Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hz. Muammer, İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman oldu. İkinci kafileyle Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet sonra Mekke’ye tekrar döndü. Medine’ye hicret etmekte bi­raz gecikti, bu sebeple savaşlara iştirak edemedi.
Veda Haccı’na katıldı. Peygamberimizin hizmetinde bulundu. Re­sû­lul­lah’ın devesi üzerinde bulunan “mahmil”i düzenlemekle vazifelendirilmişti. Bir defasında iyice bağla­madığı için “mahmil” yolda sallanmaya başladı. Peygamberimiz, “Muammer, bu mah­milin bağları gevşek gibi geliyor bana!” buyurdu. Muammer (r.a.), “Yâ Re­sû­lal­lah, ben her zamanki gibi onu sımsıkı bağlamıştım. Benim hizmetinizde bulunma şerefime gıpta eden biri gevşetmiştir!” dedi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) tebessüm ederek, “Muammer, senin gönlün rahat olsun, ben senin yerine kimseyi tayin etmem!” buyurdu.
Bu bahtiyar sahabi, Re­sû­lul­lah’ın mübarek saçlarını kesme şerefine de nail oldu. Usturayı hazırladığında latife olarak, “Muammer! Re­sû­lul­lah, kulağının memesini sana tes­lim etmiştir.” buyurmuştu.
Muammer (r.a.) sevinçliydi, “Yâ Re­sû­lal­lah, bu, Allah’ın ne kadar büyük bir nimeti ve ihsanıdır ki, sizin saçınızı kesmek şerefine nail oldum!” diye cevap vermişti.[1]

_______________________________
[1]Tabakât, 4: 139; Müsned, 4: 242.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

İslam’ın kurtarıcı elinin ulaştığı insanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Ancak Müslümanlar, müşriklerin hiçbir fayda ve zararı dokunmayan putları bırakarak Cenâb-ı Hakk’a iman etmeyi büyük bir suç olarak görmeleri sebebiyle, imanları­nı gizlemeye mecbur kalıyorlardı. İşte bu kritik zamanda hiç tereddüde düşme­den iman eden bahtiyarlardan birisi de Mikdad bin Esved idi (r.a.).
Hz. Mikdad’ın kabilesi düşman istilasına uğramış; yurtları, toprakları ve malları ellerinden alınarak yağma edilmişti. Bunun üzerine Mekke’ye gelen Mik­dad bin Esved, Abd-i Yegûs Hanedanı’na sığındı. Bu hanedan, çok sevdikleri için onu evlatlık edindiler. Hz. Mikdad, kimsesiz olduğu için daha ihtiyatlı dav­ranması gerektiği hâlde, imanını daha fazla gizleyemedi. İnancı uğrunda çile­nin her türlüsüne razıydı. Hiçbir müşrikten korkmuyordu. Kâinata meydan okuyabilecek hakiki bir imana sahip olduktan sonra kimden korkacaktı? İşte bu kararlılık içinde olduğu hâlde müşriklerin yüzlerine karşı imanını haykırdı.
Mikdad, o âna kadar Müslüman olduğunu açıklayanların yedincisiydi. On­dan önce Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ammar, Ümmü Sümeyye, Süheyb ve Bilâl (r.a.), imanlarını açığa vurmuşlardı. Cenâb-ı Hak bu yedi kişiden Peygamber Efendimizi amcası vasıtasıyla, Hz. Ebû Bekir’i de kavminin deste­ğiyle bir müddet korudu. Müşrikler bunlara bir şey yapamadılar. Fakat diğer sahabilerin, kendilerini müşriklere karşı koruyacak kimseleri yoktu. Bu sebep­le Hz. Mikdad’ı ve diğerlerini yakalıyor, elbiselerini soyarak demirden zırhlar giydiriyorlar, saatlerce, hattâ günlerce kızgın güneşin altında bekletiyorlardı.[1]Ancak bütün bu işkenceler, onların imanlarını daha da kuvvetlendiriyordu. Di­ğer taraftan müşrikler, bütün akıl almaz işkencelerine rağmen, Müslüman olan ve bunu açıklamaktan çekinmeyen sahabilerin sayısının artmasına mâni olamı­yorlardı. Çünkü inanç, baskı ve zulümle engellenemezdi.
Nihayet işkenceler dayanılmaz bir hâl alınca, Peygamberimiz, Müslümanla­rın meşakkatlerini hafifletmek için Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye bu­yurdu. Bunun üzerine Müslümanlar hicret ettiler. Bunların içinde Hz. Mikdad da bulunuyordu. Habeşistan’da bir müddet kaldıktan sonra, Peygamberimizin Medine’ye hicret ettiğini haber aldı. Peygamber hasretine daha fazla dayanama­dı ve vakit geçirmeden Habeşistan’dan Medine’ye hicret etti. Dönüşünde, Pey­gamber Efendimiz onu mühim bir vazifeyle Mekke’ye gönderdi. Mekkelilerin Müslümanlar hakkındaki düşüncelerini öğrenecekti. Vazifesi son derece tehlike­liydi, çünkü müşrikler kendisini tanıyordu, yakalayıp öldürebilirlerdi. Hz. Mikdad bunları bilmiyor değildi. Fakat onun bütün istediği, canını Allah yo­lunda feda etmek değil miydi? Hiç tereddüt etmeden Mekke’ye hareket etti. İs­tenilen bilgileri toplayarak kısa zamanda Peygamberimize getirdi.[2]
Hz. Mikdad, Re­sû­lul­lah’ı çok seviyor, onun yanından ayrılmak istemiyordu. Ce­nâb-ı Hak, onun bu hâlis niyetinin mükâfatını verdi. Peygamberimiz, Muha­cirlerle En­sar’ı 10’ar kişilik gruplara ayırarak aralarında kardeşlik akdi yapmıştı. Mikdad, Peygamberimizin bulunduğu grubun içinde kaldı.[3]
Mikdad’ın Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Çok severdi. Sevgi­sinin tezahürü olarak, amcası Zübeyr’in kızı Dıbaa’yı ona nikâhladı. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde de ona olan sevgisini şöyle beyan buyurur:
“Allah bana Ashâbımdan hususi olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti. Bunlar Ali, Mikdad, Selmân ve Ebû Zer’dir.”[4]
Hz. Mikdad’ın en bariz vasıflarından biri, haksızlığa uğrayan bir kimse gör­düğünde ona yardım etmekti. Haksızlığa hiç tahammül edemezdi. Bir gaza esn­asında birlik kumandanı, askerlere, “Kimse hayvanlarını otlağa çıkarmasın.” şeklinde bir emir vermişti. Askerlerden birisi her nasılsa bu emri duymamıştı. Hayvanını otlağa saldı. Bunu öğrenen kumandan hiddetlendi ve askeri dövme­ye başladı. Bu durumdan haberdar olan Hz. Mikdad kumandana gitti ve “Ne hakla adamcağıza dayak attın?! Vallahi sen ona ne kadar vurduysan, onun da o kadar sana vurması lazımdır!” dedi. Kumandanın bu büyük sahabiye saygısı sonsuzdu. Bu sebeple teklifine rıza gösterdi. Fakat asker, kumandanını affetti. Bunun üzerine Mikdad şöyle dedi:
“Allah’tan ümidim, İslam’ın aziz kalmasıdır. Ben öleyim; ama İslam’ın zillete düştüğünü görmeyeyim!”[5]
Müslümanlar, Medine’ye hicret etmekle müşriklerin işkencelerinden kurtul­muş­lar­dı. Ancak müşrik tehlikesi hâlâ bir tehlike olarak devam etmekteydi. İslam’ın gelişmesine mâni olmak için her an Medine’ye saldırabilirlerdi. Nitekim Hicret’in 2. yılında bütün imkânlarını kullanarak, sayıca ve silahça mücahitler­den çok üstün olan kalabalık bir ordu hazırladılar.
Peygamber Efendimiz bunu haber alınca sahabilerle istişare etti. Zaten hak­kında vahiy nazil olmayan hususlarda Ashâbıyla istişare etmek, Re­sû­lul­lah’ın âdetlerindendi. Kendi düşüncesine uymasa da istişareden çıkan kararı tatbik ederlerdi. Bu istişarede Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, müşriklerle savaşmak husu­sunda güzel bir konuşma yaptılar. Hz. Mikdad da oradaydı. Söz aldı ve mücahit­leri coşturan ve aynı zamanda da imrendiren şu konuşmayı yaptı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Allah sana ne emrettiyse onu yerine getir. Biz seninle berabe­riz ve senin yanındayız. Biz İsrâiloğullarının Mûsâ’ya (a.s.) dediği gibi, ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla çarpışınız da, biz burada oturalım!’ demeyiz. Fakat biz şöyle deriz: ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla savaşınız. Biz de sizin yanınızda, sizinle bir­likte çarpışırız. Seni Hak din ve kitap ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bizi Mekke’nin arkasında ve Yemen taraflarında, beş gecelik mesafede bulunan Berku’l-Gımad’a kadar yürütecek olsan oraya kadar yürür; senin sağında so­lunda, önünde arkanda çarpışırız!”
Hz. Mikdad’ın bu konuşması Peygamberimizin çok hoşuna gitti. Ona hayır duada bulundu.[6]Daha sonra da bu cesur sahabisini sol cenah kumandanlığına tayin etti. Müşriklerle yapılan bu ilk savaşta Hz. Mikdad büyük fedakârlıklar gösterdi. Neticede İslam ordusu kesin bir zafer kazandı.
Peygamberimizle birlikte gazalara iştirak eden Mikdad, fakir bir sahabiydi. Aç kaldığı günler çok olurdu. Fakat hiçbir zaman hâlinden şikâyetçi olmaz, içinde bulunduğu duruma şükrederdi. Allah’tan ümidini hiçbir zaman kesmez­di. Bazen bunun peşin mükâfatını alırdı.
Medine’de kıtlığın hüküm sürdüğü ve halkın, açlıktan karınlarına taş bağla­mak zorunda kaldıkları bir günde Mikdad evden çıktı. Birkaç gündür yemek yememişti. Bâkiü’l-Kargad Kabristanı’nda “Hacebe” denen yere kadar gitti. Bir harabeye girdi ve oturdu. Biraz sonra orada bulunan bir delikte bir dinar gördü. Akabinde delikten 17 tane dinar çıkardı. Kıtlık zamanında 17 dinar çok paraydı. Fakat acaba bu parayı alıp harcaması doğru olur muydu? Sünnet­ten ayrılmayan ve bir müşkili olduğunda hemen Re­sû­lul­lah’a gelen Hz. Mikdad yine öyle yaptı. Peygamberimize gelerek hadiseyi nakletti. Peygamber Efendimiz bu parayı harcamasında bir mahzurun bulunmadığını haber verdi.[7]Çünkü o para, hâlis niyetine karışılık, Allah’ın bir ikramıydı.
Hz. Mikdad’ın hususiyetlerinden birisi de, bir insan hakkında konuşurken ih­tiyatlı davranmasıydı. Bir insanın gerçek yüzünü, fikir ve mahiyetini öğrenme­den hüküm vermezdi. Bu hususta şöyle derdi:
“Ben bir insanın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söyle­mem. Çünkü bu hususta Re­sû­lul­lah’a sorulmuştu da, o şu cevabı vermişti: ‘İnsa­nın kalbi kadar değişen bir şey yoktur.’”[8]
Allah ve Resûl’ü uğrunda her şeyini te­reddütsüz feda eden ve hayatının her ânını İslamiyet’in yücelmesi için harcayan Hz. Mikdad, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında da büyük hizmetlerde bu­lundu. Hz. Ömer onun cesaretini takdir eder ve onu bin kişilik orduya denk tu­tardı.
İslam fütuhatının hızla yayıldığı yıllarda mücahitler Mısır hudutlarına da­yan­mış­lardı. İslam ordularının kumandanı Amr bin Âs (r.a.), Mısır’ın fethi için Hz. Ömer’den yardım göndermesini talep etti. Hz. Ömer şöyle bir mektup yaz­dı:
“Sana dört bin kişi gönderdim. Her binin başında bin kişiye bedel bir kuman­dan bulunmaktadır. Bunlar Zübeyr bin Avvam, Mikdad bin Esved, Ubâde bin Sâmit ve Mes­le­me bin Muhallad’dır.”[9]
Şehit olmayı çok arzulayan ve bu arzusuna kavuşmak için ömrünün son anla­rına ka­dar cihat ordularına katılmaktan geri durmayan Hz. Mikdad, Hicret’in 33. yılında Hz. Osman’ın hilafeti zamanında vefat etti.[10]
Allah ondan razı olsun!

____________________________________
[1]Hilye, 1: 172.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 409.
[3]Müsned, 6: 4.
[4]Hilye, 1: 172; Üsdü’l-Gàbe, 4: 410; Fethü’r-Rabbânî, 22: 359.
[5]Hilye, 1: 176.
[6]Sîre, 2: 266; Tabakât, 3: 162.
[7]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 478.
[8]Müsned, 6: 4; Hilye, 1: 175.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 505.
[10]Üsdü’l-Gàbe, 4: 411; Tabakât, 3: 163.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimiz (a.s.m.) nerede bir topluluk görse, hakkı tebliğ ediyor, ilan edi­yor­du: Ukkaz’da, işte Mecenne’de, işte Zülmecâz’da… Kabile kabile dolaşıyor, hakikat çekirdeklerini, iman tohumlarını atıyordu. Kovuluyor, hakaretlere ma­ruz kalıyor, ama yine yılmıyordu. Bu tohumlar belki yıllar sonra meyve vere­cekti. O, “hakkı tebliğ” vazifesini yerine getiriyordu.
İşte, Muharib bin Hafsaoğulları yurdunda 120 yaşında bir ihtiyara Rabb’inin emirlerini anlatıyor… İhtiyar adam, “Sana bir şey diyemem. Ama işte, görü­yorsun, Ebû Le­heb burada duruyor.” diye cevap veriyor.
Hz. Peygamber, mahzun ve mükedder. Kara karga Ebû Leheb, kara bir ruh gi­bi onu takip ediyor, onun âb-ı hayat takdim ettiği insanları tehdit edip kendi zehirini içiriyordu. Hâlbuki daha dün ona “el-Emîn” demişlerdi. Ama şimdi arka­sından “Yalancı!” diye bağırıyorlardı. İşte küfrün tezadı...
Hz. Peygamber, davasına öyle inanmıştı ki, o çileli ve ıstıraplı günlerde, kisraların yıkılışını, Bizans’ın fethini haber veriyordu. Haber verdiği gibi de ol­madı mı?
Yüce davasını tebliğe bıkmadan usanmadan devam ediyordu. İnanmışlığın, azmin ve sebatın kuvveti ile…
İşte yine Minâ’da, Abeseoğullarının konakladığı yerde… Bineğinin terkisinde, her zamanki gibi vefalı hizmetkârı Zeyd bin Hârise var. Orada veciz bir nutuk irat ederek Abeseoğullarını İslam’a davet ediyor.
İçlerinden Meysere bin Mesrûk’un kalbine iman ateşi düşmüştü. Kavmine şöyle dedi:
“Allah’a yemin ederim ki, eğer bu zatı tasdik edip onu aramıza alsak, çok güzel olur!”
Kavmi ona, “Bırak, gücümüzün yetmeyeceği şeyi bize tek­lif etme!” dedi.
Hz. Peygamber, Meysere ile konuşup Müslüman olmasını teklif etti. Meysere, “Senin sözlerin ne kadar güzel, ne kadar aydınlık! Bunu biliyorum. Fakat kavmim bana muhalefet ediyor. Eğer bir adama kavmi yardım etmezse hâli kö­tü olur!” cevabını verdi.
Allah’ın Resûl’ü oradan ayrılıp giderken, Meysere kalbinden bir şeylerin kop­tuğunu hissetti. Ardından uzun uzun baktı, tâ ufukta kayboluncaya kadar—has­retle, iştiyakla...
Meysere, kavmini Fedek Yahudilerinin yanına götürdü. Yahudiler, Allah Resûlü’nün vasıflarını Tevrat’tan okudular:
“Ümmi, Arap bir peygamber... Deveye biner, az bir ekmek parçasıyla iktifa eder. Ne uzun boyludur, ne de kısa boylu… Saçları ne kıvırcık ne de tamamen düzdür. Gözünde tatlı bir kırmızılık vardır.”
Yahudiler şöyle dediler:
“Eğer sizi davet eden bu zat ise, davetini kabul edin, dinine girin. Biz onu çekemiyoruz, bu sebeple ona uymayacağız. Onunla za­man zaman aramız açılacak! Ona tabi olmayan veya onunla savaşmayan hiçbir Arap kalmayacak. Eğer ona uyanlardan olursanız, siz kazanırsınız.”
Meysere’nin gözleri ışıl ısıldı:
“Ey kavmim! Durum açık. Gidip tabi olalım.” dedi. Kavmi ise, “Gelecek sene hac mevsiminde gider, onunla buluşuruz.” dedi. Fakat daha sonraki yıl kavmin ileri gelenleri, Re­sû­lul­lah’a gitmemekte direttiler. Allah’ın hidayeti onlara nasip olmayacaktı.
Yıllar yılları kovaladı. Meysere’yi Allah Resûlü’ne gitmekten alıkoyan “mezar-ı müteharrik bedbahtlar” ihtiyarladılar, toprak oldular.
Veda Haccı yılında Meysere, Re­sû­lul­lah’a kavuştu. Koşarak gitti, gözyaşları arasında Allah Resûlü’nün ellerine kapandı:
“Ey Allah’ın Resûl’ü! Vallahi ilk karşılaştığımızda sana tabi olmuştum. Birta­kım hadiseler oldu. Demek ki, Allah benim sana kavuşmamı geciktirdi. Artık sana kavuştum, Allah’a hamd olsun!”[1]
Meysere’nin saadeti sonsuzdu artık; çünkü Allah Resûlü’nün yanındaydı... Bu bahtiyarlar kervanına tabi olup kadrini bilenlere ne mutlu!

__________________________________

[1]Üsdü’l-Gàbe, 4: 427; İsâbe, 1: 295.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget