Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Berâ (r.a.) Medineliydi. Babası da Müslüman’dı. Kendisi küçük yaşta Müs­lüman olmuştu. Peygamberimizin Medinelilere İslamiyet’i öğretmesi için gön­derdiği Mus’ab bin Umeyr ve İbni Ümmi Mektûm’dan (r.a.) Kur’ân öğrendi. Peygamberimiz hicret ettiğinde birçok sûreyi ezbere biliyordu. Hicret esnasın­da Re­sû­lul­lah’ı karşılayıp sevgi gösterisinde bulunanlar içerisinde o da vardı. Medinelilerin Peygamberimize gösterdiği coşkun sevgiyle ilgili olarak, “Medi­ne halkının Re­sû­lul­lah’ın teşrifine sevindiği kadar hiçbir şeye sevindiğini gör­medim.” der.
Hz. Berâ, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmak istemiyor, devamlı onun­la birlikte bulunmayı arzu ediyordu. Re­sû­lul­lah’ın sohbetinde bulunmayı “hayat­taki en büyük muvaffakiyet” biliyordu. Bu sebepledir ki, Re­sû­lul­lah’tan çok şey öğ­rendi. Rivayet ettiği hadislerle Müslümanlara ışık tuttu. Bugün birçok tarihî ha­diseyi onun rivayetlerinden öğreniyoruz. Mesela Hicret’i, kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilmesini, Uhud ve Huneyn Savaşlarının mühim safhalarını onun rivayetlerinden öğreniyoruz.
Berâ (r.a.), İslam davasının kahraman bir mücahidiydi. Yaşı küçük olmasına rağmen birkaç arkadaşıyla birlikte Bedir Savaşı’na çıkan orduya katıldı. Ancak Re­sû­lul­lah (a.s.m.) yolda orduyu durdurdu, teftiş etti. Yaşı küçük olan birkaç kişiyle birlikte onu da geri çevirdi. Hz. Berâ buna çok üzüldü. Fakat Uhud Savaşı’ndan itibaren Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara iştirak etti. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Umre Seferi’ne katıldı. Bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
”Hudeybiye’de bir kuyu vardı. Biz buraya gelince kuyunun suyunu tamamen çekerek bir damla su bırakmadık! Bu hâl Re­sû­lul­lah’a arz edilince kuyunun yanı­na gelip kenarına oturdu. Sonra içinde biraz su bulunan bir kab istedi. Getirilen suyla abdest aldı, ağzını çalkaladı. Sonra dua edip kuyuya döktü. Biz Re­sû­lul­lah’ın emri üzerine kuyuyu bir müddet bu hâlde bıraktık. Sonra kuyuda istediği­miz kadar su birikti. Hem biz hem de hayvanlarımız suya kandık”[1]
Hz. Berâ’nın Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Onu çok severdi. Zaman zaman kendisine bazı tavsiyelerde bulunurdu. Bir defasında ona şöyle demişti:
“Yatacağın zaman önce abdest al, sonra sağ tarafına uzanıp yat ve şöyle dua et: ‘Allah’ım, Sana teslim oldum. İşimi de Sana havale ettim. Seni sevdiğim ve Senden korktuğum için Sana dayandım. Ancak Sana sığınırım. Kurtuluşum da Sendedir. İndirdiğin Kitaba ve gönderdiğin Peygamber’e iman ettim.’ Eğer böy­le hareket edip o gece ölürsen, Müslüman olarak ölmüş olursun. Öyle ise son sözlerin bunlar olsun.”[2]
Berâ (r.a.) diğer sahabiler gibi sünnete çok bağlıydı. Her hareketinde sünnete uymayı esas alırdı. Bir defasında biriyle karşılaşmıştı. Onun elini sıktı, gülüm­sedi. Sonra da, “Niçin gülümsediğimi biliyor musunuz?” diye sordu. O zat bil­mediğini söyleyince de bunun sebebini şöyle izah etti:
“Bir gün Re­sû­lul­lah ile karşılaşmıştım. Elimi mübarek eline aldı, sonra da gülümsedi. Bana niçin gülümsediğini sordu. Ben biraz önce sizin verdiğiniz cevabı verdim. Bunun üze­rine Re­sû­lul­lah (a.s.m.) şöyle buyurdu: ‘İki Müslüman birbiriyle karşılaştıkla­rında musafaha yaparlar, Allah’a hamd edip istiğfarda bulunursa, Allah da onla­rı affeder.’”[3]
Hz. Berâ namaz kılarken safların doğru ve düzenli olmasına çok ehemmiyet verir, sık sık bunun faziletinden bahsederdi. Niçin böyle yaptığını ise şöyle izah ederdi:
“Re­sû­lul­lah (a.s.m.) namaza kalktığımız zaman eliyle göğüslerimize doku­nur, safları düzeltir, sonra da şöyle buyururdu: ‘Saflarınız bozuk olmasın. Sonra o bozukluk kalplerinize de girer!’”[4]
Berâ (r.a.) kendisi sünnet-i seniyyeye uyduğu gibi, çocuklarının da öyle yetiş­mesi için gayret sarf ederdi. Zaman zaman onları toplar, hadis öğretirdi. Kendi­sinden birçok hadis rivayet eden oğlu Yezîd, bununla ilgili şöyle bir hatırasını naklediyor:
“Bir gün babam bizi topladı. Gelin size Re­sû­lul­lah’ın nasıl abdest aldığını öğreteyim. Çünkü sizinle bundan sonra ne kadar beraber olacağımı bile­miyorum.” dedi.[5]
Hz. Berâ, sahabilerin âlimlerindendi. Müslümanlar anlayamadıkları mesele­leri ona sorarlardı. Berâ (r.a.) sadece hadislerin izahını değil, tefsir ve fıkhı da bilirdi. Bir defasında, “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız.” mealindeki âyet söz konusu oldu. Mecliste bulunanlardan birisi, “Müşriklere hamle yapan biri, kendisini tehlikeye atmış olur mu?” diye sordu. Berâ (r.a.) şu cevabı verdi:
“Hayır, çünkü Cenâb-ı Hak, Kendi yolunda savaşmayı emrediyor. Bu sebeple bizler Allah yolunda cihat etmeye memuruz. Âyetteki tehlikeden maksat, para­yı biriktirip Allah yolunda harcamamaktır.”
Berâ (r.a.) son derece mütevaziydi. İyi bilmediği meseleleri cevaplamaktan kaçınır, rahatlıkla “Bilmiyorum.” diyebilirdi. Veya kendisinden daha bilgili ol­duğuna inandığı birine havale ederdi.
Bir defasında kendisine bir soru sorulmuştu. O soruyu Zeyd bin Erkam’a (r.a.) havale etti. “Ona sor; çünkü o, benden daha hayırlı ve bu işi benden daha iyi bi­lir.” dedi.
Hz. Berâ (r.a.), Peygamberimizden 305 hadis rivayet etti. Birkaçının meali şöyledir:
“Peygamberimiz (a.s.m.) bize yedi şeyi emredip yedi şeyi de yasakladı. Em­ret­tik­le­ri: (1) cenazeye katılıp arkasından kabre kadar gitmek, (2) hasta ziyareti yapmak, (3) davete katılmak, (4) haksızlığa uğrayana yardım etmek, (5) yemi­nin gereğini yerine getirmek, (6) selam verenin selamını almak, (7) aksırdığında ‘Elhamdülillah’ diyen kimseye ‘Yerhamükellah’ diye dua etmek…
“Yasakladıkları da: (1) gümüş kab kullanmak, (2) altın yüzük takmak, (3) ipek, (4) atlas, (5) ibrişimli elbise, (6) kalın ipek, (7) ipek yatak kullanmak…”[6]
“Allah birinci safı dolduranlara rahmet eder, melekler de onlar için dua eder­ler. Safla­rı doldurmak için atılan bir adımdan, Allah rızasına daha yakın başka bir adım yoktur.”[7]
Re­sû­lul­lah ile (a.s.m.) birlikte Ensar’dan birisinin cenazesine katılmıştık. Ce­naze defnedileceği sırada kabristana vardık. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) oturdu. Biz de, sanki başımızda bir kuş varmışcasına sessiz ve sakin bir şekilde oturduk. Pey­gamberimiz (a.s.m.) elindeki bir sopayla yeri çiziyordu. Başını kaldırdı. İki ve üç defa, “Kabir azabından Allah’a sığınırım.” dedikten sonra şöyle buyurdu:
“Mümin kabre konulduğunda, dostları dönüp gittiği ve onların ayak sesleri henüz işitildiği sırada iki melek gelir. Onu oturturlar ve aralarında şu konuşma geçer:
‘”Rabb’in kimdir?’
“’Rabb’im Allah’tır.’
“’Dinin nedir?’
‘”Dinim İslam’dır.’
‘”Size doğru yola çağırmak üzere Allah tarafından gönderilmiş olan zat kim­dir?’
‘”O zat, Allah’ın Resûl’üdür.’
‘”Bunu nereden öğrendin?’
‘”Allah’ın kitabını okuyup ona iman ettim ve onun doğruluğunu kabul et­tim.’
“İşte, Allah’ın, ‘Allah iman edenleri, dünya hayatında da ahirette de o sağlam Kelime-i Tevhid ile sabit kılar.’ (İbrâhim Sûresi, 27) âyetinin manası budur.
“Sonra gökten bir ses gelir: ‘Kulum doğru söyledi. Onu cennete layık bir şe­kilde yerleştirin. Ona cennet elbiseleri giydirin. Ona cennete bakan bir kapı açın!’
“Ve ona cennetin rahatlığı ve güzelliği bahşedilir. Kabri, gözünün gördüğü mesafeye kadar genişletilir.
“Eğer ölen kâfir veya münafık ise, kabre konulduğu zaman ruhu bedenine ia­de edilir. İki melek gelir, onu oturturlar ve aralarında şu konuşma geçer:
‘”Rabb’in kimdir?’
‘”Hı, hı? Bilmiyorum.’
‘”Dinin nedir?’
‘”Hı? Bilmiyorum.’
‘”Size, doğru yola çağırmak üzere Allah tarafından gönderilmiş olan zat kim­dir?’
‘”Hı? Bilmiyorum.’
‘”Sonra gökten bir ses gelir: ‘Bu, yalan söyledi! Ona cehenneme yaraşır bir yer hazırlayın. Ona cehennem elbiseleri giydirin. Ve ona cehenneme bakan bir ka­pı açın!’
“Sonra cehennem ateşinin sıcaklığı ve kavurucu rüzgârı gelir. Kaburga ke­mikleri birbirine geçinceye kadar kabri daraltılır. Daha sonra onun başına kör ve dilsiz bir zebani musallat edilir. Onun demirden bir tokmağı vardır ki, dağa vurulsa, dağı toz toprak hâline çevirir. Bu zebani ona bu tokmakla öyle bir darbe indirir ki, insan ve cinlerin dışında, doğuda, batıda, dünyanın her tarafında bulu­nan bütün varlıklar bu dehşetli dar­beyi işitir. Ve o şahıs toprak hâline döner. Sonra ruhu tekrar iade edilir [bu şekilde işkence devam edip gider].”[8]

_________________________________________
[1]Müsned, 4: 283, 284, 290, 304; Tabakât, 4: 366-367.
[2]Müslim, Zikir: 56; Müsned, 4: 285.
[3]Ebû Dâvud, Edeb: 142; Müsned, 4: 303.
[4]Müsned, 4: 285.
[5]Müsned, 4: 288.
[6]Buhârî, Cenâiz: 2; Müslim, Libas: 3.
[7]Ebû Dâvud, Salât: 45.
[8]Müslim, Cennet: 71.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Türkçe’mizde farklı bir manaya bürünen “ayyaş” kelimesi, Peygamberimizin yakın sahabilerinden birisinin ismidir. “Güzel bir hâle sahip, dirlikli, müreffeh yaşayan” manalarına gelen bu kelime, “zahireci ve ekmekçi” manasında da kul­lanılmaktadır.
Hz. Ayyaş, İslam davetine ilk uyan bahtiyarlardandır. Peygamberimizin, İlahî dini ilan ettiği ilk günlerde nurlu kervana katılanlar arasında o da vardı. Müşrik­lerin işkencelerinden dolayı Habeşistan’a hicret eden ikinci kafilede hanımı Esmâ ile beraber o da bulunuyordu. Tekrar Habeşistan’dan döndüklerinde, ikin­ci bir hicret başladı: Medine’ye yolculuk…[1]
Peygamberimiz henüz Mekke’de bulunuyordu. Müminlere Medine’ye hicret etmeleri için izin vermişti. Mekke’den ilk ayrılanlardan Hz. Ömer, müşriklerin şaşkın bakışları önünde Kâbe’de iki rekât namaz kıldıktan sonra, “Anasını ağ­latmak, hanımını dul bırakmak ve çocuklarını yetim koymak isteyen varsa, şu vadinin arkasına gelsin, bana kavuşsun!” diye meydan okuyarak yola çıktı. Hz. Ayyaş bin Ebî Râbiâ ve Hz. Hişam bin Âs ona arkadaşlık ediyordu. Daha sonra kendilerine katılanlarla birlikte 20 kişilik bir kafile Medine yolunu tuttu.
İmansız güruhun reisi Ebû Cehil, üvey dayısı Hz. Ayyaş’ın Mekke’den ayrıl­dığını duyunca kardeşi Hâris’i yanına alarak peşlerine düştü ve Medine’de yetiş­ti. Kurduğu sinsi planla Hz. Ayyaş’ı kandıracak, tekrar getirecek ve işkenceye tabi tutacaktı.
Ebû Cehil, hicret eden Müslümanların yanına gelerek Hz. Ayyaş’ı buldu. Onun merhamet hissini tahrik etti: “Annen yemin etti. Sen dönmedikçe ne başı­na tarak vuracak, ne de güneşin altından gölgeye çekilecek. Git, onu kurtar.”
Hz. Ayyaş’ın yumuşadığını hisseden Hz. Ömer müdahale etti. Onu uyarmak istedi, “Ayyaş, yemin ederim ki, bunlar seni kandırmaya çalışıyor! Seni Mek­ke’ye götürüp dininden döndürmek isteyecekler. Onlara inanma!” dedi.
Hz. Ayyaş, annesini çok seviyordu. Ayrıca Hz. Ömer’in yardımıyla geçindiği­ni de belirterek şöyle konuştu:
“Annem yemin etmiş. Onu yalancı çıkaramam ve ben senin malından geçinen bir dostunum.” diyerek gitmek istedi. Hâlbuki Al­lah’ın ve Resûlünün emrine uyarak hicret etmişti. Ortada açık olarak görünen Allah rızası vardı. Ana baba hakkı daha sonra gelirdi. Hz. Ömer tekrar ikaz etti: “Ben kavmimin zenginlerindenim, servetimin yarısı senin olsun. Tek, sen on­larla gitmekten vazgeç.” Fakat Hz. Ayyaş gitmekte kararlıydı. Israr edince, Hz. Ömer ona devesini verdi, “Bunlardan şüphelenirsen deveye bin, kaç ve kurtul!” dedi.
Orada mevcut bulunan Müslümanlar da gitmesini istemiyorlardı. Hz. Ayyaş, yapılan istişareye uymamanın sıkıntısını çekecekti. Ebû Cehil ve kardeşi ile yo­la çıktı. Mekke’ye yaklaştıkları sırada müşrik desisesi işlemeye başladı. Arkala­rından gelen Hz. Ayyaş’ın öne sürmesini istediler. Öne geçer geçmez üzerine atıldılar, sımsıkı bağlayarak Mekke’ye götürdüler. Ebû Cehil, işkenceye başla­dı. İlk başta 100 sopa vurdu. Daha sonra da susuz ve ekmeksiz hapsetti. Bunun­la, hicret etme niyetinde olan diğer sahabilerin gözünü korkutmak istiyor­du.
Hz. Ayyaş bir hata yapmıştı. Diğer Müslümanlar ona iyi nazarla bakmıyor­lardı. Onun dininden döneceğinden endişe ediyorlardı. Fakat sonradan vahyedilen bir âyet-i kerimede, kendi nefislerine zulmedenlerin affolunacağı bildiril­di.[2]
Peygamberimiz, hicret ettikten sonra Mekke’den çıkamayan ve müşrikler elinde eziyet çeken Müslümanların kurtulmaları için, her sabah namazından sonra dua ediyordu: “Allah’ım, Seleme bin Hişam’ı, Ayyaş bin Ebî Râbiâ’yı ve işkence çeken diğer zayıf Müslümanları Sen kurtar.”[3]
Bir taraftan da Peygamberimiz, onları kurtarmak için çare arıyordu. Bir gün sa­ha­bilere, “İşkence altında olan Müslümanları kim kurtarır?” diye sorunca, Mekke’den yeni dönen Hz. Velid bin Velid (r.a.) ileri atıldı, “Ben kurtarır, sana getiririm.” diye yola çıktı. Mekke’ye varınca, bir kadından, bulundukları yeri öğ­rendi. Gece yanlarına vardı. Bağlandıkları ipi kesti, onları kurtardı. Yaya olarak aralıksız yol aldılar. Medine’ye geldiler. Yürümekten Hz. Velid’in parmakları parçalanmıştı. Fakat kardeşlerini kurtarmanın sevinci her türlü sıkıntıyı unut­turmuştu.[4]
İslam Devleti artık Medine’de kurulmuştu. Peygamberimiz, ilk İslam Devleti’­nin reisi vazifesindeydi. Sıra diğer devletlerle münasebete geldi. Devlet baş­kanlarını ve kabile reislerini hak dine davet etmek için her birine ayrı mektup yazarak birer elçiyle gönderdi. Hz. Ayyaş’ı da bugünkü Güney Yemen’de yaşa­yan Himyer kabilesi reislerinden Mesruh ve Nuaym bin Abdi’l-Külâl’e gönder­di.
Peygamberimiz, devlet ve kabile reislerine gönderdiği kimseleri sahabilerin içinden, haricî münasebetleri kuvvetli, bilgili ve dirayetli olanlardan seçerdi. Onlara neler yapacaklarını, nasıl davranacaklarını, hattâ neler giyeceklerini en ince teferruatına kadar anlatır, izah ederdi.
Peygamberimiz, Hz. Ayyaş’a Himyerlileri İslam’a davet eden mektubu ver­dikten sonra şu tavsiyede bulundu:
“Onların yurduna vardıktan sonra geceleyin girme. Sabaha kadar bekledikten sonra güzelce bir abdest al. İki rekât namaz kıl. Allah’tan kurtuluş ve kabul dile. Allah’a sığın. Mektubumu sağ eline al, onlara sağ elinle, sağ taraflarından ver. Seni kabul ettikleri zaman onlara Beyyine Sûresi’ni oku. Onlar sana hiçbir delil getirmezler ki, boşa gitmesin! Hiçbir yaldızlı kitap vermezler ki, nuru sönmüş olmasın. Onlar sana kendi dilleriyle bir şey okudukları zaman, ‘Tercüme ediniz.’ de. ‘Allah bana yeter.’ dedikten sonra şu âyeti oku: ‘İşte onun için sen [tevhide] davet et. Ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların kötü arzularına uyma ve de ki: Ben Allah’ın kitaptan indirdiğine inandım ve aranızda adaleti gerçekleş­tirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabb’imiz, sizin de Rabb’inizdir. Bizim iş­lediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartış­mayı gerektiren bir durum yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.’”[5]
Peygamberimiz bu sözleriyle, tebliğin ilk şartı olan “hakkı anlatma”yı tavsiye ediyordu. Onların Müslüman olduklarında nasıl davranması gerektiğini de Hz. Ayyaş’a şöyle anlatıyordu:
“Müslüman oldukları zaman, toplanıp önünde yere kapandıkları üç değneği iste. [Onların hangi ağaçtan yapıldıklarını da söyler.] Onları çıkarttır. Çarşılarının ortasında ateşe ver, yak!”
Bu ifadelerle de, onların eski dinlerine ait olan bağlılıklarını bütün bütün kes­me­le­ri­ni istiyordu. Hak gelince, batıla ait olan her şeyin imha edilmesinin gerek­tiğini belirtiyordu.
Hz. Ayyaş, Himyer yurduna gitti. Peygamberimizin talimatına göre hareket etti. Oradan ayrıldıktan sonra, Himyerlilerin reisleri bir elçiyle mektup gönde­rerek Müslüman olduklarını bildirdiler.
Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye’nin fethine katılan ve üstün kahramanlıklar göste­ren Hz. Ayyaş, Şam’dan döndükten sonra Mekke’de vefat etti.
Allah ondan razı olsun!

[1]Üsdü’l-Gàbe, 4: 161.
[2]Zümer Sûresi, 53, 55.
[3]Tabakât, 4: 130.
[4]Tabakât, 133.
[5]Şûra Sûresi, 15.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Saadet Asrı’nda şirkin, küfrün ve zulmün karanlıklarından kurtulanlar, İslam nu­runa kavuştuktan sonra hayatlarında tamamıyla bir değişiklik oluyor ve eski ha­yatlarıyla alakalı her şeyi terk ediyorlardı. İslam’dan önceki hayatlarını hatırla­tan bir iş ve bir hadise onlara büyük ıstırap veriyordu. Bu ruh hâli Akabe Biatı’ndan önce Müslüman olmuş olan Medineli Âsım bin Sâbit’te de (r.a.) değişik bir şekilde tesirini göstermişti.
Âsım, Müslüman olduktan sonra, hiçbir müşrike dokunmamaya ve müşrik­lerden hiçbirini de kendine dokundurmamaya karar vermişti. Bu kararında sabit olması için de devamlı olarak Cenâb-ı Hakk’a iltica edip yalvarıyordu.
Hz. Âsım, Bedir Savaşı’na katılmış ve müşriklerin ileri gelenlerinden birçoğu­nu öldümüştü. Uhud Savaşı’ndan sonra Adel ve Kare kabilelerinden bir cemaat gelerek Re­sû­lul­lah’tan, kendilerine İslam’ı öğretecek bir heyet gönderilmesini istemişlerdi. Re­sû­lul­lah, Âsım’ın kumandasında onlara bir heyet gönderdi. An­cak gelen kimselerin niyeti bozuktu. Müslümanları bir tuzağa düşürüp Mekke müşriklerine satacaklar ve onlardan büyük mal ve para alacaklardı. Recî mevki­ine geldiklerinde ihanetlerini ortaya koydular ve elleri kılıçlı bedeviler etrafla­rını sarıverdi.
“Biz sizi öldürmek istemiyoruz. Niyetimiz sizi Mekkelilere satıp, onlardan birtakım mükâfat elde etmektir. Teslim olun.” dediler.
Bu ihaneti gözleriyle gören Hz. Âsım ve arkadaşları, bu zalim müşriklere na­sıl güvenebilirlerdi ki? Âsım onlara şöyle cevap verdi:
“Ben, müşriklerin himayesini hiçbir zaman kabul etmemeye yeminliyim.
“Vallahi ben kâfirlerin himayelerine ve sözlerine kanarak inmem ve kâfirle­re asla teslim olmam!”
Bilahare “Allah’ım! Peygamberini durumumuzdan haberdar et!” diyerek müşriklere ok atmaya başladı. Ok attığı sırada da, “Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir./ Mukadderatın hepsi başa gelicidir./ İnsanlar er geç Allah’a rücu edicidir./ Eğer ben sizinle çarpışmazsam, anam beni yitirsin!” diyerek şiirler söylüyor­du.
Âsım bin Sâbit’in ok çantasında yedi ok vardı. Attığı her ok müşriklerden biri­ni öldürdü. Oku tükenince, müşrikleri mızrağıyla delik deşik etti. Mızrağı kırı­lınca da kılıcını sıyırdı. Kılıcının kınını kırıp attı:
“Allah’ım! Ben, günün başında, Senin dinini korudum. Sen de, günün sonun­da benim etimi koru! Cesedime müşrikleri dokundurma!” diyerek dua etti.
En sonunda, iki ayağından yaralanıp yere düştü.
Lihyan Oğulları, aralarında Âsım bin Sâbit olmak üzere yedi kahramanı okla vurup şehit ettiler.
Müşrikler, Hz. Âsım’ın başını kesip Sa’d b. Şüheyd’in kızına götürecek ve on­dan mükâfat alacaklardı. Çünkü Hz. Âsım, Bedir’de bu kızın müşrik babasını öldürmüştü. “Sülâfe” ismindeki kız da ancak Âsım’ın başının kesilip kendisine getirilmesi hâlinde mükâfat vereceğini vaat etmişti.
Hüzeylli müşrikler koşarak gelip Hz. Âsım’ın başını kesmek istediler. Ancak Hz. Âsım’ın etrafında birden bir arı topluluğu zuhur etti. Arı topluluğu bulut ka­raltısını andırıyor, cesede yaklaşanların yüzlerine yapışıyor ve onları tedirgin ediyor, böylece müşriklerin cesede yaklaşmasına mâni oluyordu. Arılar Hz. Âsım’ın cesedini koruyorlardı. Müşrikler ne kadar gayret ettilerse de, Hz. Âsım’ın vücudundan bir parça koparmaya muvaffak olamadılar. “Neyse, ak­şam olsun. Arılar gittikten sonra gelip başını keseriz!” dediler. Ancak akşam vakti olunca Cenâb-ı Hak hiç yoktan bir yağmur yağdırdı, yağmurla meydana gelen sel, Âsım bin Sâbit’in cesedini alıp götürdü. Müşrikler arzularına ulaşa­madılar…
Cenâb-ı Hak, sağlığında Âsım’ın cesedini müşriklerin hışmından muhafaza ettiği gibi, şehit olduktan sonra da mübarek cesedini korumuştu. O, müşriklere dokunmadığı gibi, müşrikler de ona dokunamadılar. Allah duasını kabul etmişi.[1]

_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 73-74: İsâbe, 2: 244-245.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget