Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Arapların en büyük şairlerinden biri olan Hassan bin Sâbit yeni Müslüman ol­muştu. O sıralar müşrik şairler, hicivleriyle Müslümanlara dil uzatıyor, rahatsız ediyorlardı. Müslümanların bu müşrik şairlere cevap verecek bir şaire ihtiyaç­ları vardı. Zira o zamanlar Araplar şiire çok önem veriyorlardı. Böyle bir şairin arandığını duyan Hassan bin Sâbit hemen Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardı. Dilini eliyle tutarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! İşte ben size dilimle yardım etmeye hazırım, on­ları hicvederek haklarından gelirim!” dedi.[1]
Fakat hicvederek yerin dibine batıracağı kimseler, Peygamber Efendimizin de mensubu olduğu Kureyş kabilesindendi. Onları hicvederken sözün Re­sû­lul­lah’a dokunması ihtimali vardı. Allah’ın Resûl’ü bu duruma şu sözlerle işaret et­ti:
“Sen onları nasıl hicvedeceksin? Biliyorsun, ben de neseben onlardanım.”
Hassan bin Sâbit bu sözlere şöyle cevap verdi:
“Yâ Re­sû­lal­lah, ben şiirlerimde mukaddes şahsiyetinizi hamurdan kıl çeker gibi Kureyş müşrikleri arasından nezaketle çeker, çıkarırım.”[2]
Bunun üzerine Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ona izin verdi. Fakat müşriklerin neseple­rini öğrenmek için Hz. Ebû Bekir’den istifade etmesini söyledi. Çünkü sahabiler arasında nesep ilmini en iyi bilen Hz. Ebû Bekir’di. Hz. Hassan bundan böyle hicivleriyle müşriklere hücum etmeye ve Müslümanları rahatlatmaya başladı. Sadece müşrikleri hicvetmekle kalmıyor, okuduğu şahane şiirlerle Peygamber Efendimizi ve İslam’ı methederek müminlerin gönüllerinde ulvi heyecan dal­gaları meydana getiriyordu. Bir şiirinde şöyle diyordu:
“Re­sû­lul­lah’ın pak alnı karanlık içinde göründüğü zaman, ortalığa nur saçan, karanlığı izale eden lamba gibi görünür.”
Hicret esnasında Müslüman olan Hassan bin Sâbit bu sırada 60 yaşındaydı. Medine’nin köklü kabilelerinden biri olan Hazreç kabilesine mensuptu. Asılla­rı ise Yemen tarafından gelmişti. Diğer taraftan Peygamber Efendimizle de uzaktan akrabalığı vardı.
İslam’la müşerref olduktan sonra şiirlerinde gayriislami temaları terk etmiş, tamamen İslami mevzularda şiir söylemeye başlamıştı. O gerek müşrikleri hic­veden ve gerekse Re­sû­lul­lah’ı müdafaa ve metheden şiirlerinde öylesine başarı­lıydı ki, artık “Re­sû­lul­lah’ın Şairi” unvanıyla anılmaya başlanmıştı.
Re­sû­lul­lah onun için mescitte hususi bir yer yaptırmıştı. Zaman zaman ora­da şiirler okuyarak müminleri şenlendirirdi. Re­sû­lul­lah da onun bu güzel şiirle­rini tebessümle dinlerdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah, “Ebû Bekir hakkında da bir şiirin var mı?” diye sordu.
O, “Evet, yâ Re­sû­lal­lah.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Onu da duy­mak isterim.” buyurdu.
Hassan bir Sâbit, Hicret esnasında Hz. Ebû Bekir’in Peygamber Efendimizle birlikte geçirdiği anları tasvir eden, Re­sû­lul­lah’ın Hz. Ebû Bekir’e olan muhab­betini dile getiren şiirini okudu. Re­sû­lul­lah şiiri dinledikten sonra, “Çok doğru söyledin ey Hassan; o, dediğin gibidir.” buyurdu.[3]
Peygamberimiz onun müdafaalarından memnun olur, zaman zaman şöyle derdi:
“Ey Hassan, Allah’ın Resûl’ü namına cevap ver. Yâ Rab, ona Ruhü’l-Kudüs’le teyit et.”
Bir defasında da Hassan’ın lisanıyla yaptığı büyük hizmetlerden dolayı şöyle buyurdu:
“Allah’ım, onu Cebrâil’le kuvvetlendir.”[4]
Müslüman olduktan sonra Hassan bin Sâbit’in şiirlerinde bazı değişiklikler oldu. Artık şiirlerinde yalan ve mübalağa gibi unsurlar yer almıyordu. Hattâ bu yüzden onun şiirlerinde eskiye nispeten gerileme olduğunu söyleyenler bile çıktı. O ise bunlara şöyle cevap veriyordu:
“Şiirlerimin eskisi kadar güçlü olmadığını kabul ederim. Çünkü İslam yalana cevaz vermez. Hâlbuki şiir yalan, hayal ve mübalağa ile güzelleşir.”[5]
Hayatı boyunca Re­sû­lul­lah’ı şiirleriyle memnun eden Hassan bin Sâbit, onun vefatının ardından duyduğu derin kederi yine yazdığı mersiyelerle dile getiri­yordu:

“Artık senin vücudunu topraklar mı örttü?
Keşke senin yerine kara topraklara giren ben olaydım!
Senin vefatından sonra Medine’de insanlar arasında mı yaşayacağım?
Ah, keşke doğmaz, dünyaya gelmez olaydım!”

Müslüman şairler arasında Hassan bin Sâbit’ten başka Abdullah bin Revâha ve Kâ’b bin Mâlik de meşhurdu. Onlar da İslam’ı müdafaa etmişlerdi. Kur’ân bu şairlerin mücadelesini överek, onları müşrik şairlerden şöyle ayırır:
“Şairlere gelince, onlara da sapıklar uyar. Görmez misin ki, onlar her türlü öv­gü ve yergiye ölçüsüzce dalarlar ve yapmadıkları şeyleri överler! Ancak iman eden, güzel işler yapan, Allah’ı çokça zikreden ve zulme uğradıktan sonra ken­dilerini müdafaa edenler müstesnadır... O zalimler ise nasıl bir akıbete yuvarla­nacaklarını yakında bileceklerdir!”[6]
Hassan bin Sâbit 120 yıl süren uzun bir ömür geçirdi. Bu 120 yılın 60’ı Cahiliyet’te, 60’ı da İslamiyet’le şereflendirdikten sonra geçmişti. Ga­riptir ki, babası, dedesi, dedesinin babası da hep 120 yıl ömür sürmüşler­di…
Hassan bin Sâbit, Hz. Muâviye devrinde 120 yaşındayken ebedî âleme irtihâl etti. Son olarak onun şiirlerinden bir-iki mısraının tercümesini naklede­lim:
“Zenginlik bana hayâyı unutturmaz.”
“Dünyanın musibetleri huzurumu bozmaz.”
“İnsanın namusu ve şerefi hiçbir leke ve yaraya tahammül edemez.”
“Bir şişe kırıldıktan sonra nasıl tamir olmazsa, insanın namus ve şerefi de öy­ledir.”

_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 4.
[2]age., 2: 5.
[3]Tabakât, 3: 174.
[4]Tecrid Tercemesi, 2: 360.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 2: 4.
[6]Şuarâ Sûresi, 225-227.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

İki Cihan Güneşi’nin ders halkasında yetişmiş, onun talim ve tedrisinden geçmiş, kahraman ve cömert talebelerden birisi de Hârise bin Nûman’dır (r.a.).
Hârise bin Nûman, malını mülkünü, canını ve bütün hayatını, en küçük bir te­reddüt ve şüphe göstermeden Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) feda edebilen bir kahraman­dı. Huneyn Mu­harebesi’nde “Müslümanların mağlup olduğu” haberinin yayılıp tehlikeli bir ânın başladığı bir anda Re­sû­lul­lah’ın yanından hiç ayrılmayan, vü­cudunu ona siper eden, cesaret timsali bir insandı.
Suffe Medresesi’nde bir müddet kaldıktan sonra evlenip çocuk sahibi oldu­ğunda da Re­sû­lul­lah’ın komşusu olmayı çok arzu ediyordu. Ve sonunda Pey­gamberimizin yakın komşusu oldu. Medine’de, “Re­sû­lul­lah’ın komşusu” dendi­ğinde akla Hârise bin Nûman gelirdi.
Bu hususa işaret eden İbni Sa’d, Hz. Hârise’nin, Medine’de Peygamberimizin evinin yakınında bir evi bulunduğunu, Re­sû­lul­lah’ın ihtiyacı olduğu zamanlar­da, Hârise’nin evini boşaltıp ona verdiğini kaydetmektedir.[1]
Evini Re­sû­lul­lah’a veren Hz. Hârise, bu mübarek komşusundan ayrı kalma­mak için oraya bir ev daha yaptı. Bir müddet oturduktan sonra bu evini de Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fâtıma’ya (r.anha) hibe edecektir.
Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz, Medine’ye geldikten sonra bir seneye yakın Ebû Eyyüb el-Ensâri’nin evinde kaldı. Daha sonra kendi evine taşındı. Bu arada Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenince, Re­sû­lul­lah, Hz. Ali’ye bir ev bulmasını emretti. Hz. Ali, ev aramaya koyuldu. Fakat Peygamberimizin evine yakın yer­de bir ev bulamadı, sonunda Medine’nin uzak bir köşesinde bir ev buldu. Bir müddet orada kaldılar.
Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bir gün ziyaretlerine gitti. Bir ara, “Sizi yakınıma almak istiyorum.” buyurdu. Hz. Fâtıma, “Canım babacağım, isterseniz Hârise ile ko­nuş, belki yakınınızdaki evi bize boşaltır.” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz, muaz­zez kızı Fâtıma’ya hitaben, “Sevgili kızım, Hârise evini bir kere bize verdi; ikin­ci defa isteyemem.”
Bu haber bir vesileyle Hz. Hârise’ye ulaştı. Bunun üzerine hemen Re­sû­lul­lah’a geldi ve “Yâ Re­sû­lal­lah, duydum ki, Fâtıma’nın, sizin yakınınızda bulunan bir eve ihtiyacı varmış. Benî Neccar’ın en sağlam evlerinden olan evimi boşalttım, gelip otursunlar. Ben ve malımın hepsi Allah ve Resûl’ünündür. Yemin ederim ki, yâ Re­sû­lal­lah, benden aldığınız mal, benim yanımda, bana bıraktığınız mal­dan daha hayırlıdır.” dedi.
Hz. Hârise’nin bu samimi ifadeleri üzerine Efendimiz şöyle buyurdu:
“Haki­katen doğru söylüyorsun, yâ Hârise, Allah’ın bereketi üzerine olsun.”[2]
Daha sonra Hârise’nin evine Hz. Ali ve Hz. Fâtıma taşındılar.
Hz. Hârise’nin, Efendimizin zevcesi Mariye’ye de bir ev verdiği rivayet edi­lir. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah’ın, ailesiyle beraber Medine’ye hic­ret ettiği zaman, yine Hz. Hârise’nin evinde kaldıkları belirtilmektedir.
Hârise bin Numan’ın bu cömertliği, hayatının sonlarına doğru iki gözünü kaybettikten sonra da devam etmiştir. Hz. Hârise bu sıralar evinin önüne hur­ma dolu bir zembil koyuyor ve fakirlerin gelip oradan ihtiyaçları kadarını alıp gitmelerini temin ediyordu.[3]
Hz. Hârise, Hz. Cebrâil’i iki defa gördüğünü söyler. İbni Abbas’ın rivayetine göre, Peygamberimiz, Hz. Hârise ve Hz. Cebrâil arasında şöyle bir hadise ge­çer:
Hz. Hârise bir gün Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) huzuruna varır, gizlice birisiyle ko­nuştu­ğu­nu düşünerek selam vermez. Az sonra Cebrâil, Re­sû­lul­lah’a, “O, niçin selam ver­medi?” diye sorar. Peygamber Efendimiz, Hârise’ye, “Geldiğinde ne­den selam ver­me­din?” deyince, Hz. Hârise, “Sizi, birisiyle konuşurken gördüm, konuşmanızı kesme­mek için selam vermedim.” der.
Re­sû­lul­lah Efendimiz, “Sen onu gördün mü?” diye sorar. Hârise, “Evet.” ce­vabını ve­rir. Efendimiz, “O, Cebrâil’di!” der. Hz. Cebrâil, “Şayet bana selam ver­seydi, selamı­nı alırdım.” der ve devamla, “O, 80’lerdendir.” buyurur. Re­sû­lul­lah Efendimiz, 80’le­rin kimler olduğunu sorunca, Hz. Cebrâil şöyle ce­vap verir:
“İnsanların kaçıştığı bir sırada canını, evladını ve rızkını Allah’a ha­vale ederek, senin çevrende kenetlenip sarsılmadan sabredenlerdir.”[4]
Hz. Cebrâil bu ifadeleriyle, Huneyn’de Peygamberimizi yalnız bırakmayan sahabi­lere işaret ediyordu. Hz. Hârise de oradaydı.
Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.), “Cennette bir Kur’ân sesi duydum, ‘Bu kimin sesidir?’ diye sor­duğumda, ‘Hârise bin Nûman’ın okuyuşudur.’ dediler.”5 şeklindeki ha­diste olduğu gi­bi pek yüksek sena ve iltifatına mazhar olan Hz. Hârise, bütün ha­yatını İslam’a hizmet için vakfetmiş ve Hz. Muâviye devrinde vefat etmiştir.
Allah ondan razı olsun!

_________________________________________
[1]Tabakât, 3: 448.
[2]age., 8: 22-23.
[3]Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 356. 4.Üsdü’l-Gàbe, 1: 359.
[4]age.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Mekke’nin fethi günüydü... Hâris bin Hişâm, arkadaşı Zübeyr bin Ebû Ümeyye ile birlikte Peygamberimizin halası Ümmühanî’nin evine geldiler. “Himayeni­ze sığınıyoruz.” dediler.
Bu arada Hz. Ali, gördüğü herkesi İslam’a çağırıyordu. Müslüman olmayanla­rın, İslam’a karşı gelenlerin cezalandırılmaları lüzumuna inanıyordu. Zaten sa­vaş hâlindeydiler. Hz. Ümmühanî’nin evine geldi. Hâris ve Zübeyr’i görünce şaşırdı. Her ikisi de birer İslam düşmanıydılar. Üzerlerine yürüdü. Fakat Hz. Ummühanî, evine sığınan insanla­rın öldürülmesine müsaade etmedi. “Vallahi beni öldürmedikçe onlara el süremezsiniz!” diyerek Hz. Ali’ye mâni oldu. Hz. Ummühanî, onların hâlinden gönüllü olarak İslam’ı kabul edeceklerini tahmin etmişti.
Hz. Ummühanî, “Ali neden böyle yapıyor?! Kocamın akrabası olan bu iki kişiyi himaye ettiğim hâlde öldürmek istiyor!” diyerek, Hz. Ali’nin durumunu Re­sû­lul­lah’a haber verdi. Gerçi Hz. Ali’nin haklı bir gerekçesi vardı. Çünkü Hâris bin Hişâm, Bedir Harbi’nde Müslümanlara kan kusturmuştu. Buna rağ­men Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’den böyle davranmamasını istedi. Hima­yesine girmiş, kendilerine sığınmış bir kimsenin öldürülemeyeceğini beyan et­ti. Peygamberimizin bu müsamahası, birer İslam düşmanı olan Hâris ve Zübeyr üzerinde büyük tesir bıraktı, kalplerinin İslam’a ısınmasına sebep oldu. Onların bu kalbî taraftarlıkları bir müddet sonra İslam’la müşerref olmalarını netice ver­di.
Hâris’in Müslüman olması şöyle oldu:
Mekke’nin Fethi üzerinden henüz bir sene geçmemişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) bir gün Hz. Bilâl’le beraber Kâbe’ye girdi. Bilâl’in ezan okumasını istedi. Ebû Süfyân bin Harb, Attab bin Esid ve Hâris bin Hişâm da Kâbe’nin avlusunda oturuyorlardı. Attab bin Esid, “Babam bahtiyardı ki, bugünlere kalmadı!” dedi. Hâris bin Hişâm ise, “Neden böyle konuşuyorsun? Yemin ederim ki, Muhammed’in hak söylediğini bilsem ona inanır, tabi olurum!” dedi. Ebû Süfyân ise korkak bir eda ile, “Hiçbir şey söy­leyemem. Çünkü ne söylersem şu civarın taşları, çakılları ona haber verir!” de­di.[1]
Onlar böyle sohbetlerine devam ederken, Peygamber Efendimiz ansızın yan­larına gel­di. “Söylediklerinizin hepsini biliyorum!” buyurarak, konuştuklarını teker teker anlat­tı. Şaşırıp kaldılar. Bunun üzerine Hâris ve Attab, “Vallahi bu söylediklerimizi bizden başka kimse bilmiyordu. Sen bunları bir insandan duy­muş olamazsın. Senin Peygamber olduğuna şahitlik ederiz.” dediler ve Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldular.[2]
Böylece, Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) en büyük arzusundan birisi ger­çek­leş­miş oldu. Çünkü çevresinde iyiliği ve dürüstlüğüyle tanınmış olan Hâris bin Hişâm’ın Müslüman olmasını çok istiyordu. Hattâ onun için, “Allah’ım, Hâris’in İslamiyet’e girmesini ne kadar istiyorum, ona hidayet nasip et!” diye dua ediyordu. Peygamberimizin bu niyazı kabul olmuş, Hâris bin Hişâm zorla değil, kendi isteğiyle iman etmişti.
Hâris’in Müslüman olmasından sonra Efendimiz, ona iltifatta bulundu ve “Seni İsla­­miyet’le şereflendiren ve sana doğru yolu gösteren Yüce Allah’a hamd olsun. Zaten se­­nin gibi bir insanın İslam’ı bilmemesi ve takdir etmemesi müm­kün değildi.” buyurdu.
Hâris’in kalbi iman aşkıyla çarpıyordu. İslam’a hizmet aşkı ruhunda büyük he­yecan doğurmuştu. Kardeşi Ebû Cehil, İslam’ı kökten yıkmak için elinden geleni geri koymazken, Hâris onun yaptığı tahribata karşı İslam’ı yaymayı, sadece Mekke ve Medine’de değil, en uzak yerlere kadar gidip, sahabilerle birlikte ci­hada çıkmayı, durup dinlenmeden hizmet etmeyi düşünüyordu.
Sonunda cihada çıkma kararını verdi. Yakınları ve dostları, kendisini yolcu etmek üzere geldiklerinde Hâris, Mekke ve Medine dışına çıkmasının tek sebe­binin cihat aşkı olduğunu bildiren şu veciz konuşmasıyla onlara veda etti:
“Kardeşlerim, dostlarım! Yemin ederim ki, ne sizden fazla kendimi düşündü­ğüm ne de başka bir yurdu bu yurda tercih ettiğim için gitmiyorum. Başka in­sanları sizlere tercih ediyor da değilim. Bu yolculuğum sadece Allah yolunda ve Allah rızası için bir yolculuktur.”
Hz. Hâris’in bundan sonraki hayatının çoğu cihat meydanlarında geçti. O, kendisinden önce ahirete şehit olarak giden kahraman sahabiler gibi olmak is­tiyordu. Onları daima hayırla yâd ediyordu. “Mekke dağları kadar altınım olsa, hepsini Allah yolunda harcasam, yine onlara yetişemem!” diyordu. Bu dünyada onlarla beraber bulunamadıysa da, ahirette beraber olacağı düşüncesi, ruhunu tatmin ediyordu.
Nihayet Yermuk Savaşı’nda ağır bir şekilde yaralandı. Arkadaşlarından su is­tedi. Getirdiler. Tam içeceği sırada, kendisi gibi yaralı olan İkrime bin Ebû Cehil’in suya baktığını gördü. Hemen suyu ona gönderdi. “Suyu İkrime’ye götür.” dedi. İkrime (r.a.) içmek için suyu eline aldı. Ayyaş bin Ebî Rebiâ’nın (r.a.) suya baktığını gördü. Hz. Ayyaş da yaralıydı. İkrime (r.a.) suyu ona gönderdi. Sucu Hz. Ayyaş’a gittiğinde onun şehit olduğunu gördü. İkrime’ye yetişmek istedi. Yanına geldiğinde o da şehit olmuştu. Hemen Hz. Hâris’e koştu. Fakat o da şehadet mertebesine ermişti…[3]
Hz. Hâris’in Re­sû­lul­lah ile çok tatlı hatıraları vardı. Bunlardan birisi şöyle­dir:
“Bir gün Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardım; bana nasihat etmesini, birtakım tav­siye­ler­de bulunmasını istedim. Re­sû­lul­lah, ‘Dilini korumaya çalış.’ buyurdu. Sadece bunu tav­­siye etti. Ben bunun çok kolay bir şey olduğunu sanıyordum, fakat daha sonra ne ka­­dar zor bir olduğunu anladım!”[4]
Allah ondan razı olsun!

___________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe; 1: 352.
[2]Sîre, 4: 56.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 1: 352.
[4]Tabakât, 1: 198.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget