Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Hatib, Hicret’ten önce Müslüman oldu. Medine’ye hicret etti. Müşriklerle ya­pı­lan ilk savaş olan Bedir Harbi’ne katıldı. Büyük kahramanlıklar gösterdi. İlahî iltifata mazhar oldu. Uhud Savaşı’nda da büyük kahramanlık örnekleri sergiledi. Bir ara “Re­sû­lul­lah öldürüldü!” diye bir ses duydu. Hemen Peygamberimizi ara­maya koyuldu. Niha­yet onu buldu. Peygamberimizin mübarek yüzü yaralan­mıştı. “Kim yaptı bunu?!” di­ye sordu. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) “Utbe bin Ebî Vakkas.” buyurdu. Hz. Hatib, ne tarafa gittiğini sordu. Peygamberimizin işareti üzerine de onun gittiği tarafa yöneldi. Sonunda yetişip yakaladı. Başını kesti ve Re­sû­lul­lah’a getirdi. Peygamberimiz bu kahraman sa­habisini takdir etti: “Allah senden razı olsun, Allah senden razı olsun!” diyerek duada bulundu.[1]
Hendek, Rıdvan Biatı, Hudeybiye Anlaşması’nda da bulunan Hatib (r.a.), Peygamberimizle birlikte bütün önemli savaşlara katıldı.
Hz. Hatib, Peygamberimize büyük bir sevgiyle bağlıydı. Onun uğrunda yap­mayacağı fedakârlık yoktu. Her emrine kayıtsız olarak itaat ederdi. Re­sû­lul­lah’ın yapılmasını istediği bir hizmete herkesten evvel o talip olurdu.
Hicret’in 7. yılıydı... Peygamberimiz birçok hükümdara elçiler gönderip onları İslam’a davet etmişti. Mısır hükümdarı Mukavkıs’a da bir elçi göndermek isti­yordu. Bir mektup yazdı. Sonra da sahabilere hitaben, “Ey insanlar, sevabını Allah’tan almak üzere bu mektubu Mısır hükümdarına hanginiz götürür?” bu­yurdu.
Hatib bin Ebî Beltea da oradaydı. Hemen ayağa kalktı. “Yâ Re­sû­lal­lah, ben götürürüm!” dedi. Peygamberimiz, Hz. Hatib’in, davetine hemen icabet etmesine çok memnun oldu. Ona şöyle duada bulundu:
“Ey Hatib, Allah bu vazifeyi sana mübarek kılsın!”
Hz. Hatib mektubu aldı, Peygamberimizle ve sahabilerle vedalaştıktan sonra evine geldi. Hazırlığını tamamladı, ailesiyle vedalaştı, vakit geçirmeden de yo­la çıktı.
Hatib (r.a.) güzel konuşan, meselesini iyi anlatan bir sahabi ve ayrıca iyi bir şairdi. Şimdi bu kabiliyetini, bir hükümdarı İslamiyet’e davet ederken kullana­caktı. Yol boyunca neler anlatabileceğini, nasıl hareket edeceğini düşündü.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Mısır’a vardı. Fakat Mukavkıs’ı bula­madı. İs­kenderiye’ye gitti. Fazla bekletilmeden hükümdarın huzuruna çıktı. Hükümdar mektubu açtı, okutturdu. Mektupta şunlar yazıyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın kulu ve Resûlü Muhammed’den Kıptîlerin büyüğü Mukavkıs’a.
“Selam, hidayete uyan ve doğru yolda olanlara olsun. Seni İslam’a davet edi­yorum. Müslüman ol ki, selameti bulasın, Allah’ın iki kat mükâfatına nail ola­sın. Eğer davetimi kabul etmezsen Kıptîlerin günahı senin boynuna olsun! ‘De ki: Ey Kitap Ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlar! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim! Eğer onlar yüz çe­virirlerse, siz de deyin ki: Şahit olun, biz Müslümanlarız…” (Âl-i İmrân Sûresi, 64.)
Mektubun okunması tamamlanınca Mukavkıs, Hz. Hatib’e bazı sorular sordu. Bunlardan bir tanesi şöyleydi:
“O gerçekten peygamberse, kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sı­ğınmak zorunda bırakan kavmine neden beddua etmedi?”
Hz. Hatib’in bu suale cevabı susturucuydu. Şöyle dedi:
“Sen Hz. İsa’nın pey­gamber olduğunu kabul ediyorsun değil mi? O gerçek bir peygamber olduğuna göre, kavmi kendisini asmak istediği zaman, Allah onu semaya kaldırıp yüksel­teceğine, kavminin helak edilmesi için Allah’a dua etseydi olmaz mıydı?”
Mu­kavkıs bu cevap karşısında Hz. Hatib’i takdir etmekten kendini alamadı. “Sen bir hakîmsin, yerli yerinde konuşuyorsun. Hakîm ve yerli yerinde konuşan biri­nin de yanından geliyorsun.” dedi. Sonra da suallerine devam etti:
“Muhammed insanları nelere davet ediyor?”
“Yalnız Allah’a ibadet etmeye, beş vakit namaz kılmaya, Ramazan ayında oruç tutmaya, haccetmeye, verilen sözü yerine getirmeye, ölmüş hayvan eti ve kan yememeye davet ediyor.”
“Onun şekil ve şemalini bana tarif et.”
Hz. Hatib, Peygamberimizin fizikî ya­pısını biraz tarif etti. Sözünü tamamladığında Mukavkıs, “Anlatmadığın bazı şeyler kaldı. Onun gözlerinde birazcık kırmızılık, sırtın­da peygamberlik mührü var. Kendisi merkebe biner, harmani giyer. Onu amcası ve am­caoğulları korur.” dedi. Hz. Hatib, “Evet, bunlar da onun sıfatlarıdır.” deyince sözlerine şöyle de­vam etti:
“Ben İsa’dan sonra bir peygamber daha gönderileceğini biliyordum. Fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum! Çünkü daha önceki peygamberler hep oradan çıkmıştı. Bununla beraber, Son Peygamber’in sertlik, darlık ve yoksulluk ülkesi olan Arabistan’dan çıkacağını, kitaplarda okumuştum. Bizim vasfını Al­lah’ın Kitabında yazılı bulduğumuz Son Peygamber’in gönderilme vakti, tam bu zamandır.
“Biz onun vasfını, ‘İki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez. Hediyeyi ka­bul eder, sadakayı kabul etmez, fakirlerle oturup kalkar.’ diye de kitaplarda yazı­lı bulmuştuk. Evet, o Peygamber, ülkelere hâkim olacak. Kendisinden sonra ar­kadaşları buralara kadar gelip fethedecekler. Bunları biliyorum. Fakat ona uy­mak hususunda halk beni dinlemez! Saltanatımdan ayrılmayı da göze alamam, bu hususta çok cimriyimdir! Ben halkıma bundan ne bir kelime bahsederim, ne de bu konuşmamı bildiririm.”
Hz. Hatib, Mukavkıs’ın hakikatleri bildiğini, buna rağmen saltanatının elin­den çıka­cağından korkup iman etmeye yanaşmadığını görünce üzüldü. Son ola­rak Mukav­kıs’a son derece tesirli bazı tavsiyelerde bulundu: “Senden önce geçenlerden birisi bu topraklarda kendisinin büyük rab oldu­ğunu iddia etmiş ve ‘Ben sizin yüce rabbinizim!’ diye bağırmıştı. Cenâb-ı Hak o firavunu dünya ve ahiret azabıyla yakalayıp cezalandırdı. Sen başkalarından ibret al, fakat kendin başkalarına ibret olma!” Daha birçok şey söyledi. Fa­kat Mukavkıs’ı ikna edemedi. Çünkü onun gözünü saltanat hırsı bürümüştü.
Mukavkıs, orada kaldığı müddetçe Hz. Hatib’e ikramda bulundu. Güzel bir şekilde onu ağırladı. Peygamberimize hitaben de bir mektup yazdı. Bir hayli de hediye gönderdi. Gönderdiği hediyeler arasında, Peygamber Efendimizin ha­nımlarından olma şerefine ermiş bulunan Hz. Mariye de bulunmaktaydı.
Uzun bir yolculuktan sonra Hz. Hatib, Medine’ye ulaştı. Hediyeleri Peygam­be­ri­mi­ze takdim etti. Mukavkıs ile aralarında geçen konuşmaları nakletti. Pey­gamberimiz, Mu­kavkıs hakkında, “Kötü adam! Saltanatına kıyamadı. Esirgedi­ği saltanatı kendisine kal­mayacak!” buyurdu.[2]
Hz. Hatib, bu kadar güzel hizmetlerinin yanında Hicret’in 10. yılında büyük bir hata yapmıştı. Şöyle ki: Peygamberimiz (a.s.m.), Mekke’nin fethi için büyük bir ordu hazırlıyordu. Fakat seferin nereye yapılacağını gizli tutuyordu. Hatib’in (r.a.) Mekke’de ya­kınları vardı. Onlara olan şefkat ve merhameti sebebiyle, Peygamberimizin gizli tuttuğu sefer haberini bir mektup yazarak Mekke’ye ulaştırdı. Fakat Pey­gamberimiz vahiy yoluyla bunu haber aldı. Hemen Hz. Ali ve Zübeyr bin Avvam’ı (r.a.) yanına çağırdı ve “Acele hareket ediniz. Falan yere vardığınızda, orada yanında bir mektup bulunan, hayvan üzerine binmiş bir kadın bulacaksı­nız. Mektubu ondan alınız ve bana getiriniz.” di­ye emretti.
Bu sahabiler denileni yaptılar, mektubu alıp Re­sû­lul­lah’a getirdiler. Bunun üzerine sa­habiler, “Yâ Re­sû­lal­lah, Hatib, Allah ve Resûl’üne hâinlik etmiştir!” di­yerek cezalan­dırılmasını istediler. Hattâ öldürülmesini teklif edenler dahi oldu… Peygamberimiz, Hz. Hatib’i yanına çağırttı. Mektubu gösterdi ve “Bunu tanıdın mı?” diye sordu. Hatib (r.a.), “Evet, tanıdım.” deyince, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu işi niçin yaptığını sordu. Hatib şu cevabı verdi:
“Yâ Re­sû­lal­lah, bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben Kureyşli değilim. Onların arasına başka yerden geldim. Şu anda çoluk çocuğum onların arasında bulunuyor. Diğer sahabilerin Mekke’de ailelerini ve mallarını koruyacak akrabası var, benim ise yoktur. Ben bunu, onlara bir iyilik yapayım, kendilerini minnet altında bırakayım da orada bulunan ev halkımı korusunlar diye yaptım! Yoksa bunu dinimden döndüğüm, Müslüman olduktan sonra küf­re saptığım için yapmış değilim... Yâ Re­sû­lal­lah, vallahi ben Allah’a ve Resûlüne iman ettim ve dinimi de asla değiştirmedim! Ben Müslüman olduğum günden beri Allah hakkında hiçbir şüpheye düşmedim. Müşriklerden ayrıldığım gün­den beri kendilerine de hiçbir sevgi beslemedim. Ben iyi biliyorum ki, Cenâb-ı Hakk’ın onlara vereceği azaba karşı benim mektubum kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak, gelecek azaptan onları kurtarmayacak”
Peygamberimiz onu dinledikten sonra Ashâbına, “O size doğru söyledi. Bu­nun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz.” buyurdu. Öldürmek iste­yenlere karşı da, “O, Bedir Harbi’nde bulunmuştur. Bedir Savaşı’nda bulunmuş birini nasıl öldürürsün?! Ne biliyorsun? Belki de Allah, Bedir Savaşı’na katılanla­ra, ‘Siz istediğinizi yapınız. Ben sizi bağışladım.’ uyurmuştur…” dedi.[3]
Hemen sonra da bununla ilgili âyet-i kerime nazil oldu. Cenâb-ı Hak da, Hz. Ha­tib’in mümin olduğuna ve ihanet etmediğine şahitlik ediyordu.[4]
Artık sahabilerin Hz. Hatib’e karşı hiçbir kötü zanları kalmadı. Eserlerinde bu hadiseye yer veren âlimler de bunu onu suçlamak için değil, Allah’a ve Resûlüne olan bağlılığını göstermek maksadıyla naklettiler.
Hz. Hatib, Hz. Ebû Bekir devrinde de Mısır’a elçi olarak gönderildi. Mukavkıs’la bir anlaşma imzaladı. Hz. Ömer devrinde Mısır’ın fethine kadar bu an­laşma maddeleri geçerli oldu.
Hatib (r.a.), Hicret’in 30. yılında Hz. Osman’ın hilafeti devrinde Medine’de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı.
Allah onlardan razı olsun!

___________________________________
[1]Müstedrek, 3: 300-301.
[2]İnsânü’l-Uyûn, 3: 295-300; Tabakât, 1: 260; el-Bidâye, 4: 272.
[3]Müsned, 1: 79-80, 105; İnsânü’l-Uyûn, 3: 11-12.
[4]Mümtehine Sûresi, 1-9.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Arapların en büyük şairlerinden biri olan Hassan bin Sâbit yeni Müslüman ol­muştu. O sıralar müşrik şairler, hicivleriyle Müslümanlara dil uzatıyor, rahatsız ediyorlardı. Müslümanların bu müşrik şairlere cevap verecek bir şaire ihtiyaç­ları vardı. Zira o zamanlar Araplar şiire çok önem veriyorlardı. Böyle bir şairin arandığını duyan Hassan bin Sâbit hemen Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardı. Dilini eliyle tutarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! İşte ben size dilimle yardım etmeye hazırım, on­ları hicvederek haklarından gelirim!” dedi.[1]
Fakat hicvederek yerin dibine batıracağı kimseler, Peygamber Efendimizin de mensubu olduğu Kureyş kabilesindendi. Onları hicvederken sözün Re­sû­lul­lah’a dokunması ihtimali vardı. Allah’ın Resûl’ü bu duruma şu sözlerle işaret et­ti:
“Sen onları nasıl hicvedeceksin? Biliyorsun, ben de neseben onlardanım.”
Hassan bin Sâbit bu sözlere şöyle cevap verdi:
“Yâ Re­sû­lal­lah, ben şiirlerimde mukaddes şahsiyetinizi hamurdan kıl çeker gibi Kureyş müşrikleri arasından nezaketle çeker, çıkarırım.”[2]
Bunun üzerine Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ona izin verdi. Fakat müşriklerin neseple­rini öğrenmek için Hz. Ebû Bekir’den istifade etmesini söyledi. Çünkü sahabiler arasında nesep ilmini en iyi bilen Hz. Ebû Bekir’di. Hz. Hassan bundan böyle hicivleriyle müşriklere hücum etmeye ve Müslümanları rahatlatmaya başladı. Sadece müşrikleri hicvetmekle kalmıyor, okuduğu şahane şiirlerle Peygamber Efendimizi ve İslam’ı methederek müminlerin gönüllerinde ulvi heyecan dal­gaları meydana getiriyordu. Bir şiirinde şöyle diyordu:
“Re­sû­lul­lah’ın pak alnı karanlık içinde göründüğü zaman, ortalığa nur saçan, karanlığı izale eden lamba gibi görünür.”
Hicret esnasında Müslüman olan Hassan bin Sâbit bu sırada 60 yaşındaydı. Medine’nin köklü kabilelerinden biri olan Hazreç kabilesine mensuptu. Asılla­rı ise Yemen tarafından gelmişti. Diğer taraftan Peygamber Efendimizle de uzaktan akrabalığı vardı.
İslam’la müşerref olduktan sonra şiirlerinde gayriislami temaları terk etmiş, tamamen İslami mevzularda şiir söylemeye başlamıştı. O gerek müşrikleri hic­veden ve gerekse Re­sû­lul­lah’ı müdafaa ve metheden şiirlerinde öylesine başarı­lıydı ki, artık “Re­sû­lul­lah’ın Şairi” unvanıyla anılmaya başlanmıştı.
Re­sû­lul­lah onun için mescitte hususi bir yer yaptırmıştı. Zaman zaman ora­da şiirler okuyarak müminleri şenlendirirdi. Re­sû­lul­lah da onun bu güzel şiirle­rini tebessümle dinlerdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah, “Ebû Bekir hakkında da bir şiirin var mı?” diye sordu.
O, “Evet, yâ Re­sû­lal­lah.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Onu da duy­mak isterim.” buyurdu.
Hassan bir Sâbit, Hicret esnasında Hz. Ebû Bekir’in Peygamber Efendimizle birlikte geçirdiği anları tasvir eden, Re­sû­lul­lah’ın Hz. Ebû Bekir’e olan muhab­betini dile getiren şiirini okudu. Re­sû­lul­lah şiiri dinledikten sonra, “Çok doğru söyledin ey Hassan; o, dediğin gibidir.” buyurdu.[3]
Peygamberimiz onun müdafaalarından memnun olur, zaman zaman şöyle derdi:
“Ey Hassan, Allah’ın Resûl’ü namına cevap ver. Yâ Rab, ona Ruhü’l-Kudüs’le teyit et.”
Bir defasında da Hassan’ın lisanıyla yaptığı büyük hizmetlerden dolayı şöyle buyurdu:
“Allah’ım, onu Cebrâil’le kuvvetlendir.”[4]
Müslüman olduktan sonra Hassan bin Sâbit’in şiirlerinde bazı değişiklikler oldu. Artık şiirlerinde yalan ve mübalağa gibi unsurlar yer almıyordu. Hattâ bu yüzden onun şiirlerinde eskiye nispeten gerileme olduğunu söyleyenler bile çıktı. O ise bunlara şöyle cevap veriyordu:
“Şiirlerimin eskisi kadar güçlü olmadığını kabul ederim. Çünkü İslam yalana cevaz vermez. Hâlbuki şiir yalan, hayal ve mübalağa ile güzelleşir.”[5]
Hayatı boyunca Re­sû­lul­lah’ı şiirleriyle memnun eden Hassan bin Sâbit, onun vefatının ardından duyduğu derin kederi yine yazdığı mersiyelerle dile getiri­yordu:

“Artık senin vücudunu topraklar mı örttü?
Keşke senin yerine kara topraklara giren ben olaydım!
Senin vefatından sonra Medine’de insanlar arasında mı yaşayacağım?
Ah, keşke doğmaz, dünyaya gelmez olaydım!”

Müslüman şairler arasında Hassan bin Sâbit’ten başka Abdullah bin Revâha ve Kâ’b bin Mâlik de meşhurdu. Onlar da İslam’ı müdafaa etmişlerdi. Kur’ân bu şairlerin mücadelesini överek, onları müşrik şairlerden şöyle ayırır:
“Şairlere gelince, onlara da sapıklar uyar. Görmez misin ki, onlar her türlü öv­gü ve yergiye ölçüsüzce dalarlar ve yapmadıkları şeyleri överler! Ancak iman eden, güzel işler yapan, Allah’ı çokça zikreden ve zulme uğradıktan sonra ken­dilerini müdafaa edenler müstesnadır... O zalimler ise nasıl bir akıbete yuvarla­nacaklarını yakında bileceklerdir!”[6]
Hassan bin Sâbit 120 yıl süren uzun bir ömür geçirdi. Bu 120 yılın 60’ı Cahiliyet’te, 60’ı da İslamiyet’le şereflendirdikten sonra geçmişti. Ga­riptir ki, babası, dedesi, dedesinin babası da hep 120 yıl ömür sürmüşler­di…
Hassan bin Sâbit, Hz. Muâviye devrinde 120 yaşındayken ebedî âleme irtihâl etti. Son olarak onun şiirlerinden bir-iki mısraının tercümesini naklede­lim:
“Zenginlik bana hayâyı unutturmaz.”
“Dünyanın musibetleri huzurumu bozmaz.”
“İnsanın namusu ve şerefi hiçbir leke ve yaraya tahammül edemez.”
“Bir şişe kırıldıktan sonra nasıl tamir olmazsa, insanın namus ve şerefi de öy­ledir.”

_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 4.
[2]age., 2: 5.
[3]Tabakât, 3: 174.
[4]Tecrid Tercemesi, 2: 360.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 2: 4.
[6]Şuarâ Sûresi, 225-227.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

İki Cihan Güneşi’nin ders halkasında yetişmiş, onun talim ve tedrisinden geçmiş, kahraman ve cömert talebelerden birisi de Hârise bin Nûman’dır (r.a.).
Hârise bin Nûman, malını mülkünü, canını ve bütün hayatını, en küçük bir te­reddüt ve şüphe göstermeden Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) feda edebilen bir kahraman­dı. Huneyn Mu­harebesi’nde “Müslümanların mağlup olduğu” haberinin yayılıp tehlikeli bir ânın başladığı bir anda Re­sû­lul­lah’ın yanından hiç ayrılmayan, vü­cudunu ona siper eden, cesaret timsali bir insandı.
Suffe Medresesi’nde bir müddet kaldıktan sonra evlenip çocuk sahibi oldu­ğunda da Re­sû­lul­lah’ın komşusu olmayı çok arzu ediyordu. Ve sonunda Pey­gamberimizin yakın komşusu oldu. Medine’de, “Re­sû­lul­lah’ın komşusu” dendi­ğinde akla Hârise bin Nûman gelirdi.
Bu hususa işaret eden İbni Sa’d, Hz. Hârise’nin, Medine’de Peygamberimizin evinin yakınında bir evi bulunduğunu, Re­sû­lul­lah’ın ihtiyacı olduğu zamanlar­da, Hârise’nin evini boşaltıp ona verdiğini kaydetmektedir.[1]
Evini Re­sû­lul­lah’a veren Hz. Hârise, bu mübarek komşusundan ayrı kalma­mak için oraya bir ev daha yaptı. Bir müddet oturduktan sonra bu evini de Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fâtıma’ya (r.anha) hibe edecektir.
Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz, Medine’ye geldikten sonra bir seneye yakın Ebû Eyyüb el-Ensâri’nin evinde kaldı. Daha sonra kendi evine taşındı. Bu arada Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenince, Re­sû­lul­lah, Hz. Ali’ye bir ev bulmasını emretti. Hz. Ali, ev aramaya koyuldu. Fakat Peygamberimizin evine yakın yer­de bir ev bulamadı, sonunda Medine’nin uzak bir köşesinde bir ev buldu. Bir müddet orada kaldılar.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bir gün ziyaretlerine gitti. Bir ara, “Sizi yakınıma almak istiyorum.” buyurdu. Hz. Fâtıma, “Canım babacağım, isterseniz Hârise ile ko­nuş, belki yakınınızdaki evi bize boşaltır.” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz, muaz­zez kızı Fâtıma’ya hitaben, “Sevgili kızım, Hârise evini bir kere bize verdi; ikin­ci defa isteyemem.”
Bu haber bir vesileyle Hz. Hârise’ye ulaştı. Bunun üzerine hemen Re­sû­lul­lah’a geldi ve “Yâ Re­sû­lal­lah, duydum ki, Fâtıma’nın, sizin yakınınızda bulunan bir eve ihtiyacı varmış. Benî Neccar’ın en sağlam evlerinden olan evimi boşalttım, gelip otursunlar. Ben ve malımın hepsi Allah ve Resûl’ünündür. Yemin ederim ki, yâ Re­sû­lal­lah, benden aldığınız mal, benim yanımda, bana bıraktığınız mal­dan daha hayırlıdır.” dedi.
Hz. Hârise’nin bu samimi ifadeleri üzerine Efendimiz şöyle buyurdu:
“Haki­katen doğru söylüyorsun, yâ Hârise, Allah’ın bereketi üzerine olsun.”[2]
Daha sonra Hârise’nin evine Hz. Ali ve Hz. Fâtıma taşındılar.
Hz. Hârise’nin, Efendimizin zevcesi Mariye’ye de bir ev verdiği rivayet edi­lir. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah’ın, ailesiyle beraber Medine’ye hic­ret ettiği zaman, yine Hz. Hârise’nin evinde kaldıkları belirtilmektedir.
Hârise bin Numan’ın bu cömertliği, hayatının sonlarına doğru iki gözünü kaybettikten sonra da devam etmiştir. Hz. Hârise bu sıralar evinin önüne hur­ma dolu bir zembil koyuyor ve fakirlerin gelip oradan ihtiyaçları kadarını alıp gitmelerini temin ediyordu.[3]
Hz. Hârise, Hz. Cebrâil’i iki defa gördüğünü söyler. İbni Abbas’ın rivayetine göre, Peygamberimiz, Hz. Hârise ve Hz. Cebrâil arasında şöyle bir hadise ge­çer:
Hz. Hârise bir gün Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) huzuruna varır, gizlice birisiyle ko­nuştu­ğu­nu düşünerek selam vermez. Az sonra Cebrâil, Re­sû­lul­lah’a, “O, niçin selam ver­medi?” diye sorar. Peygamber Efendimiz, Hârise’ye, “Geldiğinde ne­den selam ver­me­din?” deyince, Hz. Hârise, “Sizi, birisiyle konuşurken gördüm, konuşmanızı kesme­mek için selam vermedim.” der.
Re­sû­lul­lah Efendimiz, “Sen onu gördün mü?” diye sorar. Hârise, “Evet.” ce­vabını ve­rir. Efendimiz, “O, Cebrâil’di!” der. Hz. Cebrâil, “Şayet bana selam ver­seydi, selamı­nı alırdım.” der ve devamla, “O, 80’lerdendir.” buyurur. Re­sû­lul­lah Efendimiz, 80’le­rin kimler olduğunu sorunca, Hz. Cebrâil şöyle ce­vap verir:
“İnsanların kaçıştığı bir sırada canını, evladını ve rızkını Allah’a ha­vale ederek, senin çevrende kenetlenip sarsılmadan sabredenlerdir.”[4]
Hz. Cebrâil bu ifadeleriyle, Huneyn’de Peygamberimizi yalnız bırakmayan sahabi­lere işaret ediyordu. Hz. Hârise de oradaydı.
Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.), “Cennette bir Kur’ân sesi duydum, ‘Bu kimin sesidir?’ diye sor­duğumda, ‘Hârise bin Nûman’ın okuyuşudur.’ dediler.”5 şeklindeki ha­diste olduğu gi­bi pek yüksek sena ve iltifatına mazhar olan Hz. Hârise, bütün ha­yatını İslam’a hizmet için vakfetmiş ve Hz. Muâviye devrinde vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun!

_________________________________________
[1]Tabakât, 3: 448.
[2]age., 8: 22-23.
[3]Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 356. 4.Üsdü’l-Gàbe, 1: 359.
[4]age.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget