Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İslam güneşinin ilk doğduğu yıllardı... Bu nur bazılarının gözünü kamaştırıyor, bazılarını da kendisine cezbediyordu. İslam nurunun etrafında hâlelenen yıldız­lar günden güne artıyordu, dünya ve ahiret bahtiyarlığına koşuyorlardı.
İlk Müslümanların safına girecek olan Ammar bin Yâsir bir gün Erkam’ın evinin önünde Suheyb bin Sinan’ı gördü. “Burada ne arıyorsun, ey Suheyb?” dedi. Suheyb de Ammar’a, “Sen niçin geldin buraya?” diye sorunca, Ammar, “Ben Muhammed’in huzuruna girip sohbetini dinlemek istiyorum.” dedi. Sü­heyb de “Ben de bunun için gelmiştim.” O anda aynı fikirde birleşen Ammar ile Suheyb, Peygamberimizin huzuruna girdiler.
Saatlerce Peygamberimizin nurlu sohbetini dinleyen bu iki bahtiyar, karanlık basıncaya kadar orada kaldılar. Peygamberimizin teklifi üzerine hemencecik ısındıkları İslam safına girdiler.
Kendilerinde bir hafiflik hissediyorlardı. Sevinçten uçuyorlardı. Ama çileli, zahmetli bir davete icabetle, işkence ve ıstırabı baştan kabul etmişlerdi. Çünkü Suheyb, İslam’a girdiğinde Müslümanların sayısı 30’u henüz geçmişti.[1]İlk saffı teşkil ediyorlardı. Bunun için müşriklerin hedefi olmuşlardı.
Hz. Suheyb, Hz. Abdullah bin Cüd’ân’ın azatlı kölesiydi. Bunun için yalnız­dı, güçlü bir kabilesi ve çevresi yoktu. Müslümanları yıldırmak ise müşriklerin tek vazifesiydi. Hele bir de sahipsiz birinin İslam’a girişini duyunca, zulüm da­marları daha da kabarıyordu.
İşte Suheyb bin Sinan da, İslam davası uğrunda müşriklerin zulmüne uğrayan Müslümanlardan birisiydi. Hz. Ammar ile Suheyb’e eşi görülmemiş zulümler tatbik ediyorlardı. Çıplak olarak zırh giydirip cehennemî güneşin kavurucu azabına terk ediyorlardı.
Bir defasında Mekke çarşısında Suheyb, Ammar ve Habbab birlikte giderler­ken müşriklerle karşılaştılar. İman kalesinin bu yüksek burçlarını bir arada gö­ren müşrikler, “İşte Muhammed’in beraber olduğu kişiler!” diyerek ağıza alın­madık hakaretler yaptılar. Çünkü onları yıldırmak için ellerindeki bütün işken­ce usullerini kullanıyorlardı. Ancak onlar müşriklerin karşısında susmadılar. Suheyb şöyle haykırdı:
“Evet, biz Allah’ın Peygamberi Muhammed’le beraberiz. Onunla oturup kal­kı­yo­ruz. Biz Allah’ın Peygamberine iman ettik, siz inanmadınız. Biz onu tasdik ettik, siz yalanladınız. Unutmayın! Biz Müslüman olduğumuz için değersiz de­ğiliz, siz de müşrik olduğunuz için asla üstün değilsiniz.”
Hz. Suheyb’in bu kahramanca cevabına tahammül edemeyen müşrikler, “Al­lah’ın ara­mızdan nimet ve rahmetine erdirdiği kimseler bunlar ha!”[2]diyerek Su­heyb’in üzeri­ne saldırdılar. Hırslarını, kinlerini onu döverek alıyorlardı. Konuş­masına fırsat vermiyorlardı. Suheyb’i öyle dövmüşlerdi ki, zavallı ne söylediği­ni bilemez hâle gelmişti…[3]
Ama Suheyb bütün bu işkencelere mukavemet ediyordu. Yapılan eziyetler onun için hak yolda sebat için bir teşvik kamçısı oluyordu. İmanı kat kat artıyor­du. Usanmak bıkmak bilmeyen bir azimle nurlu davayı omuzunda taşıma gay­reti içindeydi.
Bu çileli ve ıstıraplı günler sona ermeye başlamıştı. Peygamberimiz hicretle emro­lunmuş, Medine’ye gitmek için yola çıkmıştı. Müslümanlar, tek tek o nuru takip ediyorlardı. Onsuz geçen zamanı ölü, sohbetinden mahrum kaldıkları an­ları boş sayıyorlardı. Suheyb bin Sinan da hicrete karar vermişti. Bir nebze de olsa Mekkelilerin eza ve cefasından kurtulmuş olacaktı. Fakat bir türlü fırsatını bulamıyordu. Nihayet Hz. Ali’nin hicret ettiğini görünce, hazırlığını yapıp Me­dine yolunu tuttu.
Hz. Suheyb’in hicret ettiğini duyan müşriklerden bazıları peşine düştüler. Ona mâni olmak istediler. Nihayet yetiştiler. Mekke’den ayrılmasına müsaade etmeyeceklerini belirterek şöyle dediler:
“Sen Mekke’ye bir köle olarak geldin. Fakirdin. Bizim sayemizde zengin ol­dun. Burada kazandığın serveti beraberinde götürmek istiyorsun. Buna razı ola­mayız, seni bırakmayız!”
Müşriklerin bu tehdidine ehemmiyet vermeyen kahraman Suheyb, bineğin­den aşağı indi, torbasından okları çıkardı. Karşısından dikilen Mekkelilere, “Benim çok isabetli ok attığımı hepiniz bilirsiniz. Bu okların hepsi­ni üzerinize yağdırırım! Oklarım biterse kılıcımla müdafaada bulunurum. Kılı­cım elimde, oklarım çantamda bulundukça hiçbirinizi yanıma yaklaştırmam!” diye meydan okudu.
Bu cesurca hitabe karşısında düşmanların dili tutulmuştu. Söyleyecek bir şeyleri yoktu. Çünkü bu İslam fedaisinin kendilerine kolay kolay teslim olma­yacağını iyi biliyorlardı. Fakat Mekkeliler onu bırakmak niyetinde değildiler. Suheyb şu teklifte bulundu:
“Sizin gözünüz Mekke’deki servetimdedir. İlan ediyorum, ne kadar malım varsa hepsi sizin olsun. İstemiyorum. Çekilin yolumdan!”
Bu teklif, müşriklerin arayıp da bulamadığı bir şeydi. Suheyb beraberinde gö­tür­düğü mallarını da verince, müşrikler bayram ettiler. Suheyb dini, imanı uğ­runda malından, servetinden vazgeçmişti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber’e kavuşmayı her şeye tercih ediyordu.
Suheyb bin Sinan, Rebiülevvel ayının içinde Kuba’da Peygamberimizle mü­şerref oldu. Fakat çok yorulmuş, bitap düşmüştü. Mekke’den çıkarken yanında getirdiklerini de müşrikler gasbedince aç susuz bir hâlde, tahammül edilmez ıstıraplar içinde yolculuk etmişti. Öyle ki, ayağa kalkacak mecali kalmamıştı. Fa­kat Sevgili Peygamberimize kavuşması bir anda bütün yorgunluğunu dindir­di.
Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) yanındaydılar. Önlerin­de taze yapraklı, salkım salkım hurmalar bulunuyordu. Suheyb’in yolda gözü ağ­rımış, karnı da çok acıkmıştı. Hz. Suheyb kendisine ikram edilen hurmaları he­men yemeye başladı. Bunu gören Hz. Ömer, Re­sû­lul­lah’a, “Yâ Re­sû­lal­lah, Suheyb’e bakın. Gözü ağrıdığı hâlde yaş hurmayı yiyor!” dedi. Peygamberimiz, “Ey Suheyb, gözün ağrıdığı hâlde yaş hurmayı niçin yiyor­sun?” buyurdu. Peygamberimizin bu ikazı karşısında Suheyb, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben hurmaları gözümün ağrımayan kısmıyla yiyorum!” dedi. Bu latif cevap üzerine Peygam­berimiz tebessüm buyurdular.[4]
Bu konuşmalardan sonra Suheyb bin Sinan, Mekke’den çıktığı sırada karşı­laştığı hadiseyi Peygamberimize anlattı: “Yâ Re­sû­lal­lah, siz Mekke’den çıktığınız sırada müşrikler beni yakalayıp ezi­yet ettiler. Ben de servetimi vererek kendimi ve ailemi satın aldım!”
Suheyb’i dinleyen Peygamberimiz ona müjdeyi verdi: “Ey Ebû Yahya, sen bu alış verişten kârlı çıktın, ziyan etmedin.”
Bu konuşmaların üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:
“İnsanlardan Allah’ın rızasını kazanmak için canını seve seve feda edenler var. Allah ise kullarına karşı çok şefkatlidir.”[5]
Hz. Suheyb bundan sonra Sa’d bin Heyseme’nin misafiri oldu. Burada sahabilerin bekâr olanları kalıyordu. Akabinde de Sevgili Peygamberimiz, Suheyb bin Sinan ile Hâris bin Samme arasında kardeşlik akdi yaptı.
“İlk Müslümanlar dörttür: Ben Arap milletinin ilk Müslüman’ıyım. Suheyb bin Sinan Rumların ilk Müslüman’ı, Selmân-ı Fârisî Farsların ilk Müslüman’ı, Bilâl de Habeşlilerin ilk Müslüman’ıdır.”
Peygamberimiz bu mübarek sözleriyle, Suheyb bin Sinan’ın Müslümanlar arasında ayrı bir yeri olduğunu belirtiyordu.
Hz. Suheyb’in asıl doğduğu yer Musul havalisinde Dicle kenarına yakın bir yerdir. Babası ve amcası kisra tarafından Übülle hâkimliğine tayin olunmuş ve orada bulunmuşlardı. Bilahare Rumlar bu havaliye hücum edip Übülle’yi zaptetmişler, orada buldukları her şeyi ele geçirip yağmalamışlardı. Bu sırada esir düşenler arasında küçük bir çocuk olan Suheyb bin Sinan da vardı. Sonra Benî Kelb kabilesinin eline geçmiş, oradan da Abdullah bin Cüd’ân’a köle olarak sa­tılmıştı. Daha sonra da aynı kişi tarafından azat edilmiştir.[6]
Suheyb, İslam’ın ilk devrelerinde imanını açıklayan yedi kişiden dördüncüsüy­dü. Bunlar Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir, Bilâl-i Habeşi, Suheyb bin Sinan, Habbab, Am­mar bin Yâsir ve Sümeyye (Ammar’ın annesi) idi.
Hz. Ömer, Hz. Suheyb’i çok severdi. Ona her zaman lütuf ve ikramda bulu­nurdu. Hz. Ömer bir mecusi tarafından yaralandığında şûra ehlini topladı, onla­ra, içlerinden birisini halife seçmelerini tavsiye etti. Bu sırada Hz. Suheyb’i de davet ederek, yeni halifenin seçilişine kadar imameti ona verdi. Hz. Suheyb bu mühim vazifeyi üzerine aldı, cemaate namaz kıldırdı. Hz. Ömer’in dâr-ı bekaya irtihâlinde ise onun cenaze namazını kıldırdı. Suheyb bin Sinan’ın hilafeti sade­ce üç gün sürdü. Bundan sonra Hz. Osman halife seçildi.
Sahabiler arasında temiz mizacı, fazilet ve olgunluğu, hazırcevaplığı ve tatlı latifeleri, nezih ve zarif sohbetleriyle temayüz eden Suheyb bin Sinan, yabancı­lara merhameti ve misafirperverliğiyle tanınmıştı.
Hz. Ömer bin gün Suheyb’e sordu: “Yâ Suheyb, sen çok yemek yediriyorsun. Malını israf ediyor sayılmaz mısın?”
Suheyb şu cevabı verdi:
“Benim fazla yemek yedirmem Resûl-i Ekrem’den işittiğim şu hadisten sonra artmıştır: ‘Sizin en hayırlınız, yemek yediren ve selam verendir.’ İşte, fazla ikramda bulunmam bunun içindir.”
Hicret’in 38. yılında vefat eden Hz. Suheyb 73 yaşındaydı. Cennetü’l-Baki’ye defnolundu.

______________________________________

[1]Tabakât, 3: 227.
[2]En’am Sûresi, 53.
[3]İsâbe, 2: 195.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 3: 31.
[5]Bakara Sûresi, 107.
[6]Üsdü’l-Gàbe, 3: 31.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Peygamberimizin kölelikten efendiliğe yücelttiği, insanların en şereflileri ara­sına kattığı ve Ehl-i Beyt’inden saydığı bahtiyar zatlardan birisi de Hz. Sev­bân’dır (r.a.).
Hz. Sevbân aslen Yemenliydi. Esir olarak satılıyordu. Peygamberimiz esaret parasını vererek onu hürriyetine kavuşturdu, sonra da serbest bıraktı. Fakat Hz. Sevbân, engin şefkat deryası olan Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu fark eden Peygamberimiz, kendisine şu teklifte bulundu:
“İstersen ailenin yanına dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i Beyt’imizin arasında bulun.”
Bu, Hz. Sevbân’ın dört gözle beklediği bir teklifti. Hiç düşünmeden, Kâinatın Efendisi’yle beraber kalmayı kabul etti.[1]
Hz. Sevbân böylece Peygamber ailesinin hizmetinde bulunma şerefine erdi. Aynı zamanda Peygamberimizin hususi hizmetkârlık vazifesini de yürüttü. Akıllı, dirayetli ve zeki bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde isteklerini yerine getirirdi.
Hz. Sevbân, Peygamberimizle olan bir hatırasını şöyle anlatır:
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) sefere çıkacağı zaman en son olarak kızı Hz. Fâtıma’ya (r.anha) uğrardı. Dönüşünde de ilk önce Hz. Fâtıma’nın evine giderdi. Bir seferden dönmüştü… Hz. Fâtıma kapının üzerine bir örtü asmıştı. Hasan’la Hüseyin’in de (r.a.) kollarında gümüşten iki bilezik vardı. Peygamberimiz bunları gördü, Hz. Fâtıma’nın yanına uğramadan geçti. Hz. Fâtıma, Re­sû­lul­lah’ın eve girmeyişinin, kapıya astığı perdeden ileri geldiğini anlamıştı. Derhâl perdeyi çekti. Çocukla­rın kollarındaki bilezikleri çıkardı, ellerine vererek nur dedelerine gönderdi. Hasan’la Hüseyin ağlayarak Re­sû­lul­lah’ın yanına gittiler. Re­sû­lul­lah, bilezikle­ri çocuklardan aldı, bana da şöyle buyurdu:
“Ey Sevbân, bunları falan aileye götür, Fâtıma için aşık kemiğinden yapılmış bir ger­danlık ve fil dişinden yapılmış iki bilezik satın al. Çünkü bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir, dünyada iken cennet nimetlerini yemelerini hoş görmem!”[2]
Hz. Sevbân, Peygamberimize çok hürmet eder, ona karşı yapılan en ufak ka­balığa tahammül edemez, âniden tepki gösterirdi. Bazen bu şiddetli bağlılığı dolayısıyla sıkıntılara katlandığı da olurdu.
Bir defasında bir Yahudi gelerek Resûl-i Ekrem’le (a.s.m.) konuşmak istedi, “Esse­lâ­mü aleyke yâ Muhammed!” diye hitap etti. Hz. Sevbân, Yahudi’nin Pey­gamberimize adıyla seslendiğini duyunca, bunu bir hürmetsizlik bilerek hemen müdahale etti. “Neden ‘Yâ Re­sû­lal­lah’ demedin?!” diye çıkıştı. Daha da ilerleterek Yahudi’yle kavgaya tu­tuştu. Bir-iki yerinden de yaralandı. “Re­sû­lul­lah’a sadece ismiyle hitap etmeyi bir hata telakki ederim.” dedi. Sevbân’ı yatıştıran Peygam­berimiz, “Benim aile içindeki ismim Muhammed’dir.” buyurdu.[3]
Hz. Sevbân, Re­sû­lul­lah’tan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Pey­gamber âşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla bazen Re­sû­lul­lah’tan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir hâlde Resûl-i Ekrem’in huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı.
Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu: “Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?”
Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı:
“Ne hastalığım ne de ağrım var. Hiçbir şe­yim yoktur, yâ Re­sû­lal­lah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemaline bakıyor, yanın­da oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar mu­habbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum! Sonra ahireti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum! Çünkü siz cennette di­ğer peygamberlerle beraber yüksek makamlarda bulunacaksınız. Ben ise cen­nete girsem bile senin derecenden aşağı makamlarda bulunacağımdan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum…”[4]
Hz. Sevbân’ı dinleyen Peygamberimiz ona cevap vermeye hazırlanırken he­men Cebrâil (a.s.) geldi ve şu âyeti okudu:
“Kim Allah’a ve peygamberlere itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriş­tirdiği peygamberlerle, dosdoğru olanlarla, şehitler ve salih kimselerle bera­berdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar!”[5]
Vahyin tamamlanmasından sonra Hz. Sevbân’ın sevincine diyecek yoktu. Sevincinden âdeta çocuk gibi olmuştu. Re­sû­lul­lah’a olan muhabbetinin ücretini daha dünyadayken aldığı gibi, onun mübarek simasını cennette görebilme müj­desini de alıyordu.
Peygamberimiz, hazır bulunanlara bir seferinde şöyle buyurmuştu:
“Kim bana bir meselede tekeffül ederse ben de ona cenneti tekeffül ederim.”
Bunun üzerine Hz. Sevbân acele davranarak, “Ben!” dedi. Peygamberimiz de, “Kimseden bir şey isteme ve sual sorma!” buyurdu.
Bundan sonra Hz. Sevbân kimseden bir şey istemedi. Hattâ binekteyken kam­çısı yere düşecek olsa, onu kimseden istemez, iner, kendisi alırdı.[6]
Peygamberimiz hayatta olduğu müddetçe Hz. Sevbân hizmetinden ayrıl­madı. Bütün ömrünü Re­sû­lul­lah’ın uğrunda feda etti. Bunun mükâfatını da dün­yadayken alma bahtiyarlığına kavuştu. Yukarıda zikredilen hadisle cennete hak kazandığı gibi, aynı zamanda Ehl-i Beyt’ten de sayıldı.
Hz. Sevbân’ın da bulunduğu bir sırada Peygamberimiz, ailesi için dua ediyor­du. Hz. Sevbân, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben de Ehl-i Beyt’tenim.” dedi. Bu sözü üç defa tekrarlayınca Peygamberimiz kendisini kabul ederek, “Evet, sen de bizdensin; fakat kimsenin kapısına dikilmemek ve kimseden bir şey istememek şartıyla!” buyurdu.[7]Çünkü başkasından sadaka kabul etmek ve minnet altına girmek Ehl-i Beyt’e yakışmayan bir sıfattı.
Hz. Sevbân, Peygamber ailesinden sayıldığını duyunca dünyalar kendisinin oldu. Bütün hayatı boyunca da Peygamberimizin bu tavsiyesine riayet etti.
Hz. Sevbân, Peygamberimizle birlikte olduğu müddetçe ondan duyduğu ha­disleri hemen ezberler, muhafaza ederdi. Bu sayede sahabilerin hadis âlimleri arasına girmişti. Sahih hadis kitaplarında 127 rivayeti bulunmaktadır.[8]Ayrıca hadis sahasında pek çok talebe yetiştirmişti. Aynı zamanda İslam hukukunda da derin bilgiye sahipti.
Peygamberimiz irtihâl edince Hz. Sevbân Medine’de ancak üç gün kalabildi. Nereye baksa Peygamberimizi hatırlıyor, ayrılığa dayanamıyordu. O da Hz. Bilâl-i Habeşî gibi Medine’den ayrıldı. Şam bölgesine gitti, Remle’ye yerleşti. Daha sonra Mısır’ın fethine katıldı. Son senelerini Humus’ta geçirdi. Hicret’in 54. senesinde de vefat etti.
Allah ondan razı olsun!
Hz. Sevbân’ın rivayet ettiği hadislerden birisi şu mealdedir.
“Bir zaman gelecek, obur kimselerin çanağa eğilip toplandıkları gibi, millet­ler de her cihetten sizin aleyhinizde toplanıp birleşecekler.”
Bizler, “Yâ Re­sû­lal­lah, biz o gün sayıca az mıyız?” dedik.
Peygamberimiz, “Belki siz o gün çok olacaksınız, fakat siz sel suyunun taşı­dığı çer çöp gibi dağınık olacaksınız. Düşmanlarınızın kalbinden korku çıka­cak, sizin kalbinize ise vehn girecek.”
Biz, “Vehn nedir?” diye sorduk.
Re­sû­lul­lah, “Vehn, dünya hayatını sevmek, ölümü hoş görmemektir.” buyur­du.[9]

____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 1: 249.
[2]Müsned, 5: 275; Ebû Dâvud, Tereccül: 21.
[3]Muhtasar Tefsir-i İbni Kesir, 1: 411; Esbâb-ı Nüzul, s. 158-159.
[4]Nisâ Sûresi, 69.
[5]Asr-ı Saadet, 3: 387; Müstedrek, 5: 481.
[6]Müsned, 5: 277.
[7]İsâbe, 1: 204.
[8]Tecrid Tercemesi, 4: 64.
[9]Müsned, 5: 278; Ebû Dâvud, Melâhim: 5.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Selmân, mecusiler arasında dünyaya gelmişti. Ateşe tapan insanlar arasında kü­çük bir çocuktu. Babası Büzahşan, İran’ın çiftlik ağalarındandı. Oğlunu çok se­ver, yanından ayırmaz, sanki kaçıp gidecekmiş gibi evden dışarı çıkarmaktan korkardı.
Selmân yetişkinlik çağına girdiği sıralar, mecusilerin ibadet yerine gider, oranın fah­rî bekçiliğini yapardı. Mukaddes sayılan ateşin sönmemesi için de­vamlı yakardı.
Küçük Selmân’ın içinde sürüp giden bir boşluk, bir hasret, bir istek ve bir işa­ret vardı. Akşamları kızıllaşan ufka dalar, sabahları uzak bir işaret hülyasına bağlanmış gibi güneşin ışıltılarına dikkat kesilirdi. Sanki hep haber bekler­di.
Babası bir gün Selmân’ı çiftliğe göndermişti. Yolda birtakım garip sesler du­yan Sel­mân, sesin geldiği tarafa döndüğünde Hıristiyanların ibadet ettiği bir ki­liseyi gördü. Merakla kiliseden içeri girdi. Nasıl olup bittiğini bilmeden ayine katılan Selmân, çiftliği, köyü unutup akşama kadar orada kaldı. Âdeta kendisin­den geçen Selmân, bu ayinden aldığı zevki, babasının dininden aldığı zevkten daha tesirli buldu. Ayinde bulunan Hıristiyanlardan, dinleri hakkında bilgi aldı. Bu dinin aslının nerede bulunduğunu sordu. Onlar da Şam tarafını işaret etti­ler.
Gün erimiş, çabucak akşam olmuştu. Selmân isteksiz bir şekilde eve dön­müştü. Babası, izinsiz kaybolduğu için hiddetlenmiş, fakat oğlunu gördüğü için de sevinmişti. Selmân başından geçenleri anlattı. Açıkça, mecusiliği beğenmediğini, onun kendisini tatmin etmediğini, Hıristiyanlığı daha üstün bulduğunu söyledi. Babası, söylediklerinden dolayı Selmân’a şiddetle kızdı. “Bunları nasıl söyleyebiliyorsun?!” diye onu azarla­dı. Fakat Selmân fikrinde ısrar ediyordu. Babası, ayaklarına zincir vurarak Selmân’ı hap­setti.
Babasının bu hareketi Selmân’daki düşünceyi değiştirmek şöyle dursun, daha da kuv­vetlendirmiş, bu yeni dine girme arzusunu daha da şiddetlendirmişti.
Selmân bir gün, bir yolunu bulup zincirleri çözdü, evden gizlice kaçtı. Şam ta­raf­la­rı­na gitmekte olan bir kervana katıldı. Şam’a vardığında, Hıristiyanlığın en ileri geleniyle görüşmek istediğini söyleyince, onu papazın huzuruna çıkardı­lar. Selmân, papaza, dinlerini kabul ettiğini, yanlarında kalıp hizmet etmek iste­diğini söyledi. Fakat papaz sahtekârın birisiydi. Halktan topladığı paraları ken­disi için biriktiriyor, onları aldatıyordu. Çok geçmeden papaz öldü. Selmân du­rumu halka açıkladı. Altınları sakladığı öğrenilince, papazın cenazesi halk tara­fından taşa tutuldu. Böylesi çirkin bir manzara bile, Selmân’ı yeni dininden soğutmamıştı. Onun ruhunda daima daha iyiye, daha güzele ve hakikate hasret vardı.
Ölen papazın yerine gelen din adamı, Selmân’ın beklediği ve benimsediği bir insandı. Dünyaya ehemmiyet vermeyen, gece-gündüz ibadetle meşgul olan, dinî vecd ve heyecanla kendisinden geçen bu zat da çok geçmeden hastalandı ve Selmân’a çok tesir eden şu nasihati yaptı:
“Evladım, bugün dünya helaket girdabında yüzüyor. Hak dini değiştirip emir ve yasakların çoğunu terk ettiler. Benden sonra Musul’daki falan kimseye git­meni tavsiye ederim, çünkü o da benim yolumdadır.”
Selmân, bu zatın vefatından sonra Musul’a gitti. En iyiye, en güzele ve haki­kate varmak arzusuyla didiniyor, araştırıyor, dağlar dereler aşıyordu.
Musul’a ulaşınca papazı buldu. Gerçekten bu da, ölen papaz gibi dinine bağlı biriydi. Fakat hayatının son yıllarını yaşıyordu. Sanki iyilerin hasat mevsimi yaşanıyor, birer birer ebedî âleme göçüyorlardı.
Selmân, Musul’dan Nusaybin’e, oradan da Amuriye’ye—Anadolu’da Sivrihi­sar’ın o zamanki adı—geçti. Orada, hak dinin, kalan son faziletli rahibinin huzu­runa çıktı. Dinî hakikatlerin arayıcısı ve hasretlisi olan Selmân, dinî hizmetle kendisinden geçmiş olan bu insanın hizmetinde bulunmayı şeref bildi. Burada çalışıp bir miktar koyun ve sığır elde etti. Bir gün gelir, paraya şiddetle ihtiyacı olabilirdi. Amuriye’deki zatın Sel­mân’a nasihati, hepsinden daha ibretli, daha düşündürücü, daha hikmetliydi.
“Oğlum, dünyada artık bizim mesleğimiz ve yolumuz üzerinde bulunan kim­seyi tanımıyorum. İbrahim’in dini üzerine gönderilecek peygamberin gelmesi yakındır. O, Arap topraklarında zuhur edecek, sonra iki taşlık arasında bir yere hicret edecektir. Bu iki taşlık arası hurmalıktır. Onun üzerinde bazı alamet ve işaretler olacaktır. Hediyeyi kabul edip yiyeceği hâlde, sadakadan yemeyecek­tir. Ayrıca iki küreği arasında ‘Nübüvvet Mührü’ bulunacaktır. Bir yolunu bu­lursan benden sonra o diyara gidersin.”
Bu sözleri can kulağıyla dinleyen Selmân’ın kalp ve dimağında yepyeni bir dünyanın, bir iman ve saadet dünyasının müjde ışıltıları parlıyordu.
Selmân’ın gözü şimdi Arabistan taraflarına gidecek bir kervandaydı. “Ara­yan bulur.” gerçeği nihayet tahakkuk etti. Parasına karşılık kervancılarla yolcu­luk için anlaştı.
Günlerce kızgın çölde yol aldılar ve “Vâdi’l-Kura” denilen yere ulaştılar. Ker­van bu­rada konakladı. Kervancıların içinde bulunan bazı zalim kimseler Selmân’ı köle olarak bir Yahudi’ye sattılar. Selmân hayatını bundan böyle bir Yahudi’nin kölesi olarak ge­çirecekti.
Fakat Selmân, köleliğe aldırmıyor, devamlı o rahibin anlattıklarının heyeca­nı ve dalgalanmalarıyla yaşıyordu. Yahudi’nin bahçesinde çalışırken bile, “Aca­ba iki taşlık arasındaki hurmalık burası olmasın?!” diye içinden geçiriyordu.
Selmân durmaksızın çalışıyor, sahibinin emrine tabi olmaktan başka bir şey yapamıyordu. Bir gün yine bahçede çalışırken, Kurayzaoğullarından biri çıkageldi. Varlıklı bi­ri olan bu zat, Yahudi’den Selmân’ı satın aldı. Değişen bir şey yoktu. Şimdi, bir başka­sının emrindeydi. Ne var ki, yeni sahibinin kendisini ge­tirdiği yer Medine idi. Selmân, Medine’yi görür görmez tanımıştı. Yıllardır ha­yalinin peşine takılıp koştuğu, muhayyilesinde canlandırdığı “iki taşlık arasın­daki hurmalık” gerçek oluyordu. Selmân, olup bitenlerin derin ve sarsıcı heye­canı içindeyken kimseye bir şey söylemiyor, bir şeyden söz açmıyordu.
Yıllar yılları kovaladı. Zaman, sel dolaplarını çalıştırdı. Bütün varlıkların, bütün kalp ve akıl sahiplerinin, bütün medeniyetlerin, bütün kâinatın beklediği nur doğdu. Hz. Muhammed’e (a.s.m.) peygamberlik vazifesinin geldiği duyul­du. Herkes ve her şey buna dikkat kesiliyordu. Herkes bunu konuşuyordu. İki ki­şi bir araya gelse, Mekke’de peygamberlik dava eden, o mukaddes ve mualla in­kılabı hazırlayan Yüce Peygamber’den söz ediyordu. Selmân konuşulanları din­ledikçe, kalbindeki, şuurundaki sırrın ve zihnindeki ukdenin çözüleceğine ina­nıyordu. Ve, o Yüce Peygamber’i görmek, ona tabi olmak, onun mecnunu, onun pervanesi, onun hizmetkârı, onun kölesi olmak iştiyakıyla yanıyordu. Hayat Selmân’ın gözünde bir şeyi fethetmenin ifadesiydi. Tâ çocukluğundan beri bu fethin arzusuyla yaşamıştı. Şimdi bu arzu, Selmân’ı daha kuvvetli ve şiddetli bir şekilde sevk ediyordu. Oysa Selmân, şimdi birinin kölesi, birinin malıydı. Hem Mekke’den de epeyce uzakta bulunuyordu.
Yine bir gün Selmân, bahçede sahibinin işinde çalışmakla meşguldü. Sahibi, bir ağacın gölgesinde dinleniyordu. Sahibinin bir akrabasının, öteden söylene­rek geldiğini gördü: “Allah belasını versin! N’oldu, biliyor musun?” Selmân’la sahibi dikkat ke­sildiler, “N’oldu?” dedi Selmân’ın sahibi. Adam, “Mekke’de peygamber olduğunu söyleyen bir adam var ya, kalkmış, buraya gelmiş. Kuba’da. Kalabalık, etrafına toplanmış, anlattıklarını dinliyordu. Bun­dan böyle bize huzur yok!” diye cevap verdi.
Selmân, hummaya tutulmuş hasta gibi titredi. Ürpertiyle yığılıp kaldı. Sahi­binin kollarına düşüyordu nerdeyse. “Ne dedin, ne dedin?” diye heyecan ve hayretini, sevinç ve neşesini gizleyemedi. Köle olduğunu unutmuştu. Öfkeyle irkilen sahibi, “Bundan sa­na ne, nasıl işini bırakıp söze karışıyorsun?!” diyerek, kızgınlıkla Selmân’a bir tekme sa­vurdu ve onu yere yıktı.
Selmân hiçbir şey hissetmiyordu. Hayatta mıydı, değil miydi, bilmiyordu. Kalbinin bağlandığı heyecan, yıllardır hasretlisi olduğu müjde ve o Yüce Pey­gamber’e kavuşmak isteğinden başka bir şey duymuyordu. Bir an önce gidip, kal­binde saklayıp büyüttü­ğü sırların gerçekleşeceğini görecekti. Dişinden tırna­ğından arttırıp bir şeyler biriktir­di. Akşam hava kararınca gizlice Kuba’nın yolu­nu tuttu. Re­sû­lul­lah’ın huzurundaydı ar­tık:
“Sizin salih bir insan olduğunuzu duydum. Yanımda biriktirdiğim bir miktar sadakam var, lütfen kabul eder misiniz?”
Allah’ın Resûl’ü, sadakayı aldı, yanındaki sahabilere dağıttı.
Selmân’ın vakti yoktu. Müsaade isteyip ayrıldı. Kalbindeki düğümlerden biri daha çözülmüştü.
Tekrar bir şeyler biriktirmeye başladı. O sıra Re­sû­lul­lah’ın Medine’ye geldiği­ni öğren­di. Sadakayı yemeyen Re­sû­lul­lah’ın, hediyeden yeyip yemeyeceğini öğ­renmek istiyor­du. Bir yolunu bulup aceleyle Allah’ın Resûl’ünün (a.s.m.) huzuruna vardı. “Bu sefer arz ettiğim, bir hediye olarak hazırlanmıştır.” dedi. Re­sû­lul­lah, hediye olarak getirilen yiyecekten “Bismillah!” diyerek yedi ve yanındaki sahabilere de yemeleri için verdi.
Böylece bir başka sır daha çözülmüştü. Her defasında kendisini ona daha ya­kınlaşmış, daha bağlanmış hissediyordu. Bu hissedişle içinde engin bir sevinç dalgasının çağıldayışını duyuyordu.
Şimdi sıra, rahibin üçüncü söylediğine, “Nübüvvet Mührü”ne gelmişti. Bunu nasıl yapacak, nasıl öğrenecekti? İki kürek kemiği arasını nasıl görebilecekti? Tereddüt ve üzüntüyle dolu iken, Re­sû­lul­lah’ın Baki Kabristanı’nda olduğunu haber aldı. Peygamberimiz, vefat eden bir sahabinin cenazesi için buraya gel­miş bulunuyordu. Selmân fırsatı kaçırmak istemedi. Hemen koşup kabristana vardı. Re­sû­lul­lah’ı sahabilerle sohbet ederken buldu. Re­sû­lul­lah’ın üzerinde iki parçalı ihram elbisesi bulunuyordu. Selmân selam verip Re­sû­lul­lah’ın arka tara­fına geçmek istedi. Re­sû­lul­lah, Selmân’ın meraklı ve telaşlı hâlini sezdi ve he­men ridasını sıyırarak sırtındaki “Nübüvvet Mührü”nü görme­sini sağladı. Selmân, Re­sû­lul­lah’ın ayaklarına kapanıp hıçkırıklarla ağladı. Ruhunda kay­naşan, kalbinde çağlayan bütün varlığını, var oluşunu kuşatan İlahî vecd ve heyecan, ruhunun penceresi olan gözlerinden damla damla yaş hâlinde toprağa dökülü­yordu. Onun karşısında kendi varlığını unutmuştu. Re­sû­lul­lah’ın “Bu tarafa dön!” hitabıyla kendine geldi. Tatlı bir rüyadan, bitmeyecekmiş gibi olan bir rü­yadan uyandı. Girdiği müjdeli ve ışıklı âlem genişledi. Ruhundaki hasretin du­rulduğunu, soruların cevaplandığını, benliğinin sükûna erdiğini hissediyordu. Şimdi, gerçek dünya onundu sanki; her şey onundu...
Baba ocağından kaçıp gurbetlere, köleliğe, çile ve ıstıraplara muhatap olma­sı, tatlı ve zevkli bir hazza dönüşüyordu. Artık gerçek hürriyete kavuşmuş, ru­hundaki dünya zincirlerini kırıp parçalamıştı.
Hz. Selmân, Müslüman olduktan sonra gerçek hürriyete kavuşmuştu. Ama maddi kö­leliği sona ermemişti. Peygamberimizin gönlü bu kimsesiz sahabisinin köle olarak ha­yatını devam ettirmesine razı değildi. O devirde köleler, efen­dilerinin istedikleri para­yı temin edip verirse, anlaşmaya göre hürriyetlerine ka­vuşabiliyorlardı. Peygamberimiz de Hz. Selmân’a, böyle bir anlaşma yaparak hürriyetine kavuşabileceği fikrini verdi.
Hz. Selmân bu hususu Yahudi’ye açtıysa da onu razı edemedi. Sonunda Hz. Selmân’ın veremeyeceğine inandığı ağır bir bedel istedi. Şayet meyve verir hâle gelecek şekilde 300 tane hurma ağacı yetiştirir, ayrıca 40 okka da altın verirse onu serbest bırakacaktı. Bu, normal şartlar altında kısa zamanda mümkün olmayan bir şeydi. Peygambe­rimiz (a.s.m.) bunu haber alınca, Ashâb’a, “Karde­şinize yardım ediniz.” buyurdu. Sa­habiler güçleri nispetinde yardımda bulundu­lar, hurma fideleri getirerek Hz. Selmân’a verdiler. 300 fide tamamlandığın­da Peygamberimiz, Selmân’a (r.a.) hitaben, “Bunların çukurlarını kazdıktan sonra bana haber ver.” buyurdu.
Sahabilerin de yardımıyla çukurlar kısa zamanda hazırlandı. Tamam olunca da Peygamberimize haber verildi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) gelerek mübarek elleriyle hurma fidelerini teker teker dikti. Fidanlar daha o yıl hurma verdi. Böylece Hz. Selmân’ın borcunun bir kısmı Müslümanların himmeti, Peygamber Efendimi­zin mucizesiyle ödenmiş oldu. Selmân, borcunun tamamı ödenmediği için esa­retten kurtulamamıştı. Borcun diğer yarısı için bir mucize daha gerçekleşti.
Peygamberimiz bir gün Ashâb ile birlikte otururken sahabilerden birisi elin­de yumurta büyüklüğündeki bir altını tasadduk etmesi için Peygamberimize sundu. Bir kölenin hürriyetine kavuşması için verilen sadakanın fakire verilen sadakadan daha üstün ol­duğunu beyan buyuran Peygamberimiz, sahabilerden, Hz. Selmân’ı arayıp getirmeleri­ni istedi. Sahabiler onu buldular ve Re­sû­lul­lah’ın huzuruna getirdiler. Peygamberimiz elin­deki altını Hz. Selmân’a uzattı. “Bu al­tını al, borcunu öde.” buyurdu. Hz. Selmân, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu altın, Yahudi’nin istediği ağırlıkta değil!” deyince de şöyle buyurdu:
“Al bunu, Cenâb-ı Hak bu­nunla senin hakkını öder.”
Hz. Selmân diyor ki: “Allah’a yemin ederim ki, o altı­nı tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürdüm, onu efendime verdim ve böylece kölelikten kurduldum.”[1]
Cenâb-ı Hak, Hz. Selmân’ın hâlis niyetine ve ileride yapacağı üstün hizmetle­re peşin mükâfat olarak Peygamberimize bu mucizeleri ihsan etmişti.
Hz. Selmân kölelikten kurtulduktan sonra Peygamberimizin hizmetine girdi. İhtiyaçları Ashâb tarafından karşılanan ve kendilerini tamamen Peygamber Efendimizin sohbetine ve ondan ilim tahsil etmeye hasreden “Suffe Ashâbı” arasına girdi. Peygamberimiz kendisini Ebû’d-Derdâ ile kardeş yaptı.
Re­sû­lul­lah’ın yanında Hz. Selmân’ın ayrı bir yeri vardı. Bir hadislerinde bunu şöyle beyan buyururlar:
“Allah bana Ashâbımdan hususi olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti. Bunlar Ali, Mikdad bin Esved, Selmân ve Ebû Zer’dir.”[2]
Müşrikler Uhud Savaşı’nda kesin bir netice elde edememişlerdi. İslam’a ve Müslümanlara olan düşmanlıklarını devam ettirmekte ısrarlıydılar. Çünkü göz­lerini şirkin zifirî karanlığı bürümüştü. İslam’ın nurunu göremiyorlardı. Hicret’in 5. yılında kalabalık bir ordu hazırladılar. Bu defa Müslümanların tamamı­nı ortadan kaldırma emelini besliyorlardı. Maddi bakımdan bu azgın müşrik gü­ruhuna Müslümanların karşı durmaları zordu. Diğer taraftan Medine üç taraftan açık bir şehirdi. Bu itibarla müdafaası son derece güçtü.
Peygamberimiz bu vaziyet karşısında hiç metanetini bozmadı. Ümitsizliğe kapılmadı. Çünkü o, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine yardım edeceğine inanıyordu. Fakat bununla beraber tedbir almayı, hazırlıklı bulunmayı ihmal etmiyordu. Konuşulabilecek, yapılabilecek şeylere başvurdu. Her zaman olduğu gibi sahabileriyle istişare etti. Onlar da teker teker görüşlerini açıkladılar. Sıra Hz. Selmân’a geldi. Selmân fikrini şöyle açıkladı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Bizler İran’da düşman süvarilerinin hücumuna karşı bazen etrafımızı hendekle çevirirdik. Şimdi de böyle yapamaz mıyız?”
Hz. Selmân’in bu fikri başta Peygamberimiz olmak üzere bütün Müslümanla­ra cazip geldi. Hepsinin hoşuna gitti. Re­sû­lul­lah, sahabilerle birlikte Medine’yi savunmak için hendek kazılması gereken yerleri tespit etti. Daha sonra da Müslümanları gruplara ayırarak herkese kazacağı yeri gösterdi. Hendek kazma işine Muhacir ve Ensar’dan genç-ihtiyar herkes katıldı.
Hendek kazma işi devam ederken Peygamberimiz, “Allah’ım! Ahiret saade­tinden başka saadet yoktur; Sen Ensar ile Muhacir’i affet!” diye dua ediyordu.
Müslümanlar da hep bir ağızdan, “Biz sağ oldukça Allah yolunda cihat etmek üzere Re­sû­lul­lah’a biat ettik, söz verdik!” diye mukabelede bulundular.
Hendek kazma işinde Selmân-ı Fârisî, Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yeman, Nûman bin Mukarrin ve daha başka sahabilerin bulunduğu bir gruba düşmüştü. Güçlü kuvvetli bir bünyeye sahipti. Üstelik bu işte tecrübeliydi. 10 kişilik yeri tek başına kazabiliyordu.
Gözü dönmüş müşriklerin Medine’ye hücum ettiği bir zamanda böyle bir mü­dafaa üsulü teklif ettiği için Müslümanlar Hz. Selmân’a sahip çıkmada yarışa girmişlerdi. Muhacirler “Selmân bizdendir.” diyerek onu kendilerinden sayar­ken, Ensar da “Selmân bizdendir. Biz ona sahip çıkmaya daha layıkız!” diyorlar­dı. Peygamber Efendimiz, Ensar ile Muhacir’in Selmân hakkındaki bu konuş­malarını işitince hepsinin memnun kalacağı şu sözleri söyledi:
“Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’imizdendir.”
Bu müjdeyi duyan Hz. Selmân’ın sevincine diyecek yoktu. Mutluluğundan uçacak gibiydi. Re­sû­lul­lah’ın Ehl-i Beyt’inden olmak ne büyük saadetti!
Hendek kazma işi devam ederken Hz. Selmân’ın bulunduğu grubun kazdığı yerde büyükçe bir kaya çıktı. Sahabiler onu kırmak için bir hayli gayret sarf ettilerse de parçalayamadılar. Ellerindeki bütün aletler kırıldı. Bunun üzerine Hz. Selmân, Peygamberimizin huzuruna vardı ve “Yâ Re­sû­lal­lah, babalarımız, an­nelerimiz size feda olsun! Hendeğin ortasında karşımıza beyaz bir kaya çıktı. Onu kıralım derken elimizdeki bütün kazma ve balyozlarımız kırıldı, âciz kal­dık. Ne buyurursunuz? Çizmiş olduğunuz çizgiyi biraz değiştirelim mi, yoksa bu hususta bize vereceğiniz bir emir var mı?” diye meseleyi arzetti.
Peygamberimiz, kayayı kendisine göstermelerini istedi. Kayayı gösterdiler. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), Hz. Selmân’dan balyozu aldı, hendeğin içerisine girdi. Elin­deki balyozla kayaya kuvvetli bir darbe indirdi. Kayanın bir parçası kırıldı ve bir şimşek, bir ışık Medine’nin iki kayalığını da aydınlattı. Peygamberimiz, “Allahü ekber!” diyerek tekbir getirdi. Sahabiler de tekbir getirdiler. Re­sû­lul­lah ikinci defa kayaya vurdu. Kayanın bir parçası daha kırıldı ve yine bir ışık yayıl­dı. Peygamberimiz de, sahabiler de tekbir getirdiler. Peygamberimizin son vu­ruşunda kaya tamamen parçalandı. Diğer seferlerinde olduğu gibi bu defa da ışık çıktı. Peygamberimizin tekbir getirmesi üzerine sahabiler de “Allahü ek­ber!” diyerek tekrar tekbir getirdiler. Daha sonra Hz. Selmân, Peygamberimizin elinden tutarak hendekten çıkmasına yardım etti. Sonra da “Yâ Re­sû­lal­lah, anam ba­bam size feda olsun! Kayaya vurduğunuz zaman ondan bazı parıltıların çıktığını gör­düm. Bunlar nedir?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz şöyle açıkladı:
“Kayaya ilk darbeyi indirdiğim zaman yayılan ve sizin gördüğünüz ışık bana Hire şehrinin köşklerini, kisranın Medâyin şehrini aydınlattı. Cebrâil, ümmeti­min oralara hâ­kim olacağını haber verdi. Kayaya ikinci darbeyi indirdiğim za­man yayılan ışık bana Rum ülkesinin kızıl köşklerini saraylarını aydınlattı. Cebrâil de ümmetimin oralara hâkim olacağını müjdeledi. Üçüncü darbeyi in­dirdiğim zaman yayılan ışık ise San’a [Yemen] diyarının köşklerini saraylarını aydınlattı. Cebrâil, ümmetimin oralara da hâkim olacağını haber verdi. Sevini­niz! Ümmetim yardım ve zafere nail olacaktır.”
Peygamberimiz bu son cümleyi üç defa tekrar etti. Sahabiler bu müjde karşısında “Allah’a hamdolsun. O, vaadinde sadıktır. Müşriklerin kuşatmasından sonra yardıma nail olacağımızı bize vaat buyuruyor.” diyerek sevindiler.
Peygamberimiz bu müjdeyi verdikten sonra kisranın (İran hükümdarının) Medâ­yin’deki beyaz köşkünü Hz. Selmân’a tarif etti. Hz. Selmân, İranlı olduğu için köşklerin vasıflarını biliyordu. Bu tarif üzerine “Doğru söylüyorsunuz, yâ Re­sû­lal­lah! Seni hak din ve kitap üzere gönderen Allah’a yemin ederim ki, onun özellikleri aynen böyledir. Senin Allah’ın Peygamberi olduğuna şehadet ede­rim.” dedi.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) son olarak şöyle buyurdu:
“Ey Selmân! Allah benim vefa­tımdan sonra şu fetihleri size nasip edecektir: Şam muhakkak fetholunacak. Bi­zans hükümdarı Herakliyus, ülkesinin en uzak yerine kadar kaçacak, çekilecek. Bütün Şam’a size hâkim olacaksınız. Hiç kimse size karşı koyamayacak. Ye­men muhakkak fetholunacaktır. Ondan sonra da kisra öldürülecektir!...”
Peygamberimiz, Ashâbına bu müjdeyi verirken münafıklar dedikoduya baş­ladılar: “Siz korkudan meydana çıkmayıp hendek kazdığınız bir sırada Pey­gamber’in Medine’den Hire köşklerini, kisranın Medâyin’ini gördüğünü ve ora­ların tarafınızdan fet­ho­lunacağını söyleyip size boş vaatlerde bulunmasına şaş­maz mısınız?!” diyerek onların maneviyatını sarsmaya çalıştılar.[3]
Ancak onların bu dedikoduları, sahabilerin, Peygamberimizin doğruluğuna olan iti­mat­larını zerre kadar sarsmadı. Çünkü onlar, Peygamberimizin nübüv­vet nuruyla asır­lar sonrasını görüp haber verdiğine kesin olarak inanıyorlardı.[4]Nitekim Peygamberi­mi­zin en sıkışık bir zamanda verdiği bu müjde çok geçme­den Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında gerçekleşti. Müslümanlar bu sayılan şehirleri ve ülkeleri fethettiler. Hz. Selmân bu müjdeden birkaç yıl sonra, “Ben bütün bunların gerçekleştiğini gördüm.” diyerek Cenâb-ı Hakk’a bu nimetinden dolayı şükretti.
Hendek kazma işi yaklaşık olarak altı günde tamamlandı. Böylece Müslü­manlar kendilerini emniyet içerisine almış oldular. Bundan sonra artık müşrik­lerin gelmelerini beklemekten başka yapılacak bir şey yoktu. Nihayet müşrikler gelmekte gecikmediler. Bir an önce Müslümanları ortadan kaldırmak için acele ediyorlardı. Kendilerinden son derece emindiler. Fakat Medine’nin girişinin ge­çilemeyecek derecede hendeklerle çevrildiğini görünce neye uğradıklarını şa­şırdılar. Müşrikler şimdiye kadar böyle bir harp taktiği görmemişlerdi. Uzun bir kuşatmadan sonra mağlup ve perişan bir vaziyette Mekke’ye yüzleri üstü dön­mek zorunda kaldılar.
Böylece Hz. Selmân’ın teklifi ve Allah’ın yardımı sayesinde Müslümanlar büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldular. Ayrıca bununla, bir istişare akabinde alınan karar uygulanmakla hem düşman tehlikesi savuşturulmuş oldu, hem de müstakbel fetihlerin müjdesi ikram edildi.
Hz. Selmân, sahabiler arasında Peygamberimize olan yakınlığıyla temayüz etmişti. Her vakit Re­sû­lul­lah’ın hizmetinde bulunur, Hane-i Saadet’ine girip çı­kardı. Gece geç vakitlere kadar Peygamber Efendimizle sohbet eder, nübüvvet mektebinden feyiz alırdı. Re­sû­lul­lah da Selmân’a (r.a.) ikramda bulunurdu. Yi­ne bir gün Hz. Selmân, Peygamberimizin ziyaretine gitmişti. Re­sû­lul­lah yastı­ğa yaslanmış, oturuyordu. Hz. Selmân gelince, evde başka yastık bulunmadığı için, yaslanmış olduğu yastığı ona verdi ve şöyle buyurdu:
“Ey Selmân, bir Müslüman herhangi bir Müslüman kardeşine uğradığı za­man eğer o Müslüman kardeşi ona ikram olsun diye altına bir yastık bırakırsa, Cenâb-ı Hak onun günahlarını bağışlar.”[5]
Selmân, Peygamberimize olan yakınlığının peşin mükâfatını gördü. İlimde müstesna bir mevkie yükseldi. Re­sû­lul­lah’ın “Muhakkak Selmân ilimle dol­muştur.”[6]methine mazhar olurken, Hz. Ali de “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi Selmân’dadır; o, tükenmez bir denizdir.” diyordu. Diğer taraftan, Hz. Muâz bin Cebel gibi büyük bir âlim vefat ederken talebelerine, ilmi Selmân’dan almaları­nı vasiyet ediyordu.[7]
Hz. Selmân sık sık Peygamberimizi ziyaret edip onun sohbetinde ve hizme­tinde bulunduğu gibi, bazen de Re­sû­lul­lah onu ziyaret eder, gönlünü alırdı.
Bir gün Hz. Selmân hastalanmıştı. Peygamberimiz onu ziyaret etti ve “Ey Selmân! Ce­nâb-ı Hak sana şifa ihsan etsin, senin günahlarını bağışlasın ve ha­yatta kaldığın müd­detçe sana din ve beden sağlığı versin!” duasında bulun­du.[8]
Hz. Selmân gibi fakir ve kimsesiz birinin Peygamberimizin bu derece yakı­nında bulunması ve onun iltifatına mazhar olması, İslam’a yeni yeni ısınan, fakat henüz Müslüman olmamış bulunan bazı kimseleri rahatsız ediyordu. Onlar böyle basit elbise giymiş fakir kimselerle beraber olmayı gururlarına yediremiyorlardı. Bir gün Hz. Selmân ve Ebû Zer’i (r.a.) kastederek, Peygamber Efendi­mize şöyle bir teklifte bulundular:
“Yâ Muhammed! Ne zaman senin yanına gelsek bu fakir kimseleri yanında buluyoruz. Biz Mudar kabilesinin eşrafıyız. Bunları yanından uzak tut ki, sana iman edelim. Biz bunlarla bir arada bulunmaktan âr duyuyoruz, nefsimize yediremiyoruz! Şayet biz iman edersek her kabile iman eder.”
Onların tatbiki mümkün olmayan bu isteklerinin hemen akabinde şu âyet-i kerime nazil oldu:[9]
“Ey Muhammed! Rab’lerinin rızasını dileyerek sabah ak­şam O’na ibadet edenlerle sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı ziynetine kapılıp gözünü Ashâbından ayırma!”[10]
Vahiy tamam olunca Re­sû­lul­lah (a.s.m.) hemen Hz. Selmân’ı ve Ebû Zer’i aramaya başladı. Onları bir köşede Cenâb-ı Hakk’ı zikrederken buldu ve şu müjdeyi verdi:
“Sizinle beraber sabretmeyi emretmeden canımı almayan Allah’a hamd ve senalar olsun! Şunu bilin ki, ben yaşadığım müddetçe aranızda yaşayacağım, öl­düğüm zaman aranızda öleceğim...”
Hz. Selmân’ın hususiyetlerinden birisi de misafirperverliğiydi. Misafire ik­ramda hiç kusur etmezdi. Evinde az-çok ne varsa misafirin önüne koymaktan çekinmezdi. Çünkü Peygamber Efendimiz bir hadisinde şöyle buyurmuş­tu:
“Bir kimse ev sahibinin önüne koyduğu yemeği hor görürse, o kimse helakte­dir; evindeki yemeği hor gördüğü için misafirlerin önüne koymaktan çekinen kimse de helak olmuştur.”
Bir defasında Şakik bin Seleme (r.a.) ile bir arkadaşı, Hz. Selmân’a misafir ol­muştu. Selmân evde mevcut olan yiyeceklerden bir sofra hazırladı. Sofraya oturdular. Yemek esnasında Hz. Şakik’in arkadaşı, “Sofrada biber de olsaydı daha iyi olurdu!” dedi. Hz. Selmân’ın biber alabilecek parası yoktu. Fakat misa­firin isteğini de karşılamak istiyordu. Yanındaki matarasını rehin göndererek biber getirtti. Yemekten sonra biber isteyen zat, “Bize kanaat veren Allah’a şü­kürler olsun!” deyince Hz. Selmân dayanamadı ve şöyle dedi:
“Sofradakine kanaat etseydin, benim su mataram rehin olmazdı!”[11]
Hz. Selmân, İslam’ın kahraman bir mücahidiydi. Hz. Ömer’in halifeliği zama­nında İran’ın fethi için hazırlanan orduya iştirak etti. Bu orduda çok mühim hiz­metlerde bulundu. Çünkü kendisi de İranlı idi... Bu sebeple, bilmedikleri toprak­larda ilerleyen İslam ordusuna kılavuzluk yaptı. Onlara İranlıların kullandıkları silahlar ve savaş taktikleri hakkında bilgi verdi. İran ordusunun savaş için kul­landıkları filleri nasıl öldüreceklerini öğretti. Bu arada İranlıların İslamiyet’i ka­bul etmeleri hususunda elinden gelen gayreti gösterdi. Onları kendi lisanlarıyla Müslüman olmaya davet etti. İslamiyet’in güzelliklerini anlattı. Kabul etmedikleri takdirde cizye vermelerini teklif etti. Fakat onlar bu tekliflerden hiçbirisini kabul etmediler. Neticede iki ordu arasında büyük savaşlar oldu. İslam ordusu parlak zaferler kazandı.
İran’ın fethinden sonra Hz. Ömer, Selmân’ı (r.a.) Medâyin’e vali olarak tayin etti. O, bu vazifeyi layıkıyla yerine getirdi. Medâyinlilerin sevgisini kazan­dı.[12]
Hz. Selmân’ın hayatı basit ve sade idi. Köle olduğu zaman nasıl giyiniyor ve ne yiyorsa, Medâyin valisiyken de aynı hâl üzere devam etti. Her türlü şatafattan ve gösterişten uzak durdu.
Hz. Selmân, emri altındakilere iyi muamele eder, onlara ağır iş vermezdi. Ay­rıca onlara işlerini yaparken yardımcı da olurdu. Hattâ kölesine dahi işinde yar­dım ederdi. Bir defasında hamur yoğuruyordu. Ziyaretine gelen bir zat bunu gö­rünce şaşırdı. “Bu ne hâl?!” diye sormaktan kendini alamadı. Hz. Selmân, “Hiz­metçiyi bir işe gönderdik, bir de bu işi kendisine yüklemek istemedik.” cevabını verdi.
Hz. Selmân’ın en büyük hususiyetlerinden birisi de cömertliğiydi. Valilik maaşı olan beş bin dirhemi alır almaz hemen fakirlere dağıtırdı. Kendi ihtiyaç­larını ise sepet yaparak karşılardı. Bir sepeti üç dirheme satar, bu üç dirhemden birisiyle tekrar sepet yapmak için hurma yaprağı alır, bir dirhemi kendisi için harcar, bir dirhemi de yine sadaka olarak dağıtırdı.[13]Misafirsiz yemek yemez­di. Fakirleri, kimsesizleri evine davet eder, onlara ikramda bulunurdu.
Hz. Selmân dost ziyaretine çok ehemmiyet verir, bunda Allah’ın rızasından başka bir gaye aramazdı. Bir defasında samimi dostu Ebû’d-Derdâ’yı (r.a.) ziya­ret etmek için Medâyin’den Şam’a yaya olarak gitmişti…
Hz. Selmân, hastaları ziyaret eder, onları teselli eder ve sabır tavsiyesinde bu­lunurdu. Bir defasında hasta bir dostunu ziyarete gitmişti. Dostu çok büyük ıstırap çekiyordu. Hz. Selmân onun bu hâlini görünce şu müjdeyi verdi:
“Cenâb-ı Hak, mümin kuluna bir hastalık verir, sonra sıhhatini iade ederse, buna sabrettiği takdirde bu hastalık kendisinin geçmiş günahları için keffaret olur. Daha sonra işleyeceği günahlar için de bir keffaret sebebi sayılır. Yine Al­lah günahkâr bir kuluna bir hastalık verir, sonra sıhhatini iade ederse; şayet o in­san sabretmemiş, devamlı şikâyette bulunmuşsa, o kul da sahipleri tarafından ayağı bağlanıp salıverilen, ayağının niçin bağlandığını, çözüldüğü zaman da niçin çözüldüğünü bilmeyen bir deve gibidir.”
Hz. Selmân üç şeye ağlar, üç şeye de gülerdi. Güldüğü şeyler şunlardı:
(1) Ölüm kendisini aradığı hâlde dünya için ümit besleyen, (2) Rabb’i kendisinden gaflet etmediği hâlde gaflete düşen (3) Rabb’inin rızasını mı, yoksa gazabını mı kazandığını bilmediği hâlde kahkahayla gülen...
Ağladığı üç şey de şunlardı:
(1) Peygamberimizden ve sahabilerden ayrı ka­lışına, (2) ölüm döşeğine düşerken ölümün korkunç zorluklarıyla karşılaşmaya, (3) kıyamette Allah’ın huzurundan ayrılırken cennete mi cehenneme mi gön­derileceğini bilemeyişine…[14]
Hz. Selmân’ın ibadet hususundaki tavsiyesi şöyleydi:
“Beş vakit namazı muntazam kılın! Büyük günah işlemediğiniz müddetçe beş vakit namaz küçük günahlara keffaret olur. Bir kimse gecenin karanlığını ve insanların gafletini fır­sat bilerek günah işlerse, bu adam kârda değil, zarardadır. Gecenin karanlığını ve halkın gafletini fırsat bilerek kalkıp namaz kılan kimse kârdadır. Namazını kıldıktan sonra yatıp uyuyan kimse ne kârdadır, ne zararda... Çok ibadet ederek kendini ibadet edemeyecek hâle getirmekten sakın; normal, fakat devamlı ola­rak ibadet et.”
Selmân-ı Fârisî, Peygamberimizin mübarek sözlerinin bize kadar ulaşmasın­da birçok hizmet yapmıştır. Onun rivayet ettiği hadislerden birisi şu mealde­dir:
“Bir defasında Re­sû­lul­lah ile birlikte bir ağacın altında oturuyordum. Pey­gamberimiz ağacın kuru bir dalını tutarak yaprakları dökülünceye kadar salladı ve bana, ‘Ey Selmân, böyle yapmamın sebebini niçin sormuyorsun?’ buyurdu. Ben, ‘Niçin öyle yapıyorsunuz?’ dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ‘Bir Müslüman, güzelce ab­dest alıp beş vakit namazını kılarsa, şu dalın yapraklarının döküldüğü gibi onun da günahları dökülür.”[15]
Takva ve zühd ehli olan Hz. Selmân bir keresinde hastalanmıştı. Sa’d bin Ebî Vak­kas onun ziyaretine geldi. Hz. Selmân ağlıyordu. Hz. Sa’d, “Niçin ağlıyor­sun? Hâlbuki vefat edersen arkadaşlarına kavuşacaksın. Havz-ı Kevser başında Re­sû­lul­lah ile buluşacaksın... Peygamberimiz senden hoşnuttu!” dedi.
Hz. Selmân ona şu cevabı verdi:
“Ben ne ölümden korktuğum için ne de dün­yadan ayrılmak istemediğim için ağlıyorum. Beni ağlatan, Re­sû­lul­lah’ın şu tavsiyesidir: ‘Dünyada sizden birinizin sahip olacağı mal, yolcunun taşıyacağı azık kadar olsun.’ Hâlbuki çevreme bakıyorum, bunca servet var!”
Oysa Hz. Selmân’ın eşyasının hepsi 15 dirhem değerindeydi. Daha sonra Hz. Sa’d, Selmân’dan (r.a.) kendisine bir öğüt vermesini istedi. O da şu ib­retli öğüdü verdi:
“Bir şeye karar verirken veya bir meselede hükmünü belirtirken yahut bir malı taksim ederken Rabb’ini hatırla.”[16]
Hz. Selmân vefatına yakın hanımını yanına çağırdı ve şöyle dedi:
“Şu kapıları aç. Bugün ziyaretçilerim var. Onların hangi kapıdan gelecekleri­ni bilmiyorum. Sonra da, sana saklaman için verdiğim miski getir. Onu suda ısla­tarak karıştır. Meydana gelen kokuyu yatağımın etrafına serp. Çünkü ziyareti­me gelecek olanlar yemek yemezler, ama güzel kokuyu severler. Söyledikleri­mi yaptıktan sonra da aşağıya in.”
Hanımı onun söylediklerini harfiyen yerine getirdi. Sonra birtakım fısıltılar işitti. Yukarı çıktığında, Hz. Selmân’ın ruhunu teslim ettiğini gördü.[17]
Evet, Peygamberimizin “Cennet üç kişinin hasretini çeker: Ali, Ammar bin Yâsir ve Selmân…”[18]şeklindeki müjdesine mazhar olan Hz. Selmân, böylece cennette, başta Peygamberimize ve diğer sahabilere kavuştu.
Allah ondan razı olsun![19]

_______________________________________
[1]Tabakât, 4: 75-79; Üsdü’l-Gàbe, 2: 330.
[2]Sîre, 1: 235; Tabakât, 4: 79-80.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 4: 412; Hilyetü’l-Evliyâ 1: 172, 190.
[4]Tabakât, 4: 83-84; Sîre, 3: 23.
[5]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 281.
[6]Buhârî, Savm: 50; Tabakât, 4: 85.
[7]el-Hilye, 1: 197; Tabakât, 4: 86.
[8]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 334.
[9]Tefsîrü’l-Kurtubî, 10: 390.
[10]Kehf Sûresi, 28.
[11]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 107.
[12]Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 189.
[13]Tabakât, 4: 88-89.
[14]Hilyetü’l-Evliyâ, 2: 206-207.
[15]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 108, 60-61.
[16]age., 2: 164-165.
[17]Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 207-208.
[18]Tirmizî, Menâkıb: 34.
[19]Tabakât, 4: 93.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget