Muâz bin Cebel (r.a.)
Muâz bin Cebel (r.a.), Akabe Biatı’nda daha 18 yaşındayken Müslüman olmuştu. Medineli olup, Hazreç kabilesinin Benî Seleme koluna mensuptu.
Resûlullah’ın ifadesiyle, ümmete karşı en merhametli olan Hz. Ebû Bekir, Allah’ın emrini ifa hususunda en serti Hz. Ömer, hayâ bakımından en doğru olan Hz. Osman (r.a.), feraizi (miras hukukunu) en iyi bilen Zeyd bin Sâbit ve Kur’ân’ı en iyi bilen Übey bin Kâ’b olduğu gibi, haram ve helali en iyi bilen de Muâz bin Cebel’di.[1]
Resûlullah’ın zamanında, Ensar içerisinde fetva vermekte temayüz etmiş olan üç sahabiden birisiydi. Diğer ikisi de Übey bin Ka’b ve Zeyd bin Sâbit idi.
Kur’ân-ı Kerim hususunda da ayrı bir ihtisası vardı. Nitekim Resûlullah, “Kur’ân’ı dört kişiden öğreniniz: Abdullah bin Mes’ud, Übey bin Kâ’b, Muâz bin Cebel ve Ebû Huzeyfe…”[2]buyurmuştur.
Hicret’ten sonra Resûlullah, Hz. Muâz’ı Abdullah bin Mes’ud’la (r.a.) kardeş yapmıştı. Bedir, Uhud ve Hendek Gazalarıyla birlikte bütün savaşlara katılıp ön saflarda mücadele etti. Peygamberimiz, Huneyn Savaşı’na çıkarken onu Medine’de emîr olarak bıraktı. Halka Kur’ân-ı Kerim öğretmesini ve dinî meseleleri anlatmasını emretti.
Tebük Gazvesi sırasında Resûlullah’ın parlak bir mucizesini müşahede edenlerden birisi de Hz. Muâz idi…
Orduyla birlikte bir çeşmeye rastlamışlardı. Güçlükle akıyordu. Bu çeşmenin suyunun orduya yetmesi imkânsızdı. Resûlullah sudan bir miktar getirmelerini emretti. O suyla elini ve yüzünü yıkadıktan sonra tekrar çeşmeye koydular. Çeşmenin menfezi öyle bir açıldı ki, gök gürültüsü gibi bir sesle su yer altından gümbür gümbür akıyordu. Resûlullah, yanında bulunan Hz. Muâz’a şöyle dedi:
“Eğer ömrün varsa, bu suyun böylece akıp giderek buraları bağa bahçeye çevireceğini göreceksin.”
Gerçekten de Muâz yıllar sonra oraların öyle olduğunu görerek, Resûlullah’ın mübarek su mucizesini bir daha tasdik etti.[3]
Hz. Muâz bir defasında, “Yâ Resûlallah, bana cenneti kazandıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir şey söyle!” dedi. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Bana çok mühim ve büyük bir meseleyi sordun! Ancak Allah bir kimseye kolaylık ihsan ederse, onu yerine getirmek kolaydır. Allah’a ibadet eder, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın. Namazı layıkıyla kılar, zekâtı verir, Ramazan orucunu tutar ve haccı da yaparsın.
“Sana hayır kapılarını göstereyim mi? Oruç, kalkandır. Sadaka, suyun ateşi söndürmesi gibi, hataları söndürür. Gece kılınan namaz, salih kulların alametidir.”[4]
Bir başka gün Peygamberimiz, Hz. Muâz’ın elinden tutarak şöyle buyurdu:
“Ey Muâz, vallahi ben seni çok severim! Sana şunu tavsiye ederim: Her bir namazın arkasından, ‘Allahümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsn-ü ibadetike [Yâ Rabbi, Seni zikretmek, Sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım et].’ demeyi terk etme.”[5]
Peygamberimiz (a.s.m.), irşatta bulunması ve Müslümanlara dinlerini öğretmesi için Yemen’e birini göndermek istiyordu. Bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaate hitaben, “Hanginiz Yemen’e gitmek ister?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Ben gideyim, yâ Resûlallah.” dedi. Peygamberimiz ses çıkarmadı. Hz. Ömer talip oldu. Peygamberimiz yine ses çıkarmadı. Bunun üzerine Muâz (r.a.), “Ben gideyim, yâ Resûlallah.” dedi. Resûlallah (a.s.m.), “Ey Muâz, bu vazife senindir.” dedi. Sarığını Hz. Muâz’ın başına sardı.
Hz. Muâz, Yemen’de hâkimlik yapacak, halka İslamiyet ve Kur’ân’ı öğretecek, tahsil edilen zekâtı memurlardan teslim alacaktı. Vazifesi ağırdı. Bu sebeple Peygamberimiz ona bazı temel meselelerde tavsiyelerde bulundu: “Sen Ehl-i Kitap’tan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına vardığında, önce onları Allah’tan başka ilah olmadığını, Muhammed’in Allah’ın Resûl’ü olduğunu tasdike davet et. Eğer bunu kabul ederlerse, onlara, Allah’ın beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allah’ın, zenginlerden alınarak fakirlere verilen zekâtı emrettiğini bildir. Bunu da benimserlerse, zekât alırken sakın malların en iyilerini seçme! Mazlumun âhını almaktan çekin; çünkü onun âhı ile Allah arasında hiçbir engel yoktur!” dedi.
Sonra da Muâz’a, “Sana bir dava getirildiğinde ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muâz (r.a.), “Allah’ın Kitabı’yla.” dedi. Resûlullah, “Onda bulamazsan ne ile hükmedersin?” diye tekrar sordu. Hz. Muâz, “Resûlullah’ın sünnetiyle.” diye cevap verdi. Resûlullah’ın (a.s.m.), “Ya orada da bulamazsan?...” demesi üzerine de Hz. Muâz şu cevabı verdi:
“O zaman kendi görüşüme göre içtihat eder, ona göre hüküm veririm.”
Onun bu cevabı Peygamberimizi çok sevindirdi. “Resûlullah’ın elçisini Resûlullah’ın hoşnut olacağı bir şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!” buyurdu.
Muâz (r.a.) yola çıkmadan önce Peygamberimizden biraz daha feyizlenmek istiyordu, “Yâ Resûlallah, bana tavsiyede bulun.” diye rica etti. Peygamberimiz şu tavsiyede bulundu:
“Her ne hâlde ve nerede olursan ol, Allah’tan kork! Günah işlediğinde arkasından hemen sevap kazandıracak bir amel işle ki, onu yok etsin. İnsanlara da güzel şekilde muamele et.”
Peygamberimiz, ayrılmadan önce Hz. Muâz’ın kalbini hicrana boğacak bir haber verdi: “Ey Muâz, şüphesiz bundan böyle benimle artık buluşamayacaksın Belki de dönüşte şu mescide ve kabrime uğrayacaksın!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Muâz’ın gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Peygamberimiz, ondan ağlamamasını istedi. Sonra da birbirlerinden ayrıldılar.
Muâz bin Cebel (r.a.), Resûlullah’ın vefatına kadar Yemen’de kaldı ve İslam’a orada hizmet etti. Orada bulunduğu süre içerisinde günden güne Müslümanların sayısı artıyordu. Yeni Müslümanlar önce kendisine biat ediyor, sonra da Medine’ye gidip Resûlullah’ı ziyaret ediyorlardı. Bir defasında sadece Nehâ kabilesinden 100 kişi onun vasıtasıyla Müslüman olmuş, sonra da Medine’ye gidip Resûlullah’ı ziyaret etmişlerdi.[6]
Muâz (r.a.), Hz. Ebû Bekir’in hilafeti zamanında cihat hizmetlerine katılmak üzere Şam’a gitmeye niyet etti. Hz. Ömer ise Medine’de Müslümanların kendisine olan ihtiyacını bildiği için, Hz. Ebû Bekir’den onu göndermemesini rica etti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’e şöyle karşılık verdi:
“Şehitlik arzu eden ve ona niyet eden birisine ben nasıl mâni olabilirim?!”[7]
Câbir bin Abdullah’a (r.a.) göre, Hz. Muâz sima itibarıyla çok güzel, ahlak bakımından çok üstün ve çok cömert idi.
İlme çok önem verirdi. Bu ehemmiyet verişidir ki, ona “ümmetin içinde haram ve helali en iyi bilen kimse” unvanını kazandırdı. Onun ilimle ilgili sözlerinden bir kısmı şöyledir:
“İlim öğrenin; çünkü o, Allah’a karşı korkunuzu artırır. İlim istemek ibadettir. İlmî müzakerelerde bulunmak Allah’ı tespih etmektir. İlimden bahsetmek cihattır. Bilmeyenlere öğretmek sadakadır. İlmi layık olanlara dağıtmak, kişiyi Allah’a yaklaştırır; çünkü ilim, haram ve helalin ölçülerini verir.”
“İlim, cennet ehlinin gideceği yolda kandil, yalnızlıkta dost, gurbette arkadaş, tenhalarda yoldaş, sevinçli ve kederli günlerde kılavuz, düşmana karşı silah ve dostlar yanında meziyettir.”
“İlim, cehaletten kararan kalpleri aydınlatır, karanlıkta görmeyen gözlere kandil olur.”
“Bahtiyar kimseler ilimden ilham alırlar, bahtsızlar ise ondan mahrum olurlar.”[8]
Muâz (r.a.) zaman zaman halka nasihatlerde bulunurdu. Bir keresinde öğüt isteyen birine şöyle dedi:
“Sana iki şey tavsiye edeceğim: Nerede olursan ol dünyadaki nasibinin seni arayıp bulacağını bil. Öyle ise sen dünyadan ziyade ahiretteki payına daha çok muhtaçsın. O hâlde ahiretteki payını dünyadakine tercih et.”
Bir defasında da oğluna şöyle demişti:
“Oğlum, namaz kıldığın zaman, [ahirete gitmek üzere] vedalaşan bir kimsenin namazı gibi kıl.”
Kendisinden nasihat isteyen birine Hz. Muâz şöyle diyordu:
“Oruç tut, fakat devamlı değil. Namaz kıl, fakat uykun için zaman ayır. Rızkın için çalış, fakat rızkımı kazanayım derken doğruluktan ayrılma. Müslüman olarak ölmeye çalış. Mazlumun bedduasından da sakın.”
Hz. Muâz fevkalade takva sahibiydi. Geceleri teheccüde kalkar ve şöyle dua ederdi:
“Yâ Rabbi! Gözler uykuya daldı, yıldızlar kayboldu. Ama Sen Hayy ve Kayyûm’sun, yâ Rabbi! Kıyamet günü bana iade edilmek üzere yanında bir hediye kıl. Sen verdiğin sözden dönmezsin, yâ Rabbi!”
Hz. Muâz, Şam’a gitti ve Hicret’in 18. yılında 38 yaşındayken vebadan vefat etti. Vefatının iyice yaklaştığını hissettiği sıralarda şöyle diyordu:
“Merhaba ey ölüm! Merhaba fakirlik zamanımda gelen sevgili ziyaretçi!
“Yâ Rabbi! Benim Senden korktuğumu Sen biliyorsun. Dünyayı ve sonu gelmez arzuların tatminini istemedim. Irmakların akışı, ağaç yapraklarının hışırtısı benim alakamı çekmedi. Bunları Sen biliyorsun, yâ Rabbi!”
Hz. Muâz bu sözlerinden sonra ağlamaya başlamıştı. Etrafında bulunanlar, “Sen ki, Resûlullah’ın bir sahabisisin, sen ki bu kadar fazilete sahipsin; böyle nasıl ağlıyorsun?!” dediler. Onlara şöyle cevap verdi:
“Siz benim, ölümden korktuğum veya dünyayı terk ettiğim için ağladığımı mı zannediyorsunuz? Ben öldükten sonra hangi tarafa [cennete veya cehenneme] gideceğimden emin olamadığım için ağlıyorum!”[9]
Hz. Muâz bu sözlerden biraz sonra vefat etti. Onun Hz. Ömer’in yanında ayrı bir yeri vardı. Vefat ederken kendisine, “Bize kimi halife bıraktın?” diyen birine şu cevabı verdi:
“Şayet Muâz bin Cebel sağ olsaydı onu halife bırakırdım. Rabb’ime kavuştuğumda Rabb’im bana ‘Kimi halife bıraktın?’ deyince, Senin kulun ve Resûlün Muhammed’in (a.s.m.), ‘Muâz kıyâmet günü, âlimlerin önünde tek başına bir cemaattir.’ buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim.”[10]
Hz. Muâz, Peygamberimizden birçok hadis rivayet etti. Bunlardan birkaç tanesinin meali şöyledir:
Resûlullah bana, “Cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?” diye sordu. “Allah ve Resûl’ü daha iyi bilir.” dedim. “Kulların Kendisine ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi Kendisine ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. Sonra tekrar, “Kullar bu vazifeleri yerine getirdiklerinde Cenâb-ı Hakk’ın onlara neler vaat ettiğini biliyor musun?” diye sordu. Ben “Allah ve Resûl’ü daha iyi bilir.” deyince, “Onlara azap etmemeyi.” buyurdu.[11]
“Bir kimse deve üzerinde düşmanla çarpışırsa cennet ona vacip olur. Bir kimse ihlasla şehit olmayı ister de sonra ölür veya öldürülürse, onun için şehit sevabı vardır. Bir kimse Allah yolunda yaralanır veya bir zahmet çekerse, kıyamet günü zaferan renkli ve misk kokulu olarak gelir.”[12]
Allah ondan razı olsun!
_________________________________
[1]Tirmizî, Menâkıb: 33.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 377-378.
[3]Mektûbât, s. 112.
[4]Müsned, 5: 231; Tirmizî, Menâkıb: 8.
[5]Ebû Dâvud, Vitir: 36.
[6]Tabakât, 3: 584; Hilye, 1: 346; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 10: 35-40.
[7]Tabakât, 1: 346.
[8]Tabakât, 2: 347.
[9]Üsdü’l-Gàbe, 4: 377-378.
[10]Tabakât, 3: 590.
[11]Müsned, 5: 228.
[12]age., 5: 231.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 377-378.
[3]Mektûbât, s. 112.
[4]Müsned, 5: 231; Tirmizî, Menâkıb: 8.
[5]Ebû Dâvud, Vitir: 36.
[6]Tabakât, 3: 584; Hilye, 1: 346; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 10: 35-40.
[7]Tabakât, 1: 346.
[8]Tabakât, 2: 347.
[9]Üsdü’l-Gàbe, 4: 377-378.
[10]Tabakât, 3: 590.
[11]Müsned, 5: 228.
[12]age., 5: 231.