Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

İslam’ın inkişafını hazmedemeyen Mekke müşrikleri, iman erlerini yıldırmak için her türlü tertibe başvuruyorlardı. Küfür bentlerini iman şelalesinin sarstı­ğını seziyorlardı. En güvendikleri kimselerin hidayet kapısından girdiğini gör­dükçe daha da köpürüyorlardı. Allah’ın sevgili Nebisini bezdireceklerini sanı­yorlardı. Onu adım adım takip ediyorlar, çeşitli baskı ve işkence metotlarını kullanıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, peygamberliğin altıncı senesinde bir gün Sâfâ Tepesi civarında bulunuyordu. Müşriklerin örümcek kafalıları, Peygamberimize çat­mak için fırsat kolluyorlardı. Ebû Cehil, taraftarlarından Adiy bin Hamrâ ve İbnü’l-Asdâ’yı peşine takarak Peygamberimizin karşısına dikildi. Peygamberimi­ze hakaret dolu sözler söylemeye başladılar. Ağızlarından çıkanı kulakları duy­muyordu. Bununla kalmayarak, Pey­gamberimizin mübarek başına toprak saç­tılar. Üzerine pislik atmaya başladılar. Hattâ birisi, Peygamberimizin boynuna basma cüretini gösterdi. Yapabilecekleri işkenceyi yaptıktan sonra ayrıldılar. Şefkat kahramanı ve sabır timsali Resûl-i Ekrem hiçbir mukabelede bulunma­dan kalkıp evine gitti.
Ebû Cehil, adamlarıyla oradan ayrıldıktan sonra, Kâbe civarında bulunan müşriklerin bulunduğu yere gitti.
Peygamberimize yapılanları, orada evi bulunan Abdullah bin Cüd’ân’ın azadlı cariyesi görmüş, söylenilenleri duymuştu. Peygamberimizin amcası Hamza, kılıcı belinde, yayı boynunda olduğu hâlde avdan dönüyordu. Hamza günün ekse­risini avla geçirirdi. Aynı zamanda usta bir atıcı ve nişancı idi. Av dönüşü Kâ­be’yi tavaf edip Kureyş’in toplantısına uğrar, biraz konuşur, ondan sonra eve dönerdi.
Hamza, Kâbeye doğru giderken, karşısına, hadiseyi gören cariye çıktı. “Ey Ümâ­re’nin babası!” dedi ve hadiseyi anlatmaya başladı: “Kardeşinin oğlu Muhammed’e Ebû Cehil ve arkadaşlarının yaptıklarını görmüş olsaydın, dayan­man mümkün olmazdı.” dedi.
Hamza birden çarpıldı. Cariyenin anlatmasına fırsat vermeden, “Ne yaptılar ona?!” diye sordu. Cariye, eziyet ettikleri yeri göstererek, “Onu şuracıkta oturur­ken buldular, türlü işkenceler yaptılar. Sövüp saydılar, sonra da ayrılıp gittiler.” deyince, Hamza tahkik etmek için, “Sen bu yaptıklarını kendi gözünle gördün mü?” diye sordu. Cariye, “Evet, gördüm.” deyince, Hamza hiç beklemeden hızlı adımlarla Kâbe’ye doğru yollandı.
Hamza, Kureyş yiğitlerinin en merdi ve itibarlısıydı. Yaradılışı icabı, haksız­lık karşısında kükreyen, canı pahasına şiddetle zulme karşı koyan bir insan­dı.
Hiç eve uğramadan, Ebû Cehil ve arkadaşlarının da bulunduğu Kureyş toplan­tısına gitti. Ebû Cehil’i bulup ona dersini verecekti. Kardeşinin oğluna yapılan eziyete hiç dayanamıyordu. Henüz Müslüman değildi, ama akraba bağlılığı onu durduramıyordu. İman pırıltıları da ruhunda aksetmeye başlamış olacak ki, top­luluk arasında Ebû Cehil’i görür görmez, bir şey demeden, omuzundaki yayı kal­dırdığı gibi şiddetle kafasına indirdi. Darbeyi yiyen Allah düşmanı sendeledi. Başı iyice yarılmıştı.
Darbenin nereden geldiğini fark edemeyen Ebû Cehil, başını hafifçe kaldırdı­ğında Re­sû­lul­lah’ın amcasının bir arslan gibi ayakta durduğunu gördü. Hamza öfkesini yendikten sonra, “Kardeşimin oğluna sen misin hakaret eden, sövüp sayan?! İşte ben de onun dinindeyim. Onun söylediklerini söylüyorum. Gücün yetiyorsa, ona yaptıklarını bana da yap, bakayım!” diye tehdit etti.
Ebû Cehil beklemediği bu hâl karşısında âdeta lâl kesilmişti. Şiddet karşısın­da eli ayağı tutulmuştu. Kendisini haklı göstermek gayesiyle müdafaaya geçti: “Biliyorsun, o bize haksızlık etti. Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın yolun­dan ayrıldı. Yeni bir yol tuttu.”
Hz. Hamza, Ebû Cehil’in sözünü yarıda kesti. Konuşmasına tahammül edemi­yordu. Pehlivanlığına taze iman heyecanı da eklenmişti. Bütün Kureyş’in ileri gelenlerinin bulunduğu toplulukta haykırıyordu: “Sizden akılsız kim var?! Allah’tan başkasına ilah diye tapıyorsunuz. Cansız putlara boyun eğiyorsunuz.” Daha sonra imanını orada ilan etti: “Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yok, Muhammed de Allah’ın Resûl’üdür.”
Ebû Cehil’e yapılan bu hakaretlere daha fazla dayanamayan adamları, ona yardım etmek için ayağa kalktılar. “Ey Hamza, senin, atalarının dinini terk ettiğini görüyoruz.” diye konuşmaya başladılarsa da, Hz. Hamza, “Dönersem ne var? Muhammed’in dini hak ve gerçektir. Vallahi bundan sonra ben ondan ayrıl­mam; sözünüzde sadıksanız, gelin bana mâni olun!”
Bu kararlılık ve sebat karşısında söyleyecek bir şey bulamadılar. Ebû Cehil, adamlarına, “Bırakın Ümâre’nin babasını, bu yaptıkları ve söylediklerine ben müstahaktım. Onun kardeşinin oğluna çirkin şeyler söylemiştim.” diyerek suçu­nu itiraf etti.[1]
Hz. Hamza, muharebe meydanından muzaffer dönen bir kumandan gibi, ora­dan ayrıldı. Evine dönüyordu. Yolda şeytan şöyle vesvese veriyordu:
“Sen Ku­reyş’in ulusu idin. Şu, dininden dönen kişiye tabi oldun. Atalarının bağlandıkları ve ölüp gittikleri, senin için de hayırlı olan bir dini bıraktığına hiç de iyi etme­din!”
Hamza, kalbindeki tereddüdü yenmek için Kâbe’ye gitti. Rabb’ine iltica etti, “Allah’ım, bu tuttuğum yol doğru ise kalbime ya onu tasdik ettir, şüphelerimi gi­der veya benim için bu hususta bir çıkar yol, bir nur göster!” dedi.
O gece yattı. Ertesi sabah olunca, Hz. Peygamber’in huzuruna varmak için yo­la çıktı. Sevgili Peygamberimizin bulunduğu yere varınca, doğru içeri girdi. Peygamberimizin yanına vardı. Başından geçenleri anlattı. Peygamber Efendi­miz ona dua etti, nasihatlerde bulundu. İslam’ı öğretti. Cehennem azabını ve cennet nimetlerini anlattı. Bu mübarek kelimelerden sonra Hz. Hamza’nın kal­bi nurlandı, masumlaştı, munisleşti. Se­vinçli ve heyecanlı bir şekilde hemen şehadet getirdi: “Ey kardeşimin oğlu, ben şehadet ederim ki, sen doğrusun. Ar­tık dinini bana açıkça anlat.”[2]Peygamberimiz ona hak dinin bütün esaslarını an­lattı. Ona cesaret verdi.
Amcasının İslam safına girmesi Peygamber Efendimizi çok sevindirdi. Hz. Hamza’nın Müslüman oluşu, diğer Müslümanlara da bir rahatlık getirdi. Müşrikler artık eskisi gibi eziyet edemeyip bazı işkencelerini bırakmak mecburiye­tinde kaldılar. Müşriklerin bir kalesi yıkılmış, müminlerin arasına bir pehlivan katılmıştı.
En’âm Sûresi’nin 122. âyeti, İbni Abbas’ın rivayetine göre, Hz. Hamza hak­kında nazil olmuştu: “Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasın­da yürüyeceği bir nur verdiğimiz kişi, içinden çıkamayacak bir hâlde karanlık­larda kalan, ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç? Kâfirlerin yapmakta oldukları şeyler, kendilerine öyle süslü gösterilmiştir.” Âyet-i kerimede bahsedilen ölü iken diriltilen, nura kavuşturulan kişi Hz. Hamza, karanlıktan çıkamayan ise Ebû Cehil idi.
Henüz sayıları pek az olan Müslümanlar, böyle bir kahramanın, Kureyş ileri geleninin, Peygamber amcasının Müslüman olmasıyla büyük bir desteğe ka­vuşmuş oldular.
Allah Resûlü’nün amcası, Peygamberimizden iki yaş büyüktü. Ama o Müslü­man olduktan sonra, ne amcalığı ne büyüklüğü en küçük bir imtiyaz unsuru görmeksizin, Peygamberimizin emrinde bir İslam fedaisi oldu.
Uhud Savaşı’nın en çetin, en dehşetli anlarıydı... Müslümanların bozulup da­ğıldık­la­rı demlerdi. Fakat Hz. Hamza, o “Allah ve Resûl’ünün arslanı,” meydan­da kalan nadir kimselerden biriydi. Hattâ bir ara Peygamber Efendimizle müş­rikler arasında yalnız o kalmıştı. Müşrikler ona yaklaşıp dövüşmeyi pek göze alamıyorlardı. O, Müslümanların dağıldığı anda bile önüne geleni deviriyordu. Okçuların, Peygamber emrini dinlemeyip tuttukları Ayneyn Geçidi’ni terk et­meleri üzerine gelen bozgunun üzüntüsünü Allah’a iltica ile şöyle dile getiri­yordu:
“Allah’ım, Müslümanların şu hâllerinden Sana sığınır, Senden af dilerim!”
İslam ordusunun bu yenilmez ve bileği bükülmez kahramanı, müşrikler için büyük bir korku ve endişe kaynağı idi. Bundan önceki savaşlarda gösterdiği kahra­manlığı unutmuş değillerdi. Bedir’de iki elinde iki kılıçla ot biçer gibi müşrikle­ri yerlere sermişti. Müşrikler Uhud’da da kendilerine büyük engel teşkil edecek olan Hz. Hamza’nın vücudunu ortadan kaldırmak için çoktan harekete geçmiş, planlar yapmışlardı.
Hz. Hamza’nın hayatına son vermek için, Habeşli bir köle olan Vahşî’yi seç­miş­ler­di. Vahşî, her attığını vuran yaman bir nişancı idi. Efendisi, Hz. Hamza gi­bi bir İslam büyüğünü öldürürse, kendisini kölelikten azat edeceğini vaat et­mişti. Diğer taraftan Ebû Süfyân’ın karısı Hind, Bedir’de öldürülen babasının intikamını almak için Hz. Hamza’nın öldürülmesini Vahşî’den istiyor, devamlı onu tahrik edip büyük hediyeler vaat ediyordu.
Müslümanların fedaisi, müşriklerin korkulu rüyası Hz. Hamza, Uhud’da düş­manları kasıp kavuruyordu. Önüne geleni deviriyor, arkadan hücum edenleri de âni hareketlerle yere seriyordu. Habeşli köle Vahşî ise, savaşın başından beri hep gözünü Hz. Hamza’ya dikmiş, onu takip ediyordu. Bir ara, o İslam kahrama­nı ayağı sürçüp sırtüstü yere düştü. Bunu fırsat bilen Vahşî, gizlendiği kaya ar­kasından mızrağını çekti. Hz. Hamza’ya nişan aldı. Mızrak Hz. Hamza’nın böğ­rüne saplandı. O yiğit insan, bir daha ayağa kalkamadı. Bu darbe onu fâni hayat­tan alıp ebediyete götürdü.
Vahşî bu kadarla kalmadı. Kölelikten kurtulma ve değerli hediyeler alma uğ­runa, bu İslam kahramanının uzuvlarını kesti ve göğsünü yarıp ciğerini çıkardı, Hind’e götürdü.
Uhud fırtınası dinmiş, sükûn bulmuştu. Düşman yavaş yavaş çekilmeye baş­lamıştı. Re­sû­lul­lah, Hz. Hamza’nın şehit düştüğü haberini almış, fakat onun mübarek cesedini görmemişti. Savaş sonunda şehitler arasında dolaşırken onun feci hâlini görünce dayanamadı. Âdeta kalbinin parçalandığını hissetti. Gözleri yaşlı Yüce Peygamber, şunları söylemekten kendisini alamadı:
“Ey Allah Resûlü’nün amcası, ey Allah ve Resûl’ünün arslanı Hamza, ey ha­yırlar sa­hibi Hamza! Ey Allah Resûlü’ne bütün varıyla hami olan Hamza, Allah sana rahmet ey­lesin! Eğer yas tutmak gerekseydi, senden sonra sevinmeyi terk edip yas tutardım...”[3]
O sırada savaş meydanına Peygamberimizin halası ve Hz. Hamza’nın kız kar­deşi Hz. Safiyye de gelmişti. Önüne gelenden Hz. Hamza’yı soruyordu.
Re­sû­lul­lah, yaklaşmakta olanın, halası Hz. Safiyye olduğunu öğrenince, oğlu Zü­beyr’e, “Annene söyle, geri dönsün, kardeşinin cesedini bu hâlde görmesin!” buyurdu. Hz. Zübeyr, annesini karşılayıp, “Anneciğim, Re­sû­lul­lah geri dönme­ni emretti.” dedi. Fa­kat Hz. Safiyye, oğluna şu ibretli cümlelerle karşılık ver­di:
“Eğer ona yapılanı görmemek için döneceksem, ben zaten kardeşimin cese­dinin kesilip parçalandığını biliyorum. O bu musibete Allah yolunda uğramış­tır. Biz Allah yolunda bundan daha beterine de sabrederiz. Sevabını Allah’tan bekleyip sabredeceğiz inşallah.”[4]
Hz. Zübeyr, annesinin söylediklerini Re­sû­lul­lah’a iletince, Peygamberimiz onun gidip kardeşini görmesine izin verdi.
Manzara gerçekten acıklıydı… Hz. Safiyye, kardeşinin başucuna oturdu. Sessiz ve derinden bir iniltiyle ağlamaya başladı. İnsanın yüreği bu kadar acıya kolay kolay dayanamazdı.
Onu gören Re­sû­lul­lah da gözyaşlarını tutamadı. Hz. Safiyye’deki iman ve tes­limiyet gerçekten büyüktü. Musibetlere karşı Allah’a sığınmanın ifadesi olan şu âyeti okudu:
“İnnâ lillâh ve innâ ileyhi raciûn.”
Sonra da kardeşine Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret niyazında bulundu.
Az sonra Cebrâil, Re­sû­lul­lah’a gelerek, Hz. Hamza’nın isminin göklerde “Allah ve Resûl’ünün Arslanı” şeklinde yazıldığını bildirdi. Re­sû­lul­lah bunu Hz. Safiyye’ye bir teselli olarak ulaştırdı.
59 yaşında ölümsüzlüğe kavuşan Hz. Hamza’nın üzerini örten elbise kısa geliyordu. Ayakları örtülünce başı, başı örtülünce ayakları açıkta kalıyordu. Re­sû­lul­lah, “Yüzünü örtünüz.” buyurdu. Açıkta kalan ayakları üzerine de bir hırka koydu. Peygamberimiz başını kaldırıp Ashâbına bakınca, ağladıklarını gördü. Onlara, “Niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu. Onlar, “Yâ Re­sû­lal­lah! Am­cana geniş bir kefen bulamadık da onun için ağlıyoruz!” dediler.
“Şehitlerin en hayırlısı” diye tasvif ettiği Hz. Hamza için Re­sû­lul­lah, “Me­lekleri gördüm, onu yıkıyorlardı.” buyurdu.[5]
Uğrunda nice kahramanları şehit veren İslam davası günden güne ilerliyordu. Çünkü fertler fâni, dava baki idi. İslam davası kısa zamanda çok büyük bir merhale katet­miş­ti. Doğup büyüdükleri şehirden hicrete mecbur edilen Müslü­manlar, şimdi muzaffer bir şekilde bu şehri fethe gidiyorlardı. Re­sû­lul­lah, İslam davasına büyük zarar veren er­keklerden altı, kadınlardan da dört kişinin nerede görülürse öldürülmesini emretmişti. Bu kadınlar arasında Ebû Süfyân’ın karısı Hind bint-i Utbe de vardı.[6]Ne var ki, Hind’in kendisi de kocasından sonra Müs­lüman olmuştu. Fakat bunu henüz açıklamadığından, her an ölüm tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bir yolunu bulup gizlice Re­sû­lul­lah’a biata giden kadınlar ara­sına karıştı. Kıyafetini değiştirmiş ve yüzünü de örtmüştü. Re­sû­lul­lah’ın huzu­runa varınca yüzünü açıp kendisini tanıttı. Geçmişte yaptıklarından pişmanlık duyup İslam’ı kabul ettiğini açıkladı. Re­sû­lul­lah da diğer kadınlarla birlikte onun biatını kabul etti.
Vahşî, Mekke’nin fethinden sonra korkudan Tâif’e kaçıp yerleşti. Fakat daha sonra Tâifliler topluca Medine’ye gidip İslam’ı kabul ettikleri zaman yeryüzü kendisine dar geldi. Oradan Şam ve Yemen taraflarına kaçmayı düşündü. An­cak birisi kendisine, “Ne üzülüyorsun? Vallahi o, dinine giren tek bir kimseyi öldürmemiştir.” deyince, Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıkmaya karar verdi. Medine’ye gitti ve şehadet getirip Müslüman oldu. Re­sû­lul­lah, “Vahşî, otur ve bana Hamza’yı nasıl öldürdüğünü anlat.” dedi.
Vahşî’nin sözü bitince Re­sû­lul­lah kendisine, “Yazık, gözüme görünme!” dedi. Çün­kü o şefkatli Peygamber, onu gördüğünde sevgili amcasını hatırlayacak, müteessir olacaktı. Vahşî de Re­sû­lul­lah’ın emrine uyarak, vefat edene kadar gö­züne görünmedi.[7]
Evet, İslamiyet insanlık dini idi. Tövbe eden, hak yolunu seçen kim olursa ol­sun, şefkatli sinesine alıyordu. İslam, cehennem kapılarını kapayıp, insanlığa cennet kapılarını açmak için gelmişti. Yeter ki, insan tövbe edip pişmanlık duy­sun, hidayete erip İla­hî dergâha yönelsin…
“Şehitlerin Seyyidi, Efendisi” unvanı yalnız Hz. Hamza’ya (r.a.) verilmiş bir un­vandır. Çünkü o, hak yolunda, İslam uğrunda ve Peygamber Efendimizin önün­de çarpışarak fâni hayatını feda etmiştir: Böylece “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz.”[8]mealindeki âyet-i kerimenin ifadesiyle, o ölmemiş, bu dün­yadan çok daha rahat bir âleme, “şehitler hayatı”na yükselmiştir
“Seyyidü’ş-Şühedâ” olarak dünya durdukça yâd edilecek ve bütün şehitler ker­vanının önderi olarak şerefi kıyamete kadar artacak olan Hz. Hamza’nın (r a) himmetinin, İslam’a hizmet edenlerin üzerinde olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.


__________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 46-47; Tabakât, 3: 9.
[2]Sîre, 1: 312.
[3]Tabakât, 3: 13-14; Sîre, 3: 101-102.
[4]Sîre, 3: 103.
[5]Tabakât, 3: 16.
[6]age.
[7]Üsdü’l-Gàbe, 5: 84.
[8]Bakara Sûresi, 154.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hâlid, müşriklerin Müslümanlarla yaptıkları bütün harplere ön safta katılmıştı. Ama her defasında içi ezik olarak evine dönmüştü. Çünkü Allah onu Kendi hiz­metine hazırlıyordu.
Safkan Arap atları üzerindeki bir grup süvari çöl sıcağında tozu dumana kata­rak at koşturmaktaydı. Çöl güneşinin kızdırdığı kum taneleri gerek atların ve gerekse binicilerinin terli vücutlarında yapış yapış olmuştu. Nihayet süvari gru­bu tepeye vardı. Tepeden vadinin ortalarında görünen manzara süvarilere deh­şet ve korku ile karışık bir sevinç vermekteydi. Saatlerdir at koşturarak bulmak istedikleri kimseler, işte, vadinin ortasında durmaktaydı.
Kendileri tepede, düşmanlarına hâkim vaziyetteydi. Ancak süvari grubunun kumandanı, bir türlü vadiye doğru hücum işareti vermiyordu. Soluk soluğa tepinen atlar, kumları eşelemekte ve acı acı kişnemekteydi.
Mekke müşriklerine ait bu süvari grubunun kumandanı, Arab’ın harp dâhisi Hâlid bin Velid’den başkası değildi. Vadide ise, Ahir Zaman Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.), saf saf olmuş nurlu Ashâbına öğle namazını kıldırmaktay­dı.
Hadiseyi Hâlid (r.a.) şöyle anlatır:
“Onlara hücum etmenin tam zamanı, diye düşündüm. Ancak bir türlü hücum emrini veremiyordum. Epey müddet bekledikten sonra, nasıl olduysa, arkadaşlarımla birlikte hücum etmekten vazgeçtik. Bu durum bana çok tesir etmişti. ‘Bu zat gerçekten Allah tarafından korunuyor.’ dedim. Şunu da söyleyeyim ki, o zamana kadar Muhammed’e karşı yapılan bütün savaşlarda bulunmuştum. Ancak her savaştan dönüşte kendimi yanlış iş yapmış birisi olarak hissettiğimi ifade et­meliyim.”
Bu hadiseden sonra Hâlid bin Velid büsbütün kararsız bir tavır içine girmişti. Bir ara Habeşistan’a Necâşî’ye gitmeyi düşündü. Ancak “O, Muhammed’e uydu ve Muhammed’in Ashâbı onun yanında emniyet içinde yaşıyor.” diyerek vazgeçti. Bizans’a ve İran’a gitmeye karar verdi. Bir türlü yola çıkamadı. İşte, böyle kararsızlık içinde iken, Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Hudeybiye Anlaşması dolayı­sıyla yapamadıkları umrenin kazası için Mekke’ye gelmişti.
Hâlid bin Velid, Re­sû­lul­lah ile karşılaşmamak için bir yere gizlendi. Hâlid’in (r.a.) daha önce Müslüman olmuş olan kardeşi Velid bin Velid de Re­sû­lul­lah ile beraber gelmişti. Kardeşi Hâlid’i bütün aramalarına rağmen bulamadı ve şu mektubu bıraktı:
“Bismillâhirrahmânirrahim.
“Bu kadar akıllı olduğun hâlde İslam’a girmekten kaçman kadar acayip bir şey görmedim. İslamiyet gibi bir dinden kim uzak kalabilir? Re­sû­lul­lah bana seni sordu ve ‘Hâlid nerede?’ dedi. ‘Allah onu getirir.’ dedim. ‘Onun gibiler İslam’a uzak kalabilir mi? Mücadele ve gayretini Müslümanlar için kullansaydı onun için daha iyi olurdu.’ dedi. Kardeşim, çabuk ulaş, fırsatları kaçırma!”
Hâlid bin Velid’in İslam’a olan alakası bu mektubu aldıktan sonra daha da art­tı. Hususen Re­sû­lul­lah’ın kendisini sorması onu çok sevindirmişti. Rüyasında çok dar ve kurak bir yerden geniş ve yeşil bir ülkeye çıkıyordu. Bu rüyanın tabi­rini kesin olarak bilmemekle beraber, rüya kendisinin Müslüman oluşunda bir teşvik unsuru oldu.
Artık Re­sû­lul­lah’ın yanına gitmeye karar vermişti. Ancak kendisine bir arka­daş aramakta idi. Yolda Safvan bin Ümeyye’ye rastladı.
“Ey Ebû Vehb! İçinde bulunduğumuz durumu biliyor musun? Biz çok azal­dık. Muhammed ise hem Araplara hem de Acemlere galip geliyor.” dedi. Saf­van, Hâlid’in bu konuşmasına şiddetle karşılık verdi:
“Kendimden başka kimse de kalmasa, yine ona tabi olmam!”
Hâlid, onun bu gayzını ve kinini, kardeşinin ve babasının Bedir’de öldürülüşü­ne verdi. Bu Safvan bin Ümeyye, Peygamberimizin kaza umresi sırasında Hz. Bilâl-i Habeşî’nin yanık sesiyle okuduğu ezanı duyunca, “Şükür ki, babam bu sesi işitmeden öldü!” diyecek kadar küfür ve şirk içerisindeydi.
 Hâlid daha sonra, önceden İslam’ı kabul etmiş olan, Ebû Cehil’in oğlu İkrime bin Ebû Cehil’e rastladı ve Safvan’a söylediklerini ona da tekrar etti. İkrime (r.a.), Hâlid’e, inancını katiyen açığa vurmamasını söyledi.
Artık Hâlid bin Velid tek başına Re­sû­lul­lah’a gitmeye karar vermişti. Eve gi­dip hazırlık yaptı ve hemen yola koyuldu. Yolda Osman bin Talha’ya rastladı. Safvan ve İkrime’ye söylediklerini ona da tekrarladı. Osman bin Talha, Hâlid bin Velid’in teklifini kabul etti ve beraberce Re­sû­lul­lah’a gitmeye karar verdiler. Hidde’ye vardıklarında, Habeşistan’dan gelen Amr bin Âs da kendilerine katıl­dı.
Beraberce Medine’ye gittiler. Medine’ye vardıklarında onları ilk karşılayan, Hâlid bin Velid’in kardeşi Velid bin Velid oldu.
Velid, gelenlere müjdeyi verdi:
“Çabuk olun! Re­sû­lul­lah sizin gelişinizi ha­ber aldı, sevindi ve şimdi sizleri bekliyor.”
Bu esnada Resûl-i Ekrem (a.s.m.), etrafındaki sahabilerine şöyle diyordu:
“Mekke, ciğerparelerini kucağımıza attı.”
Gerçekten de, yakın bir zamana kadar müşrik ordularının ön saflarında Müs­lü­man­la­ra karşı çarpışan bu bahadırlar, şimdi hakka teslim olmuş ve biat etmek üzere Re­sû­lul­­lah’ın huzuruna geliyorlardı.
İki Cihan Peygamberi, şefkatli ve re’fetli nebi Hz. Muhammed (a.s.m.) gelen­leri tebessümle ve sevinçle karşıladı. Önce Hâlid bin Velid selam verdi ve Kelime-i Şehadet getirdi. Herkes heyecanla, Re­sû­lul­lah’ın ne söyleyeceğini merak ediyordu. Re­sû­lul­lah’ın mübarek ağızlarından Hâlid bin Velid’e hitaben şu söz­ler döküldü:
“Seni hidayete erdiren Allah’a hamd olsun! Sen akıllı birisin. Allah’tan sana hayırlı hizmetler yaptırmasını niyaz ediyorum.”
Hâlid bin Velid ise eski günahlarını hatırlıyor, mahcup bir şekilde, günahları­nın affedilmesi için Re­sû­lul­lah’ın dua etmesini istiyordu. Resûl-i Ekrem (a.s.m.), “İslam daha önce yapılanların hesabını sormaz.” diye cevap verdi. Hâlid bin Velid yine de Re­sû­lul­lah’ın bu mealde dua etmesini istiyordu. Re­sû­lul­lah ellerini kaldırdı ve dua etti:
“Allah’ım! İnsanları Senin yolundan çevirmek için şimdiye kadar işlediği günahlarını affet!”
Hâlid bin Velid, daha sonra kahramanlıklarıyla ve hizmetleriyle Re­sû­lul­lah’ın bu takdir ve dualarına mazhar olduğunu ispat edecek ve “Allah’ın Kılıcı” unvanını alacaktı
Hâlid bin Velid, Cahiliye Devri’nde Kureyşlilerin ileri gelenlerindendi. Kureyşliler ona süvari birliği kumandanlığı gibi mühim bir vazife vermişlerdi. Ba­şarılı bir kumandandı. Savaş taktiğini iyi biliyordu. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, Hâlid gibi birinin Müslüman olmasını ve gücünü İslam yolunda kul­lanmasını çok arzuluyordu. Hattâ bir defasında bunu şöyle beyan buyurmuştu:
“Hâlid gibi birisinin İslamiyet’i bilmemesi ve tanımaması olamaz. Keşke o bü­tün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi kendisi için ne kadar hayırlı olurdu! Onu başkalarına tercih eder, üstün tutar­dık.”
Evet, bundan böyle Hz. Hâlid artık kuvvetini Allah yolunda İslam düşmanla­rına karşı kullanacaktı. Onun katıldığı ilk cihat, Mute Savaşı oldu. Bu savaşın sebebi, Peygamber Efendimizin Rum kayserine gönderdiği Hâris bin Umeyr’in (r.a.), Şam valilerinden Şurahbil bin Amr tarafından şehit edilmesiydi. Bu hadise Re­sû­lul­lah’ın çok ağırına gitti. Hemen üç bin kişilik bir ordu hazırladı. Orduya Zeyd bin Hârise (r.a.) kumanda edecekti. Şayet Zeyd şehit olursa Câfer bin Ebî Tâlib (r.a.) kumandayı ele alacak, o da şehit olursa Abdullah bin Revâha ku­mandan olacaktı. Hâlid bin Velid de (r.a.) orduya bir nefer olarak katılmıştı.
Medine’den hareket eden mücahitler, Bizanslılarla Mute mevkiinde karşılaş­tılar. Bizans ordusunun sayısı 100 bin civarındaydı (diğer bir rivayete göre 200 bin). Üstelik mükemmel bir şekilde silahlanmışlardı. Fakat onların sayıca kalabalık ve silahça üstün olmaları mücahitleri korkutmadı. Çünkü onlar zaten şehit olmak arzusuyla cihada katılmışlardı. İşte bu fırsat önlerindeydi. Hiç te­reddüt etmeden kumandanları Zeyd bin Hârise’nin arkasında “Allah, Allah!” ses­leriyle şahlandılar. Bir müddet sonra Hz. Zeyd, Hz. Câfer ve Hz. Abdullah, kah­ramanca çarpışarak şehit oldular. İslam ordusu kumandansız kalmıştı. Bizanslı­lar neredeyse Müslümanların hepsini imha edeceklerdi. Sa­ha­bilerin bir kısmı şehit düştü.
Bu arada Sâbit bin Akrem (r.a.), sancağa sarılarak, dağılan askeri toplamaya uğraşıyor, “Ey Müslümanlar! İçinizden birini kumandan olarak seçin ve onun çevresinde toplanın.” diyordu. Müslümanlar her taraftan onun sesine toplandı­lar. “Biz seni kumandan seçtik, sana razıyız.” dediler. Fakat o, bunu kabul etme­di ve sancağı Hâlid bin Velid’e uzattı. Hz. Hâlid kumandanlığı kabul etmek istemediyse de Sâbit bin Akrem’in, “Sen savaş usulünü benden daha iyi bilirsin.” de­mesi üzerine sancağı eline aldı. Zaten mücahitler de hep bir ağızdan onun ku­mandan olmasını istiyordu.
Bu arada Cenâb-ı Hak, zaman ve mekân perdelerini ortadan kaldırdı. Savaş meydanını olduğu gibi Peygamberimizin gözleri önüne serdi. Peygamber Efen­dimiz minbere çıkıp oturdu. Müslümanlar toplanınca şöyle buyurdu:
“Onlar düşmanla karşılaştılar. Zeyd şehit oldu. O şimdi cennete girdi. Orada koşup du­ruyor. Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehit oldu. Şimdi o, yakuttan iki kanadıyla uçu­yor. Câfer’den sonra sancağı Abdullah bin Revâha aldı. O da elin­de sancak olduğu hâl­de şehit edildi. Abdullah bin Revâha’dan sonra sancağı Hâlid bin Velid aldı. İşte şim­di ocak tutuştu, savaş kızıştı.”
Peygamber Efendimiz daha sonra da ellerini kaldırarak, “Ey Allah’ım! O, Se­nin kılıçlarından bir kılıçtır, ona yardım et.” şeklinde dua etti.
Böylece Peygamber Efendimizin duasına da mazhar olan İslam ordusu derle­nip toparlanmaya, Hz. Hâlid’in kumandasında düşmanla çarpışmaya devam et­ti. Çok geçmeden de Rumlardan bir bölüğü bozguna uğrattı. Vakit bir hayli iler­lemiş, karanlık iyice bastırmıştı. İki ordu birbirinden ayrıldı ve istirahate çekil­di.
Hz. Hâlid için bu, bulunmaz bir fırsattı. Bu ânı iyi değerlendirmesi gerekiyor­du. Hz. Hâlid harp hususunda tecrübeliydi. Artık bu tecrübesini göstermeli, hem mücahitleri imhadan kurtarmalı, hem de bir avuç askerle kalabalık Bizans ordusuna ağır bir darbe indirmeli idi.
Karargâhı dolaştı, askere moral verdi. Gece yarısından sonra düşündüğü planı tatbikata koydu. Sağ kanattaki mücahitleri sol kanada, sol kanattakileri sa­ğa, arkadakileri öne ve öndekileri de arka safa yerleştirdi. Böylece “Taze kuvvet geldi.” imajını vererek düşmanın maneviyatını sarsmak istiyordu. Sabah olunca da vakit geçirmeden “hücum” emrini verdi. Rumlar daha önce şekil ve kıyafet­lerini tanıdıkları Müslümanlardan başka­larını görünce, “Her hâlde bunlara yar­dımcı kuvvet gelmiş.” dediler. Yüreklerine kor­ku düştü ve paniğe kapıldılar. Bunu fırsat bilen mücahitler âni bir hücuma geçtiler ve düşmanı bozguna uğrat­tılar. Ordu komutanı da ön safta kılıç sallıyordu. Öyle ki, o gün Hâlid’in elinde dokuz kılıç kırıldı…
Böylece Müslümanlar, Hz. Hâlid’in başarılı kumandanlığı sayesinde büyük bir zafer kazandı, birçok da ganimet ele geçirerek Medine’nin yolunu tuttu­lar.
Bundan sonra Hz. Hâlid “Seyfullah,” yani “Allah’ın Kılıcı” lakabıyla anılma­ya başlandı.[1]Hz. Hâlid’in, Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Onu Hane-i Saadet’in yakınında bir eve yerleştirdi ve süvari birliği kumandanlığına getirdi. Hz. Hâlid, Tâif Muhasarası’nda, Mekke’nin Fethi’nde, Huneyn Savaşı’nda ve katıldığı diğer gazalarda büyük hizmetlerde bulunmuş, Huneyn Savaşı’nda yaralanmıştı. Peygamber Efendimiz mübarek nefesiyle onun yarasını iyileştir­mişti.
Peygamber Efendimiz, Hz. Hâlid’i askerî hizmetlerin dışında başka mühim vazifeler için de gönderirdi. Hz. Hâlid aynı zamanda hakka davet hususunda muvaffakiyetlere mazhar bir insandı. Mesela Benî Hârisleri İslam’a davet için gittiğinde, onlara İslam’ı anlayacakları bir üslupla, ruhlarına sinecek bir tarzda anlattı. Benî Hârisler davete icabet ettiler ve Müslüman oldular. Bundan sonra Hz. Hâlid, Peygamberimizin emri üzerine bir müddet onların yanında kaldı. Onlara Kur’ân’ı ve İslam’ın esaslarını öğretti, zekâtlarını topladı. Birkaç gün son­ra da Benî Hârislerin elçileriyle birlikte Peygamberimizin huzuruna çıktı.
Peygamberimiz, Mekke’nin Fethi’nden sonra Hz. Hâlid’i, Uzza putunu yıkması için de görevlendirmişti. Uzza’nın bakıcısı, Hâlid’in kararını fark edince putun üzerine bir kılıç asarak kendisi dağa çıktı. Hz. Hâlid putu yıkmak üzere geldi­ğinde yanında kapkara, çırılçıplak, saçı başı darmadağınık, elleri boynunda, dişlerini gıcırdatan bir kadın gördü. Bu, bir şeytandı. Hâlid birden ürperdi. Bu arada putun bakıcısı, kadına şöyle bağırıyordu:
“Ey Uzza, haydi! Şiddetli bir şe­kilde Hâlid’e saldır! Ey Uzza, eğer sen bugün onu öldürmezsen zelil ve perişan olacaksın!”
Hz. Hâlid’in şaşkınlığı geçmişti. “Ey Uzza! Seni tanımak yok. Tespih etmek de yok. Allah’ın seni alçaltmış olduğunu görüyorum!” diyerek saldırdı ve kadını ikiye böl­dü. Kadın kara bir kül hâline geldi. Hz. Hâlid daha sonra Uzza’nın bakı­cısını da öldür­dü ve Peygamberimizin yanına döndü. Olup bitenleri haber verdi. Bunun üzerine Re­sû­lul­lah şöyle buyurdu:
“Bundan sonra Araplar için Uzza yoktur. Artık ona hiç tapılmayacaktır.”
Hz. Hâlid de Allah’a hamd etti: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Bize İslamiyet gibi yüce bir dini ikram ve ihsan eden ve bizi helak olmaktan kurtaran Allah’a hamd olsun. Ben babamın 100 deve ve koyun içerisinden en iyisini seçerek Uzza için kestiği­ni ve onun yanında üç gün kaldıktan sonra sevinçli bir hâlde yanımıza döndüğü­nü görürdüm. Babamın, üzerinde hayatını tüketmiş ve ölüp gitmiş olduğu bu görüş ve inanışına, işitmeyen, görmeyen, zarar ve fayda vermeyen bir ağaç par­çası için kurbanlar keserek aldanmış olduğuna bakıyorum da şaşıyorum!” de­di.[2]
Hâlid, Peygamberimizden gelen her şeyi mübarek telakki eder, ondan bir şeref duyar, bir iftihar vesilesi sayardı. Nitekim Re­sû­lul­lah’ın mübarek sakalından ve saçından dökülen kılları toplar, onları yanından ayırmazdı.
Yermuk Savaşı’ndaydı… Hz. Hâlid, sarığını kaybetmişti. Askerlere, sarığının aran­ma­sını ve mutlaka bulunmasını emretti. Mücahitler bir hayli aradıktan son­ra nihayet buldular. Sarık birçok yerinden yırtılmıştı. Aramaya değmezdi. Kumandanlarının böyle bir sarığı niçin ısrarla arattığını anlayamadıkları için sebe­bini sordular. Hz. Hâlid şöyle dedi:
“Re­sû­lul­lah umre yaparken mübarek başını tıraş ettirdi. Bütün sahabiler on­dan kesilen saçları daha yere düşmeden aldılar. Ben diğerlerinden daha atik davranıp onun mübarek saçlarını aldım ve bulduğunuz sarığımın içine koydum. O günden beri bu sarık başımın üzerinde olduğu için, hangi savaşa girdiysem muhakkak galip geldim.”[3]
Hz. Hâlid’in dünyada lezzet aldığı tek şey, Allah ve Resûl’ü yolunda cihat et­mekti. Cihadın, “çok sevdiği bir kadınla evlendiği geceden veya bir erkek ço­cukla müjde­len­di­gi günden daha lezzetli olduğunu” söyleyen Hz. Hâlid, başka sefer de bunu şu sözleriyle ifade ediyordu:
“Re­sû­lul­lah tarafından gönderilen bir askerî birlik içerisindeydim... Ayaz ve buzlu bir geceydi. Düşmanla karşılaşmak için sabırsızlıkla sabahı bekledim. Yeryüzünde benim için o geceden daha tatlı bir an yoktur. Kazançlı olmak isti­yorsanız cihada sarılın.”[4]
Hâlid bin Velid, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetleri zamanında da or­du kumandanlığı vazifesini devam ettirdi. İslam düşmanlarının kalbine büyük korku saldı. Çünkü girdiği bütün savaşlar büyük bir zaferle neticeleniyordu. Öyle ki, Müslümanlar arasında artık, “Hâlid’in girdiği savaştan mutlaka galip çıkarız.” gibi fikirler iyice yer etmişti. Hz. Ömer bundan rahatsız oldu. Müslü­manların gaflete düşerek neticede Allah’ın yardımını unutup bütün her şeyi Hz. Hâlid’e vermesinden korkuyordu. Bu sebeple, bir insanın yalnız başına her şeyi yapmaya muktedir olmadığını göstermek için, Hz. Hâlid’i kumandanlıktan az­lederek yerine Ebû Ubeyde bin Cerrah’ı tayin etti. Hz. Hâlid’e emir tebliğ edildi­ğinde hiç itiraz etmedi. Hz. Ebû Ubeyde’nin emrine girdi. Bir müddet önce ku­mandan olduğu orduda artık bir asker olarak savaşacaktı.[5]
Bütün ömrünü at üzerinde ve cihat meydanlarında geçiren Hz. Hâlid, vücu­dunda yaralanmayan yer kalmadığı hâlde şehitliğin nasip olmamasına çok üzülüyordu. Hicret’in 21. yılında vefat ederken bir yandan ağlıyor, bir yandan da şöyle diyordu:
“Şu kadar savaşta bulundum. Vücudumda kılıç, mızrak, ok yarası bulunma­yan bir tek karış yer yoktur. Fakat görüyorsunuz ki, develer gibi yatağımda ölü­yorum. Korkaklar dünyada rahat yüzü görmesin!”[6]
Allah ondan razı olsun!

______________________________________

[1]Tabakât, 2: 128-130; 7: 395; İnsânü’l-Uyûn, 2: 788-789.
[2]Tabakât, 1: 339; Sîre, 4: 239; Mektûbât, s. 144.
[3]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 506; Mektûbât, s. 135.
[4]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 333.
[5]Asr-ı Saadet, 4: 291.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 418


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hidayet nurunun kâinatı ışıklandırdığı günlerdi… Hak dinin birinci saffı yeni yeni teşekkül ediyor, müminlerin sayısı bir elin parmaklarını bile bulmuyor­du. İşte, saadet halkasının ilk mensuplarından biri olma şerefi Hz. Hâlid bin Sâid’e nasip oldu. Gördüğü sadık rüya ona güzel bir işaret olmuştu.
Rüyasında kendisini cehennemin kenarında bulur. Babası arkadan itmeye kalkışır; Re­sû­lul­lah ise belinden tutar, ateşe düşmekten kurtarır. Heyecan ve telaş içinde uyanır, “Vallahi bu rüya haktır!” der. Ertesi gün meseleyi Hz. Ebû Bekir’e açtığında ondan, “Hakkında hayırlı olsun. Seni kurtaracak olan, Re­sû­lul­lah’tır. Hiç vakit geçirmeden git, ona iman et. Ona tabi olunca, onunla bir­likte olacaksın. Rüyada gördüğün gibi cehenne­me düşmekten seni muhafaza edecektir. Baban ise cehenneme girecektir!” cevabını aldı.
İmanın tatlı rüzgârı ruhunu ferahlatıyordu. İç dünyasında bazı değişiklikle­rin olduğu­nun farkında idi. Zaman kaybetmeden Resûl-i Ekrem’in bulunduğu Ciyad mevkiine gitti.
“Yâ Muhammed, sen insanları neye davet ediyorsun?” diye sordu.
Hz. Hâlid’in kalbinin İslam’a meylettiğini anlayan Peygamberimiz, “Ben insanları Allah’ın birliğine ve benim O’nun peygamberi olduğuma inanmaya davet ediyorum. İşitmeyen, görmeyen, hiçbir zarar ve fayda vermeyen, ken­disine tapanları da, tapmayanları da tanımayan birtakım taş parçalarına tapın­maktan vazgeçirmeye çalışıyorum.” buyurdu.
 Bu veciz hakikatler ve hiç duymadığı sözler karşısında ikna olan Hz. Hâlid hemen iman etti. Daha sonra kendisine hanımı Ümeyne de katıldı. Peygamberi­miz her ikisinin de Müslüman oluşuna çok sevindi![1]
Hz. Hâlid iman ve ibadetini bir müddet gizledi. Mekke’nin tenha bir yerinde namaz kılıyordu. Müşrik babası iman ettiğini haber alınca Müslüman olmayan oğullarını göndererek yakalatıp getirtti. Onu vazgeçirmek için dil döktü. Ancak Hz. Hâlid, “Vallahi Muhammed’in dini haktır, ölsem de vazgeçmem!” diye davasında sebat etti.
Fena hâlde öfkelenen babası, elindeki sopayla Hz. Hâlid’in başına vurdu. Ba­şı ve gözü kan revan içinde kaldı. Sonra babası onu hapsetti. Aç ve susuz olarak günlerce Mekke’nin kavurucu sıcağının içinde bekletti. Hiçbir yiyecek verme­yeceğini de söyleyince Hz. Hâlid, “Sen rızkımı kessen de, Allah bana geçinece­ğim rızkı verir. Sen rızık verici değilsin.” dedi. Bir yolunu bulup babasının elin­den kurtuldu. Senelerce gözüne görünmedi.[2]
İkinci Habeşistan hicreti başlayınca ilk katılan, Hz. Hâlid ve hanımı oldu. 10 sene kadar Habeşistan’da kaldı. Sâid ismindeki oğlu ile Ümmü Hâlid ismindeki kızı orada dünyaya geldi.
Hicret’in 7. senesinde Hz. Hâlid, ailesi ve Hz. Ali’nin kardeşi Câfer bin Ebî Talip’le Habeşistan’dan ayrılıp yola çıktılar. O sırada Hayber Muharebesi cereyan ediyordu. Hayber’e vardıklarında savaş bitmişti. Peygamberimiz ve sahabiler onları sevinç içinde karşıladılar. Savaşa katılmadığı hâlde Peygam­berimiz (a.s.m.) ona bir miktar ganimet ayırmıştı. Hz. Hâlid, Bedir ve Uhud Sa­vaşlarına katılamamaktan üzülüyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz gönlünü aldı: “Razı değil misin, yâ Hâlid? Başkaları bir hicrete katıldı, fakat sen iki hicrete ka­tılmış oldun.” Hz. Hâlid tasdik edince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “İşte bu mükâfat da senindir.”[3]buyurdu.
Hz. Hâlid, Medine’ye yerleşince, Peygamberimiz yazışma ve mektuplaşma vazifesini ona verdi. Peygamberimizin gerekli yerlere göndereceği mektupları Hz. Hâlid yazar, bazı heyetlerle yapılan görüşmeleri kaleme alır, anlaşma ve muahedeleri kaydederdi. Hz. Hâlid bir nevi Peygamberimizin hususi kâtipliği­ni yapıyordu. Nitekim Hicret’in 9. senesinde Tâiflilerden Benî Sakîf ile Pey­gamberimizin yaptığı görüşmeyi Hz. Hâlid yazmış, daha sonra bu kabileyle ya­pılan sulh görüşmelerinde vazifelendirilmişti.
Hz. Hâlid gerek idari noktadan muvaffakiyeti gerekse okuma-yazmasının kuvvetli olması dolayısıyla Peygamberimiz tarafından Yemen’e vali olarak gönderildi. Peygamberimizin vefatına kadar bu vazifeyi ifa etti. Sevgili Pey­gamberimizin irtihâlini du­yunca Medine’ye geldi.
Hz. Ebû Bekir devrinde vukua gelen irtidat ve yalancı peygamber hadiseleri­nin yatıştırılmasında Hz. Hâlid’in büyük payı vardır. Bu hadiselerden sonra Hz. Hâlid, Halife Hz. Ebû Bekir tarafından Şam tarafına gönderilen orduda vazife­lendirildi.
Hz. Hâlid, Ecnâdin, Fihl ve Mercu’s-Sufr fetihlerinde bulundu. İslam ordusu Fihl’i fethettikten sonra Mercü’s-Sufr’e vardıklarında Bizans kuvvetleriyle kar­şılaştılar. O sıralarda Hz. Hâlid, Ümmü Hâkim’le yeni evlenmişti. Düğün sabahı askerlerine yemek verirken, düşmanın yaklaştığını haber aldı.
Mübareze başlamıştı. Bizanslılar ortaya bir adam çıkardılar. Onun karşısına Hz. Hâlid çıktı. Kısa bir müddet sonra şehit oldu. Kocası Hâlid’in şehadetine dayanamayan Ümmü Hâkim, üzerine zırh giyerek muharebeye katıldı. Düğün­lerini yaptıkları çadırın direklerini söktü. Düşmana saldırdı. Yedi düşman aske­rini öldürdü, eşsiz bir kahramanlık numunesi gösterdi. Bu hadise Hicret’in 14. senesi Muharrem ayında meydana gelmişti. O sıralar Hz. Ömer hilafette bulu­nuyordu.[4]

____________________________
[1]Tabakât, 4: 94.
[2]İstiâb, 1: 402.
[3]Tabakât, 4: 100; Üsdü’l-Gàbe, 2: 38.
[4]age., 4: 18-99.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget