Hatib bin Ebî Beltea (r.a.)
Hz. Hatib, Hicret’ten önce Müslüman oldu. Medine’ye hicret etti. Müşriklerle yapılan ilk savaş olan Bedir Harbi’ne katıldı. Büyük kahramanlıklar gösterdi. İlahî iltifata mazhar oldu. Uhud Savaşı’nda da büyük kahramanlık örnekleri sergiledi. Bir ara “Resûlullah öldürüldü!” diye bir ses duydu. Hemen Peygamberimizi aramaya koyuldu. Nihayet onu buldu. Peygamberimizin mübarek yüzü yaralanmıştı. “Kim yaptı bunu?!” diye sordu. Resûlullah (a.s.m.) “Utbe bin Ebî Vakkas.” buyurdu. Hz. Hatib, ne tarafa gittiğini sordu. Peygamberimizin işareti üzerine de onun gittiği tarafa yöneldi. Sonunda yetişip yakaladı. Başını kesti ve Resûlullah’a getirdi. Peygamberimiz bu kahraman sahabisini takdir etti: “Allah senden razı olsun, Allah senden razı olsun!” diyerek duada bulundu.[1]
Hendek, Rıdvan Biatı, Hudeybiye Anlaşması’nda da bulunan Hatib (r.a.), Peygamberimizle birlikte bütün önemli savaşlara katıldı.
Hz. Hatib, Peygamberimize büyük bir sevgiyle bağlıydı. Onun uğrunda yapmayacağı fedakârlık yoktu. Her emrine kayıtsız olarak itaat ederdi. Resûlullah’ın yapılmasını istediği bir hizmete herkesten evvel o talip olurdu.
Hicret’in 7. yılıydı... Peygamberimiz birçok hükümdara elçiler gönderip onları İslam’a davet etmişti. Mısır hükümdarı Mukavkıs’a da bir elçi göndermek istiyordu. Bir mektup yazdı. Sonra da sahabilere hitaben, “Ey insanlar, sevabını Allah’tan almak üzere bu mektubu Mısır hükümdarına hanginiz götürür?” buyurdu.
Hatib bin Ebî Beltea da oradaydı. Hemen ayağa kalktı. “Yâ Resûlallah, ben götürürüm!” dedi. Peygamberimiz, Hz. Hatib’in, davetine hemen icabet etmesine çok memnun oldu. Ona şöyle duada bulundu:
“Ey Hatib, Allah bu vazifeyi sana mübarek kılsın!”
Hz. Hatib mektubu aldı, Peygamberimizle ve sahabilerle vedalaştıktan sonra evine geldi. Hazırlığını tamamladı, ailesiyle vedalaştı, vakit geçirmeden de yola çıktı.
Hatib (r.a.) güzel konuşan, meselesini iyi anlatan bir sahabi ve ayrıca iyi bir şairdi. Şimdi bu kabiliyetini, bir hükümdarı İslamiyet’e davet ederken kullanacaktı. Yol boyunca neler anlatabileceğini, nasıl hareket edeceğini düşündü.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Mısır’a vardı. Fakat Mukavkıs’ı bulamadı. İskenderiye’ye gitti. Fazla bekletilmeden hükümdarın huzuruna çıktı. Hükümdar mektubu açtı, okutturdu. Mektupta şunlar yazıyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın kulu ve Resûlü Muhammed’den Kıptîlerin büyüğü Mukavkıs’a.
“Selam, hidayete uyan ve doğru yolda olanlara olsun. Seni İslam’a davet ediyorum. Müslüman ol ki, selameti bulasın, Allah’ın iki kat mükâfatına nail olasın. Eğer davetimi kabul etmezsen Kıptîlerin günahı senin boynuna olsun! ‘De ki: Ey Kitap Ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlar! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim! Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz de deyin ki: Şahit olun, biz Müslümanlarız…” (Âl-i İmrân Sûresi, 64.)
Mektubun okunması tamamlanınca Mukavkıs, Hz. Hatib’e bazı sorular sordu. Bunlardan bir tanesi şöyleydi:
“O gerçekten peygamberse, kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavmine neden beddua etmedi?”
Hz. Hatib’in bu suale cevabı susturucuydu. Şöyle dedi:
“Sen Hz. İsa’nın peygamber olduğunu kabul ediyorsun değil mi? O gerçek bir peygamber olduğuna göre, kavmi kendisini asmak istediği zaman, Allah onu semaya kaldırıp yükselteceğine, kavminin helak edilmesi için Allah’a dua etseydi olmaz mıydı?”
Mukavkıs bu cevap karşısında Hz. Hatib’i takdir etmekten kendini alamadı. “Sen bir hakîmsin, yerli yerinde konuşuyorsun. Hakîm ve yerli yerinde konuşan birinin de yanından geliyorsun.” dedi. Sonra da suallerine devam etti:
“Muhammed insanları nelere davet ediyor?”
“Yalnız Allah’a ibadet etmeye, beş vakit namaz kılmaya, Ramazan ayında oruç tutmaya, haccetmeye, verilen sözü yerine getirmeye, ölmüş hayvan eti ve kan yememeye davet ediyor.”
“Onun şekil ve şemalini bana tarif et.”
Hz. Hatib, Peygamberimizin fizikî yapısını biraz tarif etti. Sözünü tamamladığında Mukavkıs, “Anlatmadığın bazı şeyler kaldı. Onun gözlerinde birazcık kırmızılık, sırtında peygamberlik mührü var. Kendisi merkebe biner, harmani giyer. Onu amcası ve amcaoğulları korur.” dedi. Hz. Hatib, “Evet, bunlar da onun sıfatlarıdır.” deyince sözlerine şöyle devam etti:
“Ben İsa’dan sonra bir peygamber daha gönderileceğini biliyordum. Fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum! Çünkü daha önceki peygamberler hep oradan çıkmıştı. Bununla beraber, Son Peygamber’in sertlik, darlık ve yoksulluk ülkesi olan Arabistan’dan çıkacağını, kitaplarda okumuştum. Bizim vasfını Allah’ın Kitabında yazılı bulduğumuz Son Peygamber’in gönderilme vakti, tam bu zamandır.
“Biz onun vasfını, ‘İki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez. Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez, fakirlerle oturup kalkar.’ diye de kitaplarda yazılı bulmuştuk. Evet, o Peygamber, ülkelere hâkim olacak. Kendisinden sonra arkadaşları buralara kadar gelip fethedecekler. Bunları biliyorum. Fakat ona uymak hususunda halk beni dinlemez! Saltanatımdan ayrılmayı da göze alamam, bu hususta çok cimriyimdir! Ben halkıma bundan ne bir kelime bahsederim, ne de bu konuşmamı bildiririm.”
Hz. Hatib, Mukavkıs’ın hakikatleri bildiğini, buna rağmen saltanatının elinden çıkacağından korkup iman etmeye yanaşmadığını görünce üzüldü. Son olarak Mukavkıs’a son derece tesirli bazı tavsiyelerde bulundu: “Senden önce geçenlerden birisi bu topraklarda kendisinin büyük rab olduğunu iddia etmiş ve ‘Ben sizin yüce rabbinizim!’ diye bağırmıştı. Cenâb-ı Hak o firavunu dünya ve ahiret azabıyla yakalayıp cezalandırdı. Sen başkalarından ibret al, fakat kendin başkalarına ibret olma!” Daha birçok şey söyledi. Fakat Mukavkıs’ı ikna edemedi. Çünkü onun gözünü saltanat hırsı bürümüştü.
Mukavkıs, orada kaldığı müddetçe Hz. Hatib’e ikramda bulundu. Güzel bir şekilde onu ağırladı. Peygamberimize hitaben de bir mektup yazdı. Bir hayli de hediye gönderdi. Gönderdiği hediyeler arasında, Peygamber Efendimizin hanımlarından olma şerefine ermiş bulunan Hz. Mariye de bulunmaktaydı.
Uzun bir yolculuktan sonra Hz. Hatib, Medine’ye ulaştı. Hediyeleri Peygamberimize takdim etti. Mukavkıs ile aralarında geçen konuşmaları nakletti. Peygamberimiz, Mukavkıs hakkında, “Kötü adam! Saltanatına kıyamadı. Esirgediği saltanatı kendisine kalmayacak!” buyurdu.[2]
Hz. Hatib, bu kadar güzel hizmetlerinin yanında Hicret’in 10. yılında büyük bir hata yapmıştı. Şöyle ki: Peygamberimiz (a.s.m.), Mekke’nin fethi için büyük bir ordu hazırlıyordu. Fakat seferin nereye yapılacağını gizli tutuyordu. Hatib’in (r.a.) Mekke’de yakınları vardı. Onlara olan şefkat ve merhameti sebebiyle, Peygamberimizin gizli tuttuğu sefer haberini bir mektup yazarak Mekke’ye ulaştırdı. Fakat Peygamberimiz vahiy yoluyla bunu haber aldı. Hemen Hz. Ali ve Zübeyr bin Avvam’ı (r.a.) yanına çağırdı ve “Acele hareket ediniz. Falan yere vardığınızda, orada yanında bir mektup bulunan, hayvan üzerine binmiş bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alınız ve bana getiriniz.” diye emretti.
Bu sahabiler denileni yaptılar, mektubu alıp Resûlullah’a getirdiler. Bunun üzerine sahabiler, “Yâ Resûlallah, Hatib, Allah ve Resûl’üne hâinlik etmiştir!” diyerek cezalandırılmasını istediler. Hattâ öldürülmesini teklif edenler dahi oldu… Peygamberimiz, Hz. Hatib’i yanına çağırttı. Mektubu gösterdi ve “Bunu tanıdın mı?” diye sordu. Hatib (r.a.), “Evet, tanıdım.” deyince, Resûlullah (a.s.m.) bu işi niçin yaptığını sordu. Hatib şu cevabı verdi:
“Yâ Resûlallah, bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben Kureyşli değilim. Onların arasına başka yerden geldim. Şu anda çoluk çocuğum onların arasında bulunuyor. Diğer sahabilerin Mekke’de ailelerini ve mallarını koruyacak akrabası var, benim ise yoktur. Ben bunu, onlara bir iyilik yapayım, kendilerini minnet altında bırakayım da orada bulunan ev halkımı korusunlar diye yaptım! Yoksa bunu dinimden döndüğüm, Müslüman olduktan sonra küfre saptığım için yapmış değilim... Yâ Resûlallah, vallahi ben Allah’a ve Resûlüne iman ettim ve dinimi de asla değiştirmedim! Ben Müslüman olduğum günden beri Allah hakkında hiçbir şüpheye düşmedim. Müşriklerden ayrıldığım günden beri kendilerine de hiçbir sevgi beslemedim. Ben iyi biliyorum ki, Cenâb-ı Hakk’ın onlara vereceği azaba karşı benim mektubum kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak, gelecek azaptan onları kurtarmayacak”
Peygamberimiz onu dinledikten sonra Ashâbına, “O size doğru söyledi. Bunun hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiniz.” buyurdu. Öldürmek isteyenlere karşı da, “O, Bedir Harbi’nde bulunmuştur. Bedir Savaşı’nda bulunmuş birini nasıl öldürürsün?! Ne biliyorsun? Belki de Allah, Bedir Savaşı’na katılanlara, ‘Siz istediğinizi yapınız. Ben sizi bağışladım.’ uyurmuştur…” dedi.[3]
Hemen sonra da bununla ilgili âyet-i kerime nazil oldu. Cenâb-ı Hak da, Hz. Hatib’in mümin olduğuna ve ihanet etmediğine şahitlik ediyordu.[4]
Artık sahabilerin Hz. Hatib’e karşı hiçbir kötü zanları kalmadı. Eserlerinde bu hadiseye yer veren âlimler de bunu onu suçlamak için değil, Allah’a ve Resûlüne olan bağlılığını göstermek maksadıyla naklettiler.
Hz. Hatib, Hz. Ebû Bekir devrinde de Mısır’a elçi olarak gönderildi. Mukavkıs’la bir anlaşma imzaladı. Hz. Ömer devrinde Mısır’ın fethine kadar bu anlaşma maddeleri geçerli oldu.
Hatib (r.a.), Hicret’in 30. yılında Hz. Osman’ın hilafeti devrinde Medine’de vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı.
Allah onlardan razı olsun!
___________________________________
[1]Müstedrek, 3: 300-301.
[2]İnsânü’l-Uyûn, 3: 295-300; Tabakât, 1: 260; el-Bidâye, 4: 272.
[3]Müsned, 1: 79-80, 105; İnsânü’l-Uyûn, 3: 11-12.
[4]Mümtehine Sûresi, 1-9.
[2]İnsânü’l-Uyûn, 3: 295-300; Tabakât, 1: 260; el-Bidâye, 4: 272.
[3]Müsned, 1: 79-80, 105; İnsânü’l-Uyûn, 3: 11-12.
[4]Mümtehine Sûresi, 1-9.