Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Muâz bin Cebel (r.a.), Akabe Biatı’nda daha 18 yaşındayken Müslüman ol­muştu. Medineli olup, Hazreç kabilesinin Benî Seleme koluna mensuptu.
Re­sû­lul­lah’ın ifadesiyle, ümmete karşı en merhametli olan Hz. Ebû Bekir, Al­lah’ın emrini ifa hususunda en serti Hz. Ömer, hayâ bakımından en doğru olan Hz. Osman (r.a.), feraizi (miras hukukunu) en iyi bilen Zeyd bin Sâbit ve Kur’ân’ı en iyi bilen Übey bin Kâ’b olduğu gibi, haram ve helali en iyi bilen de Muâz bin Cebel’di.[1]
Re­sû­lul­lah’ın zamanında, Ensar içerisinde fetva vermekte temayüz etmiş olan üç sa­habiden birisiydi. Diğer ikisi de Übey bin Ka’b ve Zeyd bin Sâbit idi.
Kur’ân-ı Kerim hususunda da ayrı bir ihtisası vardı. Nitekim Re­sû­lul­lah, “Kur’ân’ı dört kişiden öğreniniz: Abdullah bin Mes’ud, Übey bin Kâ’b, Muâz bin Cebel ve Ebû Huzeyfe…”[2]buyurmuştur.
Hicret’ten sonra Re­sû­lul­lah, Hz. Muâz’ı Abdullah bin Mes’ud’la (r.a.) kardeş yapmıştı. Bedir, Uhud ve Hendek Gazalarıyla birlikte bütün savaşlara katılıp ön saflarda mücadele etti. Peygamberimiz, Huneyn Savaşı’na çıkarken onu Medi­ne’de emîr olarak bıraktı. Halka Kur’ân-ı Kerim öğretmesini ve dinî meseleleri anlatmasını emretti.
Tebük Gazvesi sırasında Re­sû­lul­lah’ın parlak bir mucizesi­ni müşahede edenlerden birisi de Hz. Muâz idi…
Orduyla birlikte bir çeşmeye rastlamışlardı. Güçlükle akıyordu. Bu çeşmenin suyunun orduya yetmesi imkânsızdı. Re­sû­lul­lah sudan bir miktar getirmelerini emretti. O suyla elini ve yüzünü yıkadıktan sonra tekrar çeşmeye koydular. Çeş­menin menfezi öyle bir açıldı ki, gök gürültüsü gibi bir sesle su yer altından gümbür gümbür akıyordu. Re­sû­lul­lah, yanında bulunan Hz. Muâz’a şöyle dedi:
“Eğer ömrün varsa, bu suyun böylece akıp giderek buraları bağa bahçeye çevireceğini göreceksin.”
Gerçekten de Muâz yıllar sonra oraların öyle olduğunu görerek, Re­sû­lul­lah’ın müba­rek su mucizesini bir daha tasdik etti.[3]
Hz. Muâz bir defasında, “Yâ Re­sû­lal­lah, bana cenneti kazandıracak ve ce­hen­nemden uzaklaştıracak bir şey söyle!” dedi. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Bana çok mühim ve büyük bir meseleyi sordun! Ancak Allah bir kimseye kolaylık ihsan ederse, onu yerine getirmek kolaydır. Allah’a ibadet eder, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın. Namazı layıkıyla kılar, zekâtı verir, Ramazan oru­cunu tutar ve haccı da yaparsın.
“Sana hayır kapılarını göstereyim mi? Oruç, kalkandır. Sadaka, suyun ateşi söndürmesi gibi, hataları söndürür. Gece kılınan namaz, salih kulların alameti­dir.”[4]
Bir başka gün Peygamberimiz, Hz. Muâz’ın elinden tutarak şöyle buyurdu:
“Ey Muâz, vallahi ben seni çok severim! Sana şunu tavsiye ederim: Her bir na­mazın arkasından, ‘Allahümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsn-ü ibadetike [Yâ Rabbi, Seni zikretmek, Sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım et].’ demeyi terk etme.”[5]
Peygamberimiz (a.s.m.), irşatta bulunması ve Müslümanlara dinlerini öğret­mesi için Yemen’e birini göndermek istiyordu. Bir gün sabah namazını kıldır­dıktan sonra cemaate hitaben, “Hanginiz Yemen’e gitmek ister?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Ben gideyim, yâ Re­sû­lal­lah.” dedi. Peygamberimiz ses çıkar­madı. Hz. Ömer talip oldu. Peygam­berimiz yine ses çıkarmadı. Bunun üzerine Muâz (r.a.), “Ben gideyim, yâ Re­sû­lal­lah.” dedi. Re­sû­lal­lah (a.s.m.), “Ey Muâz, bu vazife senindir.” dedi. Sarığını Hz. Muâz’ın başına sardı.
Hz. Muâz, Yemen’de hâkimlik yapacak, halka İslamiyet ve Kur’ân’ı öğrete­cek, tahsil edilen zekâtı memurlardan teslim alacaktı. Vazifesi ağırdı. Bu sebep­le Peygamberimiz ona bazı temel meselelerde tavsiyelerde bulundu: “Sen Ehl-i Kitap’tan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına vardığında, önce onları Allah’tan başka ilah olmadığını, Muhammed’in Allah’ın Resûl’ü ol­duğunu tasdike davet et. Eğer bunu kabul ederlerse, onlara, Allah’ın beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allah’ın, zenginler­den alınarak fakirlere verilen zekâtı emrettiğini bildir. Bunu da benimserlerse, zekât alırken sakın malların en iyilerini seçme! Mazlumun âhını almaktan çe­kin; çünkü onun âhı ile Allah arasında hiçbir engel yoktur!” dedi.
Sonra da Muâz’a, “Sana bir dava getirildiğinde ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muâz (r.a.), “Allah’ın Kitabı’yla.” dedi. Re­sû­lul­lah, “Onda bulamazsan ne ile hükmeder­sin?” diye tekrar sordu. Hz. Muâz, “Re­sû­lul­lah’ın sünnetiyle.” diye cevap verdi. Re­sû­­lul­lah’ın (a.s.m.), “Ya orada da bulamazsan?...” demesi üzerine de Hz. Muâz şu cevabı verdi:
“O zaman kendi görüşüme göre içtihat eder, ona göre hüküm veririm.”
Onun bu cevabı Peygamberimizi çok sevindirdi. “Re­sû­lul­lah’ın elçisini Re­sû­lul­lah’ın hoşnut olacağı bir şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!” buyurdu.
Muâz (r.a.) yola çıkmadan önce Peygamberimizden biraz daha feyizlenmek istiyordu, “Yâ Re­sû­lal­lah, bana tavsiyede bulun.” diye rica etti. Peygamberimiz şu tavsiyede bulundu:
“Her ne hâlde ve nerede olursan ol, Allah’tan kork! Günah işlediğinde arkasından hemen sevap kazandıracak bir amel işle ki, onu yok et­sin. İnsanlara da güzel şekilde muamele et.”
Peygamberimiz, ayrılmadan önce Hz. Muâz’ın kalbini hicrana boğacak bir haber verdi: “Ey Muâz, şüphesiz bundan böyle benimle artık buluşamayacaksın Belki de dönüşte şu mescide ve kabrime uğrayacaksın!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Muâz’ın gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Peygamberimiz, ondan ağlamamasını istedi. Sonra da birbirlerinden ayrıldılar.
Muâz bin Cebel (r.a.), Re­sû­lul­lah’ın vefatına kadar Yemen’de kaldı ve İslam’a orada hizmet etti. Orada bulunduğu süre içerisinde günden güne Müslümanla­rın sayısı artıyordu. Yeni Müslümanlar önce kendisine biat ediyor, sonra da Medine’ye gidip Re­sû­lul­lah’ı ziyaret ediyorlardı. Bir defasında sadece Nehâ ka­bilesinden 100 kişi onun vasıtasıyla Müslüman olmuş, sonra da Medine’ye gi­dip Re­sû­lul­lah’ı ziyaret etmişlerdi.[6]
Muâz (r.a.), Hz. Ebû Bekir’in hilafeti zamanında cihat hizmetlerine katılmak üzere Şam’a gitmeye niyet etti. Hz. Ömer ise Medine’de Müslümanların kendi­sine olan ihtiyacını bildiği için, Hz. Ebû Bekir’den onu göndermemesini rica et­ti. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’e şöyle karşılık verdi:
“Şehitlik arzu eden ve ona ni­yet eden birisine ben nasıl mâni olabilirim?!”[7]
Câbir bin Abdullah’a (r.a.) göre, Hz. Muâz sima itibarıyla çok güzel, ahlak ba­kımından çok üstün ve çok cömert idi.
İlme çok önem verirdi. Bu ehemmiyet verişidir ki, ona “ümmetin içinde ha­ram ve helali en iyi bilen kimse” unvanını kazandırdı. Onun ilimle ilgili sözle­rinden bir kısmı şöyledir:
“İlim öğrenin; çünkü o, Allah’a karşı korkunuzu artırır. İlim istemek ibadet­tir. İlmî mü­zakerelerde bulunmak Allah’ı tespih etmektir. İlimden bahsetmek cihattır. Bilmeyenlere öğretmek sadakadır. İlmi layık olanlara dağıtmak, kişi­yi Allah’a yaklaştırır; çünkü ilim, haram ve helalin ölçülerini verir.”
“İlim, cennet ehlinin gideceği yolda kandil, yalnızlıkta dost, gurbette arka­daş, tenhalarda yoldaş, sevinçli ve kederli günlerde kılavuz, düşmana karşı silah ve dostlar yanında meziyettir.”
“İlim, cehaletten kararan kalpleri aydınlatır, karanlıkta görmeyen gözlere kandil olur.”
“Bahtiyar kimseler ilimden ilham alırlar, bahtsızlar ise ondan mahrum olur­lar.”[8]
Muâz (r.a.) zaman zaman halka nasihatlerde bulunurdu. Bir keresinde öğüt isteyen birine şöyle dedi:
“Sana iki şey tavsiye edeceğim: Nerede olursan ol dünyadaki nasibinin seni arayıp bulacağını bil. Öyle ise sen dünyadan ziyade ahiretteki payına daha çok muhtaçsın. O hâlde ahiretteki payını dünyadakine tercih et.”
Bir defasında da oğluna şöyle demişti:
“Oğlum, namaz kıldığın zaman, [ahirete gitmek üzere] vedalaşan bir kimsenin namazı gibi kıl.”
Kendisinden nasihat isteyen birine Hz. Muâz şöyle diyordu:
“Oruç tut, fakat devamlı değil. Namaz kıl, fakat uykun için zaman ayır. Rızkın için çalış, fakat rızkımı kazanayım derken doğruluktan ayrılma. Müslüman olarak ölmeye ça­lış. Mazlumun bedduasından da sakın.”
Hz. Muâz fevkalade takva sahibiydi. Geceleri teheccüde kalkar ve şöyle dua ederdi:
“Yâ Rabbi! Gözler uykuya daldı, yıldızlar kayboldu. Ama Sen Hayy ve Kayyûm’sun, yâ Rabbi! Kıyamet günü bana iade edilmek üzere yanında bir he­diye kıl. Sen verdiğin sözden dönmezsin, yâ Rabbi!”
Hz. Muâz, Şam’a gitti ve Hicret’in 18. yılında 38 yaşındayken vebadan vefat etti. Vefatının iyice yaklaştığını hissettiği sıralarda şöyle diyordu:
“Merhaba ey ölüm! Merhaba fakirlik zamanımda gelen sevgili ziyaretçi!
“Yâ Rabbi! Benim Senden korktuğumu Sen biliyorsun. Dünyayı ve sonu gel­mez arzuların tatminini istemedim. Irmakların akışı, ağaç yapraklarının hışırtısı benim alakamı çekmedi. Bunları Sen biliyorsun, yâ Rabbi!”
Hz. Muâz bu sözlerinden sonra ağlamaya başlamıştı. Etrafında bulunanlar, “Sen ki, Re­sû­lul­lah’ın bir sahabisisin, sen ki bu kadar fazilete sahipsin; böyle nasıl ağlıyorsun?!” dediler. Onlara şöyle cevap verdi:
“Siz benim, ölümden korktuğum veya dünyayı terk ettiğim için ağladığımı mı zannediyorsunuz? Ben öldükten sonra hangi tarafa [cennete veya cehenneme] gideceğimden emin olamadığım için ağlıyorum!”[9]
Hz. Muâz bu sözlerden biraz sonra vefat etti. Onun Hz. Ömer’in yanında ayrı bir yeri vardı. Vefat ederken kendisine, “Bize kimi halife bıraktın?” diyen birine şu cevabı verdi:
“Şayet Muâz bin Cebel sağ olsaydı onu halife bırakırdım. Rabb’ime kavuştuğumda Rabb’im bana ‘Kimi halife bıraktın?’ deyince, Senin kulun ve Resûlün Muhammed’in (a.s.m.), ‘Muâz kıyâmet günü, âlimlerin önünde tek başına bir cemaattir.’ buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim.”[10]
Hz. Muâz, Peygamberimizden birçok hadis rivayet etti. Bunlardan birkaç ta­nesinin meali şöyledir:
Re­sû­lul­lah bana, “Cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkı nedir, biliyor mu­sun?” diye sordu. “Allah ve Resûl’ü daha iyi bilir.” dedim. “Kulların Kendisine ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi Kendisine ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. Sonra tekrar, “Kullar bu vazifeleri yerine getirdiklerinde Cenâb-ı Hakk’ın onlara neler vaat ettiğini biliyor musun?” diye sordu. Ben “Allah ve Resûl’ü daha iyi bilir.” de­yince, “Onlara azap etmemeyi.” buyurdu.[11]
“Bir kimse deve üzerinde düşmanla çarpışırsa cennet ona vacip olur. Bir kimse ihlasla şehit olmayı ister de sonra ölür veya öldürülürse, onun için şehit sevabı vardır. Bir kimse Allah yolunda yaralanır veya bir zahmet çekerse, kıya­met günü zaferan renkli ve misk kokulu olarak gelir.”[12]
Allah ondan razı olsun!

_________________________________
[1]Tirmizî, Menâkıb: 33.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 377-378.
[3]Mektûbât, s. 112.
[4]Müsned, 5: 231; Tirmizî, Menâkıb: 8.
[5]Ebû Dâvud, Vitir: 36.
[6]Tabakât, 3: 584; Hilye, 1: 346; Hz. Muhammed ve İslamiyet, 10: 35-40.
[7]Tabakât, 1: 346.
[8]Tabakât, 2: 347.
[9]Üsdü’l-Gàbe, 4: 377-378.
[10]Tabakât, 3: 590.
[11]Müsned, 5: 228.
[12]age., 5: 231.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

Hz. Muammer, İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman oldu. İkinci kafileyle Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet sonra Mekke’ye tekrar döndü. Medine’ye hicret etmekte bi­raz gecikti, bu sebeple savaşlara iştirak edemedi.
Veda Haccı’na katıldı. Peygamberimizin hizmetinde bulundu. Re­sû­lul­lah’ın devesi üzerinde bulunan “mahmil”i düzenlemekle vazifelendirilmişti. Bir defasında iyice bağla­madığı için “mahmil” yolda sallanmaya başladı. Peygamberimiz, “Muammer, bu mah­milin bağları gevşek gibi geliyor bana!” buyurdu. Muammer (r.a.), “Yâ Re­sû­lal­lah, ben her zamanki gibi onu sımsıkı bağlamıştım. Benim hizmetinizde bulunma şerefime gıpta eden biri gevşetmiştir!” dedi. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) tebessüm ederek, “Muammer, senin gönlün rahat olsun, ben senin yerine kimseyi tayin etmem!” buyurdu.
Bu bahtiyar sahabi, Re­sû­lul­lah’ın mübarek saçlarını kesme şerefine de nail oldu. Usturayı hazırladığında latife olarak, “Muammer! Re­sû­lul­lah, kulağının memesini sana tes­lim etmiştir.” buyurmuştu.
Muammer (r.a.) sevinçliydi, “Yâ Re­sû­lal­lah, bu, Allah’ın ne kadar büyük bir nimeti ve ihsanıdır ki, sizin saçınızı kesmek şerefine nail oldum!” diye cevap vermişti.[1]

_______________________________
[1]Tabakât, 4: 139; Müsned, 4: 242.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

İslam’ın kurtarıcı elinin ulaştığı insanların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Ancak Müslümanlar, müşriklerin hiçbir fayda ve zararı dokunmayan putları bırakarak Cenâb-ı Hakk’a iman etmeyi büyük bir suç olarak görmeleri sebebiyle, imanları­nı gizlemeye mecbur kalıyorlardı. İşte bu kritik zamanda hiç tereddüde düşme­den iman eden bahtiyarlardan birisi de Mikdad bin Esved idi (r.a.).
Hz. Mikdad’ın kabilesi düşman istilasına uğramış; yurtları, toprakları ve malları ellerinden alınarak yağma edilmişti. Bunun üzerine Mekke’ye gelen Mik­dad bin Esved, Abd-i Yegûs Hanedanı’na sığındı. Bu hanedan, çok sevdikleri için onu evlatlık edindiler. Hz. Mikdad, kimsesiz olduğu için daha ihtiyatlı dav­ranması gerektiği hâlde, imanını daha fazla gizleyemedi. İnancı uğrunda çile­nin her türlüsüne razıydı. Hiçbir müşrikten korkmuyordu. Kâinata meydan okuyabilecek hakiki bir imana sahip olduktan sonra kimden korkacaktı? İşte bu kararlılık içinde olduğu hâlde müşriklerin yüzlerine karşı imanını haykırdı.
Mikdad, o âna kadar Müslüman olduğunu açıklayanların yedincisiydi. On­dan önce Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ammar, Ümmü Sümeyye, Süheyb ve Bilâl (r.a.), imanlarını açığa vurmuşlardı. Cenâb-ı Hak bu yedi kişiden Peygamber Efendimizi amcası vasıtasıyla, Hz. Ebû Bekir’i de kavminin deste­ğiyle bir müddet korudu. Müşrikler bunlara bir şey yapamadılar. Fakat diğer sahabilerin, kendilerini müşriklere karşı koruyacak kimseleri yoktu. Bu sebep­le Hz. Mikdad’ı ve diğerlerini yakalıyor, elbiselerini soyarak demirden zırhlar giydiriyorlar, saatlerce, hattâ günlerce kızgın güneşin altında bekletiyorlardı.[1]Ancak bütün bu işkenceler, onların imanlarını daha da kuvvetlendiriyordu. Di­ğer taraftan müşrikler, bütün akıl almaz işkencelerine rağmen, Müslüman olan ve bunu açıklamaktan çekinmeyen sahabilerin sayısının artmasına mâni olamı­yorlardı. Çünkü inanç, baskı ve zulümle engellenemezdi.
Nihayet işkenceler dayanılmaz bir hâl alınca, Peygamberimiz, Müslümanla­rın meşakkatlerini hafifletmek için Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye bu­yurdu. Bunun üzerine Müslümanlar hicret ettiler. Bunların içinde Hz. Mikdad da bulunuyordu. Habeşistan’da bir müddet kaldıktan sonra, Peygamberimizin Medine’ye hicret ettiğini haber aldı. Peygamber hasretine daha fazla dayanama­dı ve vakit geçirmeden Habeşistan’dan Medine’ye hicret etti. Dönüşünde, Pey­gamber Efendimiz onu mühim bir vazifeyle Mekke’ye gönderdi. Mekkelilerin Müslümanlar hakkındaki düşüncelerini öğrenecekti. Vazifesi son derece tehlike­liydi, çünkü müşrikler kendisini tanıyordu, yakalayıp öldürebilirlerdi. Hz. Mikdad bunları bilmiyor değildi. Fakat onun bütün istediği, canını Allah yo­lunda feda etmek değil miydi? Hiç tereddüt etmeden Mekke’ye hareket etti. İs­tenilen bilgileri toplayarak kısa zamanda Peygamberimize getirdi.[2]
Hz. Mikdad, Re­sû­lul­lah’ı çok seviyor, onun yanından ayrılmak istemiyordu. Ce­nâb-ı Hak, onun bu hâlis niyetinin mükâfatını verdi. Peygamberimiz, Muha­cirlerle En­sar’ı 10’ar kişilik gruplara ayırarak aralarında kardeşlik akdi yapmıştı. Mikdad, Peygamberimizin bulunduğu grubun içinde kaldı.[3]
Mikdad’ın Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Çok severdi. Sevgi­sinin tezahürü olarak, amcası Zübeyr’in kızı Dıbaa’yı ona nikâhladı. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde de ona olan sevgisini şöyle beyan buyurur:
“Allah bana Ashâbımdan hususi olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti. Bunlar Ali, Mikdad, Selmân ve Ebû Zer’dir.”[4]
Hz. Mikdad’ın en bariz vasıflarından biri, haksızlığa uğrayan bir kimse gör­düğünde ona yardım etmekti. Haksızlığa hiç tahammül edemezdi. Bir gaza esn­asında birlik kumandanı, askerlere, “Kimse hayvanlarını otlağa çıkarmasın.” şeklinde bir emir vermişti. Askerlerden birisi her nasılsa bu emri duymamıştı. Hayvanını otlağa saldı. Bunu öğrenen kumandan hiddetlendi ve askeri dövme­ye başladı. Bu durumdan haberdar olan Hz. Mikdad kumandana gitti ve “Ne hakla adamcağıza dayak attın?! Vallahi sen ona ne kadar vurduysan, onun da o kadar sana vurması lazımdır!” dedi. Kumandanın bu büyük sahabiye saygısı sonsuzdu. Bu sebeple teklifine rıza gösterdi. Fakat asker, kumandanını affetti. Bunun üzerine Mikdad şöyle dedi:
“Allah’tan ümidim, İslam’ın aziz kalmasıdır. Ben öleyim; ama İslam’ın zillete düştüğünü görmeyeyim!”[5]
Müslümanlar, Medine’ye hicret etmekle müşriklerin işkencelerinden kurtul­muş­lar­dı. Ancak müşrik tehlikesi hâlâ bir tehlike olarak devam etmekteydi. İslam’ın gelişmesine mâni olmak için her an Medine’ye saldırabilirlerdi. Nitekim Hicret’in 2. yılında bütün imkânlarını kullanarak, sayıca ve silahça mücahitler­den çok üstün olan kalabalık bir ordu hazırladılar.
Peygamber Efendimiz bunu haber alınca sahabilerle istişare etti. Zaten hak­kında vahiy nazil olmayan hususlarda Ashâbıyla istişare etmek, Re­sû­lul­lah’ın âdetlerindendi. Kendi düşüncesine uymasa da istişareden çıkan kararı tatbik ederlerdi. Bu istişarede Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, müşriklerle savaşmak husu­sunda güzel bir konuşma yaptılar. Hz. Mikdad da oradaydı. Söz aldı ve mücahit­leri coşturan ve aynı zamanda da imrendiren şu konuşmayı yaptı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Allah sana ne emrettiyse onu yerine getir. Biz seninle berabe­riz ve senin yanındayız. Biz İsrâiloğullarının Mûsâ’ya (a.s.) dediği gibi, ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla çarpışınız da, biz burada oturalım!’ demeyiz. Fakat biz şöyle deriz: ‘Git, sen ve Rabb’in onlarla savaşınız. Biz de sizin yanınızda, sizinle bir­likte çarpışırız. Seni Hak din ve kitap ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bizi Mekke’nin arkasında ve Yemen taraflarında, beş gecelik mesafede bulunan Berku’l-Gımad’a kadar yürütecek olsan oraya kadar yürür; senin sağında so­lunda, önünde arkanda çarpışırız!”
Hz. Mikdad’ın bu konuşması Peygamberimizin çok hoşuna gitti. Ona hayır duada bulundu.[6]Daha sonra da bu cesur sahabisini sol cenah kumandanlığına tayin etti. Müşriklerle yapılan bu ilk savaşta Hz. Mikdad büyük fedakârlıklar gösterdi. Neticede İslam ordusu kesin bir zafer kazandı.
Peygamberimizle birlikte gazalara iştirak eden Mikdad, fakir bir sahabiydi. Aç kaldığı günler çok olurdu. Fakat hiçbir zaman hâlinden şikâyetçi olmaz, içinde bulunduğu duruma şükrederdi. Allah’tan ümidini hiçbir zaman kesmez­di. Bazen bunun peşin mükâfatını alırdı.
Medine’de kıtlığın hüküm sürdüğü ve halkın, açlıktan karınlarına taş bağla­mak zorunda kaldıkları bir günde Mikdad evden çıktı. Birkaç gündür yemek yememişti. Bâkiü’l-Kargad Kabristanı’nda “Hacebe” denen yere kadar gitti. Bir harabeye girdi ve oturdu. Biraz sonra orada bulunan bir delikte bir dinar gördü. Akabinde delikten 17 tane dinar çıkardı. Kıtlık zamanında 17 dinar çok paraydı. Fakat acaba bu parayı alıp harcaması doğru olur muydu? Sünnet­ten ayrılmayan ve bir müşkili olduğunda hemen Re­sû­lul­lah’a gelen Hz. Mikdad yine öyle yaptı. Peygamberimize gelerek hadiseyi nakletti. Peygamber Efendimiz bu parayı harcamasında bir mahzurun bulunmadığını haber verdi.[7]Çünkü o para, hâlis niyetine karışılık, Allah’ın bir ikramıydı.
Hz. Mikdad’ın hususiyetlerinden birisi de, bir insan hakkında konuşurken ih­tiyatlı davranmasıydı. Bir insanın gerçek yüzünü, fikir ve mahiyetini öğrenme­den hüküm vermezdi. Bu hususta şöyle derdi:
“Ben bir insanın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söyle­mem. Çünkü bu hususta Re­sû­lul­lah’a sorulmuştu da, o şu cevabı vermişti: ‘İnsa­nın kalbi kadar değişen bir şey yoktur.’”[8]
Allah ve Resûl’ü uğrunda her şeyini te­reddütsüz feda eden ve hayatının her ânını İslamiyet’in yücelmesi için harcayan Hz. Mikdad, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında da büyük hizmetlerde bu­lundu. Hz. Ömer onun cesaretini takdir eder ve onu bin kişilik orduya denk tu­tardı.
İslam fütuhatının hızla yayıldığı yıllarda mücahitler Mısır hudutlarına da­yan­mış­lardı. İslam ordularının kumandanı Amr bin Âs (r.a.), Mısır’ın fethi için Hz. Ömer’den yardım göndermesini talep etti. Hz. Ömer şöyle bir mektup yaz­dı:
“Sana dört bin kişi gönderdim. Her binin başında bin kişiye bedel bir kuman­dan bulunmaktadır. Bunlar Zübeyr bin Avvam, Mikdad bin Esved, Ubâde bin Sâmit ve Mes­le­me bin Muhallad’dır.”[9]
Şehit olmayı çok arzulayan ve bu arzusuna kavuşmak için ömrünün son anla­rına ka­dar cihat ordularına katılmaktan geri durmayan Hz. Mikdad, Hicret’in 33. yılında Hz. Osman’ın hilafeti zamanında vefat etti.[10]
Allah ondan razı olsun!

____________________________________
[1]Hilye, 1: 172.
[2]Üsdü’l-Gàbe, 4: 409.
[3]Müsned, 6: 4.
[4]Hilye, 1: 172; Üsdü’l-Gàbe, 4: 410; Fethü’r-Rabbânî, 22: 359.
[5]Hilye, 1: 176.
[6]Sîre, 2: 266; Tabakât, 3: 162.
[7]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 478.
[8]Müsned, 6: 4; Hilye, 1: 175.
[9]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 505.
[10]Üsdü’l-Gàbe, 4: 411; Tabakât, 3: 163.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget