Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Yine aynı yılın Safer ayında, Arabistan'ın Necd bölgesinde Âmiroğullarının reîsi Ebû Berâ Âmir bin Mâlik, Medîne'ye geldi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi ziyâret etti. Peygamber efendimiz de, ona İslâmiyeti anlatıp, müslüman olmasını tavsiye etti. Ebû Berâ müslüman olmadı, fakat İslâm’ın, güzel ve şerefli bir din olduğunu bildirdi. Ayrıca, Necd'de İslâmın yayılması için, Eshâb-ı kirâmdan bir kaç tanesini oraya göndermesini istedi. Sevgili Peygamberimiz“Göndereceğim kimseler hakkında, Necd halkından emîn değilim!" buyurdular. Âmir; "Onları ben himâyeme alırım. O zaman onlara kimse zarar veremez" dedi. Âlemlerin efendisi, bu kesin taahhüdü kabûl buyurup, Eshâb-ı Suffa’dan yetmiş kişilik bir heyet hazırladı ve Münzir bin Amr hazretlerinin kumandasında yola çıkardı.
Kendi kabîlesinin İslâmiyetle şereflenmesini isteyen Ebû Berâ, Eshâb-ı Suffa'dan önce yola çıkıp, kabîlesine; gelerek heyeti himâyesine aldığını, onlara hiç kimsenin dokunmamasını tembih etti. Yeğeni Âmir bin Tufeyl'den başka herkes, onlara dokunmamayı kabûl etti. Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir bin Tufeyl, üç kabîlenin adamlarını silâhlandırarak başlarına geçti ve Bi'r-i Maûne'ye gelen Eshâb-ı kirâmı kuşattı. Dört tarafı sarılan sahâbîler, kılıçlarına sarılıp biri hariç hepsi de şehîd oluncaya kadar kahramanca savaştılar. Bu mübârek Eshâbın son sözleri; "Yâ Rabbî! Şu anda Resûlullah'a durumumuzu haber verecek senden başkası yoktur. O'na selâmımızı bildir!" dediler. O anda Cebrâil aleyhisselâm son derece üzgün bir hâlde, Peygamber efendimize gelip, selâmlarını ulaştırdı ve; "Onlar, Allahü teâlâya kavuştular. Allahü teâlâ onlardan râzı oldu, onlar da Allahü teâlâdan râzı oldu" dedi. Sevgili Peygamberimiz de; “Aleyhimüsselâm" diye cevap verdikten sonra, çok üzüntülü olarak Eshâb-ı kirâma döndüler; “Kardeşleriniz, müşriklerle karşılaştılar. Müşrikler, onları kesip biçtiler, mızraklarla delik deşik ettiler..." buyurarak, durumu haber verdiler. Bu hâdisede düşmanla çarpışırken, Âmir bin Füheyre hazretlerinin sırtına, Cebbâr adlı biri mızrağını saplamıştı: O anda hazret-i Âmir; "Vallahi, Cennet’i kazandım!" demiş, Cebbâr'ın ve diğer müşriklerin gözleri önünde gökyüzüne doğru çekilmişti. Bu hâle herkes hayret etmiş, fakat içlerinden sâdece onu şehîd eden Cebbâr müslüman olmuştu. Peygamber efendimiz, Reci' ve Bi'r-i Maûne hâdiselerine çok üzüldüler. Bu elim hâdiseyi yapan kabîlelere, belâ için bir ay her namazdan sonra duâ ettiler. Allahü teâlâ, Resûlünün duâsını kabûl buyurdu. O kabîlelere müthiş bir kuraklık ve kıtlık verdi. Sonra bulaşıcı bir hastalıkla yediyüz kişi öldü.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Uhud Gazâsı’nın has okçularından Âsım bin Sâbit hazretleri, bu gazâda müşriklerden Mûsâfi bin Talha ile kardeşi Hâris’i öldürmüştü. Anneleri çok kin gütmekle meşhûr olan Sülâfe binti Sa'd, oğullarının ikisini öldüren Âsım bir Sâbit hazretlerinin başını getirene, yüz deve vereceğini vâd etti. Hazret-i Âsım'ın kafatasında şarab içmeye and içti. Ayrıca Resûlullah efendimizin gönderdiği bir seriyyede, Abdullah bin Üneys'in, Lıhyânoğullarından Hâlid bin Süfyân'ı öldürmesi sebebiyle, Lıhyânoğulları, Adel ve Kare kabîleleriyle anlaştı. Medîne civarında bulunan bu iki kabîle bir plân yapıp, elçiler hazırladılar. Onlara; "Müslüman olduğunuzu söylersiniz. "Zekât vereceğiz, bunu almak ve bize İslâm’ı öğretmek üzere muallim istiyoruz" dersiniz. Gelenlerin bir kısmını öldürür, öcümüzü alırız. Bir kısmını da Mekke'ye götürüp Kureyş'e satarız" dediler.
Hicretin dördüncü yılının Safer ayında, bu iki kabîleden altı veya yedi kişilik bir heyet, Peygamber efendimizsallallahü aleyhi ve sellem gelerek; "Müslüman olduk, bize Kur'ân-ı kerîmi ve dîni öğretecek muallimler gönder" dediler. Bu sırada sevgili Peygamberimiz, Mekkeli müşriklerin savaş hazırlığı içinde olup olmadıklarını kontrol etmek üzere, on kişiden meydana gelen bir seriyye hazırlamıştı. Adel ve Kare kabîlesinden de böyle bir heyetin gelip muallim istemeleri üzerine, durumu araştırmak, inceleyip, bildirmek üzere bu on kişilik keşif kolunu gelenlerle birlikte gönderdi. Eshâb-ı kirâmdan kurulan bu seriyyede; Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Âsım bin Sâbit, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bir Târık, Mu'attib (Mugir) bin Ubeyd ve isimleri bilinmeyen üç sahâbî daha vardı.
Bu keşif kolu, gündüzleri gizlenip, geceleri yürümek sûretiyle bir seher vakti Recî' suyunun başına geldiler. Orada bir müddet dinlenip, Acve denilen iyi cins Medîne hurmasından yediler. Sonra oradan ayrılarak, yakınlarındaki bir dağa çıkıp gizlendiler. Huzeyl kabîlesinden koyun güden bir kadın da Reci' suyunun başına gelmişti. Hurma çekirdeklerini görüp, Medîne hurması yendiğini anladı. "Buraya Medîne'den gelenler olmuş" diye bağırarak, kabîlesine haber verdi. Bu sırada Eshâb-ı kirâmdan bu on kişilik seriyyenin yanında bulunan Adel ve Kare kabîlesinin heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyânoğullarına gidip, haber verdi.
Lıhyânoğulları bu haber üzerine harekete geçtiler. Yüzü okçu olmak üzere, ikiyüz kişilik bir kuvveti bu küçük seriyyenin üzerine gönderdiler. Gelen bu müşrik sürüsü, hazret-i Âsım bin Sâbit ve arkadaşlarını dağın tepesinde bularak kuşattı. Bu arada, on sahâbînin ahvâlini, müşriklere haber veren kişi de onlara katıldı. Eshâb-ı kirâm, o anda aldatıldıklarını anladılar ve harbe karar vererek, kılıçlarını çektiler. Bunu anlayan müşrikler, onları kandırmaya çalışıp; "Eğer yanımıza inerseniz, hiç birinizi öldürmeyeceğiz. Kesin söz veriyoruz. Vallahi sizleri öldürmek İstemiyoruz. Fakat size karşı Mekkelilerden fidye koparmak istiyoruz" dediler. Âsım bin Sâbit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr; "Müşriklerin sözlerini ve ahidlerini hiç bir zaman kabûl etmeyiz" diyerek bütün tekliflerini reddettiler. Âsım bin Sâbit hazretleri; "Hiç bir zaman müşriklerin himâyelerini kabûl etmemeğe yemîn ettim. Vallahi onların himâyelerine ve sözlerine kanarak aşağı inip de teslim olmam" dedi. Ellerini açtı; "Allah'ım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et" diyerek duâ etti. Allahü teâlâ, hazret-i Âsım'ın duâsını kabûl buyurdu ve Resûlullah efendimizi, onlardan haberdâr etti.
Hazret-i Âsım, müşriklere; "Biz ölmekten korkmayız. Çünkü, dînimizde basiretliyiz (ölünce şehîd olur Cennet’e gideriz)" buyurdu. Müşriklerin reîsi; "Ey Âsım! Kendini ve arkadaşlarını zâyi etme, teslim ol!" deyince; Âsım bin Sâbit (radıyallahü anh), okla karşılık verdi. Ok atarken;
"Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok.
Yayımın kalın teli gerilmiştir.
Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir.
Mukadderâtın hepsi başa gelicidir.
İnsanlar er-geç Allah'a rücû’ edicidir.
Eğer ben sizinle çarpışmazsam; anam,
(üzüntüsünden) aklını kaybeder."
mısra'larını okuyordu. Âsım'ın (radıyallahü anh) sadâğında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince, bir çoğunu da mızrağıyla delik deşik etti. Fakat mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. (Bu; ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacağım mânâsına gelirdi.) Sonra da; "Ey Allah’ım! Ben bugüne kadar senin dînini hıfz ettim. Senden, bu günün sonunda benim vücûdumu koruyup, hıfzetmeni niyaz ediyorum" diye duâ etti. Hazret-i Âsım bin Sâbit'in ve diğer sahâbîlerin; "Allahü ekberl" nidâları, dağları inletiyordu. İkiyüz kişiye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar, yaptıklarının cezâsını görüyorlardı. Âsım (radıyallahü anh), en sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kâfirler, ondan çok korktukları için, yere düşünce bile yanına yaklaşamadılar ve uzaktan ok atarak şehîd ettiler. O gün oradaki on sahâbîden yedisi şehit, üçü de esir edildi. Lıhyânoğulları, Sülâfe binti Sa'd'a satmak için, Âsım bin Sâbit'in (radıyallahü anh) mübârek başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, hazret-i Âsım bin Sâbit'in duâsını kabûl buyurduğundan, bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit'in (radıyallahü anh) üzerinde durdular. Müşrikler yanına yaklaşamadı. Sonunda; "Bırakın, akşam olunca arılar dağılır, biz de başını kesip götürürüz" dediler. Akşamleyin Allahü teâlâ şiddetli bir yağmur yağdırdı. Derelerden seller aktı ve Âsım bin Sâbit hazretlerinin mübârek cesedini alıp, bilinmeyen bir yere götürdü. Ne kadar aradılarsa da bulamadılar. Bunun için müşrikler, Âsım bin Sâbit hazretlerinin hiç bir yerini kesmeye muvaffak olamadılar. Arıların, Âsım'ı (radıyallahü anh) korudukları hâdisesi zikredildiği zaman, hazret-i Ömer; "Allahü teâlâ elbette mü’min kulunu muhâfaza eder. Âsım bin Sâbit, sağlığında müşriklerden nasıl korundu ise, Allahü teâlâ da ölümünden sonra cesedini muhâfaza edip, müşriklere dokundurmadı" buyurdu. Bunun için Âsım bin Sâbit (radıyallahü anh) yâd edilirken; "Arıların koruduğu kimse" diye anılırdı.
Lıhyânoğulları, başta Âsım bin Sâbit olmak üzere yedi sahâbîyi şehîd ettiler. Üç sahâbîyi de esir aldılar. Esir edilen üç sahâbî; Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târık (radıyallahü anhüm) idi. Lıhyânoğulları, üçünü de yayların kirişleri ile bağladılar. İçlerinden Abdullah bin Târık (radıyallahü anh), Mekkeli müşriklere götürülmeye râzı olmadı. Gitmemek için karşı koydu. "Şehîd edilen arkadaşlarım Cennet’le şereflendiler" diyerek haykırdı. Ellerinin bağını kopardı, fakat Lıhyânoğulları, taşa tutarak onu da şehîd ettiler. Hubeyb bin Adiy ve Zeyd bin Desinne hazretleri; "Resûlullah'ın verdiği keşif vazifesini yapmaya belki imkân buluruz" düşüncesi ile sabrettiler.
Lıhyânoğulları, her ikisini de Mekke'ye götürdüler. Bedr ve Uhud savaşlarında yakınları öldürülen müşrikler, kin ve intikâm hırsı ile tutuşuyorlar ve fırsat arıyorlardı. Hubeyb'i (radıyallahü anh), müşriklerden Huceyr bin Ebî İhâb-ı Temîmî, Bedr savaşında öldürülen kardeşinin; Zeyd bin Desinne'yi de (radıyallahü anh), Safvân bin Ümeyye, Bedr savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halef’in intikâmını almak üzere satın aldılar. Müşriklerin niyeti her ikisini de öldürmekti. Fakat savaş yapmayı yasak saydıkları aylarda bulunduklarından, hapsetmek sûretiyle zamanın geçmesini beklediler. Ayrı ayrı yerlerde haps ettiler. Her iki sahâbî de bu esâret karşısında büyük bir sabır, tâkât ve asâlet gösterdiler.
Hubeyb bin Adiy'in (radıyallahü anh) hapsedildiği evde bulunan ve âzâdlı bir câriye olan Mâviye (bu hanım, daha sonra müslüman olmuştur) şöyle anlatmıştır: "Hubeyb (radıyallahü anh), benim bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben, ondan daha hayırlı bir esir görmedim. Bir gün baktım, elinde ibrik gibi kocaman bir üzüm salkımı vardı. Ondan yiyordu. Her gün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü. O mevsimde, hem de Mekke'de üzüm bulmak aslâ mümkün değildi. Allahü teâlâ, ona rızık veriyordu. Hapsolunduğu hücrede namaz kılar, Kur'ân-ı kerîm okurdu. Okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinleyen kadınlar ağlaşırlar ve ona acırlardı. Bazen; "Bir isteğin var mı?" diye sorduğumda; "Bana tatlı su ver, putlar için kesilen hayvanların etinden getirme, bir de, beni öldürecekleri zaman önceden haber ver, başka bir şey istemem" derdi. Öldürüleceği gün kararlaştırılınca, gidip kendisine söyledim. Bunu öğrenince, en ufak bir değişiklik ve zerre kadar üzüntü eseri göstermedi. O gün yaklaşınca, ölmeden önce vücut temizliği yapmak istediğini söyledi ve bir ustura istedi. Ben de çocuğumun eline bir ustura verip gönderdim. Çocuk yanına gidince birden korktum. "Eyvah! Bu adam, çocuğu ustura ile keser. O nasıl olsa öldürülecek" dedim. Koşup çocuğa baktım. Hubeyb (radıyallahü anh), gönderdiğim usturayı çocuğun elinden alıp, çocuğu sevmek için dizine oturtmuştu. Ben bu durumu görünce çok korkup, feryâd etmeye başladım. Durumu anlayınca; "Bu çocuğu öldüreceğimi mi zannediyorsun? Bizim dînimizde böyle şey yok. Haksız yere cana kıymak bizim hâl ve şânımızdan değildir" dedi.
Hubeyb bin Adiy'i ve Zeyd bin Desinne'yi (radıyallahü anhümâ) öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti. O gün sabah erkenden zincirlerini çözüp, Mekke dışında Temim denilen yere götürdüler. Mekke halkı ve müşriklerin ileri gelenleri, bunların îdâmını seyretmek üzere toplanmıştı. Etrâfta büyük bir kalabalık vardı.
Müşrikler, esirleri îdâm edecekleri yerde iki darağacı kurmuşlardı. Hubeyb'i (radıyallahü anh) darağacına kaldırıp bağlamak istedikleri sırada: "Beni bırakınız, iki rekat namaz kılayım" dedi. Bıraktılar; "Kıl orada" dediler. Hubeyb (radıyallahü anh) hemen namaza durup, huşû ile iki rekat namaz kıldı. Toplanan müşrikler, kadınlar, çocuklar heyecanla onu seyrediyorlardı. Namazını bitirdikten sonra; "Vallahi eğer ölümden korkarak namazı uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, namazı uzatırdım ve daha çok kılardım" dedi. Böyle îdâm edilirken iki rekat namazı ilk kılan, âdet ve sünnet olmasına sebep olan hazret-i Hubeyb bin Adiy'dir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, onun îdâm edilirken iki rekat namaz kıldığını işitince, bu hareketini yerinde ve uygun bulmuştur.
Hubeyb'i (radıyallahü anh), namazını kıldıktan sonra, darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü, kıbleden Medîne'ye doğru çevirdiler. Sonra; "Haydi dîninden dön! Seni serbest bırakalım" dediler. Şöyle cevap verdi: "Vallahi dönmem! Bütün dünyâ benim olsa, bana verilse, yine İslâmiyetten dönmem!" Bu cevâbı alan müşrikler; "Şimdi senin yerine Muhammed'in olmasını, onun öldürülmesini ister misin? Evet dersen, kurtulur, evinde rahat rahat oturursun!" dediler. Hubeyb (radıyallahü anh); "Ben, Muhammed aleyhisselâmın ayağına bir dikenin batmasına bile aslâ râzı olmam!" dedi. Müşrikler alay edip, gülüşerek; "Ey Hubeyb! İslâm dîninden dön! Eğer dönmezsen, seni muhakkak öldüreceğiz!" dediler. Hubeyb (radıyallahü anh); "Allahü teâlâ yolunda olduktan sonra, benim için öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur" diye karşılık verdi.
Bundan sonra Hubeyb (radıyallahü anh); "Allah'ım! Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz görmüyorum. Allah'ım! Benden, Resûlüne selâm ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir!" diyerek duâ etti ve; "Esselâmü aleyke yâ Resûlallah" dedi. Hubeyb bu duâyı yaptığı sırada, sevgili Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmla oturuyordu. Zeyd bin Hârise (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır: "Bir gün Resûlullah, Eshâbıyla otururken; “Ve aleyhisselâm" dedi. Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Bu kimin selâmına karşılıktır" dediler. “Kardeşimiz Hubeyb'in selâmına karşılık, Cebrâil (aleyhisselâm) Hubeyb'in selâmını bana ulaştırdı" buyurdu.
Hubeyb'in (radıyallahü anh) etrâfında toplanan Kureyş müşrikleri; "İşte, babalarınızı öldüren bu adamdır" diyerek gençleri üzerine mızraklarıyla saldırttılar ve mübârek vücûdunu yaralamaya başladılar. Bu sırada, Hubeyb'in (radıyallahü anh) yüzü Kâbe'ye doğru döndü. Müşrikler, Medîne'ye doğru döndürdüler. Hubeyb; "Allah'ım! Eğer ben senin katında makbûl bir kul isem, yüzümü kıbleye çevir" diyerek duâ etti. Yüzü yine kıbleye döndü. Müşriklerden hiç biri, onun yüzünü Kâbe'den başka bir tarafa çeviremedi. Bu esnada Hubeyb (radıyallahü anh), darağacı üzerinde, düşman arasında garip bir hâlde şehîd edilmekte olduğunu dile getiren bir şiir söyledi. Müşrikler, ellerindeki mızrakları vücûduna saplayarak, işkence yapmaya başlayınca; "Vallahi ben müslüman olarak öldürülecek olduktan sonra, vurulup, hangi yanım üstüne düşersem düşeyim gam yemem! Bunların hepsi Allahü teâlânın yolundadır" dedi. Hubeyb (radıyallahü anh), bundan sonra müşriklere şöyle bedduâ etti: "Allah'ım! Kureyş müşriklerinin hepsini mahvet! Topluluklarını dağıt! Birer birer canlarını al, onları sağ bırakma!" Müşrikler bu bedduâyı duyunca çok korkup, bir kısmı oradan kaçıp uzaklaştılar. Kalanlardan bir kısmı mızraklarını peşpeşe saplamaya başladılar, içlerinden biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak sırtından çıktı. Hubeyb (radıyallahü anh), vücûdundan kanlar fışkırırken ve darağacında sallanarak son nefesini verirken; "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" diyerek şehîd oldu.
Hubeyb bin Adiy'in (radıyallahü anh) cenâzesi, kırk gün darağacında asılı kaldı. Bedeni çürüyüp kokmadı. Hep taze kan aktı. Sevgili Peygamberimiz, onun cenâzesini getirmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved'i (radıyallahü anhümâ) gönderdi. Gece, gizlice Mekke'ye girdiler. Hubeyb'i (radıyallahü anh) asıldığı darağacından indirip, deveye yükleyerek Medîne'ye doğru yola çıktılar. Durumu öğrenen müşrikler, büyük bir kalabalık hâlinde üzerlerine yürüdüler. Her iki sahâbî kendilerini savunmak için, cenâzeyi yere koydular. Biraz sonra cenâzeyi bıraktıkları yerin yarılarak cesedi içeri alıp, kapandığını gördüler ve Medîne'nin yolunu tuttular.
Zeyd bin Desinne'yi de diktikleri ağaca bağladılar. Dininden döndürmek için zorladılar. Fakat Zeyd'in îmânını kuvvetlendirmekten başka bir şey elde edemediler. Bunun üzerine Zeyd'i (radıyallahü anh) ok yağmuruna tuttular. Sonunda Safvân bin Ümeyye'nin âzâdlı kölesi Nistâs tarafından şehîd edildi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Müşriklerin iyice yaklaştıkları bir sırada, Peygamberimiz“Şunları kim karşılar, kim durdurur?" buyurdu. Talha bin Ubeydullah hazretleri; "Ben! Yâ Resûlallah!" deyip, ileri atılmak istedi. Peygamber efendimiz“Senin gibi daha kim var?" buyurdular. Medîneli sahâbîlerden biri; "Yâ Resûlallah! Ben!" diyerek izin istedi. Sevgili Peygamberimiz“Haydi, sen karşıla" buyurunca, ileri fırladı ve müşriklerin üzerine atıldı. Eşine rastlanmadık kahramanlıklar gösterdi. Bir kaç îmânsızı öldürdükten sonra şehâdet şerbetini içti. Resûl-i ekrem efendimiz, yine; “Şunlara kim karşı koyar?" buyurdular. Herkesten önce, yine Talha hazretleri çıktı. Peygamber efendimiz“Senin gibi daha kim var?" diye sorunca, Ensârdan bir mübârek; "Ben karşılarım yâ Resûlallah" dedi. Peygamberimiz“Haydi onları sen karşıla" buyurdular. O da müşriklerle çarpışa çarpışa şehîd oldu. Bu şekilde Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahâbîler, vuruşa vuruşa şehâdete erdiler. Kâinatın sultânı efendimizin o anda yanında Talha bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı. Hazret-i Talha, Resûlullah'a bir zarar erişir diye endişe ediyor, dört bir tarafa koşuyor, kâfirlerle kıyasıya çarpışıyordu. Onun bu kadar serî kılıç sallaması, bir anda Resûlullah'ın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, mızrak ve kılıç darbelerine vücûdunu kalkan yapması eşine rastlanmayacak bir hâdiseydi. Hazret-i Talha, pervâne gibi dönüyor, kendisine değen kılıçlara hiç aldırmıyordu. Dileği, Kâinatın sultânını korumak, bu uğurda diğer kardeşleri gibi şehîd olmaktı. Vücûdunda yara almayan yer kalmamıştı, elbisesinde kandan başka bir şey görünmez olmuştu. Fakat o buna rağmen dört tarafa birden yetişiyordu. O sırada Hazret-i Ebû Bekr ve Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Resûl-i ekrem efendimizin yanına yetiştiler. Yiğitlerin efendisi hazret-i Talha da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmışaltı büyük, sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı. Sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr'e, hemen hazret-i Talha'ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh), hazret-i Talha'nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talha bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz; "Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah ne yapıyor?" diyerek, sevgi ve bağlılığın en güzelini gösterdi. Resûl-i ekremi sevmek, canını, O'nun mübârek vücûduna fedâ etmek ancak bu kadar olurdu. Hazret-i Ebû Bekr; "Resûlullah iyidir. Beni O gönderdi" deyince, Talha (radıyallahü anh) rahat bir nefes alıp; "Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sonra her müsîbet hiçtir" dedi. O sırada bir kaç sahâbe daha yetişmişlerdi.
Âlemlerin efendisi, Muhammed Mustafa sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, hazret-i Talha'nın yanına teşrîf ettiler. Yaralı mücâhid, Resûlullah'ı sağ olarak görünce, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerini açıp; “Allah'ım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsân eyle" diye duâ buyurdular. Resûl-i ekrem efendimizin bir mûcizesi olarak, hazret-i Talha sapa sağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için; “Uhud günü, yer yüzünde sağımda Cebrâil'den, solumda da Talha bin Ubeydullah'dan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm." “Yeryüzünde gezen cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha bin Ubeydullah'a baksın" buyurdular.
Bütün cephede çarpışma, olanca şiddeti ile devam ediyordu. Peygamber efendimizin etrâfında Ebû Dücâne, sancakdâr Mus’ab bin Umeyr, Talha bin Ubeydullah, Peygamberimizi korumak için arka saflardan koşup yetişen Nesîbe Hâtun ve bir kaç sahâbî (radıyallahü anhüm) vardı. Müşriklere karşı, Resûlullah efendimizle birlikte çarpışıyorlardı. Tepeden tırnağa silâhlı ve zırhlar içerisinde olan ve miğferi bulunan azılı müşrik Abdullah bir Huneyd, sevgili Peygamberimizi görünce, atını mahmuzladı. "Ben Züheyr'in oğluyum. Bana Muhammed'i gösteriniz. Ya ben O'nu öldürürüm, Yâhud O'nun yanında ölürüm!" diye bağırıyordu. Atını, Peygamber efendimizin üzerine doğru sürerken, Ebû Dücâne hazretleri önüne gerildi ve; "Gel bakalım! Ben vücûdumla, Muhammed aleyhisselâmın mübârek vücûdunu koruyan bir kişiyim. Beni çiğnemedikçe, O'na ulaşamazsın!" dedi. Atın ayaklarına kılıcını vurup, Abdullah bin Hüneyd'i yere düşürdü ve kılıcını kaldırarak; "Al, bu da Hareşe'nin oğlundan!" deyip, bir vuruşta yere serdi. Hâdiseyi seyreden Âlemlerin efendisi; “Allah'ım! Hareşe'nin oğlundan (Ebû Dücâne'den) ben nasıl râzı isem, sende öyle râzı ol" diyerek duâ buyurdu.
Müşriklerden çok keskin bir nişâncı ve her attığını vuran bir okçu olan Mâlik bin Züheyr, her yerde Peygamber efendimizi arıyor, bir fırsatını bulup ok ile vurmak istiyordu. Resûlullah efendimizin yakınlarına gelip, yayını gerdi ve sevgili Peygamberimizin mübârek başını hedef alarak okunu fırlattı. Göz açıp kapayıncaya kadar zaman yoktu. Hazret-i Talha ânında elini açarak hedef oldu. Ok, hazret-i Talha'nın avucuna saplandı ve elini parçaladı. Parmaklarının bütün sinirleri kesildi, elinin kemikleri kırıldı. Olanları Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz de görmüş ve: “Eğer (beni korumak için elini oka uzatırken) Bismillah deseydin, insanlar sana bakışırken, melekler seni göklere yükseltirdi" buyurmuşlardı.
Mekkeli müşriklerden; Abdullah bir Kamîa, Übey bin Halef, Utbe bin Ebî Vakkâs, Abdullah bin Şihâb-ı Zührî ismindeki dört müşrik, Resûl-i ekrem efendimizin hayatına son vermek için anlaşıp, yemîn etmişlerdi. Bu sıkışık anda Resûlullah efendimiz, yanında bir kaç sahâbî olduğu hâlde düşmanla kıyasıya mücâdele ediyorlardı. Peygamber efendimizin önünde, sancakdâr Mus’ab bin Umeyr hazretleri vardı. Hazret-i Mus’ab, vücûduna giydiği zırhdan dolayı, sevgili Peygamberimize çok benziyordu. O da sağ elinde İslâm sancağı olduğu hâlde müşriklerle müthiş bir mücâdeleye girişmişti. Bu sırada zırhlara bürünmüş olan İbn-i Kamîa, atlı olarak oraya yaklaştı. Avazı çıktığı kadar; "Bana Muhammed'i gösteriniz: O kurtulursa ben kurtulmayayım!" diye bağırarak, Peygamber efendimize doğru atını mahmuzladı. Hazret-i Mus’ab ile Nesîbe Hâtun karşı koyup, vücûdlarını Peygamber efendimize siper yaparak çarpışmaya başladılar. Bu kâfire ne kadar kılıç vurdularsa, zırhından dolayı tesir etmedi. İbn-i Kamîa, Nesîbe Hâtun'a bir kılıç vurarak omuzunu parçaladı. Sonra Hazret-i Mus’ab'ın sancak tutan sağ eline kılıcını indirdi. Sağ eli kesilen Mus’ab bin Umeyr, canından üstün tuttuğu mübârek İslâm sancağını yere düşürmeden sol eline aldı. O esnada; Muhammed (aleyhisselâmresûldür. Ondan önce de resûller gelmiştir" meâlindeki (Âl-i İmrân sûresi: 144) âyet-i kerîmeyi okuyordu. İbn-i Kamîa, bu defâ kılıcını hazret-i Mus’ab'ın sol eline indirdi. Sol eli de kesilen şanlı sancakdâr, İslâm sancağını yere düşürmüyordu. Kahraman sahâbî, sancağı kolları ile tutup gövdesine bastırarak dalgalandırmaya devam etti. İbn-i Kamîa, bu defâ mızrağını şanlı sahâbînin vücûduna sapladı. O da, diğer arkadaşları gibi şehîd olarak âhırete göçmüştü (radıyallahü anh).
Hazret-i Mus’ab yere düşerken, şanlı İslâm sancağı yere düşürülmemiş, onu hemen Mus’ab’ın sûretine giren bir melek kapmıştı. Sevgili Peygamberimiz“İleri yâ Mus’ab! İleri!" buyurduğunda, sancağı tutan melek; "Ben Mus’ab değilim" dedi. O zaman, Kâinatın sultânı efendimiz onun melek olduğunu anlayıp, sancağı hazret-i Ali'ye verdi.
İbn-i Kamîa ise, hazret-i Mus’ab'ı, Peygamber efendimiz zannettiği için, acele müşriklerin arasına vardı ve; "Muhammed'i öldürdüm!" diyerek bağırmaya başladı. Bunu işiten müşrikler, hedeflerine ulaşmanın verdiği haz ile daha da azgınlaştılar. Hâdisenin aslını bilemeyen Eshâb-ı kirâmın ise, eli ayağı tutmaz olmuştu. Ortalıkta matem havası esiyordu. Hazret-i Ömer'in bile elleri iki yana düşmüş, arkadaşlarıyla olduğu yere oturakalmışlardı. Enes bin Nadr (radıyallahü anh) onları o hâlde görünce; "Niçin oturuyorsunuz?" diye sordu. Onlar da; "Resûlullah şehîd edilmiş!..." diye cevap verdiler. Hazret-i Enes de; "Resûlullah şehîd edildiyse, O'nun Rabbi (Allahü teâlâ) bakîdir. Resûlullah'tan sonra biz sağ kalıp da ne yapacağız! Haydi kalkınız! Peygamberimizin çarpışarak mübârek canını fedâ ettiği şey için, biz de canımızı fedâ edelim" dedi ve kılıcının kınını kırıp; "Allahü ekber!..." nidâlarıyla yalın kılıç düşmanın ortasına daldı. Küffârdan bir çoklarını kırdı ve şehîd oldu. Sâdece yüzünde yetmiş yara vardı. Vücûdunda sayısız yara olduğu için, onu kız kardeşinden başkası tanıyamamıştı.
Eshâb-ı kirâmın pek çoğu dağılmış, bir kısmı da şehâdete ermişti. Onların bu dağınıklığından istifâde eden müşrikler, Resûl-i ekrem efendimizin etrâfına toplanmışlardı. Taşla, kılıçla iki cihânın sultânını şehîd etmeye çalışıyorlardı. Üzerinde iki zırhı olduğu için, darbeler, tesir etmiyordu. Utbe bin Ebî Vakkâs'ın attığı taşlar, sevgili Peygamberimizin mübârek yüzüne değdi ve alt dudağı yaralandı. Alt çenesindeki mübârek sağ rebâiyye yâni kesici dişi kırıldı. O sırada İbn-i Kamîa denilen müşrik de geldi ve kılıcını Âlemlerin efendisinin mübârek başına vurdu. Sevgili Peygamberimizin miğferi parçalandı, iki halkası da mübârek şakaklarına battı. Yine İbn-i Kamîa'nın vurduğu bir kılıç ile mübârek omuzundan yaralandılar ve müslümanları düşürmek için Ebû Âmir'in kazdığı derin çukura yanı üzere düştüler. Sevgili Peygamberimiz, hâin İbn-i Kamîa için; Allahü teâlâ seni zelîl ve perişân etsin!" diye duâ ettiler. İbn-i Kamîa pek ziyâde sevinip; "Muhammed'i öldürdüm! Muhammed'i öldürdüm!..." diye bağırarak, Ebû Süfyân'ın yanına gitti. Müşrikler hedeflerine ulaşmışlardı! Artık Peygamberimizle ilgilenmiyorlardı. Peygamber efendimizin bulunduğu çukurun etrâfından çekilmişler, Eshâb-ı kirâm ile çarpışmaya koyulmuşlardı.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, çukura düştüğünde, mübârek yanakları kanıyordu. Mübârek ellerini yüzüne sürünce, ellerinin ve sakal-ı şerîfinin kana boyandığını gördüler. Bir damla yere düşmeden Cebrâil aleyhisselâm yetişip, o mübârek kanı kaptı ve dedi ki: "Yâ Habîballah! Allahü teâlânın hakkı için, eğer bu kandan bir damla yere düşse, kıyâmete kadar yerde ot bitmezdi." Fahri âlem efendimiz de; “Eğer benden bir damla kan yere düşerse, gökten azâb nâzil olur. Yâ Rabbî! Kavmimi affet! Çünkü onlar bilmiyorlar" buyurarak, kendisini öldürmeğe kalkan, mübârek vücûduna kılıç vurup, mübârek dişlerini kıran ve mübârek yüzünü kana boyayan kimselerin hidâyete gelmesi için duâ ediyorlardı.
Bu esnada, Ka'b bin Mâlik hazretleri; "Ey müslümanlar! Müjde! İşte Resûlullah burada!.." diye yüksek sesle bağırıyordu. Bu sesi işiten şanlı Eshâb yeniden hayat bulmuş gibi sevinçle oraya koştu. Hazret-i Ali ile Talha bin Ubeydullah (radıyallahü anh) derhal oraya gelerek çukurdan çıkardılar. Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh, sevgili Peygamberimizin mübârek şakaklarına batan, miğferin halkalarını dişleriyle çekerek çıkardı. Bu demir parçalarını çıkarırken iki ön dişi de çıktı.
Eshâb-ı kirâmdan Mâlik bin Sinân hazretleri, Resûlullah efendimizin mübârek yüzlerinden sızan kanı emdiler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz“Kanım kanına karışan kimseye Cehennem ateşi dokunmaz" buyurdular.
Müşrikler, tekrar üstlerine gelmeye başladılar. Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimize yeniden kavuşmanın sevinci ile biranda Resûlullah efendimizin etrâfında halka olup; hiç bir müşrik bırakmadılar. Peygamber efendimize artık bir şey yapamayacaklarını anlayan müşrikler, dağın tepesine çıkmaya başladılar. İki cihânın sultânı, yanında bulunan Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretlerine; “Onları geri çevir" buyurdu. Hazret-i Sa'd; "Yâ Resûlallah! Yanımda sâdece bir okum var. Bununla nasıl geri çevireyim?" diye suâl eyleyince, Resûl-i ekrem efendimiz, tekrar aynı emri verdiler. Bunun üzerine okçuların pîri Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, elini çantasına götürüp, okunu attı. Hedefini bulan ok bir müşriki devirdi. Elini tekrar ok çantasına uzattığında, bir ok daha olduğunu gördü. Dikkat etti, bu ok, biraz önceki oktu. Bir müşrik daha öldü. Bu hal, defâlarca sürdü. Sevgili Peygamberimizin bir mûcizesi olarak, hazret-i Sa'd, her, defâsında ok çantasında bir evvelki attığı oku bulmuştu. Peşpeşe adamlarının öldürüldüğünü gören Kureyşliler, dağa çıkmaktan vazgeçtiler. Aşağı inip geriye çekildiler.
İçlerinden Übeyy bin Halef, atını, Peygamber efendimize doğru sürerek; "Nerededir, o peygamber olduğunu iddia eden kişi? Karşıma çıksın da, benimle çarpışsın!" diye bağırmaya başladı. Eshâb-ı kirâm, ona karşı çıkmak istediyse de, sevgili Peygamberimiz müsâde etmedi. Hâris bin Simme hazretlerinin mızrağını alıp ileri çıktılar. Übeyy alçağı atını mahmuzlayıp; "Ey Muhammed! Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!" diyerek yaklaştı. Tepeden tırnağa zırhlara bürünmüştü. Âlemlerin efendisi, elindeki mızrağı Übeyy'in boynuna fırlattı. Mızrak uçarak, miğferi ile zırh yakası arasından boynuna saplandı. Übeyy, sığır gibi böğürerek atından yere yuvarlandı. Kaburga kemikleri kırıldı. Müşrikler, onu kaldırıp, götürdüler. Yolda; "Muhammed beni öldürdü!..." diyerek bağıra bağıra cân verdi.
Resûlullah efendimiz, yanındaki Eshâbı ile Uhud kayalıklarına doğru çıkmaya başladılar. Kayaların yanına varınca, yukarı çıkmak istediler. Ziyâdesiyle yorulduğu, üst üste iki zırh giydiği ve mübârek vücûduna yetmişten ziyâde kılıç vurulduğu için tâkât getiremediler. Bunun üzerine Talha (radıyallahü anh), Peygamber efendimizi sırtına alarak kayaların üzerine çıkardı. Sevgili Peygamberimiz“Talha, Resûlullah'a yardım ettiği zaman Cennet ona vâcib oldu" buyurdular. Hiç mecâlleri kalmadığından, öğle namazını oturarak edâ ettiler.
Dağın eteklerinde sahâbîler, her biri bir aslan kesilmiş, müşriklerin üzerine atılıyorlardı. Peygamberimize kılıç vuranlara, dünyâyı zindan yapmışlardı. Bir ara Hâtib bin Beltea, sevgili Peygamberimizin yanına geldi ve; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Sana bunu kim yaptı!" diye suâl eyledi. Efendimiz; “Utbe bin Ebî Vakkâs, bana taş atıp yüzüme vurdu ve rebâiyye dişimi kırdı" buyurunca, hazret-i Hâtib; "Yâ Resûlallah! O, ne tarafa gitti!" diye tekrar sordu. Peygamber efendimiz, işâretle gittiği tarafı gösterdiler. Hazret-i Hâtib, derhal o tarafa koştu. Araya araya Utbe'yi buldu. Atından düşürüp, bir vuruşta başını kesti ve Resûlullah'ın huzûruna getirip müjde verdi. Peygamber efendimiz de: Allahü teâlâ senden râzı olsun. Allahü teâlâ senden râzı olsun" buyurarak, ona duâ ettiler.
Müşrikler, derlenip toparlanan ve yeniden hücûma geçen Eshâb-ı kirâm karşısında tutunamadılar. Yetmiş ölü vererek, harp meydanını terk edip Mekke'ye doğru yola koyuldular.
Peygamber efendimizin şehîd olduğu şâyiası Medîne'ye ulaşmıştı. Hazret-i Fâtıma, hazret-i Âişe, Ümmü Süleym, Ümmü Eymen, Hamne binti Cahş, Küaybe (radıyallahü anhünne) gibi hanımlar Uhud'a koştular. Hazret-i Fâtıma, babası Peygamber efendimizi yaralı görünce ağladı. Resûlullah efendimiz, onu tesellî ettiler. Hazret-i Ali kalkanı ile su getirdi. Fâtıma vâlidemiz o su ile Peygamber efendimizin mübârek yüzünü ve kanları yıkadı. Fakat yüzünün kanı dinmiyordu. Hazret-i Fâtıma bir hasır parçasını yakıp, külünü yaraya basınca, kan durdu.
Sonra harp meydanına indiler, önce yaralılar tespit edilerek, yaraları sarıldı. Müşrikler, bâzı şehidleri tanınmaz hâle getirmişlerdi. Kulak, burun ve diğer âzâlarını kesmiş, karınlarını yarmışlardı. Abdullah bin Cahş hazretleri bunlar arasında idi. Bu hâli gören sevgili Peygamberimiz ve Eshâbı çok üzüldüler. En güzîde sahâbîleri şehâdet şerbetini içmiş, Uhud topraklarını kanlarıyla sulayarak Cennet’e uçmuşlardı. Fakat şehidlere yapılan bu muâmele, dayanılacak gibi değildi. Peygamber efendimizin yanısıra bütün sahâbîlerin hüzünle içleri burkuluyordu. Bu manzara karşısında, Âlemlerin efendisi ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar akdığı hâlde; “Ben, şu şehidlerin, Allahü teâlânın yolunda canlarını fedâ ettiklerine, kıyâmet günü şâhidlik edeceğim. Onları kanlarıyla gömünüz. Vallahi, kıyâmet günü mahşere yaraları kanayarak gelecekler. Kanlarının rengi kan rengi, kokuları da misk kokusu olacaktır" buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz“Hamza'yı göremiyorum. Onun hâli nice oldu" buyurdular. Hazret-i Ali, arayıp buldu. Peygamberimiz oraya varıp akla gelmedik bir manzara ile karşılaşınca, dayanamadılar. Hazret-i Hamza'nın kulakları, burnu ve sâir âzâları kesilmiş, yüzü tanınmaz hâle getirilmiş, karnı yarılmış, ciğerleri çıkarılmıştı. Peygamber efendimiz mübârek gözlerinden yaşlar aktığı hâlde hazret-i Hamza'ya hitâben; “Ey Hamza! Hiç bir zaman, hiçbir kimse, senin kadar musîbete uğramamış ve uğramayacaktır. Ey Resûlullah'ın amcası! Ey Allahü teâlânın ve Resûlünün aslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Resûlullah'a koruyucu olan Hamza! Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!..." buyurdu.
Bu sırada, karşıdan telâş içinde gelen bir kadın görüldü. Bu, sevgili Peygamberimizin halası hazret-i Safiyye vâlidemizdi. O da, diğer hanımlar gibi, Resûlullah efendimizin şehîd olduğu şâyiasını işitince, herşeyi unutmuş, koşa koşa Uhud'a gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz, halasını görünce, şehidlerin hâline dayanamaz düşüncesi ile, oğlu Zübeyr bin Avvâm hazretlerine; “Anneni geri çevir, kardeşinin cesedini görmesin" buyurdu. Hazret-i Zübeyr, koşarak annesinin yanına vardı. Mübârek Hâtun heyecanla; "Oğlum! Resûlullah'tan haber ver!..." dedi. Yanlarına hazret-i Ali de gelmişti. O; "Resûlullah hamdolsun iyidir" deyince, ferahladı, fakat; "O'nu bana gösterin" demekten kendini alamadı. Hazret-i Ali, Âlemlerinin efendisini işâretle gösterdi. Hazret-i Safiyye vâlidemiz, iki cihânın güneşini sağ olarak görünce, çok sevindi ve Allahü teâlâya hamd eyledi. Bu defâ, kardeşi hazret-i Hamza'nın durumunu görmek için ileri yürümek istedi. Oğlu Zübeyr (radıyallahü anh); "Anneciğim! Resûlullah, geri dönmenizi emrediyor" deyince, hazret-i Safiyye; "Eğer ona yapılanı bana göstermemek için geri döneceksem, zâten ben kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmiş bulunuyorum. O, bu hâle Allahü teâlâ yolunda uğramış bulunuyor. Biz, bu yolda daha beterlerine de râzıyız. Sevâbını Allahü teâlâdan bekleyeceğiz. İnşâallah sabredip, katlanacağız" dedi. Zübeyr bin Avvâm hazretleri gelip bunu bildirince, Peygamber efendimiz“Öyle ise bırak görsün" buyurdu. Safiyye (radıyallahü anhâ), hazret-i Hamza'nın cesedinin yanına oturdu ve sessizce ağladı.
Safiyye (radıyallahü anhâ) gelirken yanında iki hırka getirmişti. Onları çıkarıp; "Bunları kardeşim Hamza için getirdim, ona sarınız" dedi. Seyyid-üş-Şühedâ yâni şehidlerin efendisi olan hazret-i Hamza'yı bu hırkalardan biri ile kefenlediler.
Habîbullah efendimiz, sancakdâr Mus’ab bin Umeyr'in baş ucuna geldiler, hazret-i Mus’ab’ın elleri kesilmiş, pek çok yerinden yara almıştı. Etrâfı kan golü hâlindeydi. Peygamber efendimiz, burada da çok hüzünlendıler ve bu azîz şehidlere hitâben, Ahzâb sûresinden 23. âyet-i kerîmeyi okudular. Meâlen: “Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allahü teâlâya verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehîd oluncaya kadar çarpışacağına dâir verdiği sözü yerine getirdi (şehîd oldu). Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler" buyruluyordu. Peygamber efendimiz, bundan sonra da şöyle buyurdu; Allahü teâlânın Resûlü de şâhiddir ki, siz kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda şehîd olarak haşrolunacaksınız." Daha sonra, yanındakilere dönüp; “Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kıyâmette bu azîz şehidler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir."
Mus’ab bin Umeyr hazretlerine kefen olacak bir şey bulamadılar. Kendi kaftanı mübârek vücûdunu tam örtmüyordu. Baş tarafına örtseler ayakları, ayak tarafına örtseler başı açıkta kalıyordu. Habîb-i ekrem efendimiz; “Baş tarafını kaftanla, ayaklarını ise ızhır otu ile örtünüz" buyurdular. Hayatını İslâm’a hizmetle geçiren ve bu uğurda şehitlik mertebesine kavuşan bu mutlu sahabi, dünyâdan yarım kefen ile ayrıldı.
Diğer şehidler, namazları kılınıp, kanlı elbiseleri ile ikişer üçer bir kabre konarak defnedildiler (radıyallahü anhüm). Uhud gazâsında yetmiş şehîd verilmişti. Bunlardan altmış dördü Ensârdan, altısı Muhâcirlerden idi.
Eshâb-ı kirâmın çoğunun akrabâları şehîd olmuştu. Bu sebeple, gönülleri yaralı idi. Kalanları tesellî için, Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki: “Vallahi, Eahâbımla birlikte ben de şehîd olup, Uhud Dağı’nın bağrında gecelemeyi ne kadar isterdim. Kardeşleriniz şehîd oldukları zaman, Allahü teâlâ onların rûhlarını yeşil kuşların kursaklarına koydu. Onlar, Cennet’in ırmaklarına gelir, sularından içerler. Meyvelerinden yerler. Cennet’in dört bir bucağını seyrederler. Gülistanlarında uçarlar. Daha sonra Arş-ı âlâ altına asılan, altun kandillerin içine girip akşamlarlar. Onlar, böyle yiyecek ve içeceklerin hoşluğunu, güzelliğini görünce; “Keşke, Allahü teâlânın, bize neler ikrâm ettiğini kardeşlerimiz bilselerdi de, cihâddan çekinmeseler, çarpışmaktan korkup, düşmandan yüz çevirmeselerdi" derler, Allahü teâlâ da; “Ben sizin ahvâlinizi onlara bildiririm" buyurdu. (ve âyet-i kerîme indirip meâlen şöyle buyurdu:) “Sakın Allahü teâlânın yolunda şehîd alanları ölüler sanmayınız! Doğrusu onlar, Rableri katında diridirler. Öyle ki, Allahü teâlânın kendilerine verdiği, ihsân ettiği şehitlik mertebesiyle, hepsi de sevinerek, Cennet nîmetleriyle rızıklanırlar. Arkalarından şehîdlikle henüz kendilerine katılamayanlar hakkında da; “Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır" diye müjde vermek isterler. Onlar, Allahü teâlâdan gelen bir nîmetle, hattâ daha fazlasıyla sevinirler. Allahü teâlânın, mü’minlere olan mükâfatını zâyi etmeyeceği müjdesi ile neşelenirler." (Âl-i İmrân sûresi: 169-171) ... Allahü teâlâ, onlara görünüp; “Ey kullarım! Canınız neyi çekiyorsa, söyleyiniz, size onu fazlasıyla tattırayım" buyurur. Onlar da; “Ey Rabbimiz! Senin bize ihsân ettiğin nîmetlerden daha üstün bir nîmet yok ki, onu isteyelim. Biz, Cennet’te istediğimiz şeylerden yeyip duruyoruz. Ancak biz istesek; rûhlarımızın cesedlerimize geri çevrilip dünyâya döndürülmemizi ve senin yolunda çarpışarak tekrar öldürülmemizi isteriz" derler."
Artık burada yapılacak bir şey kalmamıştı. Derlenip toparlandılar. Cihâd-ı fî sebilıllah yâni Allahü teâlânın dînini yaymak için geldikleri Uhud'da, târihin eşsiz bir gazâsı yapılmıştı. Gözlerin göremeyeceği, hayâlleri aşan Eshâb-ı kirâmın nice kahramanlıklarına şâhid olunmuş, küffâra bir ders daha verilmişti.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, mübârek Eshâbıyla nûrlu Medîne'ye doğru hareket ettiler. Harre mevkîine geldiklerinde, Eshâbını saf hâline geçirip, mübârek ellerini kaldırarak, Allahü teâlâya yalvarmaya, ve şöyle duâ etmeye başladılar: “Allah'ım! Hamd ve senâ ancak sanadır. Allah'ım! Senin dalâlette bıraktığını hidâyete erdirecek, hidâyete erdirdiğini de saptıracak yoktur... Allah'ım! Bize îmânı sevdir. Kalblerimizi îmân ile süsle. Bizi, küfür, azgınlık ve taşkınlıktan nefret ettir. Din ve dünyâmıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle. Allah'ım! Bizleri müslünman olarak yaşat ve müslüman olarak öldür. Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine ilhâk eyle. Çünkü onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenlerdir, ne de dinlerinden dönenlerdir. Allah'ım! Senin Resûlünü yalanlayan, senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle harbeden kâfirlerin de cezâlarını ver! Onlara hak ve hakîkat olan azâbını indir!... Âmîn!" Eshâb-ı kirâm da, "Âmin! Âmin" diyerek bu duâya iştirâk ettiler.
Sevgili Peygamberimiz, Eshâbıyla Medîne’ye yaklaşmışlardı. Medîne'de kalan kadınlar, çocuklar yollara dökülmüş, merâk ve hüzün ile, gelen ordunun içinde Kâinatın efendisini görmeye çalışıyorlardı. O'nun, cihânı aydınlatan nûrlu yüzünü görünce, Allahü teâlâya hamd ediyorlardı. Sonra, gözler orduya takılıyor, babalar, efendiler, oğullar, dayı ve amcalar aranıyordu. Göremezlerse... gözyaşlarını tutamıyorlardı. Eshâbının bu hüzünlü hâlini gören merhamet deryâsı Resûl-i ekrem efendimiz de, çok üzülüyor, mübârek gözlerinden yaş akıtıyorlardı. Bir ara Sa'd bin Mu'âz hazretlerinin annesi Kebşe hâtunun, Peygamber efendimize yaklaştığı görüldü. Uhud'da, oğlu Amr şehîd olmuştu. Huzûr-ı saâdete geldiğinde; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Elhamdülillah ki seni sağ salim olarak gördüm. Sen selâmette olduktan sonra, bütün felâketler bana hiç gelir!" dedi. Ciğerpâresi oğlunu sormadı. Sevgili Peygamberimiz ona, oğlu Amr için baş sağlığı diledikten sonra; “Ey Sa'd'ın annesi! Sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki, onlardan şehîd düşenlerin hepsi de Cennet’te toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halkına da şefâat edeceklerdir" buyurdu. Kebşe hâtun; "Allahü teâlâdan gelen her şeye râzıyız yâ Resûlallah! Bu müjdelerden sonra artık onlar için kim ağlar! Siz, geride kalanlar için duâ buyurunuz" dedi. Âlemlerin efendisi de; “Allah'ım! Onların kalblerinde bulunan üzüntüleri gider! Arkada kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı eyle!" diye duâ buyurdular.
Peygamber efendimiz, Eshâbına, bedenî isteklerle mücâdeleyi kasdederek; "(Ey Eshâbım! Şimdi) küçük cihâddan döndük, büyük cihâda başlıyacağız" buyurdular. Sonra, herkesin evlerinde istirâhate çekilmelerini ve yaralıların yaralarını tedavi etmelerini tavsiye ettiler. Kendileri de yaralı idi. Doğruca, saâdethânelerine gittiler.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne'ye döndüğünde, müşriklerin her an geri dönüp Medîne'yi basabilecekleri ihtimâli olduğundan, tedbir aldı. Ertesi gün, yaralı oldukları hâlde, müslümanların dünkü harpten dolayı zayıf düşmediğini bildirmek, düşmana göz dağı vererek Medîne'ye tekrar dönmelerini önlemek için, Bilâl-i Habeşî’ye (radıyallahü anh); Resûlullah, size düşmanı tâkip etmeyi emrediyor! Dün, Uhud'da bizimle beraber çarpışmayanlar gelmeyecek, sâdece çarpışmaya katılanlar geleceklerdir, de." buyurdu. O da, Eshâba bu emri duyurunca, çoğu yaralı oldukları hâlde derhal hazırlandılar. Hattâ ağır yaralı olan Abdullah ile Râfi (radıyallahü anhüm) isimli kardeşler, Resûl-i ekrem efendimizin bu dâvetini işitir işitmez, bütün ağrı ve sızılarına rağmen; "Resûlullah ile gazâya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız yoksa?!" diyerek, mücâhidlerin saflarına koştular.
Sevgili Peygamberimiz, şanlı Eshâbıyla, müşrikleri tâkibe başladılar. Revha denilen mevkide, müşriklerin toplanarak, Medîne'ye baskın yapmak ve müslümanları yok etmek için karar aldıklarını öğrendiler. Bu tedbirin de, Peygamber efendimizin bir mûcizesi olduğu ortaya çıktı. Müşrikler, Resûl-i ekrem efendimizin üzerlerine doğru geldiğini duyunca, korkarak, bulundukları yeri terk edip, Mekke'ye döndüler.
Peygamber efendimiz, onları Hamrâ-ül Esed denilen yere kadar tâkib ettiler. Müşriklerden iki kişi yakalandı.
Burada üç gün kaldılar, sonra Medîne'ye geri döndüler. Allahü teâlâ, Hamrâ-ül Esed’e giden bu şerefli Eshâbı, âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle medhetti; “Yaralandıktan sonra, yine Allahü teâlânın ve Peygamberinin dâvetine koşanlar ve hele onlardan iyilik edip fenâlıktan sakınanlar için, çok büyük bir mükâfat vardır" (Âl-i İmrân sûresi. 172)
Uhud'da, sevgili Peygamberimizi öldürmeye yemîn edenlerden İbn-i Kamîa, Mekke’ye döndüğünde, bir gün koyunlarına bakmak için dağa çıkmıştı. Dağın tepesinde koyunlarını buldu. İçlerinden bir koç, sür’atle koşarak İbn-i Kamîa'ya toslamağa başladı. Vura vura İbn-i Kamîa'yı parçalayarak öldürdü.
Abdullah Şihâb-ı Zührî'yi de, Mekke'ye giderken, beyaz benekli bir yılan ısırarak öldürdü. Peygamber efendimize kasdedenlerin hepsi bir sene içinde cezâlarını görüp öldüler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget