Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hidayet semasındaki Peygamber yıldızları bir bir doğuyordu. Her yıldızın boy göstermesiyle cehalet karanlıkları biraz daha kayboluyor, dünya biraz daha ay­dınlanı­yor­du. İnsanlığı saadete erdirecek nurlu ufuk daha da bariz hâle geliyor­du. İşte bu ufuktaki yıldızlardan birisi de Hz. Said idi.
Hz. Said, henüz 19-20 yaşlarında cevval bir gençti. Peygamberimizin İlahî davetini du­yar duymaz, hiç tereddüde kapılmadan, hanımıyla birlikte huzuruna varıp, İslam kev­serinden abıhayatı yudumladılar. Genç karı koca artık hak di­nin mesut birer ferdi ol­muşlardı. İslam safında 12 ve 13. sırayı al­mışlardı.[1]
Hz. Said’in İslam’ı hemen kabul edişinde ailesinin büyük payı vardı. Ailesi cehalet âdetlerinden uzak bulunuyordu. Babası Zeyd temiz ruhlu, Allah’ın var­lık ve birliğine inanan bir insandı. O, daha Peygamberimiz vahye mazhar olma­dan önce tevhid inancında bulunuyordu. Müşrik değildi. Hz. İbrâhim’in dini üzerinde bulunduğunu ifade eder, “Benim ilahım İbrâhim’in Allah’ı, dinim de İbrâhim’in dini.” derdi.
Hz. Zeyd, o zamanlar tevhid inancı olan ve “Hanif dini” diye bilinen, Hz. İbrâhim’in mensup olduğu dini bizzat kendisi araştırarak bulmuştu. Bunun için Şam’a kadar gitti. Oralarda bir Yahudi âlimiyle karşılaştı. Onun dinine girmek istediyse de, Yahu­di, “Bizim dinimize girersen, sen de Allah’ın gazabına uğrar­sın!” dedikten sonra, “Ya­­hudi ve Hıristiyanlık olmayan ve yalnız Allah’a ibadet eden İbrâhim’in dini Ha­ni­fi­yet’i bulursan ona tabi ol.” diye yol gösterdi. Aynı sözleri bir Hıristiyan âliminden de işi­tince Hz. Zeyd, “Yâ Rabbî! Şahit ol, ben İbrâhim’in (a.s.) dini üzereyim.” diyerek tev­hid akidesini kabul ettiğini ilan et­ti.[2]Hattâ bu âlimlerden birisi, Hz. Zeyd’e, “Senin buralarda aradığın hak din, memleketinde zuhur edecek.” müjdesini de vermişti. Hz. Zeyd, Mekke’ye dön­dü. İnancı üzerine yaşamaya başladı.
Bir seferinde Kureyşliler bir ziyafet veriyordu. Bu ziyafete çağırılan Pey­gambe­ri­miz, yapılan yemekten tatmadı. Daha sonra Zeyd de yemedi ve şöyle konuştu:
“Ben sizin putlar üzerine kestiğiniz hayvanların etinden yemem. An­cak Allah’ın is­miyle kesilenden yerim. Koyunu Allah yarattı. Semadan yağmur yağdırdı, yerden ot bitirdi. Sonra siz de bu hayvanı Allah’tan başka ilahlar adına kesiyorsunuz!”
Bu sözler müşriklerin damarına dokundu. Putlarının tahrikine dayanamayan ve bunu en affedilmez bir suç olarak bilen müşrikler, Hz. Zeyd’e işkence etmeye başladılar. Ona eziyet edenlerin başında amcası Hattab geliyordu. Gençleri kış­kırtarak Hz. Zeyd’in üzerine gönderiyor, ona dayak attırıyor, Mekke’ye girme­sine de müsaade etmiyordu. O da ancak geceleri gizlice gelebiliyordu. Tek ba­şına inancı uğrunda mücadele veren Hz. Zeyd, Peygamberimize vahiy gelmez­den bir müddet önce vefat etti.
Daha sonra Hz. Zeyd’in durumu Peygamberimize sorulduğunda şöyle cevap verdi:
“O, kıyamet gününde tek bir ümmet olarak diriltilecek. O, Cahiliye za­manında ibadet ediyordu. Hz. İbrâhim’in dini üzereydi ve Allah’ı bir bilirdi.”
Hz. Ömer’le Sâid bin Zeyd’in sorusu üzerine, Peygamberimiz, ona dua edebile­cek­lerini de söylemişti.[3]
İşte Hz. Sâid bin Zeyd böyle bir babanın oğluydu. Hz. Said, babasının tek ba­şına verdiği mücadeleyi, Peygamber safında devam ettirdi. Peygamberimizin akrabası oluyordu. Nesli Peygamberimizin dedelerinden Kâ’b’da birleşiyordu. Hz. Ömer’in de amcası oğlu ve eniştesi idi.
Hz. Said ve hanımı, Hz. Ömer’den önce Müslüman olmuşlardı. Hz. Ömer’in iman etmesinde onların büyük tesiri oldu. Hz. Ömer henüz müşriklerin arasın­dayken alınan karar üzerine Peygamberimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yola çıktığında, yolda kız kardeşi ile eniştesinin de Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dinine girdiğini öğrendi. Hiddetinden kabına sığmayan Ömer, önce on­ları haklamak istedi ve giderek kapılarını vurdu. O sırada kulağına, o zamana kadar hiç duymadığı lahuti bir ses geldi. Kapı açılır açılmaz:
“Nedir o okuduğu­nuz?!” diye bağırdı.
Telaş ve heyecan içinde bulunan Hz. Said:
“Bir şey yok, sadece aramızda yüksek sesle konuşuyorduk.” dediyse de, Ömer meseleyi anladı, eniştesinin yakasından tutarak yere çarptı. Tekme tokat vurmaya başladı. Kocasını kurtar­mak için yardıma gelmek isteyen kız kardeşi Fâtıma’ya da bir tokat atarak onu kan revan içinde bıraktı. Bu hareketi imani şehametine yediremeyen Hz. Fâtıma, ayağa kalkarak imanını haykırdı:
“Ömer, Ömer! Elinden geleni yap. Ben ve kocam artık Müslüman’ız. Allah’a ve O’nun Resûl’üne iman ettik. Dinimizden de dönecek değiliz.”
Kardeşinin bu acınacak hâlde, cesurca çıkışı karşısında insafa gelen Ömer, okudukları Kur’ân sayfalarını istedi. O sırada perde arkasına saklanan Hz. Habbâb ortaya çıkarak âyetleri ona uzattı.
Hz. Ömer okur yazardı. Allah’ın azamet ve kudretini anlatan Tâhâ Sûresi’nin ilk âyetlerini okuyunca kalbinin yumuşadığını hissediyordu. Daha sonra Pey­gamberimizin bulunduğu yere giderek Müslüman oldu.[4]
Hz. Said, Peygamberimizden bir an olsun ayrılmayan, eşsiz bir iman eriydi. İslam’ın çileli devrinde yılmadan ve bıkmadan davası uğrunda hizmette bulun­du. Medine’ye, Peygamberimizden sonra hanımıyla birlikte ilk hicret eden sahabiler içinde yer aldı. Peygamberimiz, kendisini Ensar’dan Hz. Ubeyy bin Kâ’b ile kardeş ilan etti.
Hz. Said, Bedir Savaşı hariç bütün savaşlarda Peygamberimizin yanıbaşındaydı. Bedir Savaşı’ndan önce Peygamberimiz kendisini ve Hz. Talha’yı keşif için vazifelendirmişti. Şam yolu üzerine gidip müşriklerin hareketlerini kontrol edeceklerdi. Bu vazife için yola çıkan bu iki sahabi, Medine’ye döndüklerinde Bedir’in zaferle neticelendiği­ni öğrendiler. Bizzat savaşa katılamamakla üzüldülerse de, Peygamberimiz, onları savaşta çarpışmış gibi kabul etti ve ganimet­ten paylarını tam olarak verdi.[5]
Daha sonraki savaşlarda Peygamberimizle birlikte, birer cengâver olarak mücadele etti.
Peygamber dilinden ebedî saadet müjdesini işiten Hz. Said, nurlu ve bereket­li ömrünü hep iman davası uğrunda harcadı. Peygamberimize o kadar yakındı ki, devamlı pervane gibi etrafındaydı. Sâid bin Cübeyr (r.a.) bu yakınlığı şöyle ifade eder:
“Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d, Abdurrahman bin Avf ve Sâid bin Zeyd (r.a.), cihat esnasında Re­sû­lul­lah’ın önünde çarpışıyor, namaz­da ise arkasında yer alıyorlardı.”[6]
Bu zatlar her zaman ve her yerde Peygamberimizin sadık bir dostu olduklarını, hayatlarının bütün safhalarında göstermişler­di.
Resûl-i Ekrem’in beka âlemine irtihâlinden sonra da Hz. Said, hizmet kerva­nının en mühim halkasını teşkil ediyordu. Halife seçimlerinde üstün gayret gös­terdi. İhtilaflara meydan vermemek için büyük hizmet ifa etti. Adalet burcu Hz. Ömer’i Peygamberimizin yanı başında bulunan mezarına kendi eliyle indirirken gözlerinden yaşlar akıyordu.
“Niçin ağlıyorsun, ey Ebâ Aver?” diye kendi­sine künyesiyle hitap eden zata, Hz. Said yine davası için ağladığını belirterek:
“İslam için ağlıyorum! Ömer’in (r.a.) şehadeti, İslam’da açılan bir gediktir. Bu gedik kıyamete kadar da kapanmayacaktır.”[7]diyordu. Böylece, Hz. Ömer’in İslam tarihindeki eşsiz yerini de dile getiriyordu.
Hz. Ömer devrinde elde edilen Yermük Zaferi’nde ve Şam’ın Fethi’nde Hz. Said’in büyük emeği vardır. Bizans ordusuyla karşılaşılan Yermük Vadisi’nde Hz. Said askerî bir birliğin kumandanıydı. Savaşın en kızgın bir ânında atağa geçen Bizans kuvvetleri, İslam ordusunun sol kanadına taarruz etti. Düşman üstün ge­lecek gibiydi. Mevkilerini koruyarak sebat eden kumandanlar içinde Hz. Said de vardı. Atından sıçrayarak askerlerine şu sözleri söyledi:
“Ciddiyet ve atıl­ganlık, dünyada insana şeref, ahirette rahmet bahşeder. Biz ikisini de kazanma­ya çalışalım!”
Bu sözlerle heyecana gelen mücahitler, Yermük galibiyetinin gözde erleri oldular. Kumandanları önlerde çarpışıyor, yorulduğu zaman dizüstü çökerek devam ediyordu. Hz. Said’in Bizans kumandanını öldürmesiyle düşman paniğe kapıldı. Bu bozgundan istifade eden Hz. Said, merkeze hücum etti. Pek fazla zaman geçmemişti ki, düşman askeri, arkalarındaki nehri cesetleriyle doldurmuştu.[8]
Şam’ın Fethi’nden sonra ordu kumandanı Hz. Ebû Ubeyde, Şam valiliğini Hz. Said’e teklif etti. Hizmetkârlığı makama tercih eden Hz. Said, cihat meydanın­da vazife yapmayı isteyerek şöyle dedi:
“Ey Ebû Ubeyde, ben Allah yolunda cihat etmek istiyorum. Sen valiliği münasip gördüğün başka bir kardeşime ver.”
Hz. Said uzun müddet fetih ordusunda hizmet gördü. Irak ve Suriye bölgesi­nin İslam beldesi olmasında büyük hizmetleri oldu. Daha sonra bu toprakları adım adım gezdi. İlim ve irfan ışıkları saçtı. Hz. Osman ve Hz. Ali aleyhinde dedikoduları önlemeye çalıştı. Kûfe valiliğini Mugîre bin Şûbe yürütüyordu. Bir gün Mugîre, Kûfe’nin en büyük camiinde oturmuş, halk da etrafında yer almıştı.
Bu sırada camiye Hz. Said girdi. Vali, büyük sahabiyi hürmetle karşılayarak yanı­ba­şına oturttu. Daha sonra Kûfelilerden bir adam içeri girerek çirkin sözler söylemeye başladı. Ne olduğunu anlamayan Hz. Said, valiye:
“Yâ Mugîre, bu adam kimin aleyhinde konuşuyor?” deyince, Mugîre:
“Hz. Ali’nin.” dedi. Bu sözü duyan Hz. Said çok üzüldü. Yanında oturan valiye çıkış­tı:
“Mugîre, Mugîre! Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) Ashâbına senin yanında hakaret edi­liyor, kötüleniyor da, sen mâni olmayıp susuyorsun?!” dedikten sonra şu dersi verdi.
“Ben size Resûl-i Ekrem’den şu kulaklarımla işittiğim ve kalbimle anladığım bir hadisi nakledeyim. Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: Ebû Bekir cennette, Ömer cennette, Osman cennette, Ali cennette, Talha cennette, Zübeyr cen­nette, Sa’d bin Ebî Vakkas cennettedir.’ Bunların dokuzuncusunu da söylemek gerekseydi, onu da sayardım.”
Ertesi gün halk Hz. Said’in etrafını alarak yemin verdiler ve ismini söyleme­diği zatın kim olduğunu ısrarla öğrenmek istediler. Hz. Said onların ısrarlarına dayanamayarak:
“Madem Allah adına yemin veriyorsunuz, öyleyse söyleye­yim: Dokuzuncusu benim!”
Daha sonra şunları söyledi:
“Bir kişinin Re­sû­lul­lah ile birlikte yaşayıp cihatta yüzünün tozlanması, sizden herhangi birinizin Nuh (a.s.) kadar yaşasa bile, bu müddet içerisindeki hayırlı amellerinin hep­sinden hayırlıdır.”[9]
Hz. Sâid bin Zeyd, bereketli ömrünün son senelerini Medine’nin Akik mev­kiinde geçiriyordu. Orada ziraatle meşgul oluyordu.
Bir gün arazi komşusu “Evra binti Üveys” adında bir kadın, Medine Valisi Mervan bin Hakem’e giderek Hz. Said’i şikâyet etti:
“Sâid bin Zeyd, benim arazime tecavüz etti! Ondan hakkımı alın.”
Vali, meseleyi tahkik etmek için Hz. Said’in yanına birkaç kişiyi gönderdi. Hz. Said, Akik’teki arazisindeydi. Heyet, meseleyi kendisine arz etti. Dünyadayken cennetteki makamı belli olan Hz. Said, haksızlığa uğradığını anladı ve on­lara şöyle konuştu:
“Size Resûl-i Ekrem’den (a.s.m.) işittiğim bir sözü nakledeyim. Re­sû­lul­lah buyurdu ki: ‘Kim ki kendisine ait olmayan bir toprağı alırsa, yerin yedinci katında da olsa, o toprak, kıyamet gününde onun boynuna dolanır. Kim malı uğrunda ölürse, şehittir.”
Bundan sonra Hz. Said, kendi toprağının hududunu tecavüz etmediğine ye­min etti, devamında ellerini kaldırarak:
“Allah’ım, bu kadın yalan söylüyorsa ölmeden önce onun gözlerini kör et, kuyusunu da ona mezar yap!” şeklinde bed­dua etti.
Cenâb-ı Hak, mazlumun ahını işitmiş, duasını kabul etmişti. İftira eden kadı­nın gözleri çok geçmeden kör oldu. Daha sonra evinde dolaşırken avludaki ku­yuya düştü ve kuyusu ona mezar oldu…[10]
Örnek yaşayışı ve sünnet-i seniyyeye kopmaz bir bağla bağlanışıyla müminler tarafından hürmet ve rahmetle yâd edilen cennet eri Hz. Said, Hicret’in 51. yı­lında 80 yaşındayken bu fâni âlemden göçtü. Naaşını Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas yı­kadı, cenaze namazını da Hz. Abdullah bin Ömer kıldırdı.[11]
Allah ondan razı olsun!

_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 306-307.
[2]Buhârî, Bedü’l-Halk: 149.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 2: 307.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 4: 54.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 2: 307.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 2: 308.
[7]Tabakât, 3: 372.
[8]Asr-ı Saadet, 4: 281.
[9]Müsned, 1: 187.
[10]Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 96-97.
[11]Tabakât, 3: 385.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hayatında iken cennetle müjdelenen 10 sahabiden birisi de Hz. Sa’d bin Ebî Vak­kas’tır (r.a.). Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla Müslüman oldu. Müslümanların yedincisiydi. O sırada 19 yaşında cevval bir delikanlıydı. Anne tarafından Pey­gamberimizin (a.s.m.) akrabası oluyordu. Peygamberimiz, “İşte benim dayım Sa’d. Böyle bir dayısı olan var mı?” diyerek ona iltifatta bulunurdu.
Hz. Sa’d, İslam’a bütün kalbiyle inanmış, emirlerine canla başla sarılmıştı. Tam bir iman eri ve bir İslam fedaisiydi. Fakat onun Müslüman olması, namaz kılması, Peygamberimize gönül verip onun sevgisini her şeyden üstün tutması, ona bağlılığı, annesini rahatsız etti. Oğlunu karşısına aldı. Dininden vazgeçme­sini istedi. Fakat ikna edemeyince başka bir çareye başvurdu. Hz. Sa’d’ı en za­yıf noktadan yakaladı:
“Allah’ın, hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne ve babaya karşı iyi davran­mayı emrettiğini söyleyen sen değil misin?” dedi. Hz. Sa’d:
“Evet, Allah biz Müslümanlara bunu emrediyor.” cevabını verdi.
Annesi bu cevap karşısında ümitlendi. Evde bulunan bir putun yanına vardı. Okşayıp sevmeye başladı. Sonra da putlar adına yemin ederek:
“Sa’d, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben ne bir şey yerim, ne de içerim!” dedi. Sonra da putun arkasına geçip oturdu. Ne yemek yedi, ne de bir şey içti. Bu hâl birkaç gün devam etti.
Hz. Sa’d, annesine karşı son derece bağlıydı. Saygıda kusur etmezdi. Zaten annesi de bunu bildiği için böyle bir bahaneye yönelmişti. Böylece oğlunu İslamiyet’ten vazgeçireceğini ümit ediyordu. Fakat umduğunu bulamadı. Tam ak­siyle karşılaştı. Birkaç gün sonra ondan şu kararlı cevabı aldı:
“Vallahi anne iyi bil ki, 100 tane canın olsa, birer birer çıksa, ben yine dinim­den dönmem! Artık sen bilirsin. İster ye, ister yeme.”
Hz. Sa’d’ın bu kararlı tutumu karşısında çaresiz kalan müşrik kadın, açlık gre­vinden vazgeçti.[1]
Bu hadise üzerine, “Allah’a isyan” hususunda anne baba da olsa kula itaat edil­me­ye­ceğini açıklayan Ankebût Sûresi’nin 8. âyet-i kerimesi nazil oldu: “Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını emrettik. Eğer onlar, ilah olduğuna dair hiçbir delil bulunmayan bir şeyi Bana ortak koşman için seni zor­layacak olurlarsa onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim.”
Bu hadisenin üzerinden çok geçmedi. Hz. Sa’d’ın kardeşi Âmir de Müslüman oldu. Böylece Sa’d’ın annesinin “derdi” bir iken iki olmuştu. Aynı usulü Âmir için de uyguladı. İslamiyet’ten vazgeçinceye kadar ağaç altında gölgelenmemeye, bir şey yiyip içmemeye yemin etti. Fakat yine bir netice alamadı.
Hz. Sa’d’ın karşısında olan sadece annesi değildi, bütün müşriklerdi. O sıra­da Mekke müşrikleri, sayıları çok az olan Müslümanlara işkence ediyorlar, çe­şitli hakarette bulunuyorlardı. Öyle ki, rahatça ibadet etmelerine dahi müsaade etmiyorlardı. Bu sebeple Hz. Sa’d, Sâid bin Zeyd (r.a.), Habbâb bin Eret (r.a.) ve Ammar bin Yâsir ile (r.a.), ibadetlerini yapabilmek için Ebû Lüb Vadisi’ne gitti­ler. Abdest alıp namaz kılmaya başladıkları bir sırada müşriklerden bir grup, onları gördü ve yanlarına geldi. Onlarla alay etmeye, yaptıkları ibadetin manasız olduğunu söylemeye başladılar. Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) daha fazla dayana­madı. Eline geçirdiği bir deve kemiğiyle onları uzaklaştırmaya çalıştı. Birinin kafasını kanattı. Diğer sahabiler de harekete geçince müşrikler kaçışmaya baş­ladı. Böylece Hz. Sa’d, “Allah yolunda ilk kan akıtan sahabi” olma şerefini kazan­dı.[2]
“Allah yolunda ilk ok atma” faziletinin de sahibi olan Hz. Sa’d, aynı zamanda İslam’ın kahraman bir mücahidiydi. Allah yolunda savaşmaya can atıyordu. Be­dir Savaşı’nda müşriklere kan kusturdu. Uhud Savaşı’nın en tehlikeli zamanında Peygamberimizin etrafında etten bir sur ören sahabilerden birisi de oydu. Pey­gamberimiz, Hz. Sa’d’ın düşmana karşı verdiği cansiperane mücadele karşısın­da elindeki okları ona veriyor, bir yandan da:
“At Sa’d, at! Annem babam sana feda olsun!” buyurarak ona iltifatta bulunuyordu.[3]Peygamberimiz daha önce bu sözleri hiç kimseye söylememişti.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) aynı gün onun için:
“Allah’ım, onun attığını isabet ettir, duasını da kabul buyur!” diye dua etti.[4]
Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katılan Hz. Sa’d, Veda Haccı için Mekke’ye gitmişti. Orada hastalanıp yatağa düştü. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu mümtaz sahabiyi ziyaret etti. Hz. Sa’d:
“Yâ Re­sû­lal­lah, gördüğünüz gibi hastalığım ağırlaştı. Benim çok servetim var. Kızımdan başka da mirasçım yok. Serveti­min tamamını vasiyet edeyim mi?” dedi.
Peygamberimiz buna müsaade etmedi. Ancak üçte birini vasiyet etmesine razı oldu. Sonra da şöyle buyurdu:
“Üçte biri olur. O da az sayılmaz. Senin ma­lından verdiğin, sadakadır. Ama çoluk çocuğuna verdiğin şey de sadakadır. Ha­nımının senin malından yediği miktar da sadakadır. Şüphesiz ki aileni hayırla bırakman, onları başkalarına el açarken bırakmandan daha iyidir.”
Bu konuşmadan sonra Hz. Sa’d:
“Yâ Re­sû­lal­lah, siz Medine’ye döneceksiniz de, ben burada ölüp sizden geriye mi kalacağım?!” diye üzüntüsünü bildirdi.
Peygamberimiz, onun bu hassasiyetinden müteessir oldu. Üzülmemesini, ileri­de İslamiyet’e büyük hizmetlerde bulunacağını, birçok kavmin kendisi vası­tasıyla İslam’la müşerref olacağını müjdeledi. Sonra da şöyle dua etti:
“Yâ Rab, Sa’d’a şifa ver! Yâ Rab, Sa’d’a şifa ver! Yâ Rab, Ashâbımın Mek­ke’den Medine’ye dönüşünü tamamla!”[5]
Gerçekten de Hz. Sa’d, o ağır hastalıktan kurtuldu. Hz. Ömer zamanında ordu kumandanlığına tayin edildi. Pek çok fetihte bulundu. Birçok insanın Müs­lüman olmasında büyük hizmetleri oldu…
Hz. Sa’d, Allah’ın rızasına ermiş ve onun has kulları arasında bulunma mev­kiine kavuşmuş bahtiyarlardandı. Bir defasında Peygamberimiz (a.s.m.) mescitte otururken:
“Allah’ım, bu kapıdan Senin onu, onun da Seni sevdiği biri içe­ri girsin!” diye dua etmişti.
Çok geçmeden içeriye Hz. Sa’d girdi.[6]Bu müjdeli ha­ber o yüce sahabi için dünyalardan üstün bir mahiyet taşıyordu.
Sa’d (r.a.), Re­sû­lul­lah’ı candan sever, ona bir zarar gelmemesi için elinden ge­len gayreti gösterirdi. Hicret’in ilk günleriydi... Medine’deki Yahudiler, Peygam­berimizin ha­yatına kastedebilirlerdi. Böyle bir zamanda Hz. Sa’d, kılıcını kuşa­narak Re­sû­lul­lah’ın huzuruna gitti. Bu hâlini gören Peygamberimiz sordu:
“Neyin var ya Sa’d?”
“Yâ Re­sû­lal­lah, içime bir korku düştü. Size bir zarar gelmesinden endişe et­tim! Bunun için sizi korumaya geldim.”
Peygamberimiz, onun bu hareketinden memnun oldu. Kendisine duada bu­lundu.[7]
Hz. Sa’d’ın müşrik kardeşi, Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin mübarek yüzünü yaralamıştı. Hz. Sa’d buna çok kızdı:
“Utbe! Eğer elime düşersen, vallahi kanını su gibi akıtırım!” diye bağırdı.
Re­sû­lul­lah’ın vefatına kadar ona hizmette bulunan, onun yanından ayrılma­yan Hz. Sa’d, Peygamberimizin vefatına çok üzüldü.
Diğer sahabiler gibi, İslamiyet’in muhtaç gönüllere ulaşması hususunda üze­rine düşeni fazlasıyla yerine getirdi.
Hz. Sa’d, ordu sevk ve idaresini çok iyi bilen birisiydi. Onun bu liyakatini bil­diğinden Hz. Ömer onu İran’ın fethi için hazırlanan ordunun başına kumandan olarak tayin etti. Ordu sefere çıkmadan önce de Hz. Sa’d’a şu nasihatte bulun­du:
“Ey Sa’d! Re­sû­lul­lah’ın dayısı ve arkadaşı olman seni gururlandırmasın, Al­lah’ın emrine uymaktan alıkoymasın. Allah kötülüğü kötülükle değil, iyilikle giderir. İnsanların hepsi eşittir. Allah onların Rabb’idir, onlar da Allah’ın kulu­dur. İnsanlar itaat ederek, O’nun katındaki nimetlere kavuşurlar. Aramızdan ay­rılıncaya kadar Re­sû­lul­lah’tan gördüklerini hatırla, onları yapmaya çalış. Çün­kü kurtuluş yolu ondadır.
“Vazifen zordur. Doğruluktan başka hiçbir şey seni kurtaramaz. Kendini ve emrin altında bulunanlan iyiliğe alıştır. İşe iyilikle başla. Âdet hâline gelen her şeyin bir başlangıcı vardır. Dikkatli ol. Her hayrın başı sabırdır. Başına gelen bela ve musibetlere karşı sabrı elden bırakma. Sabır sana Allah’tan korkmayı öğretir. Allah korkusu iki esasta toplanır: Biri Allah’a itaat, diğeri günahlardan kaçınma… Dünyanın fâni yüzüne ehemmiyet vermeyip ahireti arzu ederek Al­lah’a itaat eden, gerçekten Allah’a itaat etmiş olur. Kalpler hakikat hazineleri­dir.”
Hz. Sa’d, Hz. Ömer’in bu kıymetli nasihatlerini dinledikten sonra harekete geçti. Yorucu bir yolculuktan sonra İran topraklarına girdiler. Hz. Sa’d, İranlıları barışa ve İslam’a davet etmeden savaşmak istemiyordu. Bu maksatla, Arap kabi­lelerinin reislerinden ve bazı ileri gelen sahabilerden kurulmuş bir heyet seçe­rek İran şahına gönderdi.
O sıralar Sasanilerin başşehri Medâyin’di. Elçiler doğrudan Medâyin’e gitti­ler. Halk onları görmek için yollara dökülmüştü. Murahhas heyettekilerin görünüşleri mütevaziydi. Yanlarında silah yoktu, atları da eğersizdi. Fakat simala­rında İslam’ın verdiği asa­let ve heybet açıkça görülüyordu. Vakur bir eda, cesur bir tavır ile, İran topraklarında ilerliyorlar, atları Sasani topraklarını çiğniyor­du.
İran Şahı Yezdügerd, atların ayak sesini duydu. Patırtının ne olduğunu yanın­dakilere sordu. Müslümanlardan bir heyetin geldiğini söylediler.
Gösterişe ve tantanaya çok ehemmiyet veren şah, sarayın heybetli ve şaşaalı manzaralara bürünmesini emretti. Kısa zamanda her taraf göz kamaştıncı bir hâle getirildi. Hazırlık merasimi bittikten sonra İslam heyeti kabul edildi.
Heyet, gösteriş ve debdebeye aldırış etmeden, sırtlarında geniş cübbeleri, başlarında sarıkları, ellerinde kırbaçları ve ayaklarında çizmeleriyle saraya gir­diler. Müslümanları böyle sade bir kıyafet içerisinde gören Yezdügerd şaşırdı. Müslümanların sert tavırları, celalli hareketleri, şahı iyice şaşkına çevirdi.
İranlılar her hareketten bir mana çıkarırlardı. Her şeyde uğur veya uğursuz­luk ararlardı. Yezdügerd, heyete birkaç sual sordu:
“Elbise kumaşına Arapça ne denir?”
Heyetten “bürd” cevabını aldı. Şah, keli­meyi duyar duymaz “Çehan bürd!” dedi. Bu kelimeden “Müslümanların bütün ci­hanı fethedecekleri” manasını çıkardı. Yezdügerd, Müslümanlara ellerindeki kırbacı göstererek:
“Buna Arapça ne denir?” diye sordu.
“Sevt” cevabını aldı. Yezdügerd bundan da değişik bir mana çıkardı. “Sevti,” “sûht” anladı. “Pars sûht” kelimelerini söyledi. Bu cümle “İran’a ateş saldılar.” manasındaydı.
Şahın etrafındakiler bu çirkin tevillerden ve uğursuz manalardan sıkılmışlar­dı. Fakat itiraz edebilecek cesareti de kendilerinde bulamıyorlardı.
Yezdügerd daha sonra heyete geliş sebeplerini sordu. Heyet başkanı Nûman bin Mukarrin (r.a.) önce İslam’ın esaslarını güzel bir şekilde anlattı, sonra da, “İslam’ı kabul ermediğiniz takdirde iki teklifimiz var: Ya cizye verirsiniz ya da savaşa razı olursu­nuz!”
Barışa ve İslam’ı kabul etmeye yanaşmayan Yezdügerd üstten konuşuyor, kendi haşmet ve büyüklüğüne toz kondurmuyordu:
“Bütün milletlerin en fakiri ve perişanı olduğunuzu ne çabuk unuttunuz?! Kendi ara­nızda isyan çıkardığınız zaman, size komşu olan valilerimizi gönde­rir, sizi itaatkâr du­ruma getirirdik. Hangi düşünceyle bize bu teklifi getirdi­niz?!”
Heyet, şahın bu gururlu sözlerini gayet sakin bir şekilde dinledi. Sonra Mugîre bin Zerare ileri atıldı. Arkadaşlarını göstererek şu veciz konuşmayı yaptı:
“Bu heyetin hepsi birer kabile reisidir. Onlar gereken sözleri söylediler. Fa­kat söylenmesi icap ettiği hâlde söylenmeyen bazı şeyler var, ben onları ifade edeceğim. Bizim eskiden fakir olduğumuz, yanlış yolda bulunduğumuz doğru­dur. Biz birbirimizle mücadele ederdik. Kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömerdik. Nihayet Cenâb-ı Hak bize bir peygamber gönderdi. Önce ona itiraz et­tik, reddettik, isyan ettik. Sonuçta o muzaffer oldu. Peygamberimiz ne yapsa Allah’ın emrine uygun yapardı. Bize bu dini dünyaya tanıtmamızı o emretti. Kabul edenlere kardeş muamelesi yapmamızı söyledi. Reddedenlere, şayet ciz­ye vermeye razı olurlarsa ehl-i zimmet nazarıyla bakmamızı tavsiye etti. Bu iki tekliften birisini kabul etmeyenlere karşı artık aramızdaki hakem, kılıçtır!”
Bu sözler Yezdügerd’i çileden çıkardı:
“Elçileri öldürmeye cevaz olsaydı, hiçbiriniz kılıçtan yakasını kurtaramazdı!” diye söylendi. Sonra da toprak dolu bir sepet istedi. Sepet getirildiğinde, heyet içerisindeki en itibarlı kimseyi sordu. Âsım bin Amr’ı gösterdiler. Saray erkânı, toprak dolu sepeti bir hakaret alameti sayarak Asım’ın başına koydular. Asım oradan dönüşte hadiseyi Sa’d bin Ebî Vakkas’a (r.a.) anlattı, sonra da bu hareketi şöyle yorumladı:
“Ya Sa’d, zaferimizi tebrik ederim! Düşman, topraklarını bize teslim etti…”
Hz. Sa’d, İslam’a göre savaştan önce yapılması gerekeni yapmış, düşmanı üç şeyden birini seçmeye davet etmişti. Mağrur şah, bu üç şıktan “savaş”ı tercih et­mişti. Artık şaha haddini bildirmek gerekiyordu. Hemen kumandanları topladı, onlarla istişarede bulundu. Savaş taktiklerini müzakere etti. Daha sonra hafız­lara cihatla ilgili bir sûre olan Enfal Sûresi’ni okumalarını emretti.
Bülbül sesli hafızlar emri yerine getirdiler. Bir yandan kendileri okuyor, bir yandan da mücahitlere öğretiyorlardı. Karargâhta manevi bir hava teşekkül et­mişti. Mücahitler bir an önce cihat meydanına atılmak, mağrur İran ordusunu zirüzeber etmek için sabırsızlanıyorlardı.
Beklenen an geldiğinde Hz. Sa’d, mücahitlere hitaben bir konuşma yaptı. Al­lah’a hamd ve senadan sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Siz dünyada zühd ve takva ile çalışır, ahiret saadetini arzularsanız, Allah si­ze hem dünya hem de ahiret saadetini lütfeder. İyi biliniz ki, savaş hiç kimseye ecelini yaklaştırmaz. Sizler birlikte hareket ediniz. Dağılırsanız, kendinizi az ve zayıf görürseniz mağlup olursunuz. Böylece ahiretinizi de tehlikeye atmış olursunuz. Öğle namazını kıldıktan sonra ben üç defa tekbir alacağım. Siz de benimle birlikte tekbir alın. Ben dördüncü tekbiri aldığımda, ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billah.’ diyerek hücuma geçiniz.”[8]
Biraz sonra iki ordu karşı karşıya geldi. Mücahitler “Allah, Allah!” nidalarıyla yıldırım gibi taarruza geçtiler. Kahramanca çarpıştılar. Bu arada birçokları, ar­zu ettikleri şehadet mertebesine kavuştular. Savaş, Müslümanların galibiyetiyle neticelendi. Bu savaş tarihe “Kadisiye Zaferi” olarak geçti. Müslümanlar bun­dan sonra üst üste büyük zaferler kazandılar. Medâyin şehrini fethettiler. İran şahının zengin hazinelerini ele geçirdiler.
Hz. Sa’d vakit geçirmeden Hz. Ömer’e durumu bildirdi. Ele geçirdiği hazine­yi gönderdi. Bundan sonra nasıl hareket etmesi gerektiği hususunda Medâyin’de emirlerini beklediğini bildirdi. Fakat Medâyin’in havası mücahitlere iyi gelmedi. Birçoğu hastalandı. Hz. Sa’d bunu da acil olarak halifeye bildirdi.
Hz. Ömer, Müslümanların bu muvaffakiyetine çok sevindi. Hele Hz. Sa’d’ın İran şahının zengin hazinesini vakit geçirmeden Medine’ye göndermesini tak­dir etti. Hz. Sa’d’a bir mektup yazarak, bundan sonraki hareket tarzını bildirdi. Kendisine yeni bir şehir inşa etmesini emretti. Hz. Sa’d emri alır almaz kısa za­manda “Kûfe” şehrini imar etti. Hz. Ömer, başarısına bir mükâfat olarak Hz. Sa’d’ı Kûfe’ye vali tayin etti. Hz. Sa’d iyi bir idareciydi. Kısa zamanda Kûfelilere kendisini sevdirdi.
Hz. Sa’d, Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin duasına mazhar olduğu için duası kabul edilen birisiydi. Bu sebeple halk onun bedduasına uğramaktan sakı­nıyordu. Fakat her nasılsa kendini bilmez birisi, Hz. Sa’d’a iftira etti. Onun mal dağıtımında adaletli davranmadığını, askerin başına geçip savaşmadığını söy­ledi. Bu iftira Hz. Ömer’in kulağına kadar gitti. Meseleyi tetkik ettirdi. Sonunda bunun bir iftira olduğu açığa çıktı. Fakat bu durum, cennetle müjdelenen bu büyük sahabinin ağırına gitti. Ellerini dergâh-ı İlahiyeye kaldırdı:
“Ey Allah’ım! Bu kulun yalan söylüyorsa ömrünü uzat, fakirliğini artır, sıkıntılara uğrat!” diye beddua etti.
Hadisenin üzerinden fazla bir zaman geçmeden, bedduaya uğrayan adam, herkesin gülüp eğlendiği bir duruma düştü. Gözü kör oldu. Sıkıntılara maruz kaldı. Böylece herkes Hz. Sa’d’ın suçsuz olduğuna inandı.
Hz. Sa’d, hilafet makamına liyakati olan bir sahabiydi. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra birçok kimse, kendisini halife seçmek istediklerini söyledi­ler. Fakat Hz. Sa’d bu tekliflere iltifat etmedi. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasında geçen hadiselerde tarafsız kalmayı tercih etti. Niçin bir tarafı tutmadığını soranlara, kâfiri müminden ayırt eden bir kılıç getirmedikçe tarafsız kalmaya devam edeceğini söyledi.
Hz. Sa’d, Allah’ın takdir ettiği her şeyin gürünüşte çirkin de olsa netice itiba­rıyla güzel olduğuna inanırdı. Kadere teslim olmuştu. Hayatının sonuna doğru gözleri görmez olmuştu. Ziyaretine gelen biri:
“Sen, duası kabul edilen birisin. Kendin için de dua etsen ve gözlerin açılsa olmaz mı?” diye sordu.
Hz. Sa’d teslimiyet içerisinde şu cevabı verdi:
“Oğlum, Cenâb-ı Hakk’ın be­nim hakkımdaki takdiri, gözlerimin görmesinden daha iyidir!”
Sa’d (r.a.) bütün güzel vasıfları şahsında toplamış, mümtaz bir insandı. Ya­nında hiç kimsenin çekiştirilmesine razı olmazdı, hemen o şahsı sustururdu. Bir gün Hz. Hâlid ile aralarında bir tartışma olmuştu. Ziyaretine gelen kişi, Hz. Hâlid’in aleyhinde konuşmaya başladı. Bu durum Hz. Sa’d’ı rahatsız etti:
“O ka­dar ileri gitme! Onunla aramızda olan hadise, yollarımızı ayırmaz, onun hakkın­da senin söylediklerini tasdik etmemi gerektirmez.” diyerek tepki gösterdi.
Birçok hadisin bize kadar gelmesinde büyük emeği olan Hz. Sa’d, 270 hadis rivayet etti. Bunlardan birisi mealen şöyledir:
“Müminin hâline hayret ediyorum! Bir iyilikle karşılaşsa Allah’a hamd ve şükreder. Bir musibetle karşılaştığında da hamd ve sabreder. Böylece her işinde sevap kazanır. Hattâ hanımının ağzına koyduğu lokmadan dahi sevaba erer.”[9]
Hicret’in 55. yılında Hakk’ın rahmetine kavuşan Hz. Sa’d, vasiyeti üzerine Bedir Savaşı’nda giydiği gömlekle kefenlendi. Onun vefatı bütün Müslüman­ları büyük bir üzüntüye sevk etti.
Allah ondan razı olsun!

__________________________
[1]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 43; el-İsâbe, 2: 292.
[2]el-İsâbe, 2: 290.
[3]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 41.
[4]Müstedrek, 3: 500.
[5]Tabakât, 3: 144; Müslim, Vasayâ: 8; Müsned, 1: 168.
[6]Müstedrek, 3: 499.
[7]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 39.
[8]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 329.
[9]Müsned, 1: 173.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Dünyada iken cennetle müjdelenen 10 bahtiyardan birisi olan Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), İslam’a ilk gönül verenlerdendi. Asıl ismi “Âmir,” künyesi “Ebû Ubeyde”dir. Dedesine nispetle de “Ebû Ubeyde bin Cerrah” olarak meşhur olmuş­tur. Sülalesi yedinci karında Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) ulaşmaktadır.
Hz. Peygamber (a.s.m.), “Her ümmetin bir emini vardır. Bu İslam ümmetinin de emini Ebû Ubeyde bin Cerrah’tır”[1]buyurarak onu övmüştü. Hatırlanacağı üzere, Peygamberimize verilen bir lakap da “el-Emîn” idi. Bu hadisiyle Pey­gamberimiz, kendisine ait bir sıfatı Ebû Ubeyde’ye vermiş oluyordu. Nitekim Ebû Ubeyde’nin Müslümanlar arasında lakabı “Eminü’l-Ümme” idi.
Yemenliler, Peygamberimizden İslamiyet’i ve sünneti öğretecek bir kişiyi is­te­dik­le­rinde Re­sû­lul­lah, Ebû Ubeyde Hazretleri’ni göndermişti.
Müslüman olduğunda genç yaşta baba ocağından ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Müşrik babası, onu eve koymuyordu. Ailesiyle birlikte çok zor şartlar al­tında dinini yaşamaya çalıştı. Habeşistan’a hicret yolu açıldığında müşriklerin eza ve cefasından kurtulmak için oraya hicret etti. Daha sonra da Medine’ye hic­ret ederek Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) kavuştu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Muha­cirlerle Ensar’ı kardeş yaptığında Ebû Ubeyde’nin Medinelilerden kardeşi Sa’d bin Muâz’dı.
Cesur bir sahabi ve kahraman bir mücahit olan Hz. Ebû Ubeyde, bütün savaş­larda Peygamberimizle birlikteydi. “İslam’ın en mühim savaşı” olan Bedir’de üs­tün gayret sarf etmişti. Kendisi müminlerin safında, babası Abdullah da müşrik­lerin arasındaydı. Babasıyla karşı karşıya geldi. Babası peşini bırakmıyordu. Öldürmek için fırsat kolluyordu. Ebû Ubeyde ise, müşrik babasının kanını dök­memek için değişik yerlere geçiyordu. Fakat bir türlü elinden kurtulamıyordu. Nihayet babasını dinine feda etti. Bu hadise üzerine, “Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerin, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya soyu sopu, aşiretleri olsa da yine Allah ve Peygamber’ini düşman tutanlara dostluk ettiğini göre­mezsin.”[2]  âyet-i kerimesi nazil oldu.
Uhud Savaşı’nda müşrikler Resûl-i Ekrem Efendimizin üzerine hücum et­mişler, yüzünü yaralamışlar, mübarek dişlerini kırmışlardı. Peygamberimizin miğferinden kopan iki halka yüzlerine batmıştı. Hz. Ebû Ubeyde, Re­sû­lul­lah’ı bu hâlde görünce dayanamamış, Peygamberimizin yüzüne batan halkaları dişle­riyle çekerek çıkarmıştı. Bu yüzden ön dişlerinden ikisi kırılmıştı.[3]
Daha sonra Resûl-i Ekrem’le birlikte bütün gazalara katıldı. Her birinde üstün fedakârlık numuneleri sergiledi.
Ebû Ubeyde temiz kalpli bir insandı. Resûl-i Ekrem’den aldığı bir emre nefsi­ni feda eder derecede feragat gösterirdi. Selâsil Vakası’nda Amr İbn Âs’ın, Ebû Ubeyde’ye ya­nındakilerle birlikte kendi idaresine girmesi yolunda yaptığı tek­life itiraz etmemişti. Ona Resûl-i Ekrem’in “Amr İbn Âs ile ihtilaf çıkarma.” sözünü hatırlatarak, “Sen beni dinlemezsen de, ben seni dinlerim.” demiş, onun emrinde hareket etmişti.
Hz. Peygamber onu Habat Gazvesi’ne memur ettiğinde 300 sahabiyle yola çıktı. Yolda erzak bitince, 200 hurmayla birkaç gün idare ettiler. Bütün yiye­cekleri bitip de sahile varmışlardı ki, koca bir balığın kıyıya vurmuş olduğunu gördüler. Ondan günlerce yediler. Daha sonra Ebû Ubeyde Hazretleri, müşrik­lerin kervanını gözetlemek için emrine verilen birliği, vazifesini bitirdikten son­ra sağ salim geri getirdi.
Resûl-i Ekrem’in irtihâlinden sonra hilafet meselesinde müminler halifeliğe Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde’yi layık görüyorlardı. Hz. Peygamber bir hadis-i şeriflerinde Hz. Ebû Bekir ve Ömer’den sonra, Ebû Ubeyde için de, “Ne iyi adamdır…”[4]buyurmuştu. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’le Ebû Ubeyde’yi elleriyle tutarak, müminlerin, ikisinden birisini halife seçmelerini teklif etmişti. Hz. Ebû Bekir’i kendilerine tercih eden bu iki zat, onun seçilmesine karar verdi­ler.
Hz. Ebû Ubeyde, idaresi, dirayeti, üstün aklı ve zekâsı ile, ümmet arasında temayüz etmişti. Hz. Ömer kendisinden sonra halifeliğe en layık kimse olarak Ebû Ubeyde’yi görüyordu.
Hz. Ebû Bekir’in hilafete geçmesinden sonra Ebû Ubeyde Hazretleri, Şam ve civarının fethi için vazifelendirildi. Başta Humus ve Şam olmak üzere Antakya’ya kadar olan yerleri, Hz. Ebû Ubeyde’nin kumandasındaki İslam mücahitle­ri fethetti. Daha sonra Kudüs’ü muhasara eden Ebû Ubeyde, Kudüslüleri sulhe razı etti. Fakat Kudüslüler barış akdinin Hz. Ömer’in bulunmasıyla mümkün olacağını söylediler. Medine’ye haber gönderen Ebû Ubeyde, Hz. Ömer’i davet etti. Hz. Ömer de yerine Hz. Ali’yi vekil bırakarak Kudüs’e varmak için yola çıktı. Günler süren meşakkatli yolculuktan sonra Kudüs’e vardı. Kudüs’ün anahtarını teslim aldı.[5]
Hz. Ömer devrinde Müslümanlar arasında kıtlık baş göstermişti. Hz. Ömer, valilerden yardım talep etti. Ona ilk yardım eden, Hz. Ebû Ubeyde oldu. Şam valisi olan Hz. Ebû Ubeyde, 4000 yük zahireyi bizzat Medine’ye kadar götürerek Medine civarındaki Müslümanlara taksim etti.
Hz. Ebû Ubeyde çok sade bir hayat yaşardı. Onun bu husustaki ölçüsü, Pey­gam­be­ri­mizin, “Sizden en çok sevdiklerim ve en yakınlarım, bana benden ayrıl­dıkları hâl üzere ulaşanlardır.” hadisiydi.[6]
Hz. Ömer, halifeliği sırasında Şam ve civarında çıkan veba hastalığını yerin­de görüp incelemek üzere Şam’a gitmişti. Etrafına toplanan şehrin ileri gelenle­rinden, “Kardeşim Ebû Ubeyde nerede?” diye sorduğunda, “Şimdi gelir.” dedi­ler. Az sonra Ebû Ubeyde bir deve üzerinde geldi.
Hz. Ömer, Ebû Ubeyde Hazretleri’ne, kendisini evine davet etmesini söyledi. Valinin yaşayışını gözleriyle görmek istiyordu. Birlikte eve geldiler. İçeriye gi­ren müminlerin emîri, evin içinde kılıcı, zırhı ve birkaç parça da ev eşyasını gördü. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Senin bunlardan başka bir şeyin yok mu?” di­ye sorunca, “Bunlar benim ihtiyacım için kâfidir.” diye cevap verdi. Gözleri yaşla dolan Hz. Ömer, “Ey Ebû Ubey­de, dünya herkesi değiştirdi, ama seni de­ğiştiremedi.” buyurdu.[7]
Ebû Ubeyde (r.a.) her bakımdan fazilet timsali bir sahabiydi. Allah’tan çok korkar, Resûl’ünün sünneti üzere hareket ederdi. Onun bütün hareketlerinde Al­lah korkusu hâkimdi. Son derece mütevaziydi. Şam’da vali iken şöyle diyor­du:
“Ben Kureyşliyim. Fakat teni kırmızı veya siyah biri yoktur ki, takva itibarıyla benden üstün olsun da, ben ‘Keşke bu adamın bedeni içinde ben olsaydım!’ de­meyeyim.”
Hz. Ebû Ubeyde son derece cömertti. Elinde avucunda ne varsa muhtaçlara dağıtırdı. Bir defasında Hz. Ömer kendisine 4000 dirhem göndermişti. Elçi­ye de, “Dikkat et, bakalım parayı ne yapacak?!” diye tembih etti. Elçi parayı teslim ettiğinde Hz. Ebû Ubeyde bütün parayı muhtaçlara dağıttı.
Vazifesine bütün canıyla bağlı olan ve Re­sû­lul­lah sevgisiyle coşan Ebû Ubeyde (r.a.), idaresi altındakileri öz evlatları gibi gözetirdi. Onun merhamet ve şefkati sadece Müslümanları değil, idaresi altında bulunan Hıristiyanları dahi içine almıştı. Bu sebeple Hıristiyanlar da ona hizmet ederler, düşman hareketle­rini kontrol ederek ona malumat verirlerdi.
Ebû Ubeyde bin Cerrah, Hicret’in 18. yılında 58 yaşındayken taundan vefat etti.
Allah ondan razı olsun!

_______________________________
[1]Tirmizî, Menâkıb: 33.
[2]Mücâdele Sûresi, 22.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 3: 85.
[4]Tirmizî, Menâkıb: 33.
[5]Asr-ı Saadet, 2: 66.
[6]Müsned, 1: 196.
[7]İsâbe, 2: 254; Üsdü’l-Gàbe, 3: 85.

H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget