Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hayat yükü, geçim sıkıntısı, çoluk çocuk derdi bütün ağırlığıyla omuzundaydı. Zaruri ihtiyaçlarını bile zor şartlar altında karşılıyordu. Dünyalık namına elinde ne varsa hepsini de kaybedince bütünüyle fakr u ihtiyaç içinde kaldı. Ailesine bir avuç hurma, çocuklarının açlığını bastıracak bir parça ekmek temi­ninde güçlük çekmek, bir baba için ne kadar dayanılmaz bir hâldi... Bir seferinde üç gün üst üste yiyecek bir şey bula­mamıştı.
Bu derece muztar bir durumda bulunduğu hâlde, derdini kimseye açamıyor, sıkıntısını bir başkasıyla paylaşamıyordu. O zamana kadar kimseden bir şey is­tememiş, kimseye el avuç açmamıştı. İstiğnasından, iffetinden taviz veremi­yordu. Görenler de gerçek durumunu tahmin edemiyor, kendisini zengin sanı­yorlardı.
Fakat bir bilen vardı: “Sadaka, kendilerini Allah yoluna vakfeden fakirler içindir. Bunlar rızık aramak için yeryüzünde dolaşamazlar. Durumlarını bilme­yen kimse, hayâ ve iffetlerinden dolayı onları zengin sanar. Sen, onları yüzlerin­den tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip bir şey istemezler...”[1]
Yüce Mevla, Kelam-ı Kadim’inde methettiği böylesi muztar müminleri Habibine bildiriyordu. Fakat o sıralar hemen hemen bütün Müslümanlar benzer bir durumdaydı. Mekkeli yüzlerce Muhacir, Medine’ye gelmiş, Ensar kardeşleri bütün varlıklarını yeni misafirleriyle paylaşmışlardı. Bunun için kısa zamanda bir çözüm getirmek de mümkün değildi.
O gün Mescid-i Nebevî’ye geldi. Dava arkadaşlarını görerek teselli bulacaktı. Bir köşeye sessiz sakin oturuvermişti. O sırada Allah Resûlü’nün gözüne çarptı. Bu mütevekkil sahabisini gören Peygamberimiz, Ashâbına onu şöyle takdim ediyordu:
“İçinizden iffet sahibi birisini görmek isteyen varsa, Mâlik bin Sinan’a bak­sın.”
Hz. Mâlik, hidayet Peygamberinin fedakâr ve müttaki bir sahabisiydi. Medi­ne’ye teşrif buyurduğunda kendisine kucak açan, aile efradıyla birlikte iman sa­fına katılan, barışta ve savaşta hep yanı başında yer alan bahtiyar bir insandı. Ha­nımı Enise, her yönden kendisine tam bir destekti. Onunla birlikte iman etmiş, hizmet ve cihat meydanlarından geri kalmaması için kendisine düşen imkânları hazırlamış, teşvik etmişti.
Uhud Savaşı için yapılan istişare toplantısında karar verilmek üzereydi... Mâlik bin Sinan, cihat aşkını Bedir’de tatmıştı. Âdeta yerinde duramaz hâldey­di, Allah’ın nurunu söndürmek isteyenlerin tekrar karşısına çıkmak arzusun­daydı. Fikrini şöyle açıkladı:
“Biz iki hayırlı işin arasındayız. Ya Allah bizi mutlaka muzaffer kılar, onlar­dan ise ancak kaçmaya muvaffak olanlar kurtulur veya Allah bize şehitliği na­sip eder… Yâ Re­sû­lal­lah, Allah’a yemin ederim ki, benim için iki ihtimal de aynı­dır. Hangisi tahakkuk ederse etsin mutlaka hayır ondadır.”
Henüz 11 yaşındaki küçük oğulları Ebû Sâid el-Hudrî’nin minik kalbindeki iman o kadar coşmuştu ki, Peygamberimizle birlikte bulunmak, onun nurlu soh­betini dinleyerek cennetten anlar yaşamak için gayret ediyordu. Ayrıca kendi gücüne kuvvetine bak­madan, Peygamberimizin işaret ettiği her hizmete koşmak için can atıyordu. Mes­cid-i Nebevî inşa edilirken mukaddes mabedin taşlarını o da omuzluyordu. Bedir Savaşı’na katılmayı o kadar arzu etmesine rağmen, yaşı­nın küçüklüğünden dolayı kabul edilmemişti.
13 yaşındaki Ebû Sâid’in içine ateş düşmüştü. Epeyce savaş eğitimi yapmıştı. Kendi boyu kadar da olsa kılıç taşıyıp, müşriklerin karşısına dikilebileceğinden emindi. Ken­di­sine güveniyordu. Bedir’de kabul edilmemişti. Ama bu sefer ıs­rarlıydı. Re­sû­lul­lah’ın hu­zuruna geldi, yalvardı yakardı. Cihat ordusunun en küçük ferdi olmayı rica etti. Kahra­man ruhuna Medine’de kalmayı yediremiyordu. Bu samimi ısrarı ve arzusunu Peygamberimiz kırmadı. Orduya kabul et­ti. Baba-oğul yan yana İslam ordusunda yer alacaktı.
Ordu Medine’den ayrıldı. Uhud Dağı eteğine kondu. Bir anda nurlu Peygam­ber, fedaileri ile şaşkın müşrik güruhu yüz yüze geldi. Fazla bir zaman geçmeden müşrikler büyük bir hezimete uğradı. Fakat Müslüman okçular kendilerine ve­rilen talimata uyma­dıklarından düşman ordusu yeniden toparlandı. Bir anda iş ciddileşti. Hedef Allah’ın Resûl’üydü. Bütün müşrik silahşörleri, Peygamberi­mizin bulunduğu çadıra doğru ilerliyordu. Bu arada Müslümanların bir kısmı da paniğe kapılmış, mevzilerini terk etmişlerdi. Fakat bir grup gözü pek fedai, Pey­gamberimizin etrafında halkalanmış, vücutlarını o mübarek vücudun önünde kale yapmışlardı.
Bu arada bir müşrik darbesiyle Peygamberimizin mübarek yüzü kanamıştı. Mâlik bin Sinan da orada hazırdı. Peygamberimizin yüzünü yaralı vaziyette gö­rünce, muazzez kanının yere düşmemesi için hemen yanına yaklaştı. Yüzünde­ki kanı yalayarak sildi. Zaten kendisi de yaralıydı, ancak son gücüne kadar da­yanmalıydı. Çünkü bir anlık ihmal Re­sû­lul­lah’ın hayatına mal olabilirdi. Fakat vücudu kan revan içindeydi. “Gurab bin Süfyân” adlı müşrikin kılıç darbesi, Hz. Mâlik’in cennete uçmasına kâfi gelmişti
Şehitler defnediliyordu. Sıra Hz. Mâlik’e gelmişti. Peygamberimiz de orada hazırdı. Kabre konmadan önce sahabilerine yöneldi, şöyle hitap etti:
“Kanım kanına karışan kişiye cehennem ateşi erişemez.”
Evet, Hz. Mâlik hem şehitlik mertebesine ulaşmış, hem de bu vesileyle cehennem ateşinden korunmuştu.[2]
Allah ondan razı olsun!

______________________________
[1]Bakara Sûresi, 273.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 281; el-İsâbe, 3: 345-346; Sîre, 3: 85.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Sahabiler kendilerine muarız olan o çevrede, bütün dünyanın karşılarında oldu­ğu o zamanda, Peygamber Efendimize (a.s.m.) öylesine gönülden bağlanmış, ona öylesine gönül vermişlerdi ki, onun uğrunda anadan babadan, yârdan serden, mal­dan mülkten geçmişlerdi. Her şeylerini onun getirdiği hidayet güneşinin dün­yayı aydınlatması, önündeki engellerin bertaraf edilmesi yolunda feda etmiş­lerdi.
Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) olan sevgileri her şeyden daha üstündü. Çünkü imanları kemal mertebesindeydi. Onların dilinde şu ifadeler sadece bir edebiyat olsun di­ye dolaşmıyordu:
“Anam babam, malım, evladım ve nefsim sana feda olsun, yâ Re­sû­lal­lah!”
Onlar yüksek fedakârlık ifadesi olan bu sözü bütün kalplerine ve benliklerine sindirmişlerdi. Re­sû­lul­lah’ı sevinçli görseler yüzleri güler, onu üzgün bulsalar dünyaları kararırdı. Çünkü bu fâni âlemde, fena toprağında yok olup gitmekten onların kurtulmasına, önlerine ebedî saadet ufuklarının açılmasına vesile olan, o zat idi.
Uhud Harbi’nin en dehşetli anları yaşanıyordu... Bir ara müşriklerin bozguna uğradığını zanneden okçular, Re­sû­lul­lah’ın talimatını unutarak zafer havasına kapıldılar ve bulundukları tepeyi terk ettiler. Bu fırsatı gözleyen ve daha sonra Müslümanlar safına geçip “Allah’ın Kılıcı” unvanına mazhar olacak olan Hâlid bin Velid derhâl bundan istifadeyle İslam ordusunu arkadan kuşatıverdi. İki ateş arasında kalan Müslümanlar böylece çok zor durumda kalmışlardı. Hattâ müşrikler, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) yanına kadar yaklaşabilmişler ve bulundu­ğu tarafa doğru ok yağdırmaya başlamışlardı. Bütün maksatları, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) vücudunu ortadan kaldırmaktı. Ancak fedakâr sahabiler vücutları­nı, canlarından çok sevdikleri Peygamberleri önünde siper etmişlerdi. Âdeta onu etten bir kale içine almışlardı. Bütün bu fedakârane gayretlere rağmen bir ok Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) çenesine isabet etmiş ve mübarek dişleri kırmıştı. O ka­dar ki, yüzü kanlar içinde, yan üzeri bir çukura düşmüştü. Düştüğü yerden kal­kan Re­sû­lul­lah (a.s.m.), “Kendilerini Rab’lerine imana davet eden Peygamber­lerini kana bulayan bir kavim, nasıl kurtulabilir?!” diye üzüntüsünü ifade etti. Ancak onun bu serzenişi üzerine şu mealdeki âyetler nazil oldu:
“Ey Resûlüm! Kulların yaptıkları işlerin hiçbirinden sen mesul değilsin. Al­lah ya onlara rahmetiyle tövbeyi nasip eder yahut zalim olduklarından dolayı onları azaba çarptırır. Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ındır. Dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap verir. Allah Gafûr ve Rahim’dir.”[1]
İşte o çileli günde müşrik oklarına göğsünü siper eden, hattâ Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) adım adım takip ederek ve nereye dönerse derhâl onun önüne ve hizası­na gelerek mübarek simasının önünde siperlik yapan kahraman ve cefakâr biri vardı. Kendisine isabet eden okların acısına aldırmıyordu bile... Bir taraftan göğ­süne saplanan okları çekip çıkarıyor, diğer taraftan da yayına ok takarak düş­mana atıyordu. Bu zat, Allah ve Resûl’üne (a.s.m.) canını feda eden sahabe Katâde bin Numan’dı. Göğsü ok yaralarından delik deşik olmuş, kanlar içinde kalmıştı. Ama onda öyle bir Re­sû­lul­lah aşkı vardı ki, bunlara aldırmıyor, asla Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) siperliğinden ayrılmıyordu. Yüzünü onun yüzüne siper ediyordu. Tam o sırada bir ok gelip gözüne isabet etti. Göz bebeği, yüzünün üstü­ne doğru düşüvermişti. Mutlaka Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) isabet edecek bir oka mâni olurken gözünden olmuştu. Dengesini kaybeder gibi oldu. Onun bu durumunu gören Re­sû­lul­lah dayanamadı ve gözyaşları içinde şöyle duada bulundu:
“Ey Yüce Rabb’im, Katâde yüzüyle ve gözüyle Peygamberini korudu. Sen ona daha güzel ve keskin gören bir göz nasip eyle.”
Sonra da hastalara şifa, dertlilere deva olan mucize dolu eliyle Katâde’nin göz bebeğini göz çukuruna yerleştirdi. Onun duası ve mucize sunan eli sayesin­de Katâde’nin gözü eskisinden daha güzel ve sağlam olmuştu. Hattâ Uhud Harbi’nden sonra, bu mucizeyi hatırlatan gözüyle anılır olmuştur. Katâde’nin bir torunu, yıllar sonra İslam halifesi Ömer bin Abdülaziz’in (r.a.) yanına vardığında kendisini Katâde ile tanıtmış ve şöyle demiştir:
“Ben öyle bir zatın torunuyum ki, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) onun çıkmış gözünü yerine koyup o anda şifa bulmuş ve gözlerin en güzeli olmuştur.”[2]
Katâde bin Numan, sahabilerin ileri gelenlerinden olup böylesine fedakâr ve yiğit bir kimseydi. Birinci Akabe Biatı’nda Müslüman olanlardandı. Başta Be­dir, Uhud ve Hendek olmak üzere Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve İslam davasına bü­yük faydalar sağlamıştı.
İslam güneşinin Arap Yarımadası’nı iyice hâkimiyeti altına aldığı ve Mek­ke’nin fethedildiği gün, bu mücadelelerde büyük payı olan biri olarak Peygam­ber Efendimiz (a.s.m.), yaşlanan Katâde’ye bir değnek vermişti ki, bu değneğin vasfı hiçbir benzerinde yoktu. Tıpkı bir projektör gibi, Katâde’nin çevresindeki 10 arşınlık bir daireyi aydınlatıyordu.[3]
Hicret’in 23. yılında 65 yaşında vefat eden bu sahabinin bıraktığı fedakârlık anlayışının bizlere örnek olmasını diliyor, bizleri de şefaatlerine nail etmesini niyaz ediyoruz.

___________________________________
[1]Âli İmrân Sûresi, 12-129.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 195; Mektûbât, s. 143.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 196.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Ka’b, şair bir sülaleden geliyordu. Babası Züheyr kuvvetli bir şairdi. Yahudi ve Hıristiyanların meclislerine devam ederdi. Bu sebeple yakında bir peygambe­rin çıkacağını biliyordu.
Züheyr bir gece rüyasında gökten bir ip uzatıldığını, elini uzattığı hâlde onu tutama­dığını gördü. Bunu, çıkacak peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yordu. Çocuklarına, ona yetişirlerse iman etmelerini vasiyet etti.
Aradan yıllar geçti… Hicret’in 9. yılında Züheyr’in oğulları Büceyr ve Ka’b, Me­dine’ye giderlerken Eraku’l-Azzaf a geldiklerinde Büceyr kardeşine, “Sen bura­da dur da ben gidip Muhammed’le bir görüşeyim.” dedi ve Medine’ye gitti. Re­sû­lul­lah ile biraz sohbet ettikten sonra da Müslüman oldu. Kardeşi Ka’b’a haber salarak Müslüman olduğunu bildirdi. Ka’b çok kızdı. Gönderdiği şiirinde onu yerdi.
Onun bu hâline çok üzülen kardeşi Büceyr, Müslüman olmasını çok istiyor­du. Bir şiir yazıp gönderdi. Mektubu alan Ka’b ne yapacağını, nasıl hareket ede­ceğini uzun uzun düşündü. Bu arada hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başla­mıştı. Medine’ye hare­ket etti. Gizlice şehre girdi. Daha önce tanıdığı birinin evi­ne misafir oldu. Sabahleyin Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıktı. Elini Peygamberimi­zin mübarek eli üzerine koydu. Sonra da, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ka’b bin Züheyir, yap­tıklarına pişman olarak ve İslamiyet’i kabul ederek gelmiş bulunuyor. Onu size getirsem, kendisini affeder, Müslümanlığını kabul buyurur musunuz?” dedi. Peygamberimiz, “Evet.” cevabını verince de hemen Kelime-i Şehadet getirdi. Peygamberimiz, “Sen kimsin?” diye sordu. Ka’b, “Ben Ka’b bin Zü­heyr’im.” de­di. Sonra da Müslüman olduğunu, tövbe ettiğini dile getiren ve “Bânet Süâd (Sevgili Uzaklaştı)” sözleriyle başlayan uzunca bir kaside okudu. Bittiğinde Peygamberimiz sırtından bürdesini (hırka) çıkarıp ona giydirdi. Bu kaside “Kasîde-i Bür­de” ismiyle, Ka’b da (r.a.) “Kasîde-i Bürde Sahibi” diye meşhur oldu.
Re­sû­lul­lah’ın Ka’b’a verdiği hırka Hicret’in 26. yılında vefat edinceye kadar yanında kaldı. Muâviye’nin (r.a.), “Re­sû­lul­lah’ın hırkasını bize sat.” teklifini Ka’b (r.a.), “Ben, Re­sû­lul­lah’ın hırkasını giymek hususunda hiç kimseyi kendi­me tercih etmem!” diyerek reddetti. Fakat vefatından sonra Ka’b’ın oğulları onu Muâviye’ye (r.a.) sattılar...
Bu mübarek hırka tevarüs yoluyla halifeden halifeye geçti. Nihayet Yavuz Sultan Selim, diğer emanetlerle birlikte onu da Mısır’dan İstanbul’a getirdi. Hır­ka hâlen Topkapı Sarayı (Müzesi) Hırka-i Saadet Dairesi’nde bulunmakta ve İki Ci­han Serveri’ni hatırlatan mukaddes bir emanet olarak herkes tarafından ziyaret edilmektedir.
Hz. Ka’b’ın “Kasîde-i Bürde”si Fransızca, İtalyanca ve diğer bazı dillere çevril­miştir. Ka’b’ın (r.a.) diğer kaside ve şiirleri “Şerh-i Divan-ı Ka’b ibni Züheyr” is­miyle şerhedilmiştir.[1]

_____________________________________

[1]Sîre, 4: 144-158; Müstedrek, 3: 578-586.
Yazar: 


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget