büyük bir hürmetle yerden kaldırıp, efendimizin mübârek omuzuna koyarken; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu kadar yalvarmanız yetişir!... Rabbine karşı duâda ısrâr buyurdunuz! Muhakkak ki, Allahü teâlâ, sana vâd ettiği zaferi yakında verecektir" diye tesellî eyledi. O anda, Âlemlerin efendisi şu âyet-i kerîmeleri okuyarak çadırdan çıktılar. Meâlen; (Bedr'deki) bu topluluk, yakında muhakkak bozulup hezîmete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar. Daha doğrusu onların asıl azâb vakti, kıyâmettedir. O vaktin azâbı daha müthiş, daha acıdır" buyuruluyordu. (Kamer sûresi: 45, 46)
Sevgili Peygamberimiz, ordusunun başına geldi. Şanlı Eshâbına, şu âyet-i kerîmeleri okudular: “Ey îmân edenler! Siz, bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman, sebât edin ve Allahü teâlâyı çok zikredin ki kurtulasınız... Sabır ve sebât gösteriniz. Çünkü, Allahü teâlâ sabredenlerle beraberdir" (Enfâl sûresi: 45, 46) Toplu olarak düşman ile yapılan ilk savaş bu olacaktı. Savaş başlamak üzereydi. Heyecan son haddine gelmişti. Bütün Eshâb-ı kirâm, Resûl-i ekrem efendimizin; Allahü teâlâyı çok zikredin..." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuması üzerine, hep birlikte "Allahü ekber!... Allahü ekber!." demeye ve zafer ihsân etmesi için cenâb-ı Hakk'a yalvarmaya başladılar. Artık Peygamber efendimizin bir işâretini bekliyorlardı.
O zamanki âdetlere göre, iki ordu karşılaşmadan önce, her iki taraftan yiğitler meydana çıkar, karşılıklı çarpışırlardı. Bu vuruşmada, her iki tarafın savaşma hiddeti ve arzusu çoğalır, savaşa ısınıp alışırlardı. Müşriklerden Âmir bin Hadramî bu kâideye uymayarak ve çiğneyerek, İslâm ordusuna bir ok attı. Ok, Muhâcirlerden Mihcâ'ya (radıyallahü anh) isabet etti ve şehîd olup, mübârek rûhu Cennet’e yükseldi. Peygamberlerin efendisi, bu ilk şehîd için; “Mihcâ, şehidlerin efendisidir" buyurarak müjde verdi. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) yerinde duramaz hâle gelmişlerdi. Fakat, Efendimizden bir emir gelmeden küçük bir harekette bulunamıyorlardı. Her birinin içleri birer volkan gibi kaynamaya başladı!...
Bu sırada, müşrik ordusundan üç kişinin ileri atıldığı görüldü. Bunlar; Rebîaoğullarından azılı İslâm düşmanları Utbe, kardeşi Şeybe ve oğlu Velîd idi. Mücâhidlere doğru; "İçinizde bizimle çarpışabilecek kimse var mıdır?" diye bağırdılar. Eshâb-ı kirâmdan, en önce hazret-i Ebû Huzeyfe, babası Utbe'ye karşı çarpışmak için ilerleyince, Âlemlerin sultânı, ona; “Sen dur!" buyurdular. Medîneli mücâhidlerden Afra Hâtun'un (radıyallahü anhâ) oğulları; Mu'âz ve Mu'avvez, Abdullah bin Revâha radıyallahü anhüm ileri yürüdüler. Utbe, Şeybe ve Velîd'in karşılarına dikildiler. Ellerinde kılıç, hazır bekliyorlardı. Müşrikler; "Siz kimsiniz" diyerek kendilerini tanıtmalarını istediler. Onlar da; "Medîneli müslümanlardanız" deyince, müşrikler; "Bizim sizlerle işimiz yok! Bize Abdülmuttalîboğulları lâzım. Onlarla çarpışmak isteriz" dediler ve İslâm ordusuna dönüp; "Yâ Muhammed! Bizim karşımıza, kendi kavmimizden dengimiz olanları çıkar!" diye bağırdılar. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, meydandaki bu üç yiğit Eshâbına duâ buyurduktan sonra, yerlerine dönmelerini emretti. Sonra Eshâbı arasına göz gezdirip; “Ey Hâşimoğulları! Kalkınız! Allahü teâlânın nûrunu, bâtıl dinleriyle söndürmek için gelenlere karşı, Hak yolunda çarpışınız ki, Allahü teâlâ zâten Peygamberinizi de bunun için göndermiş bulunuyor. Kalk, yâ Ubeyde! Kalk, yâ Hamza! Kalk, yâ Ali" buyurdular.
Allahü teâlânın aslanları hazret-i Hamza, hazret-i Ali ve hazret-i Ubeyde miğferlerini giyip meydana yürüdüler. Onların karşılarına geçtiklerinde, müşrikler; "Siz kimsiniz? Eğer bizim dengimiz iseniz sizinle çarpışırız" dediler. Onlar da; "Ben Hamza'yım! Ben Ali'yim! Ben Ubeyde'yim!" diye cevap verince, müşrikler; "Sizler de bizim gibi şerefli kimselersiniz. Sizinle çarpışmayı kabûl ettik" dediler. Kahraman İslâm mücâhidleri, müşrikleri, önce îmâna dâvet ettilerse de, kabûl etmediler. Bunun üzerine üçü birden kılıçlarına sıyırıp müşriklerin üzerine saldırdılar. Hazret-i Hamza ve hazret-i Ali, Utbe ve Velîd kâfirlerini bir hamlede öldürdüler. Hazret-i Ubeyde, Şeybe'yi yaraladı. Şeybe de, Ubeyde'yi (radıyallahü anh) yaraladı. Hazret-i Hamza ve hazret-i Ali, Ubeyde'nin (radıyallahü anh) yardımına yetişip, Şeybe'yi orada öldürdüler. Hazret-i Ubeyde'yi kucaklayıp, Resûlullah efendimizin huzûruna getirdiler.
Hazret-i Ubeyde bin Hâris’in mübârek ayak bileğinden, kanlar ve ilik akıyordu. O, bu hâline hiç aldırış etmediği hâlde; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ben bu hâlimle ölürsem şehîd değil miyim?" diye suâl etti. Peygamber efendimiz de; “Evet, sen şehîdsin" buyurarak cennetlik olduğunu müjdelediler. (Hazret-i Ubeyde, harp dönüşü Safra mevkîinde vefât etti.)
Bu vuruşmada üç mühim adamını kaybeden müşrikler, şaşkına döndüler. Buna rağmen Ebû Cehl, ordusunun moralini düzeltmek için; "Siz Utbe'nin, Şeybe'nin, Velîd'in ölmelerine bakmayın, onlar çarpışmada acele edip, boş yere öldüler! Yemîn ederim ki, müslümanları tutup iplere bağlamadıkça geri dönmeyeceğiz!..." diyerek tesellî vermeye çalışıyordu. Kahraman Eshâb-ı kirâm ise, bir an önce bu müşrik gürûhunu kılıçlarıyla cezâlandırmak için sabırsızlanyordu. Peygamber efendimiz de sallallahü aleyhi ve sellem mübârek dilinden düşürmediği şu duâyı tekrarlıyorlardı; “Allah'ım! Bana yaptığın vâdini yerine getir!... Allah'ım! Şu bir avuç İslâm cemâatini helâk edersen artık sana yeryüzünde ibâdet edecek kimse kalmaz!..."
Bu sırada müşrik saflarından, Kureyş’in en cesâretli ve keskin ok atıcılarından Hazret-i Ebû Bekr’in henüz müslüman olmayan oğlu Abdurrahmân meydana yürüyüp, er diledi. Mücâhidlerin saflarından da bir kimsenin, derhal kılıcına davranıp ileri yürüdüğü görüldü. Bu kimse, ilk müslüman olmakla ve Sıddîk'lık makâmıyla şereflenen, peygamberlerden sonra en üstün insan, kahraman hazret-i Ebû Bekr'di!... Oğluna karşı çarpışmak için ileri atılmıştı. Fakat Âlemlerin efendisi ona; “Yâ Ebâ Bekr! Bilmez misin ki, sen benim, gören gözüm, işiten kulağım yerindesin!..." buyurarak çarpışmaktan men etti. Ebû Bekr Sıddîk, oğluna; "Ey habis! Bana olan münâsebetin nerede kaldı?" demekten kendini alamadı.
Sonra peygamberlerin sultânı Habîb-i ekrem efendimizin yere eğilip bir avuç kum aldığı görüldü. Bu kumları düşman üzerine savurarak; “Kara olsun yüzleri!... Allah'ım! Kalblerine korku sal, ayaklarına titreme ver!" buyurdu ve Eshâbına dönüp; “Hücuma kalkınız!.. Saldırınız!..." emrini verdiler. Bir işâret bekleyen şanlı Eshâb, önceden verilen tâlimat üzere hareket etmeye başladı. "Allahü ekberl... Allahü ekber!..." nidâları arasında oklar vınlamaya, taşlar hedeflerini bulmaya, mızraklar zırhlara çarpmaya başladı... Allahü teâlânın aslanları hazret-i Hamza iki eline aldığı iki kılıçla çarpışıyor; hazret-i Ali, hazret-i Ömer, Zübeyr bin Avvâm, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Ebû Dücâne, Abdullah bin Cahş (radıyallahü anhüm) müşrik saflarının bir ucundan girip bir ucundan çıkıyorlar, kâfirleri şaşkına çeviriyorlardı. Her biri geçilmez birer kale olmuştu. "Allahü ekber!... Allahü ekber!..." sadâları âlemi dolduruyor, Allahü teâlânın şânının büyüklüğü, kâfirlerin beyinlerine balyoz gibi indiriliyordu. Peygamber efendimiz“Yâ Hayyu! Yâ Kayyûm!" diye, Allahü teâlâya yalvarıyordu. Hazret-i Ali; "Bedr'de hepimizin en cesâretlisi, en kahramanı Resûl aleyhisselâmdı. Müşrik saflarına en yakın olan da O idi. Sıkıştığımız zaman O'na sığınırdık" demiştir. Müşrikler, reîsleri olan Ebû Cehl’i ortalarına aldılar. İçlerinden birini Ebû Cehl gibi giydirip ona benzettiler. Bu nasipsizin adı Abdullah bin Münzir'di. Hazret-i Ali, Abdullah'ın üzerine saldırdı. Ebû Cehl’in gözleri önünde, Abdullah'ın kafasını kesti. Ebû Kays'ı giydirdiler. Onu da hazret-i Hamza öldürdü. Hazret-i Ali, bir müşrikle çarpışıyordu. Müşrik, kılıcını hazret-i Ali'ye sallamış, kılıç kalkana saplanıp kalmıştı. Ali (radıyallahü anh) Zülfikârını, müşrikin zırhlı vücûduna sallayınca, omuzundan göğsüne doğru zırhıyla birlikte biçtiği sırada başı üzerinden bir kılıcın parladığını gördü. Sür'atle başını eğdi. Kılıcı parlatan; "Al! Bu da Hamza bin Abdülmuttalîb'den" derken, müşrikin kellesi miğferiyle beraber yere düştü. Ali (radıyallahü anh) dönüp baktığında amcası hazret-i Hamza'yı iki kılıçla çarpışır gördü. Peygamberimiz, Eshâbının böyle yiğitçe çarpışdığını gördükçe; “Onlar, Allahü teâlânın yeryüzündeki aslanlarıdır" buyurarak, onları takdir ediyordu.
Bir ara, Resûlullah efendimizin yanıbaşlarında çarpışan hazret-i Ukâşe'nin kılıcı kırıldı. Bu hâli gören sevgili Peygamberimiz, yerde gördüğü bir sopayı alıp ona uzattı ve; “Yâ Ukâşe! Bununla vuruş!..." buyurdular. Ukâşe (radıyallahü anh) sopayı alır almaz, sopa, Peygamberimizin bir mûcizesi olarak; uzun parlak, sırtının ortası kuvvetli ve keskin bir kılıç oluverdi. Harbin sonuna kadar bu kılıçla bir çok müşriki öldürdü.
Âlemlerin efendisi Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem bir taraftan çarpışıyor, bir taraftan da Eshâbını heyecana sürükleyen şu mübârek hadîs-i şerîfini söylüyordu: “Varlığım kudret elinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bugün cenâb-ı Hakk'ın rızâsını umarak, sabır ve sebât göstererek çarpışanları, arkalarına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Hak teâlâ, muhakkak Cennet’ine koyacaktır." Bu mübârek sözü işiten Umeyr bin Hümâm (radıyallahü anh); "Ne güzel! Ne güzel! Demek, Cennet’e girebilmem için şehîd olmamdan başka bir şey lâzım değilmiş" diyerek, hücûmlarını daha da sıklaştırdı. Bir taraftan düşmanla vuruşuyor, bir taraftan da; "Allahü teâlâya maddî azıklarla değil, ancak Hak teâlânın korkusu, âhıret ameli, cihâda sabır ve sebât göstererek gidilir. Bunun dışındaki bütün azıklar şüphesiz biter, tükenir!..." diyordu. Böylece, şehîd oluncaya kadar çarpıştı (radıyallahü anh).


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget