MUHAMMED ALEYHİSSELÂM:
Allahü teâlânın insanlara gönderdiği son peygamber.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberlerden başka (bir şey) değildir.
O'ndan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür yâhud öldürülürse,
ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi döneceksiniz. Kim (böyle) iki ökçesi üzerinde
(ardına) dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış olmaz. Allah, şükür (ve sebât)
edenlere mükâfât verecektir. (Âl-i İmrân sûresi: 144)
Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın insanlara gönderdiği peygamberidir.
O'nunla birlikte olanlar kâfirlere karşı şiddetlidirler. Biribirlerine karşı pek
merhâmetlidirler. (Feth sûresi: 29)
Ben Muhammed'im. Ben Mâhî'yim ki, Allahü teâlâ benimle küfrü yok eder. Ben
Hâşir'im ki, halk kıyâmet günü benim izimce haşr olunacak (toplanacak)tır. Ben Âkıb'ım
ki, benden sonra peygamber yoktur. (Hadîs-i şerîf-İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Resûlü yâni peygamberidir. Habîbi
(sevgilisi)dir. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Babası Abdülmuttalib'in oğlu
Abdullah, annesi Vehb'in kızı Âmine Hâtun'dur. Mîlâdın 571 senesi Nisan ayının yirmisine
rastlayan Rebî-ül-evvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke'de doğdu.
Babası O doğmadan önce vefât etti. Altı yaşındayken annesi, sekiz yaşındayken dedesi vefât
etti. Sonra amcası Ebû Tâlib'in yanında büyüdü. Yirmi beş yaşında hazret-i Hadîce ile
evlendi. Bundan dört kızı iki oğlu oldu. Kırk yaşında bütün insanlara ve cinne peygamber
olduğu bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmaya başladı. Elli iki yaşındayken bir
gece Mekke'den Kudüs'e ve oradan göklere götürülüp, getirildi. Mîrâc adı verilen bu
yolculuğunda Cennetleri, Cehennemleri, Allahü teâlâyı gördü. Beş vakit namaz bu gece farz
oldu. Mîlâd'ın 622 yılında Allahü teâlânın emriyle Mekke'den Medîne'ye hicret etti (göç etti).
Vefâtına kadar İslâmiyet'i yaymaya ve insanları iki cihân seâdetine (mutluluğuna)
kavuşturmağa çalıştı. Hicrî on bir (M. 632) senesinde Rebî-ul-evvel ayının on ikinci Pazartesi
günü öğleden evvel vefât etti. Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece yarısı, vefât ettiği odaya
defn edildi. (İbn-ül-Esîr, İmâm-ı Süyûtî, Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî, Zerkânî)
Muhammed aleyhisselâm beyaz idi. İnsanların en güzeli idi. O her zaman dünyânın her
yerinde olan ve gelecek bütün insanlardan her bakımdan üstündür. Aklı, fikri, güzel huyları,
bütün organlarının kuvveti her insandan fazla idi. Ümmî idi yâni hiç mektebe gitmedi.
Kimseden ders almadı, fakat Allahü teâlânın bildirmesi ile her şeyi bilirdi. (İmâm-ı Kastalânî)
Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâm adındaki bir melek ile Muhammed aleyhisselâma
Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. İnsanlara dünyâda ve âhirette lüzûmlu ve faydalı olan şeyleri emr
etti. Zararlı olanları yasakladı. Bu emirlerin ve yasakların hepsine İslâm dîni veya İslâmiyet
denir. Muhammed aleyhisselâmın her sözü doğrudur, kıymetlidir, faydalıdır. Muhammed
aleyhisselâmın sözlerinden birine inanmayan, beğenmeyen kimse kâfir (îmânsız) olur.
Muhammed aleyhisselâmı sevmek; bütün seâdetlerin (mutlulukların), rahatlıkların, iyiliklerin
başıdır. O'nun peygamber olduğuna inanmamak ise bütün sıkıntıların, kötülüklerin başıdır.
(Tirmizî, Beyhekî, İmâm-ı Rabbânî,Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Muhammed Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin kırk yedinci sûresi.
Muhammed sûresi, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Otuz sekiz âyet-i kerîmedir.
İkinci âyetinde Resûl-i ekremin ism-i şerîfi geçtiğinden sûreye Sûret-ül-Muhammed
denilmiştir. Ayrıca yirminci âyet-i kerîmede kıtale (adam öldürmeye) işâret olduğu için
Sûret-ül-Kıtal da denilmektedir. Sûrede Resûl-i ekreme inanan ve Hakk'a uyan mü'minlerin
bağışlanacağı, bunların kavuşacakları Cennet nîmetleri, cihâddan kaçanların Allahü teâlânın
gazâbına uğradığı, dünyâ hayâtının geçiciliği ve cimrilik yapanların kendilerine yazık ettiği
bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Kurtubî, Râzî)
Allahü teâlâ Muhammed sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Allahü teâlânın yoluna gider, O'nun dînine yardım ederseniz, O da
size yardım eder ve ayaklarınızı doğru yoldan ayırmaz. (Âyet: 7)
Kim Muhammed sûresini okursa, Allahü teâlânın ona Cennet nehirlerinden içirmesi
hak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
Muhammed-ül-Emîn:
"Doğru sözlü ve güvenilir" mânâsına Peygamber efendimizin lakabı.
Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce ve sonra hiç
yalan söylemediği, bunun için de düşmanları arasında bile Muhammed-ül-emîn adıyla meşhûr
olduğu güneş gibi meydandadır. İslâm düşmanlarının taşkınlıkları gözlerini kör etmiş ve o
kadar karartmıştır ki, bu açık hakîkati saklayacak kadar alçalmışlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
Mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyânın tasdîk ettiği Muhammed aleyhisselâma
son derece dürüstlüğü ve sadâkati (doğruluğu) sebebi ile en büyük düşmanları dahi
Muhammed-ül-emîn derlerdi. (Kürschner)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşındayken yağan yağmur ve
seller Kâbe'nin duvarlarını yıpratmıştı. Mekkeliler, binâyı yeniden inşâ etmeye başladılar.
Hacer-ül-esved taşını yerine koyma sırası gelince; her kabîle onu koyma şerefine kendisi
kavuşmak istediğinden aralarında tartışmalar büyüdü. Dört beş gün süren bu anlaşmazlık
sebebiyle neredeyse kan dökülecekti. Sonunda orada bulunanlar, Benî Şeybe kapısı tarafından
ilk gelen kimsenin hakemliğini kabûl etmeye karar verdiler. O kapıdan girecek kimseyi
beklemeye başladılar. O sırada Muhammed-ül-emîn lakabıyla bilinen ve hep kendisine
güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâm kapıdan girdi. İşte Muhammed-ül-emîn O'nun
hükmüne râzıyız dediler. Peygamber efendimiz bir örtü üzerine Hacer-ül-esvedi koyup her
kabîleden bir kişiye tutturarak taşı yerine yerleştirdi. Böylece büyük bir anlaşmazlık
Muhammed-ül-emînin hakemliğiyle son buldu. (Molla Miskîn, İbn-i Hişâm, Abdülhak
Dehlevî)
MUHANNES:
İşlerini, sözlerini, hareketlerini ve şeklini kadınlara benzeten erkek.
Muhanneslik yapanlar mel'ûndur. Bunlar için, hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara
benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara, Allah lânet eylesin!" buyruldu.
(Abdülhak-ı Dehlevî)
İslâm hukûkuna göre bir erkeğe hakâret etmek kastıyla; "Ey Muhannes!" diyen, ta'zîr
olunur (cezâlandırılır). (İbn-i Âbidîn)
MUHARREF:
Tahrif edilmiş, değiştirilmiş, bozulmuş.
Allahü teâlâ peygamberleri aracılığıyla insanlara yüz adedi suhuf (forma), dördü büyük
kitâb olmak üzere yüz dört kitâb gönderdi. Bu kitabların bir kısmının mevcûdu kalmadı, bir
kısmı ise tahrîf edildi. Mevcûdu bulunan kitablardan Tevrât ve İncîl muharreftirler. Papazlar
tarafından değiştirilmiştir. Muharref olmayan tek ilâhî kitab Kur'ân-ı kerîmdir. (Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî)
Mûsâ ve Yûşâ aleyhimesselâmdan sonra, Buhtunnasar Bâbil'den gelip Kudüs'ü aldı.
Süleymân aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescid-i Aksâ'yı yıktı. Tevrâtları yaktı, iki yüz bin
kişiyi öldürdü, yetmiş bin din adamını esir alarak Bâbil'e götürdü. Daha sonra serbest
bırakılan İsrâiloğulları, Üzeyr aleyhisselâmdan sonra bozuldular. Tevrât'ı değiştirerek
muharref hâle getirdiler. İncîl de ilk şeklinde olduğu gibi saklanamadı; hıristiyan din adamları
tarafından değiştirildi. (Harputlu İshâk Efendi)
Allahü teâlâ tarafından bildirilen ilâhî dinler, muharref dinler ve muharref olmayan dinler
diye kısımlara ayrılır. Yahûdîlik ve hıristiyanlık muharref dinlerdir. Muharref olmayan tek din
ise İslâmiyet'tir. (Harputlu İshâk Efendi)
MUHARREM AYI:
Hicrî kamerî yılın ilk ayı.
Ramazan'dan sonra oruçların en fazîletlisi, Muharrem ayında tutulan oruçtur.
Farzlardan sonra en fazîletli namaz da gece namazıdır. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Kim arefe günü oruç tutarsa, iki senelik günâhına keffâret olur ve kim de, Muharrem
ayında bir gün oruç tutarsa, her bir günü için otuz gün sevâbı yazılır. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
Muharrem ayı, Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. Aşûre, bu ayın en
kıymetli gecesidir. Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl buyurmuştur. (Bkz. Aşûre
Günü). (Muhammed Rebhâmî)
İslâmiyet'in ilk zamanlarında ve İslâmiyet'ten evvel, Receb, Zilka'de, Zilhicce ve
Muharrem aylarında harb etmek haram idi. İslâmiyet'ten evvel Arablar, Receb veya
Muharrem aylarında harb edebilmek için, ayların yerini değiştirir, ileri veya geri alırlardı.
Resûlullah efendimiz, hicretin onuncu senesinde, doksan bin müslüman ile vedâ haccı yaptığı
zaman; "Ey Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın
yarattığı zamandaki gibidir" buyurdu. (Ali Cürcânî)
MUHARREM GECESİ:
Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların hicrî-kamerî yılbaşı gecesi.
Muharrem ayı, hicrî kamerî senenin birinci ayıdır. Muharrem ayının birinci günü
müslümanların kamerî senesinin, birinci günüdür. Müslümanlar, kendi sene başı gecelerinde
ve günlerinde müsâfeha ederek, mektuplaşarak tebrikleşir. Birbirlerini ziyâret eder ve
hediyeleşirler. Sene başını mecmûa ve gazetelerde kutlarlar. Yeni senenin, birbirlerine ve
bütün müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri
evinde ziyâret edip, duâlarını alırlar. O gün, bayram gibi temiz giyinirler. Fakirlere sadaka
verirler. (M. Sıddîk Gümüş)
MUHARREMÂT:
1.Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.
Muharremâttan bâzıları şunlardır:İnanmamak (küfür), kalp kırmak, büyüklenmek (kibir),
yalan söylemek ve yalancı şâhidlik etmek, ayıplanmaktan korkmak, insanları çekiştirmek
(gıybet), kıskançlık (haset), koğuculuk (nemmâmlık), söz taşımak, gösteriş, alay etmek,
kızmak, münâkaşa etmek, isrâf etmek, müstehcenlik ve fuhuş. (Hâdimî)
2.Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.
Yirmi beş kadın muharremâttan olup, bunlardan on sekizi ebedî mahremdir. Yâni
ölünceye kadar kendileriyle evlenilmez. (Saidüddîn Fergânî)
Erkeğin ve kadının nikâhlanıp hiç evlenemeyeceği muharremâttan olan kimselerin yedisi
nesepten (soydan), yedisi sütten, dördü de sıhriyyet (evlilik) ile olan akrabâlarıdır. (M.
Mevkûfâtî, M. Zihnî Efendi)
MUHÂSEBE:
Hesâblaşma, insanın nefsini hesâba çekmesi.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel hesâbınızı
görünüz" emirleri ile, bâzı insanlar, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini
muhâsebe ediyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde de
kendimi hesâba çekiyorum. (Muhyiddîn-i Arabî)
Amellerden sonra muhâsebe yapmalıdır. Her gün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi
hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da,
sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günâhlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
Yetmiş iki kadar güzel huydan biri de, insanın kendini her zaman muhâsebe etmesidir.
(Kudbüddîn İznikî)
Allah'a ve âhiret gününe îmânı olan herkesin, nefis muhâsebesinde bulunması, nefsini bir
an ihmâl etmemesi ve bütün işlerinde onu sıkıştırıp göz altında bulundurması lâzımdır.
Çünkü, ömürden geçen her nefes, bahâ biçilmeyen bir cevherdir. (İmâm-ı Gazâlî)
Ey insanoğlu! Aza kanâat et; malını hayırlı yerlere harca, yoksulluktan korkma, rızkına
Allahü teâlâ kefildir. Doğruluktan kalbini ayırma, nefsini Allah için muhâsebe et; çünkü
nefis, kendi arzûlarını, sana faydalı ve iyi gösterir. Hâlbuki onlar aslında günâhtır. İşlerini
Allah'ın rızâsına uydur. Âhiret gününün sıkıntılarından kurtulmak için, kalbini Allahü teâlâya
bağla. (İmâm-ı Gazâlî)
MUHASSER VÂDİSİ:
Hicaz'da, Minâ ile Müzdelife'yi birbirinden ayıran ve hacıların Minâ'ya giderken
durmamaları gereken yer.
Hacılar, Muhasser vâdisinin başına ulaşınca, bir taş atımı yeri hızla geçer. Çünkü burası
Kâbe-i muazzamayı yıkmak için gelen Ebrehe'nin ordusunun durak yeridir. Meşhûr târihçi
Ezrâkî, Muhasser vâdisinin beş yüz kırk beş arşın olduğunu söylemiştir. (İbn-i Âbidîn)
MUHAYYERLİK:
Satan ve satın alanın alış-verişten vaz geçebilme hakkı.
Müşteri iki veya üç maldan birini seçmek için üç günden fazla muhayyer olabilir. Üç
maldan fazlasını seçmek için ise üç günden fazla muhayyer olamaz. (Dâmâd)
Bir kimse satın aldığı bir malda kusur bulsa, tam fiyatı ile almakta veya red etmekte
muhayyerdir.Satan râzı olursa fiyatını düşürerek satın alabilir. (Dâmâd)
MUHAYYİRE (Dâlle):
Âdet zamânını unutan kadın. (Bkz. Dâlle)
MUHÂZÂT:
Kadının aynı imâma uymuş olan erkeğin önünde veya hizâsında bulunması.
Muhâzât hâlinde erkeğin namazı bozulur. (Tahtâvî)
MUHBİR-İ SÂDIK:
Hep doğru söyleyici, doğru haber verici mânâsına Muhammed aleyhisselâm.
Muhbir-i sâdık aleyhi minessalevâti etemmühâ buyurdu ki: "Kıyâmet günü, şehîdlerin
kanını, âlimlerin mürekkebi ile tartarlar. Mürekkeb ağır gelir." (İmâm-ı Nevevî)
Muhbir-i sâdık ne bildirdi ise ve Ehl-i sünnet âlimleri rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâ'în
kitablarında ne yazdı ise onları yapmağa canla-başla çalışmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Muhbir-i sâdık Muhammed aleyhisselâm; "Helekel müsevvifûn." buyurdu. Yâni; "Sonra
yaparım diyenler helâk oldular." (İmâm-ı Rabbânî)
MUHDİS:
Namaz abdesti olmayan kimse.
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi tutması haramdır. Ezberden okuması câizdir, olur. Yatağa
abdestli girmek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)
Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi yatakta, yatarak ezberden okuması câizdir ve sevâbdır. Fakat
başını yorgandan dışarı çıkarmalı ve bacakları bitiştirmelidir. (Seyyid Alizâde)
Cünüb ve hayızlının câmiye girmesi harâmdır. Muhdisin girmesi mekrûhtur. (Molla
Hüsrev)
MUHÎT (El-Muhît):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhâta eden, çeviren, ilmi her
şeyi kuşatan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allahü teâlânın ilmi ve kudreti her şeyi
muhîttir. (Nisâ sûresi: 126)
Allahü teâlâ muhîttir, her şeyi ihâta etmiştir. Fakat bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız
gibi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHKEM:
Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu
muhkemâttır. (Bkz. Muhkemât)
MUHKEMÂT:
Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin
çoğulu. (Bkz. Âyet)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ey Habîbim!) Sana Kur'ân'ı, Allahü teâlâ inzâl etti (indirdi). Onun bir kısmı
muhkemât olup, bunlar Kur'ân'ın esâsıdır. Bir kısmı da müteşâbihtir (mânâsı açıkça belli
değildir). Fakat kalblerinde eğrilik bulunanlar (muhkem âyetleri bırakırlar da) fitne aramak
(hakkı karıştırmak, halkı şüpheye düşürüp doğru yoldan saptırmak kastıyla) ve isteklerine
göre te'vil etmek (asıl mânâsından başka mânâ vermek) için müteşâbih olan âyetlerine tâbi
olurlar. Halbuki onun te'vilini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. İlimde rüsûh sâhibi
(derin) âlimler: "Biz ona inandık, muhkemi, müteşâbihi her biri Rabbimiz Allahü teâlâ
tarafındandır, hepsi haktır (doğrudur)" derler. Bunları kâmil (olgun) akıl sâhiplerinden
başkası düşünemez. Yâhut bunlardan yalnız kâmil akıl sâhipleri öğüt kabûl eder. (Âl-i
İmrân sûresi: 7)
Muhkemât; İslâm bilgilerinin ve ahkâmının (hükümlerinin) kaynağıdır. (Ahmed Fârûkî)
Kur'ân-ı kerîmdeki, helâl, haram, namaz, oruç, zekât ve hac gibi hükümlere âit kısımlar
muhkemâttandır (İmâm-ı Süyûtî)
Muhkemâtı öğrenmeden ve muhkemâtın emirlerini yapıp yasaklarından kaçmadan,
müteşâbihâta mânâ vermeye kalkışan câhildir. Hem de kendi cehlini anlamayan kara câhildir.
(Ahmed Fârûkî)
MUHLAS:
Devamlı ihlâs sâhibi olan. Her şeyi Allahü teâlânın rızâsıyla yapan. (Bkz. İhlâs)
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
İblis; "Senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan (Allahü teâlânın kullarından)
muhlas olanlar hâriç, hepsini mutlaka azdıracağım" dedi. (Sâd sûresi: 82, 83)
Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele giren ihlâs, devamlıdır ve Hakk-ul-yakîn
mertebesinde ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi muhlastır. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve
kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle
ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Muhlaslar ile ihlâsı çalışarak elde
eden muhlisler arasında çok fark vardır. Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin, ilimde ve amelde
öğrenmekle, anlamakla, hâsıl olan bilgiler, bunlara keşf yolu ile hâsıl olur. Ameller, ibâdetler
kolayca, seve seve yapılıp, nefisten ve şeytandan hâsıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz.
Günahlar, haram olan şeyler çirkin, iğrenç görünür. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHLİS:
İhlâs sâhibi. Niyetini ve ihlâsını düzeltmeye uğraşan kimse. (Bkz. İhlâs)
Bütün mü'minler, ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmağa niyet
ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması
ve bu ihlâsın kalbden gelmesi lâzımdır. İbâdetlere başlarken yapılan niyet, ihlâs; zahmet
çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devâm ediyor.Sonra kalbe nefsin
arzûları geliyor. Muhlis, niyetini ve ihlâsını devamlı düzeltmeğe çalışır. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHSAN:
Evli veya dul olan iffetli müslüman erkek. Evli olan iffetli kadına muhsana denir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenin (yahûdî,
hıristiyan vb.) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min
kadınlardan muhsan olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden muhsan
kadınlar da, nâmuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini
vermeniz şartıyla size helâldir... (Mâide sûresi: 5)
Zinâ haddi iki çeşittir. Birisi muhsan olan kişi içindir. Haddi (cezâsı) bir meydanda
ölünceye kadar taşlanmaktır. İkincisi muhsan olmayan kimse içindir. Haddi (cezâsı) yüz
sopadır. (Molla Hüsrev, Alâüddîn-i Haskefî)
Dünyâda yapılan işin karşılığının nasıl olacağını, Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.
İnsan bilgisi bunu anlıyamaz. Meselâ muhsan olan bir kimseyi kazf edene (zinâ lafı atana)
seksen sopa vurulmasını emreylemiştir. (Ahmed Fârûkî)
İslâmiyet'te muhsan olan erkek veya kadına zinâ lafı atmak büyük günahtır. (Alâüddîn-i
Haskefî)
MUHSÎ (El-Muhsî): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün
mahlûkâtın sayısını, miktârını bilen ve kendisine hiçbir şey gizli olmayan.
Muhsî ism-i şerîfini söyliyen kimse, Allahü teâlânın izniyle başkalarını cezbeder, itâati
altına alır. (Yûsuf Nebhânî)
MUHSİN:
İyilik ve ihsân eden.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(O takvâ sâhipleri ki); bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler,
insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah muhsinleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 134)
Sana nasîhat şudur ki, dört huy ile huylan böylece muhsinler zümresinden (kısmından)
olursun.
1) Genişlikte (zenginlikte) zekât, darlıkta sadaka ver.
2) Gazâb (öfke) zamânında gazâbını ve hırsını yen.
3) Başkasının aybını görünce, onu açmayıp, kapatmaya çalış.
4) Hizmetçiye, ehline (hanımına) evlâd ve akrabâya ihsân ederek onları hoş tut. (İmâm-ı
Gazâlî)
MUHTÂC:
İhtiyâc sâhibi. Akşam evinde yiyecek bulamayacak derecede fakîr kimse.
Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtac olanlardan esirgerse, kıyâmet gününde
Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ür-Râye)
Ey falan! Dünyâdaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise,
dünyâdaki nasîbinden daha çok âhirettekine muhtâcsın. Âhiret nasîbini, dünyâ nasîbine tercih
et! Dünyâ nîmetleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede olursa olsun senindir.
(Mu'âz bin Cebel)
MUHTÂR:
Serbest. Söz ve fiillerinde serbest olup, istediği gibi davranan ve dilediğini yapan.
Kullar istekli hareketlerini yapıp yapmamakta muhtardırlar. Kul bir işi önce ihtiyâr eder
(ister) diler, Allahü teâlâ o işi yaratır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ adle yâni adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, işlerinde muhtâr
olmazdı. İrâdesi isteği bulunmazdı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Muhtâr Kavl:
Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd
ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu
seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.
Kitaba ve sünnete yâni Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îtikâd (îmân etmek)
lâzım olduğu gibi, müctehidlerin (büyük din âlimlerinin) kitâb ve sünnetten çıkardıkları
hükümlere uygun işleri yapmak da lâzımdır. Mukallidlerin (müctehid olmayanın), bir
müctehide uyması yâni bir mezhebe bağlı olması lâzımdır. Bulunduğu mezhebin muhtâr olan
kavline uymalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHTÂRİYYE:
Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir. Kurucusu
Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir. (Bkz. Şia, Keysâniyye)
Muhtâriyye fırkası, İmâm-ı Zeynelâbidîn'e inanmadı. İmâmiyye fırkası Zeyd-i Şehîd'e,
İsmâiliyye fırkası da Mûsâ Kâzım'a inanmadı. (İmâm-ı Rabbânî)
MUHTEKİR:
İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan kimse.
Karaborsacılık yapan. (Bkz. İhtikâr)
Muhtekir ne fenâ bir kuldur. Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar,
yükseltirse o zaman ferahlar. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Muhtekir mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Hazret-i Ali radıyallahü anh, bir muhtekirin sakladığı malların hepsini yaktırdı. (İmâm-ı
Gazâlî)
MUHTESİB:
Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel olan ve cemiyette
güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve
pazarların düzenine bakmakla vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse. (Bkz. Hisbet)
Hisbet; iyilikler yapılmaz olduğunda iyiliklerin yapılmasını emretmek, kötülükler yapılır
olduğunda yapılmasını önlemek, nehyetmektir. Âyet-i kerîmede de meâlen; "Sizden,
insanları iyiliğe çağıran bir cemâat olsun ki, ma'rûfu (yâni kitab ve sünnete uymayı)
emreder ve münkeri (kötülükleri) yasak eder hâlde bulunsunlar" (Âl-i İmrân sûresi: 104)
buyrulmuştur. Bu farz olan işleri yaptırmak muhtesibin görevidir. (İmâm-ı Mâverdî)
Hadîs-i şerîfte; "Günâh işleyeni gören, eli ile mâni olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile
mâni olsun" buyruldu. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükûmet adamlarına
yâni muhtesib ve kâdılara, dil ile yapmak, din adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana
farzdır. (Abdülganî Nablüsî)
MUHYÎ (El-Muhyî):
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratıcı, hayat verici, diriltici.
El-Muhyî ismi şerîfini söyleyen kimsenin korktuğu kimselerle arasında ülfet meydana
gelir. (Yûsuf Nebhânî)
MU'ÎD (El-Muîd):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Mahlûkâtı (yaratılmışları)
dünyâdaki hayatlarından sonra öldürüp, ölümden sonra onları tekrar dirilten, hayât veren.
MU'ÎN (El-Muîn):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Yardım eden, yardımcı.
Âişe'den (r.anhâ) şöyle dediğini rivâyet ettik: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir
savaşta idi. Dönüp eve girdiği zaman onu karşıladım ve elinden tutarak: "Sana muîn olan ve
sana ikrâm eden Allahü teâlâya hamd olsun" dedim." (İbn-i Sünnî)
Allahü teâlâ sıhhat ve âfiyet versin. Nefsin esiri olmaktan muhâfaza buyursun. Elinizden
geldiği kadar Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sarılınız. Haram işlemekten, kötü
arkadaştan çok sakınınız. Allahü teâlâ muîniniz olsun. (İmâm-ı Rabbânî)
MU'ÎZZ (El-Muizz):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kullarından bâzılarını, maddî ve
mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz (üstün) kılan.
El-Muizz ismi şerîfini akşam namazından sonra veya cumâ gecesi kırk defâ söyliyen,
başkalarına heybetli görünür. (Yûsuf Nebhânî)
MUKÂBELE:
Ramazân-ı şerîf ayında câmide her gün Kur'ân-ı kerîmden bir cüz (yirmi sayfa) olacak
şekilde cemâatin huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okumak.
Ramazan ayında mukâbele sûretiyle Kur'ân-ı kerîm okumak, orucun sünnetlerindendir.
(İmâm-ı Gazâlî)
MUKADDERÂT:
Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader,
alın yazısı (Bkz. Kazâ ve Kader)
Kul yetmiş sene Cennetliğin ameli gibi amel eder. Hattâ herkes onun Cennetlik
olduğunu söyler. Öyle ki aralarında (yâni Cennet ile o kimse arasında) mânevî yönden bir
karış fark kalmaz. Sonra mukadderâtı galebe çalar da Cehennem ehlinin işini yapar ve
Cehennem'e gider. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Sâlihlerden birisi yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken kendi hâlini düşünerek
böbürlendi. Sarhoşa göz ucuyla bile bakmağa tenezzül etmedi. Sarhoş başını kaldırarak âlime
dedi ki: "Ey iyi zât! Kavuştuğun bu nîmete şükret. Sakın büyüklenme. Zîrâ kibirden
(büyüklenmeden) mahrûmiyet hâsıl olur. Birini zincire vurulmuş görürsen gülme. Senin de
başına gelebilir. Mukadderâtın belli olmaz. Belki bir gün sen de sarhoş olup yerlerde
sürünebilirsin." (Sâdî-i Şîrâzî)
MUKADDES:
Mübârek, kutsal. Ayb, çirkin ve kötü şeylerden uzak; temiz.
Ey ihlâsla Allahü teâlânın yolunda bulunmak arzûsunda olan sâdık talebe! Zâhir ve
bâtınını (dışını ve içini) temizle. Bu temizlik olmadıkça mukaddes ve ulvî yüksekliklere
ulaşılamaz. (Necmeddîn-i Kübrâ)
Mukaddes dînimizi, şanlı ve şerefli ecdâdımızın mübârek elleri ile yazdıkları hâlis ve afif
(temiz) kitaplarından okuyup öğrenmelidir. (M. Sıddîk Gümüş)
Mukaddes Âlem:
Görülemeyen ve hissedilemeyen mânâ âlemi.
Müslümanın birinci vazifesi îtikâdı düzeltmektir. Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin
bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak lâzım olan şey fıkıh bilgilerini
öğrenmek ve her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. İki kanat gibi olan bu îtikâd ve amel elde
edildikten sonra mukaddes âleme uçmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mukaddes Kitablar:
Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla peygamberlerine gönderdiği kitâblar (Bkz.
Semâvî Kitablar).
Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiş (hükmü kaldırılmış) ve kullar tarafından değiştirilmiş
mukaddes kitablara hakâret etmek, alay etmek ve bunları okumak, dinlemek câiz değildir.
(Muhammed Hâdimî)
MUKADDESÂT:
Ta'zîm ve hürmet edilmesi lâzım olan şeyler, kıymetler.
Îmânıma ve mukaddesâtıma saldıranları görünce söğüt yaprağı gibi titriyorum. (İmâm-ı
Rabbânî)
MUKADDİM (El-Mukaddim):
Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden: Mahlûklardan (yaratılmışlardan) bâzısını bâzısından
önce var ve yok eden; dilediğini kendine yakınlaştıran, dilediğini uzaklaştıran, kendisine
yakın kıldığı meleklerini, peygamberlerini aleyhimüsselâm ve âlimlerini üstün kılan.
Muhârebe ânında bir kimse el-Mukaddim ism-i şerîfini söylediğinde kuvvet ve zafer
bulur. (Yûsuf Nebhânî)
MUKALLİD:
1.Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan
kimse.
Mukallid olanların, müctehidin (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran
âlimlerin) sözüne göre hareket etmesi vâcibdir, gereklidir. (İbn-i Âbidîn)
Bir mukallid ne kadar âlim olursa olsun, önce gelmiş müctehidlerin bildirdiklerinin
dışında ayrı bir ictihadda bulunamaz, yâni hüküm veremez. (İbn-i Melek)
Mukallidler için delîl, sened; fıkıh âlimlerinin yâni müctehidlerin sözleridir. (Muhammed
Hâdimî)
2. İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından
duyarak îmân eden.
Mukallidin îmânı sahîhtir (doğrudur). Bunlar, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez.
Anasından, babasından gördüğü gibi inanır ve ibâdet eder. Bu gibilerin îmânından korkulur.
(Kutbüddîn-i İznikî)
3. Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.
Mukallid olan fıkıh âlimleri, mezheb imâmlarını taklid eder. Bu demektir ki,
kendiliğinden söz söylemez. Onun sözü mezheb imâmının söylediği sözdür. (M. Sıddîk bin
Saîd, İbn-i Âbidîn)
MUKARREB:
Yakınlaştırılmış.
1. Cennette dereceleri en yüksek olan.
Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi
mukarreblerdir. (Vâkıa sûresi: 10)
Üç çeşit fakir vardır.Birincisi, istemezler verince de almazlar. Bunlar İlliyyînde
meleklerledir. İkincisi istemez, verilince alırlar. Bunlar Cennet'te mukarreblerledir. Üçüncüsü
de ihtiyâcı olunca isterler. Bunlar sâdıklar olup, Eshâb-ı yemîn iledirler. (Bişr-i Hâfî)
2. Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir
şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.
Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur. (Hadîs-i
şerîf-El-Hâmilü fil-Fülk)
Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten, yatmaktan,
söylemekten sakınırlar. Bunlar, din için niyyet etmedikçe hareket etmezler. İbâdete kuvvet
kazanmak niyyeti ile yerler. Her sözleri Allah içindir. (İmâm-ı Gazâlî)
Mukarreb Melek:
Allahü teâlânın huzûrunda bulunan melekler.
Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda, aramıza hiçbir mukarreb
melek ve peygamber giremez. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Muhammed aleyhisselâma verilmiş olan din, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı
gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden,
işlerden seçilmiş alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmiş alınmış bulunmaktadır.
Meselâ, meleklerden bir kısmına rükû etmek emrolunmuştur. Birçoklarına secde etmek,
başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş
ümmetlerden bâzısına yalnız sabah namazı emredilmişti. Başkalarına başka vakitlerin namazı
emredilmişti. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden
süzülenleri, seçilenleri bu dinde emredildi. Bunun için, bu dîni tasdîk etmek, inanmak ve bu
dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdîk etmek ve hepsine uymak olur. (İmâm-ı
Rabbânî)
MUKÂVELE:
Sözleşme, yazılı sözleşme.
Kirâcı, kirâ ile tuttuğu yerin ücretini ödemezse, mal sâhibi mukâveleyi fesh edebilir
(bozabilir). (Fetâvâ-i Hindiyye)
Mal sâhibi daha fazla kirâ veren birini bulunca mukâveleyi bozamaz. (Hayrullah Efendi)
MUKÂYADA SATIŞI:
Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.
İki kile buğdayı, yüz yumurta karşılığında satmak mukâyada satışıdır. Böyle satışta,
birbirine karşılıklı satılan malları söz kesilirken tâyin etmek (belli etmek) şart olup, kabz
etmek (ele geçirmek) şart değildir. (İbn-i Âbidîn)
Mukâyada satışında, satın alınan mala bedel olarak verilecek belli malı aynen vermek
lâzımdır. Meselâ bir gümüş kaşığı gösterip, şu kaşık ile bu horozu satın aldım dese kaşığı
vermesi lâzım olup, aynı ağırlıkta ve şekilde ve aynı kıymette başka gümüş kaşık veremez.
(Ali Haydar Efendi)
MUKAYYED:
Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız
(söz).
Nisâ sûresinin doksan ikinci âyet-i kerîmesinde bir mü'mini hatâ ile öldürenin, keffâret
(cezâ) olarak mü'min bir köle âzâd etmesi, buna gücü yetmezse, iki ay aralıksız oruç tutması
lâzım geldiği bildirilmiştir. Âyet-i kerîmede köle kelimesi mukayyeddir. Çünkü, mü'min
sıfatıyla kayıtlanmıştır. (Serahsî)
Mâide sûresinin seksen dokuzuncu âyet-i kerîmesinde yemin keffâreti için bir köle âzâd
etmek, yâhut on fakiri doyurmak, yâhut onları giydirmek olduğu, bu üçünden birini
yapamayanın üç gün ardarda oruç tutması îcâbettiği bildirilmiş, böylece; "Üç gün oruç tutma"
işi ondan önceki üç şeyden birine gücü yetmeme şartı ile mukayyeddir. (Serahsî)
Mukayyed Müctehid:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden (kaynaklardan) yeni
hüküm çıkaran İslâm âlimi. Müctehid fil mezheb de denir. (Bkz. Müctehid)
Mukayyed Su:
Cinsi ve sıfatı birlikte söylenen ve herhangi bir şeyle kayıtlanmış sular. (Bkz. Mâ-i
Mukayyed)
Mukayyed sular iki türlü olup, biri kavun, karpuz suları gibidir. Bunlar hilkaten (yaratılış
îcâbı) böyledirler. Diğeri ise; mutlak su iken, daha sonra bir şeyle karışma netîcesi mukayyed
olmuşlardır. Et suyu, sabun suyu, safranlı sulardır. Mukayyed su ile abdest ve gusül abdesti
alınmaz. (İbn-i Âbidîn)
Suyun ismi değişmediği zaman, su koyu olursa, akıcılığı kalmazsa, mukayyed su olur.
Akıcılığı kalırsa, üç özelliği değişse bile temiz kalır. Fasülye, nohut, yaprak, meyve ve otların
soğuk suda kalarak, rengi veya kokusu, tadı değişen su böyledir. (Alâüddîn Haskefî)
MUKÎM:
Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km
ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet
eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi
memleketine giren mukîm olur.
Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazları iki rek'at kılması Hanefî'de vâcib,
Mâlikî'de sünnet-i müekkede, Şâfiî'de efdâl (iyi)dir. Seferî olanın mukîm olan imâma uyması,
Hanefî'de, vaktin farzını edâ ederken câiz, Şâfiî'de hem edâ hem kazâ ederken câiz, Mâlikî'de
ikisinde de mekrûhtur. (Abdurrahmân Cezîrî)
MUKÎT (El-Mukît):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Beden için görünen kuvvet, rûh
için mânevî kuvvet yaratan, her şeye kuvvet veren.
MUKSİT (El-Muksit):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Adâlet sâhibi, zâlimden
mazlûmun hakkını alan.
El-Muksit ismi şerîfine devâm eden, ibâdette vesveseden kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)
MUKTEDÎ:
İktidâ eden, uyan; namazda, iftitâh (başlama) tekbîrine yetişemeyen.
İmâma uyanlar dört çeşittir. Bunlar; müdrik (iftitâh tekbîrini imâm ile birlikte alan),
muktedî, mesbûk (imâm, rek'atlerin birini veya ikisini kıldıktan sonra uymuş olan) ve lâhık
(iftitâh tekbîrini imâm ile berâber almış, fakat sonra abdesti bozulduğundan, abdest alıp,
tekrar imâma uyan)dır. (Kutbüddîn İznikî)
Namazda; imâm olsun, muktedî olsun ve yalnız olsun, sübhâneke okumak, sünnettir.
(Kutbüddîn İznikî)
MUKTEDİR (El-Muktedir):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kudret sâhibi, her şeye gücü
yeten.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, her şeye muktedirdir. (Kehf sûresi: 45)
Allahü teâlâ kıyâmeti şimdi koparmaya, muktedirdir. İsterse şu anda bütün mevcûdâtı
(varlıkları) yok etmeye gücü yettiği gibi bütün varlıkların nihâyete ermeyen bir sayıda
benzerlerini yaratmaya da kâdirdir, gücü yeter. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MULTEKİT:
Bir çocuğu atılmış olduğu yerden alıp kaldıran. (Bkz. Lakît)
MURÂBAHA:
Satın alınan bir malı, alış fiyatını söyleyerek ve üzerine kâr koyarak başkasına rızâsı ile
satmak.
Murâbaha satışında eklenecek kârın belli olması şarttır. (İbn-i Âbidîn)
MURÂD:
1. İstenilen; arzû edilen şey.
Sizden biriniz sefere çıkmak murâd ettiğinde kardeşlerine (vedâ edip) selâm versin.
Zîrâ Allah onların duâları sebebi ile o kimsenin hayrını artırır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Allah, bir kula zilleti murâd ettiğinde, ona malını, binâda, suda ve çamurda harcatır.
(Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır. Ahlâkı bozan kitapları okumamalı, zararlı
yayınlardan uzak durmalıdır. İyi huyların faydaları ve haramların zararları ve Cehennem'deki
azâbları hep hatırlanmalıdır. Mâl, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri murâdına
kavuşamamıştır. Malı, mevkiyi hayr için arayan ve hayır işlerinde kullanan rahata huzûra
kavuşmuştur. (Hâdimî)
2. Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile
yüksek makâmlara kavuşanlar. İctibâ (çekilenler, istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları.
Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Tasavvuf yolunda bulunanlar ya mürîd olurlar, ya murâd olurlar. Mürîdler; Allahü teâlâya
yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nefsin isteklerinden
kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar). Murâdları ise, nazlı nazlı okşıyarak götürürler ve
sıkıntı çektirmeden yakınlık derecelerine ulaştırırlar. (Şihâbüddîn Sühreverdî)
Murâd olanlar sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok
kıymetlidirler. Murâd olanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. (Ali
Sincârî)
Murâd-ı İlâhî:
Allahü teâlânın murâdı; irâde buyurduğu, emrettiği.
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet (Resûlullah ve Eshâbının yolunda olan)
âlimlerinin kitablarında bildirdikleri gibi bir îmân ve îtikâd edinmektir. Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan bu
büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu bunların gösterdiği yoldur. (İmâm-ı Rabbânî)
MURÂKABE:
1. Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.
Ölmek üzere olanı üç şeyde murâkabe edin: Alnı terlediği, gözleri yaşardığı ve
dudakları kuruduğu vakit. Bu kendisine inen Allahü teâlânın bir rahmetidir. Boğazı
sıkılmış gibi horlarlar, yüzü kızarır, dudakları kurur ve yağlanırsa, bu da Allahü teâlâdan
kendisine inen bir azâbtır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
2.Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu
unutmaması.
Murâkabenin başlangıcı, Allahü teâlânın insanlara olan yakınlığını kalbin bilmesidir.
(Hâris-i Muhâsibî)
İbn-i Mübârek hazretleri adamın birisine "Allah'ı murâkabe et!" dedi. Adam bu nasıl olur
deyince; İbn-i Mübârek; "Dâimâ Allah'ı görür gibi ol!" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
3.Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.
Nefsin her an gözetilmesi, kontrol edilmesi lâzımdır. Ondan gâfil olursan, nefs, şehvet ve
tembelliği istemekle eski hâline döner. Murâkabenin esâsı, her yaptığımızı, her
düşündüğümüzü Allahü teâlânın bildiğini unutmamamızdır. İnsanlar birbirinin dışını görür.
Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen kimsenin işleri ve düşünceleri edebli
olur. (İmâm-ı Gazâlî)
MURDÂR:
Kendiliğinden ölmüş veya kasten besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve domuz eti gibi
kendileri kat'î yâni kesin ve açık delîl ile haram olan şey (Bkz. Lâşe).
Haram olduğu açıkça bildirilmiş bir şeye helâl diyen kâfir olur. Şerâb içmek, domuz eti
yemek ve murdâr olan şeylere helâl demek böyledir. (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde, bile bile Besmelesiz kesilen hayvan murdâr olur. Murdâr olan
hayvanı yemek haramdır. (Kâşânî)
MÛRİS:
Mîrâs bırakan.
Verâsetin olabilmesi için mûrisin vefâtı, mûrisin vefâtı zamânında vârisin hayatta olması,
verâset sebebinin bilinmesi şarttır. (Abdürreşîd Secâvendî)
Mûrisi öldüren ona vâris olamaz. (Molla Hüsrev)
MÛSÂ ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Ülü'l-azm adı verilen altı büyük
peygamberden biridir. Yâkûb aleyhisselâmın soyundan, İmrân adında bir zâtın oğlu, Hârûn
aleyhisselâmın kardeşidir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Vaktâ ki Mûsâ (aleyhisselâm) onlara Rab olduğumuza delâlet eden alâmetler, açık
mûcizeler ile geldi. Onlar; "Bu mûcize diye gösterilen şey ancak uydurulmuş, sihirden
başka bir şey değildir. Biz bu sihri veya peygamberlik iddiâsını evvelki atalarımızdan
işitmedik" dediler Mûsâ (aleyhisselâm) dedi ki: "Allahü teâlâ tarafından kimin hidâyetle
(peygamberlikle) geldiğini ve hayırlı âkıbetin (Cennet'in) kime nasîb olacağını Rabbim çok
iyi bilir. Zâlimler aslâ felâh (kurtuluş) bulmazlar. (Kasas sûresi: 36,37)
Bir gün Mûsâ aleyhisselâm yolda giderken Allahü teâlâ kendisine nidâ edip; "Ey Mûsâ!
Ben kendisinden başka ilâh olmayan Rabbin Allah'ım" buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; "Buyur
yâ Rabbî! Emrine hâzırım" dedi ve secdeye vardı. Allahü teâlâ; "Başını kaldır yâ Mûsâ!"
buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm başını kaldırdı. Allahü teâlâ; "Yâ Mûsâ! Arşın gölgesinde
gölgelenmek istiyorsan, yetimlere merhâmetli bir baba gibi, dul kadına da onu muhâfaza
eden ve gözeten zevci (kocası) gibi ol. Yâ Mûsâ merhâmetli ol. Böyle olursan sana da
merhâmet edilir. Cezâ verirsen cezâ görürsün. (Sa'lebî)
Mûsâ bin İmrân (aleyhisselâm); "Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir?" dedikte;
gücü yettiği zaman affeden (müslüman kimse)dir buyruldu. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Yûsuf aleyhisselâmdan sonra Mısır'da yerleşen ve çoğalan İsrâiloğulları, Mısır'ın yerli
halkı olan Kıbtîlerden ve bunların hükümdârları olan Fir'avnlardan zulüm ve hakâret
gördüler. İsrâiloğullarının doğan erkek çocuklarını öldürdüler. Bu sırada dünyâya gelen Mûsâ
aleyhisselâmı, annesi, Allahü teâlânın emriyle bir beşiğe koyup Nil nehrine bıraktı. Beşik,
Fir'avn'ın sarayı önünden geçerken, Fir'avn'ın hanımı Âsiye Hâtun bunu alıp büyüttü. Mûsâ
aleyhisselâm kırk yaşına gelince, İsrâiloğullarının yanına gitti. Bir gün Mısırlı bir kıptînin
İsrâiloğullarından birine işkence ettiğini gördü. Kurtarırken kazâ sonucu kıptî öldü. Mûsâ
aleyhisselâm, Fir'avn ve kıptîlerden çekinip Medyen şehrine gitti. Orada Şuayb
aleyhisselâmın kızıyla evlendi. Şuayb aleyhisselâma on sene hizmet ettikten sonra, Mısır'a
dönerken Tûr dağında Allahü teâlâ ile konuştu ve peygamber olarak vazîfelendirildi. Mısır'a
gelip, Fir'avn'ı dîne dâvet etti. Mûcizeler gösterdiği hâlde Fir'avn ve kıptîler ona inanmadılar.
Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini istedi. Fir'avn kabûl etmedi.
Kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cild hastalıkları ve üç gün karanlık oldu. Fir'avn bu
mûcizeleri görünce korktu ve İsrâiloğullarına izin verdi. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarıyla
birlikte Mısır'dan çıkıp Kudüs'e doğru giderken, Fir'avn pişman olup, askerleriyle arkalarına
düştü. Kızıldeniz'den on iki yol açılıp Mûsâ aleyhisselâm ve berâberindeki İsrâiloğulları
karşıya geçti. Fir'avn geçerken deniz kapandı; Fir'avn, askerleriyle birlikte boğuldu.
Kızıldeniz'den geçip Tih sahrasına geldikleri sırada Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi Hûrûn
aleyhisselâmı vekîl bırakıp Tûr dağına gitti. Orada kırk gün ibâdet etti. Allahü teâlânın
kelâmını işitti ve kendisine Tevrât kitâbı indirildi. Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağında iken
İsrâiloğulları Sâmirî isimli, inanmadığı hâlde inanmış görünen bir münâfığın sözlerine
aldanarak ve Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyerek altın buzağı heykeline taptılar. Mûsâ
aleyhisselâm Tûr'dan gelip bu hâli görünce üzüldü; Sâmirî'ye lânet etti. İsrâiloğulları
yaptıklarına pişman oldular, Mûsâ aleyhisselâma yalvarıp,Tevrât'a göre ibâdet etmeye
başladılar. Mûsâ aleyhisselâm ümmeti ile birlikte Lût gölünün güney tarafına geçti. Uç bin
Unk adında bir melîk ile harb etti. Şerîa nehrinin doğusundaki yerleri ele geçirdi. Eriha şehri
karşısındaki dağa çıktı. Ken'an ilini uzaktan gördü. Bu sırada kardeşi Hârûn aleyhisselâm
vefât etti. Mûsâ aleyhisselâm yerine Yûşâ aleyhisselâmı halîfe bırakıp yüz yirmi yaşında vefât
etti. (İbn-ül-Esîr, Abdülhâk-ı Dehlevî, Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)
MUSALLÂ:
Namaz kılınan yer. Namazgâh.
Eğer imâm, insanlar ile berâber bayram namazını musallâda kılsa, her ne kadar safların
arasında açık veya genişçe yer olsa da, hepsinin namazları câiz olur denilmiştir. Çünkü
musallâ, insanlar için namazın edâsı (yerine getirilmesi) hakkında mescid (namaz kılınacak
yer, küçük câmi) hükmündedir. (Kâdihân)
Pâdişâh olsan da derler "er kişi niyyetine". Var, musallâda yatan mevtâya bak da ibret al!
(İslâm Ahlâkı)
Musallâ Taşı:
Namazının kılınması için, cenâzelerin üzerine konduğu taş.
Cenâze musallâ taşına konduğunda, imâm efendi; sultan da olsa, bey de olsa, paşa da olsa
er kişi niyetine diye namaz kıldırır. (M. Sıddîk Gümüş)
MUSALLÎ:
Namaz kılan, beş vakit namazına devâm eden.
Musallînin yukarısında veya karşısında veya sağ ve sol ve arka tarafları hizâsında hayvan,
insan resmi bulunması, üstünde veya elbisesinde insan veya hayvan resmi bulundurması
mekruhtur. (İbn-i Âbidîn)
Musallîye bir kimse selâm verdikte musallînin eliyle veya başıyla selâma cevap vermesi
mekruhtur. (İbn-i Âbidîn)
Musallî mü'min vefâtında güleryüzlü, nûrlu ve parlak yüzlü olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
MUSAVVİR (El-Musavvir):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). En güzel sûrette şekil veren.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O Allahü teâlâ hâlıktır (varlıkları yaratandır), bârîdir (var edendir), musavvirdir. En
güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler. O,
azîzdir, hakîmdir yâni gâlib olan O'dur, her şeyi hikmeti üzere yapandır)(Haşr sûresi: 24)
MÛSEVÎ:
Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak dîne inanan ve bu dîne tâbi olan kimse.
(Bkz.Mûsevîlik)
Allahü teâlâ, Mûsevîlik dînini İsrâiloğullarına ve Mısır'ın yerli halkı olan kıbtîlere
gönderdi. Kıbtîler, Mûsevîlik dînini kabûl etmedikleri gibi kabûl eden İsrâiloğullarına da
zulm ve işkence yaptılar. Mûsâ aleyhisselâm Mûsevîleri alarak Mısır'dan çıkardı. Böylece
Fir'avn'ın ve kıbtîlerin zulmünden kurtardı. Mûsâ aleyhisselâmdan ve diğer İsrâil
peygamberlerinden sonra Mûsevîlik dîni değiştirildi. Kısmen bozulmuş olan Mûsevîlik
zamanla asıl hüviyetini tamâmen kaybetti. Hattâ bugün dünyâda yahûdî olarak kalmış olan on
beş milyon kadar insandan hakîki Mûsevîlik dînine ve onun kitâbı olan hakîki Tevrât'a inanan
kimsenin kalmadığını ilmî kaynaklar bildirmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)
MÛSEVÎLİK:
Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına gönderdiği din. Mukaddes
(ilâhî) kitabı Tevrâttır. Îsâ aleyhisselâma kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ
ettiler. Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldırıldı.
Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan sonra gelen Dâvûd, Süleymân, Zekeriyyâ ve Yahyâ
aleyhimüsselâm da yine İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildiler ve insanları
Mûsevîlik dînine dâvet ettiler. Dâvûd aleyhisselâma gönderilen Zebûr kitabı Mûsevîlik
dîninin hükmünü kaldırmadı. Hattâ onu kuvvetlendirdi. Mûsevîlik dîni Îsâ aleyhisselâm
zamânına kadar devâm etti. Îsâ aleyhisselâmın dîni, Mûsevîliği nesh etti yâni hükmünü
kaldırdı. Bundan sonra Mûsevîlik dînine uymak câiz olmayıp, Muhammed aleyhisselâmın
dîni olan İslâmiyet gelinceye kadar Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat
İsrâiloğullarının çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Mûsevîliğin bozulmuş şekli olan
yahûdîliğe uymakta inat ve ısrâr ettiler. Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîni de, Îsâ
aleyhisselâma bildirilen Îsevîlik dîninin ve İbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin
hükümlerini kaldırdı. Bugün Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmek için bütün insanların
İslâm dînine uymaları gerekmektedir. İslâm dîninin hükmü kıyâmete kadar sürecektir. (M.
Sıddîk bin Saîd)
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyük din yâni Mûsevîlik,
Îsevîlik ve İslâm dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın
peygamberlerinin bizim gibi bir insan olduğunu bildirmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)
MUSHAF:
Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu kitap. Mıshaf da denir.
Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi Kur'ân-ı kerîmi mushafa bakarak
okumaktır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Üç şey var ki, onlar dünyâda bir yabancı gibidir. Zâlimin yanında Kur'ân-ı kerîm, kötü
insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan mushaf. (Hadîs-i
şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Muhammed aleyhisselâm, âhireti teşrîf ettiği sene, halîfe hazret-i Ebû Bekr ezber bilenleri
toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey'ete bütün Kur'ân-ı kerîmi kâğıd üzerine yazdırdı.
Böylece mushaf meydana geldi. Otuz üç bin Sahâbî, bu mushafın her harfinin, tam yerinde
olduğuna söz birliği ile karar verdi. (İbn-i Hacer)
Mushafı hiç okumayıp, hayır ve bereket için evde saklamak câizdir. (Fetâvâ-yı Hindiyye)
Mushaf yazmak ve hediyye etmek çok sevâbdır. (Seyyid Abdülhakîm)
MUSÎBET:
Âfet, belâ, sıkıntı.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, nîmeti olarak
gelmektedir. Her dert ve musîbet de kötülüklerine karşılık gelmektedir. Hepsini yaratan,
gönderen Allahü teâlâdır. (Nisâ sûresi: 79)
Size gelen belâlar, musîbetler, kabahatlerinizin, günâhlarınızın cezâsıdır. Bununla
berâber, Allahü teâlâ bir çoğunu da affederek musîbete mârûz (karşı) bırakmaz. (Şûrâ
sûresi: 30)
Kullarımdan herhangi birine; bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğim
zaman bu musîbeti sabr-ı cemîl (güzelce sabrederek) karşılarsa, kıyâmet günü onun için
mîzân kurmak ve defter açmaktan (hesaptan) hayâ ederim. (Hadîs-i kudsî-İhyâ)
Bir kimseye musîbet erişince; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" desin. Allahü teâlâ o
kulun duâsını kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Mü'minin ahlâkı; zenginlikte iktisad, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamânında
sabırdır. Musîbete sabreden, ecir (mükâfât) ve sevâba kavuşur. (Sehl bin Abdullah)
Musîbet birdir. Musîbetin geldiği kişi feryâd eder, ağlayıp sızlarsa, musîbet iki olur.Biri
musîbet, diğeri sevâbın gitmesi. Bu musîbet öncekinden daha büyüktür. (Abdullah bin
Mübârek)
Musîbete feryâd eden, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur. Feryâd etmek, ağlayıp sızlamak
belâ ve musîbeti geri çevirmez. (Şakîk-i Belhî)
Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.
(Abdülhakîm Arvâsî)
MUSKA:
Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye. (Bkz. Rukye ve Mıska)
MUSTAFA:
Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri.
Mü'min olanların çoktur cefâsı,
Âhirette vardır zevk ü sefâsı,
On sekiz bin âlemin Mustafâsı,
Adı güzel kendi güzel Muhammed.
(Yûnus Emre)
Ümmetim dedi sana çün Mustafâ,
Ver salevât sen de âna bul safâ.
(Süleymân Çelebi)
MUTAFFİFÎN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen üçüncü sûresi.
Mutaffifîn sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi.) Otuz altı âyet-i kerîmedir. Ölçü ve tartıda
hîle yapanları kötüleyerek başladığı için sûreye, Sûret-ül-Mutaffifîn denilmiştir. Sûrede,
Allahü teâlâyı inkâr edenlerin ve günâhkârların uğrayacağı Cehennem azâbı ile îmân eden
mü'minlerin kavuşacakları Cennet nîmetleri bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ, Mutaffifîn sûresinde meâlen buyurdu ki:
Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azâblar yapacağım. (Âyet: 1)
Kim Mutaffifîn sûresini okursa, kıyâmet günü, sonunda misk kokusu bırakan
mühürlenmiş saf bir içecekten Allahü teâlâ ona içirir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MUTAHHAR:
Temiz, temizlenmiş mânâsına Muhammed aleyhisselâmın ismi.
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm altıncı kat semâda Mutahhar ismi ile
anılır. (Molla Miskîn Muhammed Muîn)
MUTAHHİR:
Temizleyici, temizleyen.
Abdestte ve gusülde kullanılmış (Mâ-i müsta'mel denilen) su; Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî
mezheblerinde yalnız tâhir (temiz)dir. Fakat mutahhir değildir. Mâlikî mezhebinde ise, hem
tâhir hem de mutahhirdir. (Abdülvehhâb Şa'rânî)
MU'TEKİF:
İ'tikâf eden. Bir yere çekilip ibâdetle meşgûl olan. (Bkz. Îtikâf)
Mu'tekif, kalbini dünyâ düşüncesinden ayırıp kendini Allahü teâlâya teslim ederek hak
dergâhına sığınmış ve şeytanın ve nefsin mekrinden (aldatmasından) Allahü teâlânın
himâyesine girmiş ve lisân-ı hâl (hâl dili) ile "Rabbim beni mağfiret etmedikçe bu kapıdan
ayrılmam" demiş olur. (Zihni Efendi)
Mu'tekif, ibâdet yerinden ancak ihtiyâç için çıkar. Çünkü zarûret, mecbûrî ihtiyâcı
sebebiyle çıkmaya izin vardır. (Molla Hüsrev)
MU'TEMED:
1. Sözüne güvenilir kimse.
Hudeybiye günü, Tebük ve Buvat gazâlarında ve daha pekçok yerde, susuzluk baş
gösterince, Peygamber efendimizin mübârek parmaklarından fışkıran sudan Eshâb-ı kirâm
içip susuzluklarını gidermişlerdir. Bu mûcizeler, çok sağlam rivâyetlerde mu'temed
(güvenilir) siyer âlimleri tarafından ittifakla (sözbirliği ile) bildirilmiştir. (Zerkânî)
Müslüman, mu'temed insandır. Emânete hıyânet etmez. Eliyle diliyle kimseye eziyet
etmez. (Seâdet-i Ebediyye)
2. Müctehîd âlimlerin dînî bir mevzûdaki sözlerinden esas alınan kavl (söz), ictihad.
MU'TEMİR:
Ömre yapan. (Bkz. Ömre)
Mu'temir, mîkât denilen yerde ihrâm giyerken; "Yâ Rabbî! Ben ömre yapmak istiyorum.
Bunu bana kolay ve kabûl eyle diye duâ eder ve telbiye (Lebbeyk Allahümme Lebbeyk...)
okur. (M. Zihni Efendi)
MU'TEZİLE (Mûtezile):
Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve aklı, nakilden yâni dînî delillerden
önde tutan bozuk fırka. "Büyük günâh işleyen kimse ne kâfirdir, ne de mü'mindir, iki menzile
(yer) arasında bir menzilededir (yerdedir)" diyen Vâsıl bin Atâ, hocası Hasen-ül-Basrî'nin
ders halkasından ayrıldığı için ayrılanlar mânâsına Mûtezile adı verilmiştir. Bu fırkaya
Kaderiyye de denir.
Mûtezile fırkası, aklın güzel veya çirkin demesini esas tutuyor. Allahü teâlânın yarattığı
şeylerin güzel veya çirkin olmasının seçimini akla bırakıyor. Güzel olduğu akıl ile
anlaşılanları Allahü teâlâ yaratmağa mecbûrdur diyor. Allahü teâlânın insan aklının güzel
dediği şeyleri yaratmağa mecbûr olduğunu söylemek kadar çirkin bozuk söz yoktur.
(Abdullah-ı Süveydî)
Cebriyye fırkasının ikinci kısmı olan Cehmiyye ile Mûtezile fırkası mîrâc yoktur, mîrâc
rüyâdır dedi. Zamânımızda Mûtezile fırkasını taklîd edenler çoğalmaktadır. (Muhammed
Rebhâmî)
Eski felsefecilerden bir kısmı, mû'tezile fırkasının çoğu ve zındıklar; cin ve şeytanlara
inanmadı. "Cin; zekî, dâhi insan demektir. Şeytanlar da kötü kimselerdir demektir" dediler.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Mûtezile fırkasında olanlar insan dilediği işi kendi yaratır dediler. Kazâ ve kaderi inkâr
ettiler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MU'TÎ (El-Mu'tî):
Veren, ihsân eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden).
MUTLAK:
Kayıtsız, şartsız. Teklik, çokluk veya herhangi bir vasıf ile kayıtlı olmayan, delâlet ettiği
(gösterdiği) fertlerden (şeylerden) her hangi birini ifâde eden lafız (söz).
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "... Köle âzâd etmektir." (Beled sûresi:
13) (Âyet-i kerîmedeki "köle" sözü mutlaktır. Çünkü müslim veya gayr-i müslim, teklik veya
çokluk gibi herhangi bir şey ile kaydlanmamıştır. Yeminini bozan kimsenin keffârete gücü
yetiyorsa, herhangi bir köle veya câriye âzâd eder, hürriyetine kavuşturur. Yâhut zekât alması
câiz olan erkek veya kadın on fakiri bir gün sabahlı akşamlı olmak üzere iki defâ doyurur
veya on fakire bu değerde kumaş, havlu, mendil, çorap, çamaşır gibi bir şey verir. Bu
üçünden birini yapmayan fakir, üç gün ardarda oruç tutar. (İbn-i Âbidîn)
Mutlak Adâlet:
Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak. (Bkz. Adâlet)
Âlemleri yaratan Allahü teâlâ hâkimler hâkimi, her şeyin asıl sâhibi ve tek hâlıkı
(yaratıcısı)dır. Allahü teâlâ mutlak adâlet sâhibidir. Onun için insanlara gönderdiği en son ve
en kâmil (üstün ve eksiksiz) dinde mutlak adâlet vardır. (Harputlu İshâk Efendi)
Mutlak Fenâ:
Allahü teâlâdan başka her şeyin kalbden çıkıp, isimlerinin bile unutulması. (Bkz. Fenâ)
Mutlak fenâ hâsıl olmadıkça, Hakk'ın şühûdü (yâni Allahü teâlânın kalbe tecellîsi)
mümkün değildir. (Ahmed Fârûkî)
Sonsuz kavuşmak ve devamlı huzur ancak mutlak fenâdan sonra Bekâ-billah ile
şereflenen kimseye nasîb olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâdan başka şeylere köle olmaktan büsbütün kurtulabilmek için, mutlak fenâya
kavuşmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mutlak Müctehîd:
Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan hükümleri ve mes'eleleri,
açık olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. Ehl-i sünnetin ameldeki
mezheb imâmlarından her biri. (Bkz. Müctehîd)
Fıkıh âlimleri yedi tabaka, yedi derecedir. En yüksek derecesi dinde müctehid olanlardır.
Bunlara mutlak müctehîd denir. Dört mezheb imâmları mutlak müctehîdlerdir.
(Kemâlpaşazâde Ahmed bin Süleymân Efendi)
Mutlak Nezr:
Şarta bağlı olmayan adak. (Bkz. Nezr)
Allahü teâlâ için bir sene oruç tutacağım demek mutlak nezr olup, bunu söylerken kasd
(niyyet) etmese de, söz arasında dilinden çıksa bile, yapması vâcibtir. Çünkü, talâkta
(boşamada) ve adakta niyetsiz, düşünmeden söylemek, ciddî istiyerek söylemek gibidir.
Hattâ; "Allahü teâlâ için bir gün oruç tutmak üzerime borç olsun" diyeceği yerde; "Bir ay oruç
tutmak" diye ağzından çıksa, bir ay tutması lâzım olur. (Alâüddîn Haskefî)
Mutlak Su:
Yaratıldıkları hâl (durum) üzere bulunan sular. (Bkz. Mâ-i Mutlak)
Yağmur, kar, deniz, göl, kuyu ve ırmak suları mutlak sular olup, hem temiz hem de
temizleyicidir. İçilir, abdest ve gusl alınır. (İbn-i Âbidîn)
Mutlak Vilâyet:
Evliyâlık.
Vilâyet, husûsî veya umûmî olur. Umûmî vilâyet, mutlak vilâyettir. Vilâyet-i hâssa
(husûsî vilâyet) de vilâyet-i Muhammedîdir ki, tam fenâ ve ekmel (en olgun)bekâdır. Bunda
nefs, râdî ve mardîdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mutlak Zuhûr:
Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis. Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi meselâ insanın
aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi böyledir.
MUTMAİNNE:
1. İtmînân bulan, rahatlayan, huzur ve sükûna kavuşan.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Biliniz ki kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmainne olur. (Ra'd sûresi: 28)
2. İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak ve Allahü teâlâyı zikrederek
itminana huzur ve sükûna kavuşan, şüphe ve tereddütlerden kurtulan nefis.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey mutmainne nefs (Allahü teâlânın nîmetine şükür ve ibâdet mihnetine sabır eylemen
sebebiyle) sen Rabbinin verdiği nîmetten râzı ve Rabbin de senden râzı olarak Rabbine
dön. Haydi benim (sâlih) kullarımın arasına dâhil ol (ve onlarla birlikte) Cennet'ime gir.
(Fecr sûresi: 27-30)
Bir insan, işlerini yaparken, İslâm dînine uyarsa, nefsi, emmârelikten (nefsinin kötülüğü
emretmesinden) kurtulup mutmainne olur. Bu zaman şehveti ve gadabı faydalı olarak
çalıştırır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin temiz ve nefsin mutmainne olduğunun alâmeti, bedenin İslâmiyet'e seve seve
uymasıdır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Evliyâlık derecelerinin sonu, kulluk makâmıdır. Kulluk makâmının üstünde hiçbir makam
yoktur. Velîler Hakk'a doğrudurlar. Peygamberlik de hem Hakk'a hem de halka doğru olup,
birbirine engel olmaz. Evliyânın nefisleri mutmainne olmuş ise de bedendeki maddelerin
ihtiyaç ve istekleri vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Nefs mutmainne olunca serkeşliği bırakır ve azgınlığı kalmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
MUVÂCEHE-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin bulunduğu Hücre-i
Seâdetin (odanın) kıble tarafında ziyâret sırasında önünde durulan duvar.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabrini ziyâret etmek isteyen kimse,
Bâb-ı Selâm (Selâm kapısı) veya Bâb-ı Cibrîl'den (Cibrîl kapısı) Peygamber efendimizin
mescidine girip minber-i şerîf yanında iki rek'at tehıyyet-ül-mescîd (câmiye girince kılınması
sünnet olan) namazı, sonra iki rek'at da şükür namazı kılar ve duâ eder. Duâdan sonra kalkıp
edeble Hücre-i seâdete gelir. Yüzünü Muvâcehe-i seâdet duvarına karşı, arkasını kıbleye
dönerek, Resûlullah'ın mübârek yüzüne karşı iki metre kadar uzakta edeble durur.
Resûlullah'ın kendisini gördüğünü, selâmını, duâlarını işittiğini ve cevap verdiğini, âmin
dediğini düşünür. "Esselâmü aleyke yâ Seyyidî, Yâ Resûlallah" diyerek ziyâret esnâsında
okunacak duâyı okur. Emânet olan selâmları söyler. Sonra salevât okuyup, dilediği duâyı
okur. (Abdullah Mûsulî, Şernblâlî)
MUVAHHİD:
1.Allahü teâlânın birliğine inanan.
Bir kimse, başkaları görmek için ibâdet eder veya Allahü teâlâ için eder ammâ başkasının
görmesi de hoşuna giderse veya ibâdetinde başkasından bir karşılık, meselâ bir âferin sözü
beklerse, o kimse şirkten kurtulmuş ve hâlis muvahhid olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
2.Tasavvufta, Allahü teâlâdan başka bir şey görmeyen, kendini ve başkalarını unutan.
(Bkz. Tevhîd)
Muvahhidlerin gönlüne Allah'tan başka bir şey gelmez. Kulakları, Allah'tan başka bir şey
duymaz. Gözleri, Allah'tan başka bir şey görmez. Her ne duyar ne görürse, ondan ibret alır ve
Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünerek, O'na olan bağlılıkları artar. (İmâm-ı Gazâlî)
MUVAKKAT:
Geçici belli bir vakte bağlı.
Yedi kadın vardır ki, bunlarla muvakkat olarak evlenilemez. Aradaki sebeb kalkınca,
evlenmek helâl olur. Bunlardan beşi, nikâh sebebi ile haramdır. Bir adam, nikâhladığı
(evlendiği) kadının kız kardeşi ile evlenemez. Nikâhladığı kadın ölürse veya boşarsa, bunun
kızkardeşi ile evlenebilir. Bir kadın nikâhında iken, bu kadının halası veya teyzesini veya
kardeşlerinin kızını da nikâhlamak haramdır. Evlenmesi muvakkat haram olan yedi kadından
altıncısı müşrik yâni kitapsız kâfir olan kadındır. Müşrik müslüman olursa, evlenmek câiz
olur. Yedincisi ise, hür kadın ile evli iken, câriye (harpte alınan esir kadın) ile de
nikâhlanmaktır. (Mehmed Zihnî)
Muvakkat Nikâh:
Geçici nikâh. Bir adamın, yüz sene de olsa, belli bir zaman sonra hanımını boşamağı
söyleyerek, bütün şartlarına uygun yapılan ve harâm olan nikâh. (Bkz. Müt'a Nikâhı)
Hacca götürecek erkeği olmayan bir kadının, hacca gidebilmek için, hacca gitmekte olan
bir erkek ile evlenmesi ve hacdan gelince boşanması, muvakkat nikâh olduğu için haramdır.
(Abdülganî Nablüsî)
Muvakkat nikâh, dört mezhebde de haramdır. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
MUVATTÂ:
İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretlerinin, derlediği (topladığı) hadîs kitâbı.
Kütüb-i sitte denilen, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan
altı hadîs kitâbından biri de Muvattâ'dır. Bu kitâb, ilk yazılan hadîs kitâbıdır. (Muhammed
Tâhir, Abdülhak-ı Dehlevî)
MUZTAR:
Sıkışık, zor durumda olan, çâresiz.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, size ölüyü (Murdar hayvanı), kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası
için kesileni, kesin olarak haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye muztar kalırsa,
(kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek miktârı) geçmemek şartıyla, onun üzerine
günâh yoktur. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcı ve çok merhâmet edicidir. (Bekara sûresi:
173)
Muztar olana, piyasadaki en yüksek değerinden gaben-i fâhiş ile yüksek fiyata satmak
fâsiddir. (İbn-i Âbidîn)
MÜBÂDELE:
Bir şeyi diğer bir şeyle değişmek, değiştirmek, satış.
Satış, malı mala rızâ ile mübâdele etmektir. (İbrâhim Halebî)
MÜBÂHELE:
Lânetleşme. Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu olduğunu
söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl etmeyen hıristiyanlara,
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); "... Gelin oğullarımızı, oğullarınızı,
kadınlarımızı, kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım, sonra hepimiz duâ edip,
yalvaralım. (Îsâ aleyhisselâmın durumu hakkında hangimiz) yalancı ise, Allahü teâlâ ona
lânet etsin, diyelim" demesi emredilen Âl-i İmrân sûresinin altmış birinci âyet-i kerîmesi.
Peygamber efendimize Necrân'dan bir hıristiyan hey'eti gelmişti. İçlerinden ileri gelen üç
kişi Peygamber efendimiz ile konuşmaya başladı. Söz arasında Îsâ aleyhisselâm için bâzan
"Allah", bâzan "Allah'ın oğlu" bâzan da; "Üç tanrıdan biridir" diyorlardı. Peygamber
efendimiz bunları İslâm dînine dâvet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu; îmâna gelmediler. "Biz
senden önce îmân ettik" dediler. Resûlullah efendimiz; "Yalan söylüyorsunuz! Allah'ın oğlu
var diyenin îmânı olmaz" buyurdu. Bir müddet daha konuştular ise de, müslüman olmayıp
inâd ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ Peygamber efendimize onları mübâheleye
çağırmasını emretti. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de onlara; "Bana inanmıyorsanız,
gelin sizinle mübâhele edelim" buyurdu. Necrân'dan gelen hıristiyan hey'eti içerisinde
Şerhabîl adında biri; "Bunun peygamber olduğu her şeyden anlaşılıyor. Bununla mübâhele
edersek, ne biz kurtulur, ne de bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya
uğrarız" dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve; "Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve
sellem)! Biz senden râzıyız. Ne istersen sana verelim. Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle
berâber gönder, vergimizi ona verelim" dediler ve gittiler. Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Eğer onlar mübâhele etselerdi, maymuna ve hınzıra
dönerlerdi. Vâdileri ateş içinde kalırdı. Allahü teâlâ Necrân'ı, ahâlisini, hattâ ağaçlar
üzerindeki kuşlarını da helâk ederdi" (Muhammed bin Hamzâ, Senâullah Dehlevî)
MÜBÂREK:
Bereketli, feyizli, hayırlı, fâidesi bol.
Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek
yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle, kalbim kuvvetleniyor. (Hadîs-i
şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)
İbrâhim aleyhisselâm Mekke'ye geldi de; "İsmâil nerededir?" diye sordu. İsmâil'in
hanımı; "Ava gitti; buyursanız da, yemek yiyip su içseniz" dedi. İbrâhim aleyhisselâm;
"Yiyeceğiniz ve içeceğiniz nedir?" dedi. İsmâil'in hanımı; "Taâmımız av eti, meşrûbatımız
(içeceğimiz) de Zemzem suyudur" dedi. İbrâhim aleyhisselâm da; "İlâhî! Bunların yiyip
içeceklerini mübârek kıl" diye duâ etti. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Kalbin huzur ve sükûnuna yardım eden her şey mübârektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kur'ân-ı kerîmin her harfi mübârektir. (İbn-i Hacer)
Mübârek beldelere gittiğinde kalbin uyanık olsun. Orada Resûlullah efendimizin ve
arkadaşlarının gezdiğini, oturduğunu unutma. O mübârek toprakların kıymetini bil... (Dâvûd
bin Süleymân Bağdâdî)
Mübârek Geceler:
İslâm dîninin kıymet verdiği geceler. Kadir, Arefe, Fıtr ve Kurban bayramı ile Mevlid,
Berât, Mi'râc, Regâib, Muharrem, Aşûre geceleri. (Bkz. İlgili Maddeler)
Mübârek gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememekle, ibâdet
yapmakla olur. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu
gecelerdeki, duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ
ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmıştır. (Muhammed Rebhâmî)
Mübârek geceleri ihyâ etmeli, yâni kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı; duâ,
tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de
göndermelidir. (Muhammed Rebhâmî)
MÜBÂŞERET-İ FÂHİŞE:
Kadın ile erkeğin, çıplak olarak çirkin yerlerini birbiriyle sürtünmesi.
Mübâşeret-i fâhişe, erkeğin de kadının da abdestini bozar. (İbrâhim Halebî)
MÜBDÎ (El-Mübdî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Benzeri, nümûnesi olmayan,
varlıkları yoktan var eden.
MÜBECCEL:
Yüceltilmiş, muhterem, azîz, büyük saygı gösterilen. (Bkz. Tebcîl)
Mevlid gecesi ve günü mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi kıymeti çoktur.
(Celâleddîn Abdurrahmân Kettânî)
MÜBELLİĞ:
1. Tebliğ eden, bildiren, duyuran.
Dinleri, emirleri ve yasakları koyan Allahü teâlâdır.Mübelliği ise, Allah'ın peygamberidir.
(Seyyid Abdülhakîm)
2. Aynı namazı imâma tâbi olarak kılarken onun aldığı namaz tekbirlerini arka saflardaki
cemâate duyuran kimse.
Mübelliğ olan kimsenin, aynı namazı kılması lâzımdır. Aynı namazı kılmayan, dışardan
birinin sesine uyan cemâatin namazları olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Cemâatin yalnız imâmın sesine değil, aynı namazı kılan mübelliğin sesine uyması da
câizdir. Böyle olmayan seslere uyanların namazı olmaz. (Halebî, Dâmâd, İbn-i Âbidîn)
MÜBEŞŞİR:
1. Kabirde, mü'minlere suâl soran melek. (Bkz. Münker ve Nekîr)
2. Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şüphesiz biz seni şâhid, mübeşşir ve nezîr (azâb ile korkutucu) olarak gönderdik. (Feth
sûresi: 8)
MÜBTEDİ':
Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi
gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.
Mübtedi' ve ehl-i hevâ (isteklerinin esîri), İslâmiyet'e değil, nefslerine uyarlar. Yetmiş iki
sapık fırka böyledir.Bunlardan bâzısının îtikâdı, küfre (dinden çıkmaya) sebeb olmaktadır.
(İbn-i Nüceym)
Mi'râcda Resûlullah'ın Mekke'den Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğüne inanmayan
îmânsız olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, mübtedi' olur.
(İsmâil Hakkı)
Mübtedi'nin cenâzesinde bulunan kimse, dönünceye kadar hep Allahü teâlânın
gadabındadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Her mübtedi' ve sapık, kendi îtikâdını Kitab ve sünnete uygun bilir ve kendi kısa ve eksik
anlayışı miktârınca Kitab ve sünnetten, uygunsuz mânâlar çıkarır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜBTEDÎ:
Tasavvufta ve diğer dînî ilimlerde henüz başlangıçta olan.
Büyüklerden biri buyurdu ki: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sevdiklerinden
birkaçına yazmış olduğu mektûblardan ve risâlelerden meydana gelen Fıkarât kitabı,
başlangıçta olan mârifetleri mübtedîlere anlatmak için yazılmıştır. "İnsanlara akılları erdiği
kadar söyleyiniz!" gözetilerek yazılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜCÂDELE:
Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve
şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.
Haksız olduğu hâlde mücâdeleden vazgeçen kimseye Allahü teâlâ Cennet'in kenâr
yerinde bir ev inşâ ettirir. Haklı olduğu hâlde mücâdeleden kaçınan kimseye ise, Cennet'in
ortasında bir köşk inşâ ettirir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)
Mücâdeleyi terkedin; zîrâ onun kârı azdır. Mücâdeleyi terk edin, faydası az olduğu gibi
dostlar arasına hüsûmetin (düşmanlığın) girmesine sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Kardeşinle mücâdele etme, onunla alay etme, ona verdiğin sözden dönme! (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
Âdî (aşağı) kimselerle mücâdele etme; seni üzerler. Halîm (yumuşak) kimselerle
mücâdele etme sana küserler. (İbn-i Abbâs)
Dostlar arasında kin ateşini en kuvvetli tutuşturan; münâkaşa ve mücâdeledir. (İmâm-ı
Gazâlî)
Mücâdele Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin elli sekizinci sûresi.
Mücâdele sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yirmi iki âyet-i kerîmedir. Birinci âyetinde
geçen Mücâdele kelimesinden dolayı sûreye, Sûret-ül-Mücâdele denilmiştir. Sûrede; cemiyet
ve muâşeret âdâbı (insanların birbirleri ile olan münâsebetlerinde tutacakları yol) ve Resûl-i
ekremin aleyhinde gizli teşebbüslerde bulunan yahûdîler ile bunların destekçileri olan
münâfıkların (iki yüzlülerin) kötülendiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ, Mücâdele sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe îmân edenler, Allahü teâlânın düşmanlarını
sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, mü'minlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve
başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan mü'minleri Cennet'e koyacağım.
(Âyet: 22)
Kim Mücâdele sûresini okursa, kıyâmet günü Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden
yazılır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MÜCÂHEDE:
1. Çalışma, mücâdele etme, uğraşma, cihâd etme.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah, her hâlde muhsinlerle (iyilik edenlerle) berâberdir. (Ankebût sûresi: 69)
Gerçek mü'minler; Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edip, sonra şüphe etmeyerek,
Allah uğrunda mal ve canlarıyla mücâhede edenlerdir. İşte sâdık olanlar bunlardır.
(Hucurât sûresi: 15)
Çoluk-çocuğunun geçimini helâlinden te'mine çalışan, Allahü teâlânın yolunda
mücâhede eden gibidir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ, Müsned-i Firdevsî)
Resûl-i ekreme insanların en efdâli kimdir diye sorulunca; "Canı ve malı ile Allah
yolunda mücâhede eden mü'mindir" buyurdular. (Buhârî ve Müslim)
2. Nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapma.
Bir kimse bin sene ibâdet etse ve sıkıntılı riyâzetler çekse (nefsin istediklerini yapmama)
ve sıkı mücâhede yapsa, eğer bir peygambere (aleyhisselâm) uymamış ise, bütün bu
çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti olmaz. Çölde görülen serâb gibi hiçbir şeye yaramaz.
Hiçbir iş olmayan yâni bir şeye yaramayan uyku bile, meselâ, gün ortasında bir parça uyumak
(kaylûle yapmak), o büyüklerin emrine uyarak yapılınca, onlara uymadan yapılan, bin sene
ibâdetten, mücâhededen kat kat daha kıymetli olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Açlık ve nefisle mücâhede, hârika ve kerâmeti (olağanüstü şeyleri) arttırır. Evliyânın
sohbeti ise, kalbe zikri yerleştirir. Sünnete (dînimizin emir ve yasaklarına)tâbi olmayı
(uymayı) kolaylaştırır. (Seyfeddîn Fârûkî)
İbâdet yapmaktan maksad; hem mücâhede yaparak, nefsi terbiye etmek, hem de kalbe
ferahlık getirmek, kalbi Allahü teâlaya bağlamak içindir. (Ali bin Emrullah)
Hevâ (nefsin arzu ve istekleri) ancak mücâhede ile azalıp yok olur. (Muhammed Hâdimî)
MÜCÂHİD:
Allah yolunda din düşmanları ile çarpışan, cihâd eden.
Benim yolumda mücâhid kimse, benim uhdemdedir (zimmetimdedir). Rûhunu
kabzedersem onu Cennet'e vâris ederim. Memleketine döndürürsem sevâb veya ganâimle
(harpte alınan mallarla) döndürürüm. (Hadîs-i kudsî-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Fîsebîlillah (Allah yolunda) mücâhid olanlar en ufak bir zorlama ile bir senelik oruç
bedeli ve bir senelik gece ibâdeti hak ederler. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Allah yolundaki bir mücâhidin hâli, gündüz oruç tutup gece ibâdet eden bir kimseye
benzer. Tâ ki dönünceye kadar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Mücâhidlere ezâ vermekten Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah, peygamberlerine
ilişenlere gadab ettiği gibi, onlar için de gadab eder. Peygamberlerin duâsını kabûl
buyurduğu gibi, onların duâsını da kabûl buyurur. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
İnsanların peygamberlik derecesine en yakın olanı âlim ve mücâhidlerdir. Âlimler,
peygamberlerin emirleri ile insanları irşâd ederler. Mücâhidler ise, peygamberlerin emri üzere
silâhlarıyla harbederler. (İmâm-ı Gazâlî)
Hiç kimseyi gıybet etmemeli, çekiştirmemeli, gıybet yapana mâni olmalıdır. Emr-i mârûfu
ve nehy-i münkeri, yâni nasîhati elden kaçırmamalıdır. Fakirlere, mücâhidlere, mal ile yardım
etmelidir. Hayır, hasenât yapmalıdır. Günâh işlemekten sakınmalıdır. (Muhammed Ma'sûm)
MÜCÂVİR:
Komşu. Memleketini ve yurdunu terk ederek, zamânını Haremeyn-i şerîfeynde yâni
Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Harâm'da ve Medîne-i münevverede ise Mescid-i Nebî'de
(Peygamber efendimizin mescidinde) ibâdetle geçiren kimse.
MÜCEDDÎD:
Yenileyici, kuvvetlendirici. İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dînine
sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlim.
Her yüz senede bir müceddîd zâhir olur (ortaya çıkar). Ümmetimin işlerini yeniler.
(Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin
sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi
verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için her yüz sene
başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçerler. Hele bin sene geçince, geçmiş
ümmetlerde bir ülü'l-azm peygamber gönderdikleri ve onun işini bir nebîye (her yüz senede
bir gönderilen peygambere) bırakmadıkları gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir.
Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülü'l-azm peygamberlerin işini yapar. (Ahmed Fârûkî)
Rüyâda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer)
üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim
içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd
kıldı." (Mîr Hüsâmeddîn)
Müceddîd-i Elf-i Sânî:
Hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, Müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en
büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî'dir. (Muhammed Hâşim-i Keşmî)
Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir
müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde)
Ma'rûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli) bilgilerinde İmâm-ı Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve
kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat,
hakîkat ve akâid yâni îmânla ilgili bilgilerin inceliklerini açıklamakta ve kalblere akıtmakta
İmâm-ı Ahmed Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, müceddîd idiler. Hepsi, İslâmiyet'in
yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet ettiler. (Abdullah-ı Dehlevî)
İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velî idi. Müctehîd yâni Kur'ân-ı
kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim idi. İslâm âlimlerinin göz bebeğidir.
Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcı idi. Resûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir
deryâdır. İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mü'min ve müttekî olanlar yâni Allahü teâlâdan
korkup, haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar yâni içi dışı başka, iki yüzlü
olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda
bulunacak her üstünlüğü, Allahü teâlâ İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine
vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır. (Şâh-ı Dehlevî)
İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin buyurduğu kıymetli sözlerden bâzıları
şunlardır:
İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey
namazdır.
Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.
Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı
bırakmak, ahmaklıktır.
Kur'ândan, hadîslerden sonra gelir eserin
Rûhlara şifâ olan, o mübârek sözlerin
Başkumandanısın sen velîlerin, erlerin
Ve Müceddîd-i elf-i sânî adını alan
(M. Sıddîk Gümüş)
MÜCEDDİDİYYE:
Evliyânın büyüklerinden müslümanların gözbebeği İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
tasavvuftaki yolu.
Müceddidiyye büyükleri buyurdular ki: "Allahü teâlânın ahlâkı ile huylanmağa,
Hakk-ul-yakîn denir. Bu hâl, insanın şuûrunu kaplayınca kalb nûrlanır." (Abdullah-ı Dehlevî)
MÜCESSİME:
Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre
açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve
cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşebbihe de
denir. (Bkz. Müşebbihe)
Allahü teâlâya madde diyen mücessime adındaki kâfirler burada çok yanıldılar. Allahü
teâlâyı insan şeklinde, sûretinde sandılar. Ahmak oldukları için insanlarda olduğu gibi, Allahü
teâlânın organları, duygu âletleri var dediler. Böylece doğru yoldan saptılar. Çok kimseleri de
saptırdılar. (İmâm-ı Rabbânî)
Mücessime ve müşebbihe fırkaları; Allahü teâlâ cisim gibidir; Arş üzerinde oturur, iner
yürür şeklinde inandıkları için îmânsız olmaktadırlar. (Şehristânî)
MÜCÎB (El-Mücîb):
Kullarının duâlarını kabûl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından.
Dert ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ
etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever. O
mücîbdir. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜCMEL:
Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı lafız (söz).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: İnsan, hırslı ve sabrı az yaratıldı. (Meâric sûresi:
19) Âyet-i kerîmede hırslı ve sabrı az mânâsına olan "helû" lafzı mücmel olup, ondan sonra
gelen; "Ona bir sıkıntı dokunursa, feryâd eder. Ona hayır (mal) isâbet ederse cimrilik
eder" (Meâric sûresi: 20,21) âyet-i kerîmeleri ile açıklanmıştır. (Serahsî)
Ahkâm (hükümlerle ilgili) âyetlerinin ekserisi, mücmeldir. Bunların çoğunu
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem açıklamıştır. Meselâ, mücmel olan salât lafzını;
"Ben nasıl salât (namaz) kılıyorsam, siz de öyle kılın" buyurarak îzâh etmişlerdir. (Serahsî)
Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm)
gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr ilminin usûlüne bakmadan ve Kureyş
lügatını bilmeden ve hakîkat (sözün hakîki, asıl mânâsı) ile mecâzî (hakîki olmayan
mânâsını) düşünmeden, mücmel, mufassal (geniş mânâsını), umûmî ve husûsî olanları
birbirinden ayırmadan ve âyet-i kerîmelerin indirilme sebebleri gibi daha pekçok şeyi
araştırmadan verilen mânâyı, Allahü teâlânın murâdı, kasdettiği mânâ diye söylemek doğru
değildir. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜCRİM:
Kâfir. Günâhkâr.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
(Ey nîmetleri inkâr eden kâfirler!) Az bir zaman (ölünceye kadar) dünyâda, hayvanlar
gibi yiyin, için, zevk edinin. Şüphesiz ki siz mücrimlersiniz. (Mürselât sûresi: 46)
Kıyâmet günü, yâni insanlar dirilip bir araya geldikleri gün, Allahü teâlânın emriyle,
Resûlullah efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi gâyet güzel ve tatlı bir şekilde okur, mü'minlerin
(Allah'a ve Resûlullah efendimize inanıp îmân edenlerin) yüzleri güler ve sevinirler. Kur'ânı
kerîme inanmayanların yüzleri gâyet çirkin olur. Bu anda bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey
mücrimler! Şimdi sizler ayrılınız!" denir. O zaman, herkesi büyük bir korku alır... (İmâm-ı
Gazâlî-Kıyâmet ve Âhiret)
Sırât yâni Cehennem'in üzerine kurulacak köprüden geçemeyip düşen mücrimler,
Cehennem hazenesine yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlayıp inlemeğe başlarlar.
(İmâm-ı Gazâlî)
MÜCTEBÂ:
Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından.
Eğer ümmet isen, ol müctebâya,
Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.
(M. Sıddîk Gümüş)
MÜCTEHİD:
İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî delillerden hüküm
çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi. Bütün İslâm ilimleri ve zamânın fen
bilgilerinde söz sâhibi âlim. (Bkz. İctihâd)
Yanılan müctehide bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır. İki sevâbdan
birincisi, ictihâd etmek (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarma) sevâbıdır.
İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
İctihâd makâmına varan âlimlerin kendi ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden çıkardıkları hükümlere) göre hareket etmeleri lâzımdır.Başka müctehide uymaları
câiz (uygun) değildir. İctihâd, ibâdet yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid,
diğer müctehidin ictihâdına yanlış dememiştir. (İbn-i Nüceym)
Müctehid Fil-Mes'ele:
Mezheb reîsinin (imâmının) bildirmediği mes'eleler için mezhebin usûl ve kâidelerine
göre hüküm çıkaran İslâm âlimi.
Müctehid fil-mes'elenin, çıkan mes'elelere âit çıkardığı hükümlerin, mezheb reisinin
koyduğu esaslara uygun olması şarttır. Hassâf, Tahâvî, Kerhî, Şems-ül-eimme Hulvânî,
Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî ve benzerleri olan derin âlimler, bu üçüncü tabakadan olan
müctehidlerdir. (Kemâl Paşazâde, Ahmed bin Süleymân)
Müctehid Fil-Mezheb:
Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört
delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs, (Bkz. İlgili maddeler) hüküm
çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir.
Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı a'zâm'ın bunların derecesindeki diğer
talebeleri, müctehid fil-mezhebdir.Bunların çıkardıkları hükümlerden bâzıları, İmâm-ı
a'zam'ın çıkarmış olduğu hükümlere uymayabilir. İctihâd derecesine yükseldikleri için, kendi
çıkardıkları hükümlere uymaları şarttır. (Kemâl Paşazâde Ahmed bin Süleymân)
Müctehid fil-mezheb olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, din bilgilerinde bin kadar kitâb
yazmıştır.Talebesinden olan İmâm-ı Şâfiî'nin annesini nikâh ettiği için, vefât edince, kitâbları
İmâm-ı Şâfiî'ye kalarak, onun bilgisinin artmasına vesîle olmuştur. Bunun için İmâm-ı Şâfiî;
"Yemin ederim ki, fıkıh (dînî hükümler konusundaki) bilgim, İmâm-ı Muhammed'in
kitablarını okumakla arttı. Fıkıh bilgisini derinleştirmek isteyen, Ebû Hanîfe'nin talebesi ile
berâber bulunsun" buyurdu. (Ahmed Zühdü)
Müctehîd fil-mezheb olan âlim, kendi mezheb imâmına uymaz. Kendi re'yi ile fetvâ (dînî
suâllere cevâb) verir. Fakat delîlleri, mezheb imâmının usûl ve kâidelerine göre arar. Bu
kâidelerin dışına çıkmaz. (İmâm-ı Süyûtî)
Müftî, mutlak müctehid değilse (Bkz. Müftî), müctehid fil-mezheb olması lâzımdır. Böyle
olmayana müftî denilmez, nâkil dînî hükümleri, fetvâları nakleden denir. (İbn-i Âbidîn)
Müctehid-i Fiş-Şer':
Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkarırken, kendine mahsûs kâide ve
usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna müctehid-i mutlak da denir. (Bkz. Müctehid-i
Mutlak)
Dört mezhebdeki fukahâ (dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimleri), yedi derecedir.Birincisi,
müctehid-i fiş-şer' olan tabakadır. Dört mezhebin imâmları böyledir. (Ahmed Cevdet Paşa)
Müctehid-i Mukayyed:
Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden yeni hükümler çıkaran
İslâm âlimi. Mukayyed müctehid. (Bkz. Müctehid fil-Mezheb)
Müslümanlar, ya müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ, hüküm çıkaran
İslâm âlimi) olur, yâhut ictihâd derecesine yükselmemiştir. Müctehid de, ya mutlak müctehid
(Bkz. Müctehid-i Mutlak) olur, yâhut müctehid-i mukayyed olur. Mutlak müctehidin, başka
bir müctehidi taklîd etmesi câiz değildir. Kendi ictihâdına uyması lâzımdır. Mukayyed
müctehidin ise, bir mutlak müctehidin mezhebinin usûllerine uyması vâcibdir (gereklidir). Bu
usûllere uyarak yapacağı kendi ictihâdına (hükmüne) uyar. (Abdülganî Nablüsî)
Müctehid-i Mutlak:
Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve diğer dînî delillerden
(kaynaklardan) istinbât ederken, çıkarırken kendine mahsûs kâide ve usûl koyan müctehid.
Buna, müctehid fiş-şer' ve müctehid-i müstekıl de denir.
Dört mezhebin imâmları, müctehid-i mutlaktır. Bu dört imâmdan sonra müctehid-i mutlak
yetişmedi. Hiçbir âlim müctehid-i mutlak olduğunu iddiâ etmedi. Yalnız,Muhammed Cerîr-i
Taberî bu iddiâda bulundu ise de, hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi. (İmâm-ı Şa'rânî)
Hicretin dört yüz senesi geçtikten sonra müctehid-i mutlak yetişmediği için, bu târihten
sonra gelen âlimleri taklîd etmek câiz değildir.Bu târihten evvel yetişmiş olan bir müctehidin
mezhebini öğrenmek için, âlimlerin sözbirliği ile kabûl ettikleri İslâmî hükümleri bildiren
fıkıh kitablarını okumak lâzımdır. (İmâm-ı Menâvî)
Nisâ sûresinin, elli sekizinci âyetinde meâlen; "Uyuşamadığınız din işlerinde, Kitâba
(Kur'ân-ı kerîme) ve Sünnete (Hadîs-i şerîflere) mürâcaat edin" buyrulmaktadır. Bu emir,
müctehid-i mutlak olan âlime uymak için emirdir. (Mahmûd bin Abdülgayyûr Pişâvûrî)
Müctehid-i Müntesib:
Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört
ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid)
de denir. (Bkz. Müctehid fil-Mezheb)
Müctehid-i müntesib, delîl aramakta ve hüküm çıkarmakta, mezhebinin imâmını taklîd
etmez. Fakat delîlleri, mezheb imâmının kâidelerine göre arar. İmâmının yolunda,
mezhebinde olduğu için, onun mezhebinde olduğu söylenir. (Bedreddîn Zerkeşî)
Müctehid-i Müstekıl:
Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabilen ve kendine mahsûs
kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna, mutlak müctehid de denir.
MÜD:
Sekiz yüz yetmiş beş gram ağırlığında bir ağırlık birimi.
Ümmetimden herhangi biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd
arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm, bir müd su ile abdest alır, bir sa' (4.2
litre) su ile gusl ederdi. (İbn-i Âbidîn)
MÜDÂHENE:
Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek. Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde
dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni olmamak.
Sıkılmadan açıkça harâm işleyen kimseyi gîbet etmek câiz olduğu gibi, şerlerinden
korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir. Fakat müdârâ, müdâhene şeklini
almamalıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Haram işleyene veya yanında bulunanlara olan saygısı, yâhut dîne olan bağlılığının
gevşekliği, müdâheneye sebeb olur. Dînine veya dünyâsına veya başkalarına zarar olmadığı
zaman, haram ve mekrûh işleyene mâni olmak lâzımdır.Mâni olmamak, susmak harâm olur.
Müdâhene etmek, haram işlemeğe râzı olmağı gösterir. (Muhammed Hâdimî)
Muhabbete müdâhene sığmaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Müdâhene edenlerin kabirden maymun ve hınzır şeklinde kalkacakları hadîs-i şerîfte
bildirildi. (Seyyid Alizâde)
MÜDÂRÂ:
Dîni ve dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfaatinden vermek veya belâyı dünyâ
menfaati ile savmak.
Allahü teâlâ bana, farzları yerine getirmeyi emrettiği gibi, insanlara müdârâ etmeyi de
emretti. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır.Talebeye ders verirken de
müdârâ yapılır. (Muhammed Hâdimî)
Düşmandan âciz duruma düşersen, müdârâ ederek latîfe yolunu tut. Çünkü latîfe kalb
kazanır. (İmâm-ı Mâverdî)
İnsanlar üç kısımdır: Bir kısmı gıdâ gibidir. Herkese, her zaman lâzımdır. İkinci kısmı,
ilaç gibidirler. İhtiyaç zamânında lâzım olur. Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyâç
olmaz. Fakat kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için,
müdârâ etmek lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Dostlara mürüvvet (mertlik),
Düşmanlara müdârâ etmeli.
(Sâ'dî-i Şîrâzî)
MÜDDESSİR SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dördüncü sûresi.
Müddessir sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede
geçen Müddessir kelimesinden dolayı sûreye, Sûret-ül-Müddessir denilmiştir.Müddessir;
örtüsüne bürünen, demektir. Sûrede, Peygamber efendimize; inkâr yolunda olanları uyarması,
Allahü teâlâyı tekbir etmesi, yüceltmesi, sabırlı olması vs. emredilip, inkârcıların
uğrayacakları cezâlar bildirilmiş, iyilerle kötülerin mukâyesesi yapılmıştır. (İbn-i Abbâs,
Katâde, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Müddessir sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey örtüye bürünen (Muhammed)! Kalk da bildir! Rabbini tekbîr et! Giydiklerini temiz
tut! Kötü şeylerden sakın. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabret.
(Âyet: 1-7)
Kim Müddessir sûresini okursa, Allahü teâlâ, Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk
(inanan) ve tekzîb edenlerin (inanmayanların) adedinin on katı sevâb verir. (Hadîs-i
şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MÜDEBBER:
Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin vefâtına (ölümüne)
bağlı kılınan köle. Böyle olan kadına müdebbere denir.
Şunlara zekât verilmesi câiz değildir: 1)Deliye, 2)Kâfire, 3)Zenginlere, 4)Usûl
(Baba-dede) ve furûuna (çocuğuna, çocuğunun çocuklarına), 5)Zevcesine (hanımına),
6)Kölesine, 7)Mukâtebesine, yâni efendisine belirli bir miktâr para vermekle âzâd olacak
kölesine, 8)Müdebberine, 9) Kadının kocasına zekât vermesi ihtilâflı olup, esahh olan (en
doğrusu) vermemektir. 10)Bir kimseyi yabancı sanarak, evlâdı çıksa ve müslüman sanarak
kâfir çıksa, bunlara zekât verilmez ise de, bilinmeyerek verilmiş ise, esahh olan iâde edilmez.
Meyyitin (ölünün) kefeni için de zekât verilmez.Bir kimse zekâtını fakirden alacağına da
sayamaz. (Kudbüddîn İznikî)
MÜDELLES HADÎS:
Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini toplama işinde, baştan yalnız birinci râvisi
(rivâyet edeni, nakledeni) bildirilmeyen hadîs. (Bkz. Hadîs)
MÜDERRİS:
Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör.
Osmanlılarda müderris tâyininde, vücûd, zihin ve karakter özelliklerine bakılır, sempatik,
akıllı, kültürlü, anlayışlı, adâletli, iffetli, cömerd ve gözü-gönlü tok olmasına dikkat edilirdi.
Hâl ve hareketlerinin, huyunun güzel olması her hâli ile talebelerine örnek olması arzu
edilirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Selâhaddîn Eyyûbî Fâtımî sapıklarını Mısır'dan temizleyince, İmâm-ı Şâfiî'nin türbesinin
yanına bir medrese yaptırıp, Mecmeddîn Hubuşânî'yi müderris tâyin eyledi. (İbn-i Hallikân)
Kara Çelebi diye tanınan Muhammed bin Hüsâmeddîn Abdullah, müderrisliği müddetince
Muhammed aleyhisselâmın yolunu, dîn-i İslâm'ın yüksek hükümlerini talebelere en güzel bir
şekilde anlattı ve öğretti. (Mecdî Efendi)
MÜDRİK:
Cemâatle namaz kılarken iftitah (başlama) tekbirini imâmla birlikte alan, namaza imâmla
birlikte başlayan ve namazın başından sonuna kadar imâma uyan, birlikte kılan.
MÜDRİKE:
İdrak edici, anlayıcı, bilici kuvvet.
İnsan rûhu, yalnız insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır. İnsan, bu iki kuvvet
ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi idrâk edici olan Kuvve-i âlime ve
müdrike denilen bilici kuvvettir. İkincisi, hareket kuvvetidir. (Ali bin Emrullah)
Müdrike kuvvetleri üçtür. Biri, görünen his organlarındaki kuvvetler olup, bunlar insanda
bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. İkincisi, akıl kuvvetleri olup, hiss-i müşterek, hâfıza,
vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmeyen beş his organındaki
kuvvetlerdir. Bu kuvvetler insanlara mahsûstur. Hayvanlarda yoktur. Üçüncüsü mânevî
kuvvet olup, insanların havâssına, yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûstur. Mânevî
kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. Akıl kuvvetleriyle anlaşılan
şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi,
mânevî kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullahı, Allahü teâlâyı tanımayı, bu seçilmişler,
başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan daha yüksek seçilmişlerin
seçilmişleri vardır. Bunlardan da daha üstün nebîler, nebîlerden daha üstün resûller,
bunlardan da üstün ülü'l-azm dereceleri vardır.Bunların üstünde de kelîmiyyet, rûhiyyet,
hullet ve nihâyet mahbûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstünü Muhammed Mustafâ
sallallahü aleyhi ve sellem efendimize mahsustur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MÜECCEL:
Te'cil edilen yâni sonraya bırakılmış, ertelenmiş.
Ödünç alma karşılığı olan borçlar ve zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme
zamânı gelmiş olan müeccel kul borçları nisâb hesâbına (dînen zekât vermek için lâzım olan
miktâra) katılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Bey', peşin semen (para) ile câiz olduğu gibi müeccel semen ile de câizdir. Te'cil ancak
semen ile mebi' (mal) aynı cinsten olmadıkları ve ikisi hacm ile veya tartarak ölçülmedikleri
ve semen, ayn (belli) olmayıp, deyn (belirsiz) olduğu zaman ve muayyen (belli) bir vakte
kadar olmak şartı ile câiz olur. (Bkz. Semen) (Ali Haydar Efendi)
Nikâhta mehrin hepsi muaccel olabildiği gibi hepsi müeccel de olabilir. (M. Zihnî)
MÜEKKED SÜNNET:
Kuvvetli sünnet. Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terkettikleri sünnet.
Sabah namazının sünneti, öğlenin dört rek'atlik ilk sünneti ve iki rek'at son sünneti akşam
namazının sünneti, yatsı namazının son iki rek'at sünneti ile ezân okumak, kâmet getirmek,
cemâate devâm etmek, abdest alırken misvak kullanmak müekked sünnetlerdendir. (İbn-i
Âbidîn)
Müekked sünnetlerin en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir. (M. Zihni Efendi)
Müekked sünnetler İslâm dîninin şiârıdır, yâni bu dîne mahsustur. Başka dinlerde
yokturlar. (Tahtâvî)
Müekked sünnetleri inkâr eden îmânsız olur. Bir özürle terk eden sevâbından mahrûm
olur. Özürsüz terk eden azarlanır. (Enver Şah Keşmîrî)
MÜELLEFE-İ KULÛB:
Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân yerleştirilmesi istenilen veya yeni
îmân etmiş müslümanlar ve kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen
sekiz sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine zekât verilmesinin nesh yâni
hükmünün kaldırıldığı husûsunda Eshâb-ı kirâmın icmâı (sözbirliği) bulunan kimseler.
Hazret-i Ebû Bekr zamânında, beytülmâl (devlet hazînesi) emîni (vazîfelisi) olan hazret-i
Ömer, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf okuyarak müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini
Resûlullah nesh eylemiştir, kaldırmıştır, dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi bunu kabûl
ettiler; artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ, söz birliği hâsıl oldu. Nesh, Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem zamânında olur. İcmâ ise, Peygamber efendimizin vefâtından
sonra olur. İslâmiyet'e yardım için, düşmanın zararını önlemek için onlara mal, para her
zaman ödenir. Fakat beytülmâlin zekât bölümünden değil, başka bölümünden ödenir.
Görülüyor ki, müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması yasak edilmemiş, onlara
zekât verilmesi yasak edilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
MÜEZZİN:
Ezân okuyan kimse.
Her kim ezân-ı Muhammedîyi işittiği zaman müezzin ile berâber hafifçe okursa, her
harfine bin sevâb verilir, bin günâhı affolur. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ezân-ı Muhammedîye ta'zîm ve hürmet edenler ve onun harflerini, kelimelerini
değiştirmeden, bozmadan ve tegannî etmeden minâreye çıkıp sünnete uygun okuyan
müezzinler, yüksek derecelere vâsıl olacaklardır. (Süleymân bin Cezâ)
MÜFESSER:
Açıklanan. Usûl-i fıkıhta, nass denilen lafzdan daha açık olan lafızdır. Nass, sevkedildiği
mânâya açıkça delâlet eden lafızdır.
Kur'ân-ı kerîmde bulunan salât, zekât gibi kapalı kelimeler, Peygamber efendimiz
tarafından açıklanmıştır. Böylece bu kapalı kelimeler, müfesser hâline gelmiştir.
Müfesserlerle amel etmek vâcibdir. (Serahsî)
MÜFESSİR:
Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden; Allahü teâlânın kelâmında, murâd edilen, kasdedilen mânâyı
anlayan âlim.
Müfessirler, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, hadîs-i şerîfleri
toplayıp tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitaplarını anlıyabilmek için otuz sene
durmadan çalışıp, İslâm'ın yirmi ana ilmini, iyi öğrenmek lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm)
Müfessirlerin baş tâcı Kâdı Beydâvî'dir. Tefsîr ilminde, en büyük dereceye yükselmiştir.
Her meslekte senettir. Her mezhebde önderdir. Her düşüncede rehberdir. (Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî)
MÜFLİS:
1.İflâs eden.
Bir vasî (bir yetimin veya akılca zayıf ve hasta olan bir kimsenin malını idâre eden
kimse), yetîmin (babası veya anası-babası ölmüş çocuğun) ekim arâzisini bir müflise satsa;
satış gözden geçirilir. Eğer bu uygun satış ise, kâdı (hâkim), müşteriye üç gün mühlet tanır.
İmkânı olursa, bu müddet içinde malın bedelini öder, değilse, satış bozulur. (Ebü'l-Leys
Semerkandî)
2. Dünyâda iken insanların haklarını yemiş, onları dövmüş, sıkıntı ve eziyet vermiş; bu
sebeblerle âhirette hesâblar görülürken, hakkı olanlara bütün günahları verilip, hiç sevâbı
kalmayan ve hak sâhiplerinin günâhlarını yüklenerek, Cehennemlik olan kimse.
Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Müflis kimdir, biliyor musunuz?"
buyurdu. Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları); "Bizim bildiğimiz müflis;
parası, malı olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine; "Ümmetimden müflis şu kimsedir
ki, kıyâmet günü namazları ile oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat; kimisine
sövmüştür, kiminin malını almıştır, kiminin kanını akıtmıştır, kimini dövmüştür. Hepsine
bunun sevâblarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevâbları biterse, hak sâhiblerinin
günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehennem'e atılır" buyurdu. (Hadîs-i
şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Âhirette müflis olmaktan çok korkmalıdır. Onun için kimsenin hakkını yememeli, herkese
güler yüzle muâmele etmelidir. (Seyyid Abdülhakîm)
Huzûruna müflis olarak geldim,
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.
Şu boş zembilime elini uzat,
O mübârek eline güvenirim.
(Şâh-ı Nakşibend)
MÜFRİD HACI:
İhrâma girerken ömreye niyet etmeyip yalnız hac yapmağa niyet eden kimse. (Bkz. Hac)
Mekke'de oturanlar yalnız müfrid hacı olur. (M. Mevkûfâtî)
MÜFSİD:
1. Başlanılan ibâdeti bozan şeyler.
Dünyâ kelâmı konuşmak, kendisi işitecek kadar gülmek, sakız çiğnemek, farzın birini
özürsüz terk etmek, namazın müfsidlerindendir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
2.Karışıklık çıkaran ve bozgunculuk yapan.
Yalnız hadîs-i şerîf okuyup, fıkıh öğrenmeyen kimse dinde müfsiddir. (Ebü'l-Leys
Semerkandî)
MÜFTÂBİH:
Müctehid âlimlerin ictihadlarının (kavillerinden, sözlerinden) kendisiyle fetvâ verilen.
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken kendi mezhebi âlimlerinin
"Müftâbih olan budur", "En iyisi budur", "En doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması
lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
MÜFTERÂ HADÎS:
Peygamberlik iddiâsında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen
münâfıkların (kalbi ile inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin),
müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri. (Bkz. Hadîs)
MÜFTÎ (Müftü):
Fetvâ veren.
1. Vilâyet ve kazâlarda din işlerine bakan, İslâm âlimlerinin dînî bir konuda vermiş
oldukları hükümleri yâni fetvâyı, insanlara bildiren kimse; nakleden me'mur.
Birçok işlerde âdet, nass (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin hükümleri) gibidir. Bir işin
nasıl yapılacağı nass ile bildirilmemiş ise, müctehidlerin ictihâdları ile yâni dînî konuda
verdikleri hükümle yapılır. Bir iş üzerinde çeşitli ictihâdlar varsa, müftî, bunlar arasında,
zamâna ve âdete uygun ve elverişli olanını seçer. Zamâna, âdete uymak bu demektir. Yoksa,
dînin emirlerini değiştirmek, ibâdetleri bırakarak, haramları işlemek demek değildir. (Seyyid
Abdülhakîm-i Arvâsî)
Müftî, ictihâd etmeğe ehliyetli değilse, İslâm âlimlerinin kitablarında açıkladıkları
bilgileri, nakledip halka bildirmekten başka yetkiye sâhib değildir. (Müftî Mahmûd Efendi)
Müctehîd olmayan müftîlerin, âyet ve hadîslerden herhangi bir hüküm çıkarmağa yetkileri
yoktur. Çünkü âyet ve hadîslerden hüküm çıkarabilmek için müctehîd olmak şarttır. (İbn-i
Âbidîn)
Fâsıkın (açıktan günâh işleyenin), müftî olması uygun değildir. Bunun verdiği fetvâlara
güvenilmez. Çünkü fetvâ vermek, din işlerindendir. Din işlerinde fâsıkın sözü kabûl edilmez.
Dört mezhebde de böyledir. Böyle müftîlere bir şey sormak câiz değildir. Müftînin müslüman
ve akıllı olması da, söz birliği ile şarttır. (İbn-i Âbidîn)
2.Fetvâ veren, yâni herhangi bir şeyin, İslâm dînine uygun olup olmadığını bildiren,
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkaran kimse, Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını yâni İslâmiyet'i bildiren âlim.
Müftînin, müctehîd (dînî bir hüküm verebilecek makâma yükselmiş âlim) olması vâcibdir
(gerekir). Mutlak müctehîd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm, mânâ çıkarabilen
dinde müctehîd âlim)olmayan müftînin, fetvâ (dînî bir hüküm, karar) vermesi haramdır.
Böyle müftîlerin, müctehîdlerin fetvâlarını nakletmesi câizdir.Müctehîd olmayan müftîden
yeni bir fetvâ istemek câiz değildir. (Mahmûd bin Abdülgayyûr Pişâvûrî)
Gerçekte müftî müctehiddir. Eğer müctehid değil de müctehidlerin sözlerini naklediyorsa,
bu şahıs müftî değildir. (Fetevâ-i Hindiyye)
Bütün İslâm âlimleri ittifakla bildiriyorlar ki: Müftîler, muhakkak ictihâd ehli, yâni
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm, mânâ çıkarmaya ehliyetli, yetkili olmalıdırlar.
(Kâdı Zâhireddîn Buhârî)
Müftî-yi Mâcin:
Din bilgilerini fıkıh kitablarından öğrenmeyip, kendi düşüncelerini din bilgisi olarak
söyleyen, müslümanları mezhebsiz yapan câhil din adamı.
Müftî-yüs-Sekaleyn:
İnsanlara ve cinnîlere fetvâ veren büyük âlim.
Ahmed ibni Kemâl, Osmanlıların dokuzuncu şeyhülislâmı idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi.
Bunun için, müftî-yüs-sekaleyn adı ile meşhûr oldu. Tefsîr, fıkıh ve hadîste derin âlim idi.
Çok kitâb yazdı. (İbn-i İmâd)
Müftî-yüs-sekaleyn Ahmed ibni Kemâl hazretleri buyurdu ki: "Müslümanlara îmândan
sonra farz olan ilk şey, beş vakit namazdır. Çünkü namaz, dînin direği ve âhiret amellerinin
başıdır. Bunun için Peygamber efendimiz; "Her şeyin bir direği vardır. Dînin direği de
namazdır" buyurdu.
Müftî-yüs-sekaleyn Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân ve İkinci Selîm'in
saltanatları zamânında otuz sene Şeyhülislâmlık yaptı. (Atâî)
MÜHÂYEE:
Müşterek (ortak) bir mal, bâki (sâbit) kalmak üzere bu malın menfeatini taksim etmek.
Mislî eşyâda yâni çarşıda aynı evsâfta (özellikte) benzeri bulunan eşyâda mühâyee olmaz.
Ev, tarla; zaman veya mekân ile mühâyee olur. (Mecelle)
MÜHEYMİN (El-Müheymin):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın)
ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden
haberdâr olan.
Müheymin yalnız Allahü teâlâya mahsûs isimlerdendir. Bunu insanlara isim yapmak
haramdır. (Abdülganî Nablüsî)
Her kim gusül abdesti aldıktan veya namazdan sonra el-Müheymin ism-i şerîfini söylerse,
kalbi aydınlanır, himmet ve şerefe kavuşur. Hâfızası kuvvetlenir, unutkanlığı gider. (Yûsuf
Nebhânî)
MÜHR-İ NÜBÜVVET:
Peygamberlik mührü; Peygamber efendimizin mübârek sırtı ortasında, sol küreğine yakın
kalbi hizâsında bulunan nübüvvet mührü.
Gümüş teninde, letâfet vardı,
İrice Mühr-i nübüvvet vardı.
Sırtında idi, Mühr-i nübüvvet,
Sağ tarafına yakındı elbet.
Bildirdi bize edenler ta'rîf,
Bir büyük ben idi, mühr-i şerîf.
Rengi, sarıya yakın, karaydı,
Güvercin yumurtası kadardı.
Etrâfını çevirmiş, sanki hatlar,
Birbirine bitişik, kılcağızlar.
(M. Sıddîk Gümüş)
MÜKÂBERE:
Hakkı, doğruyu işitince, kabûl etmemek, inâd etmek, kendini büyük görmek. (Bkz. Kibir)
MÜKÂFÂT:
İyi karşılık.
Oruç yalnız benim içindir, onun mükâfâtını ben veririm. (Hadîs-i kudsî-Şir'at-ül-İslâm)
Günâhlar unutulmaz, mutlaka cezâsı verilir. İbâdetler çürümez, sevâb ve mükâfâtı verilir.
(Mâverdî)
Cömertlikten doğan güzel huylar vardır. Bunlardan biri de mükâfâttır yâni iyiliğe karşı
iyiliktir. (Ali bin Emrullah)
Yâ Rabbî! Artık sana rücû etmek (dönmek) zamânım çok yakın. Bundan sonraki, dünyâ
ve âhiret hayâtımın safhaları şu olacak: Dünyâ elemleri, sekerât-ül-mevt (ölüm hâli), kabir
hayâtı, haşr (dirilip toplanma) âlemi, mükâfât ve mücâzât (cezâ) ihtimâlleri... (Hayri Aytepe)
MÜKÂŞEFE:
Kalb gözü ile görmek.
Tasavvuf yolunda olanların kalbine gelen müjdeler üç kısımdır. Bunlar; rüyâ, vâkıa (uyku
ile uyanıklık arasında) ve mükâşefeler hâlindedir. Mükâşefelerle gelen müjdelerin yüzde
doksanı hak ve hakîkate uygundur.
Mükâşefe derecesine ulaşanların, delîl bulmaya ve sebeb aramaya ihtiyâçları yoktur. Gayb
nîmetlerine kavuşmuş, zan ve şüphe hücumlarına uğramaktan kurtulmuşlardır. (Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ bilinmez ve anlaşılamaz. Görülebilen, anlaşılabilen şühûd ve müşâhede
yoluyla belli olan her şey, O değildir. Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜKÂTEB:
Efendisi ile anlaşıp belli bir ücret ödeyince hür olacak köle.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
... Hayır ve tâat; Allahü teâlâya, âhiret ve meleklere ve Allahü teâlânın indirdiği
kitablara ve peygamberlere îmân etmektir. Ve Allahü teâlânın rızâsı için muhabbet ile
malını; fakir akrabâsına, fakir yetimlere ve muhtaçlara, yolda kalmışlara (garib yolculara,
misâfirlere), isteyen fakirlere ve mükâteb kölelere ve esirlere vermektir... (Bekara sûresi:
177)
MÜKELLEF:
Bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan; Allahü teâlânın emir ve yasaklarından
mes'ûl (sorumlu) olan; îmânı olan, âkil (akıllı) ve bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına
ulaşmış) olan kimse. (Bkz. Ef'âl-i Mükellefîn)
Mükellef olan erkek ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid
(îmân ve îtikâd) bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mükellef olan kadın, erkek her müslümanın Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesini (zâtına âit
sıfatlarını ki, bunlar; Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefet-ün-lil-havâdîs ve Kıyâm
bi-nefsihî'dir) ve sıfât-ı sübûtiyyesini (Hayât, İlim, Semî', Basar, İrâde, Kudret Kelâm,
Tekvin) doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür
olmaz. Bilmemek günâhtır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Hanefî mezhebinin âlimleri dediler ki: Mükellef olan her müslümanın, her gün beş vakit
namaz kılması farzdır. Farz olduğu, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça
bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)
Mükellef olanların, ölümü çok hatırlaması sünnettir. Çünkü, ölümü çok hatırlamak,
emirlere sarılmaya ve günahlardan sakınmağa sebeb olur. Haram işlemeğe cesâreti azaltır.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok
hatırlayınız!" (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
MÜKEMMİL:
Olgunlaştıran, yetiştiren.
Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil bir rehbere tâbi kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur.
(Abdullah-ı Dehlevî)
MÜKERREM:
Muhterem, azîz, saygı değer.
Peygamber efendimizin anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyarların
hepsi, zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerefli, en temiz zâtları idi. Hepsi azîz ve
mükerrem ve muhterem idiler. (Celâleddîn Süyûtî)
MÜKRİH:
Bir kimseyi istemediği bir şeyi yapması için zorlayan, tehdîd eden. (Bkz. İkrâh)
Zorla başkasının malı telef edilince, mükrih, malı öder. (Ali Haydar Efendi)
MÜLÂANE:
Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği
üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen
ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri. (Bkz. Liân)
MÜLCÎ İKRÂH:
Ölümle veya bir uzvunu yok etmek, şiddetli vurma ve hapsetme gibi tehdidlerle bir
kimseyi istemediği şeyi yapmaya zorlama. (Bkz. İkrah)
Mülcî ikrâh ile olan sözleşmeler sahîh (geçerli) olmaz. (Ali Haydar Efendi)
MÜLEFFIK:
Telfik yapan. Belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, dört mezhebin hükümlerinden
kolayına geleni yapıp karıştıran. (Bkz. Telfîk)
Bir işin, bir ibâdetin sahîh (doğru, geçerli) olması için, dört mezhebden herhangi birine
uygun olması lâzımdır. Yâni o işin sahîh olması için, bir mezhebde uyulması lâzım olan
şartların hepsine uygun olması lâzımdır. Bir ibâdeti yaparken şartlarından biri bir mezhebe,
diğer şartı da başka mezhebe uygun olursa, bu ibâdet sahîh olmaz. Müleffık, mezhebleri
birbirine karıştırdığı için, ibâdeti sahîh, mûteber olmaz. (İbn-i Âbidîn, A. Nablüsî, Şernblâlî)
MÜLHİD:
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vererek dinden çıkan, yâni îmânı bozuk
olan, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) söğen.
Mülhid, Allahü teâlâya ve peygamberine inanır ve inandığını söyler. Fakat, küfre
kaymıştır, İslâmiyet'ten ayrılmıştır. Îtikâdı (inancı) bozuktur. Kendini tam müslüman sanır.
Kendisi gibi olmayanlara kâfir der. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜLK:
1. Sâhib olunan; insanın başkasının rızâsını ve iznini almadan kullanmağa hakkı olan şey.
Mülk maldır veya malın kendi değil, yalnız menfaatidir. Bir kimsenin her malı meselâ atı,
onun mülküdür. Fakat her mülkü, meselâ kirâcının evi, malı değildir. (Ali Haydar Efendi)
Ganîmet (savaşta düşmandan ele geçen mal), dâr-ı İslâm'a (İslâm memleketine)
nakledildikten sonra askerin hakkı olursa da, taksim edilmeden önce, mülk olmaz ve askerin
bu hakkını mülk olmadan önce satması câiz olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Hizmet karşılığı alınacak ücreti, maaş çekini, bonosunu teslim almadan önce satmak câiz
değildir. Ücret, hak edilmiş ise de, kabz edilmemiş (ele alınmamış, ele geçmemiş), mülk
olmamıştır. (İbn-i Âbidîn)
Süleymân aleyhisselâm bir seyâhatinde, sağında-solunda insanlar ve cinler, ardında
orduları olduğu ve kuşlar da başı üzerinde gölge ettikleri hâlde giderken, İsrâiloğullarından
bir âbide (ibâdet edene) uğradı. Âbid; "Ey Dâvûd'un oğlu! Allahü teâlâ sana muazzam bir
mülk vermiştir" dedi. Süleymân aleyhisselâm âbidi dinledikten sonra; "Kıyâmet günü
mü'minin defterinde, bir tesbîhin (zikr, Allahü teâlâyı ve büyüklüğünü anmanın) yazılı
olması, Dâvûd'un oğlu Süleymân'a verilen bu mülkten daha kıymetlidir. Zîrâ Süleymân'ın bu
mülkü kaybolur gider, fakat o tesbîhin mükâfâtı kaybolmaz" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
Mal sâhibi, mülk sâhibi,
Hani bunun ilk sâhibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
(Yûnus Emre)
2. Tasarruf, saltanat, kudret.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Bütün mülk elinde bulunan Allahü teâlânın şânı ne yücedir! O, her şeye hakkiyle
kâdirdir (gücü yetendir)(Mülk sûresi: 1)
O, geceyi gündüzün içine sokuyor, gündüzü gecenin içine sokuyor. Güneşi ve Ay'ı
(insanoğlunun istifâdesine) tâbi ve bağlı kılmıştır. Bunlardan herbiri muayyen bir vakte
(kıyâmete) kadar akıp gidiyor (dolaşıp duruyor). İşte bunları yapan Allah'tır, sizin
Rabbinizdir. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp taptıklarınız (putlar)ise, bir hurma çekirdeğinin
zarına bile mâlik olamazlar. (Fâtır sûresi: 13)
O gün onlar (kabirlerinden dışarı) çıkarlar. Onların hâl ve amellerinden hiçbir şey
Allah'a gizli kalmaz, (Allahü teâlâ şöyle buyurur): "Bugün mülk kimindir?" (Hiç kimse
buna cevâb veremez. Yine Allahü teâlâ kendi kendine buyurur); "Vâhid (bir olan) ve Kahhâr
olan (her şeye gâlib gelen) cenâb-ı Allah'ındır. (Mü'min sûresi: 16)
Süleymân aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü
bana ihsân eyle!" diyerek, melik ve emir olmak istemiştir. (Muhammed Hâdimî)
Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn'a; "Îmân et, mülk ve saltanatın sende kalsın" dedi. Fir'avn da;
"Hâmân ile görüşeyim" dedi. Hâmân; "Nasıl olur! Aramızda tapılan bir rab iken, şimdi ibâdet
eden bir kul mu olacaksın?" dedi. Böylece, Allah'a kul ve Mûsâ aleyhisselâma ümmet
olmaktan istinkâf etti (yüz çevirdi, vazgeçti). (İmâm-ı Gazâlî)
Mülk Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış yedinci sûresi.
Mülk sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i
kerîmede geçen el-Mülk kelimesinden dolayı, sûreye, Sûret-ül-Mülk denilmiştir. Ayrıca
Tebâreke, Münciye, Mâni'a, Vâkı'a adları ile de anılır. Sûrede; hayâtın ve ölümün yaratılış
sebebi, âlemdeki kusursuz nizam, müşriklerin (Cenâb-ı Hakk'a ortak koşanların) âhiretteki
acıklı durumu, Allahü teâlânın gizli-açık her şeye vâkıf olduğu anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs,
Taberî, Râzî)
Allahü teâlâ Mülk sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Sırât-ı müstekîm (İslâmiyet'in gösterdiği doğru yol) üzere gidenle, gözleri âmâ olup
yüzüstüne gittiği yolu bilmiyen aynı mıdır? (Âyet: 22)
Mülk sûresi kötülüklerden engelleyici ve kurtarıcıdır. Kabir azâbından koruyucudur.
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Her gece Mülk sûresini okuyanı Allahü teâlâ kabir azâbından korur. (Hadîs-i
şerîf-Nesâî)
Mülk Şirketi:
İki veya daha çok kimsenin, mîrâs veya hediye sûreti ile veya parasını belirli oranda verip
satın alarak, bir mala berâber sâhib olmaları; yâhut mallarını ayrılmayacak şekilde karıştırıp
ortak olmaları.
Mülk şirketi ile müşterek (ortak) olan malların geliri, sâhibleri arasında hisselerine göre
taksim olunur. (Mecelle)
Mülk-i Habîs:
Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından meydana gelen
ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.
Bir kimsenin elindeki malın, gasb edilmiş, çalınmış, zulüm, hıyânet ile alınmış haram mal
olduğu veya mülk-i habîs olduğu bilinmedikçe, mallarını bu yollardan edinmekte olduğu
bilinse dahi, elindeki bu malı helâl mülkü bilmek lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)
Verilenin haram mal veya mülk-i habîs olduğu bilinirse, bunu verenden almak hiçbir
sûrette câiz (uygun) olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Mülk-i Yemîn:
Bir kimsenin emrindeki köleler ve câriyeler.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ananıza, babanıza (güzel söz ve
fiil ile), akrabânıza (ziyâret etmekle), yetimlere (gönüllerini almakla), fakirlere (sadaka
vermekle), akrabânız olan komşularınıza (şefkat ve merhâmetle)uzak komşunuza (onlar
için hayır istemek ve zararı gidermekle), dost ve arkadaşlarınıza (haklarına riâyet etmek ve
sevgi ile), yolcuya (ikrâm etmek ve doyurmakla), mülk-i yemînlerinizde bulunanlara
(yumuşak muâmele etmekle) iyilik ediniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ (bunlara böyle iyilik
etmeyip) kibirlenerek insanlara haksız yere övünenleri sevmez. (Nisâ sûresi: 36)
Avret yerini ört! Zevcenden ve mülk-i yemîninden başkasına gösterme! Yalnız iken de,
Allahü teâlâdan hayâ ediniz! (Hadîs-i şerîf-İmâm-ı Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)
MÜLKİYET:
İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme yetkisi gücü.
İslâm hukûkunda devlete, cemiyetlere ve ferdlere mülkiyet hakkı tanınmıştır. Fakat mülk
edinirken, haram yollara baş vurmak, başkalarının haklarına tecâvüz etmek, zayıfları ezmek,
kesin olarak yasaktır. İslâmiyet, mülkiyet hakkını tanımakla berâber, insanların bu konuda
hırslı olmalarını da istemez. Çünkü Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selem; "Dünyâ
sevgisi bütün kötülüklerin anasıdır" buyurmuştur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MÜLTEZEM:
Kâbe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül-esved denilen mübârek siyah taş arasında kalan
Kâbe duvarı.
Hac esnâsında Minâ'da şeytan taşlandıktan sonra,Mescid-i Haram'a gelinir.Tavâf-ı sadr
veya vedâ tavâfı yapıldıktan sonra, Zemzem suyu içilir.Kâbe'nin kapı eşiği öpülür. Göğüs ve
sağ yanak, Mültezem denilen yere sürülür.Sonra Kâbe perdesine yapışıp duâ edilir. Ağlıyarak
mescid kapısından dışarı çıkılır. (Mevkûfâtî)
Bir kimse karnını Kâbe duvarına değdirip, Mültezemi vesîle (vâsıta) ederek Allahü
teâlâya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan kusurdan korur. Böyle olduğu çok tecrübe
edilmiştir. Allahü teâlâ, Mültezem denilen yerdeki birkaç taşa; hayra, faydaya vesîle olma
özelliği vermiştir. Aspirine ağrı kesmek, alkole aklı gidermek özelliklerini verdiği gibi,
Mültezem denilen yerdeki taşlara başka taşlardan farklı olarak duâların kabûl olmasına sebeb
olma özelliğini vermiştir. (M. Sıddîk Gümüş)
MÜMEYYİZ:
Akıllı; faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen.
Mümeyyiz olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır (geçersizdir). Mümeyyiz
çocuğun zararlı işlerdeki sözleşmeleri, velîsi izin verse de, sahîh (geçerli) değildir. (Mecelle)
MÜ'MİN (El-Mü'min):
1. Allahü teâlânın Esmâ-ül-hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Her türlü emân ve emniyet
(güven) veren.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
O, öyle bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, mâlik ve sâhiptir,
münezzehtir, selâmet verendir, mü'mindir, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla
yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allahü teâlâ puta tapanların ortak koştukları
şeylerden münezzehtir, uzaktır. (Haşr sûresi: 23)
2.Îmân eden, Resûl-i ekremin bildirdiklerinin hepsini kalbi ile kabûl edip, dili ile
söyleyen.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey mü'minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz ki, dünyâ ve âhiret saâdetine
kavuşasınız. (Nûr sûresi: 31)
Mü'minin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar. (Hadîs-i
şerîf-Menâzil-üs-Sâirîn)
Mü'min o kimsedir ki, kendi için sevdiğini din kardeşi için de sever. (Hadîs-i
şerîf-Risâle-i Münîre)
Mü'minler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücûd
gibidir. Vücûdun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, diğer âzâları da bu yüzden humma ve
uykusuzluğa tutulurlar. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Mü'min olmak için, yalnız Kelime-i şehâdeti (Eşhedü en lâ...) söylemek yetişmez.
Münâfıklar (inanmadığı hâlde müslüman görünenler) de bunu söylüyor.Kalbde îmân
bulunduğuna alâmet, şerîatin (İslâmiyet'in) emirlerini seve seve yapmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kâmil (olgun) mü'minin dört alâmeti vardır:Dili zikreder (Allahü teâlâyı anar),
sessizliğinde tefekkür eder (Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünür), ibret nazarıyla bakar,
hayırlı işler yapar. (Ebû Bekr Verrâk)
Mü'minin istirahati âhirettedir. İki üç gün bu fânî dünyâda zahmet çeker. Bu, günahlarına
keffâret olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Mü'min Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin kırkıncı sûresi. Gâfir sûresi de denir.
Mekke-i mükkerremede nâzil oldu (indi). Sûre 85 âyet olup, 56 ve 57. âyetleri Medîne-i
münevverede nâzil oldu. 28-45. âyet-i kerîmelerinde, Fir'avn'ın âilesinden mü'min bir kişinin
vasıfları anlatıldığı için, Sûret-ül-mü'min denilmiştir.
Sûrede; îmân etmenin önemi, günahları bağışlayan, tövbeleri kabûl eden, bununla berâber
cezâsı şiddetli olan Allahü teâlânın inkârcılara vereceği cezâlar, Allahü teâlâya itâat etmek ve
nîmetlerine şükr etmek gerektiği bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, İbn-i Abbâs,
Râzî,Taberî)
Mü'min sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Size mûcizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Allah'a yönelenlerden
başkası ibret almaz. (Âyet: 13)
Kim Mü'min sûresini okursa, ona salât (duâ) etmeyen ve onun için istiğfârda
bulunmayan hiçbir nebî, sıddîk, şehîd ve mü'min rûhu kalmaz. (Hadîs-i
şerîf-Envâr-üt-Tenzîl ve Esrâr-üt-Te'vîl)
MÜ'MİNÛN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yirmi üçüncü sûresi.
Mü'minûn sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on sekiz âyet-i kerîmedir.Sûrenin ilk
âyetlerinde kurtuluşa eren mü'minlerin ibâdetlerinden, yaşayışlarından ve kavuşacakları âhiret
nîmetlerinden bahsedildiği için Sûret-ül-mü'minûn denilmiştir. Sûrede ayrıca, Allahü teâlânın
insanları yarattığı, onlara neler bağışladığı, Nûh, Mûsâ, Hârûn ve Îsâ aleyhimüsselâmın
karşılaştıkları güçlükler, inkârcıların uğrayacakları felâketler, Allahü teâlânın büyüklüğü ve
kudreti, kıyâmet günü ve o günde olacak şeyler bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî,Râzî,
Kurtubî, Ebû Hayyân)
Allahü teâlâ Mü'minûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey Peygamberim! Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız! (Âyet: 52)
Kâfirler, mal ve çok evlad gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine yardım mı
ediyoruz sanıyor! Peygamberime (sallallahü aleyhi ve sellem) inanmadıkları ve dîn-i
İslâm'ı beğenmedikleri için onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar?Hayır öyle değildir.
Aldanıyorlar, bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar. (Âyet: 55,56)
MÜMÎT (El-Mümît):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölümü yaratan, ruh bulunan
cisimden rûhu alan, öldüren.
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirdiği doksan dokuz isminden birçoğu, yaratıcı
olduğunu gösterir.Meselâ Mukît, Hâlık, Bârî, Musavvir, Razzâk, Mubdî, Muîd, Muhyî,
Mümît,Kayyûm, Vâlî, Bedî' isimleri böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
El-Mümît ism-i şerîfini söyleyenin nefsi itâate gelir. (Yûsuf Nebhânî)
MÜMKİN-ÜL-VÜCÛD:
Var da olabilen, yok da olabilen. Allahü teâlâdan başka her şey, bütün âlem.
Mevcûd yâni var olan şey ikidir. Biri mümkin-ül-vücûd, ikincisi, kendi kendine hep var
olan, başkası tarafından yaratılmayan demek olan Vâcib-ül-vücûddur. Eğer mevcûd, yalnız
mümkin-ül-vücûd olsaydı ve vâcib-ül-vücûd bulunmasaydı, hiçbir şey var olmazdı. Çünkü
yok iken var olmak bir değişikliktir, bir olaydır.Her cisimde bir olay olması için, bu cisme
dışardan bir kuvvetin te'sir etmesi, bu kuvvet kaynağının bu cisimden önce mevcûd olması
lâzımdır. Bunun için mümkin-ül-vücûd olan mevcûd, kendi kendine var olamaz ve varlıkta
duramaz. Ona bir kuvvet te'sir etmeseydi, hep yoklukta kalırdı. Var olamazdı. Kendi kendine
vâr edemeyen, başka varlıkları elbette var edemez, yaratamaz. O hâlde, mümkin-ül-vücûdu
yaratanın, Vâcib-ül-vücûd olması lâzımdır.Bütün mümkin-ül-vücûdların tek yaratıcısı
Vâcib-ül-vücûd olan Allahü teâlâdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MÜMTEHİNE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmışıncı sûresi.
Mümtehine sûresi Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). On üç âyet-i
kerîmedir.Mü'mine olduklarını iddiâ eden kadınların imtihâna tâbi tutulmalarını emrettiği için
sûreye, Sûret-ül-Mümtehine denilmiştir. Ayrıca İmtihân sûresi de denilmektedir. Sûrede;
müşriklerle dostlukta bulunmanın yasak olduğu ve mü'mine olduklarını iddiâ edip hicrette
bulunan kadınların imtihâna tâbi tutulmalarının gerektiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî,
Kurtubî, Taberî)
Allahü teâlâ Mümtehine sûresinde meâlen buyuruyor ki:
"Ey mü'minler! İbrâhim aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz! Yâni siz de,
onun gibi ve onunla berâber bulunan mü'minler gibi olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki,
bizden sevgi beklemeyiniz. Çünkü siz, Allahü teâlâyı dinlemeyip, başkalarına tapıyorsunuz.
O taptıklarınızı da sevmiyoruz. Sizin uydurma dîninize inanmıyoruz. Bu ayrılık aramızda
düşmanlığa sebeb oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkça ve emirlerini
kabûl etmedikçe, bu düşmanlık, kalbimizden silinmeyecek, her şekilde kendini
gösterecektir. (Âyet:4)
Kim Mümtehine sûresini okursa, kadın-erkek bütün mü'minler ona kıyâmet günü
şefâat eder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MÜMTENİ'-UL-VÜCÛD:
Var olması mümkün olmayan, hep yok olması lâzım olan.
Allahü teâlâya ortak (eş, benzer) bulunması Mümteni'-ül-vücûddur. Allahü teâlâ gibi
ikinci bir ilâh var olamaz. Bu imkânsızdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
MÜNÂCÂT:
Allahü teâlâya duâ etmek, yalvarmak.
Kul, şehvetlerini (nefsinin isteklerini) benim tâatim üzerine tercîh ettiği vakit, ona
vereceğim cezânın en hafifi, bana münâcât zevkinden onu mahrûm etmektir. (Hadîs-i
kudsî-İhyâ)
Aklı başında olan, günü dörde bölmelidir. Birinde Rabbine münâcât etmeli, diğerinde
nefsini hesâba çekmeli, öbüründe Allahü teâlânın sun'ı bedî' (yarattıklarının güzelliğini) ve
azametini tefekkür etmeli (düşünmeli), diğerinde de yemesi ve içmesi ile uğraşmalıdır.
(Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Namaz kılmak, münâcât ve gizli yalvarıştır. Gaflet ile münâcât olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
"İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhirette sıkıntıda
bırakma! Muhtâclara, her şeyi gönderen yalnız sensin! Dünyâda ve âhirette bize, hayırlı ve
faydalı şeyleri gönder! Dünyâ ve âhirette, bizi kimseye muhtâc bırakma!" diye Allahü teâlâya
münâcâtta bulunmalıdır. (Muhammed Rebhâmî)
MÜNÂFIK:
İnanmadığı hâlde, müslümanları aldatmak için, inanmış görünen kimse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey münâfıklar! Allahü teâlâ sizi kendi hâlinize bırakmaz. Hâlis mü'minleri
münâfıklardan ayırır. (Âl-i İmrân sûresi: 179)
Dört şey münâfıklık alâmetidir: Emânet olunana hıyânet etmek, yalan söylemek, vâdini
bozmak ve ahdine vefâ göstermemek (verdiği sözde durmamak) ve mahkemede doğruyu
söylememek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Münâfık, iki sürü arasında bulunan bir koyun gibidir ki, o, bir defâ bu sürüye, diğer
defâ öbür sürüye katılır. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Ey Allah'ım! Ben, münâfıklıktan, şikâktan (tefrikadan) ve kötü ahlâktan sana
sığınırım. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)
Münâfıkın alâmeti üçtür. Yalnız olduğu zaman tembeldir. Yanında birisi olduğu zaman
çalışkandır. Bütün işlerinde övülmeyi çok sever. (Vehb bin Münebbih)
Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz
uçarlar, kaçarlar. (İmâm-ı Mâlik)
Münâfık, İslâmiyet'ten bahseder, fakat onunla amel etmez ve ona uymaz.
(Huzeyfet-ül-Yemânî)
MÜNÂFİKÛN SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin altmış üçüncü sûresi.
Münâfikûn sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On bir âyet-i kerîmedir. Sûrede
münâfıkların (müslüman olmadıkları hâlde müslüman görünenlerin) davranışları
anlatıldığından, Sûret-ül-Münâfikûn denilmiştir. (Muhammed bin Hamzâ, İbn-i Abbâs, Râzî)
Münâfikûn sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı hâtırlamanıza mâni olmasın. (Âyet: 9)
Kim Münâfikûn sûresini okursa, nifâktan kurtulur. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Beydâvî)
MÜNÂKAŞA:
Çekişme, tartışma.
Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen müslümanın,
Cennet'e gireceğini size söz veriyorum. Şaka yapmak, yanındakileri güldürmek için olsa
bile, yalan söylemeyenin Cennet'e gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın,
Cennet'in yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd,
İbn-i Mâce, Tirmizî)
Sû-i zan etmeyiniz. Sû-i zan (kötü zan) yanlış karar vermeye sebeb olur. İnsanların gizli
şeylerini araştırmayınız, kusûrlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, hased etmeyiniz,
birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz.
Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı
görmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ey oğlum! Elinden geldiği kadar kavgadan, münâkaşadan sakın! Dünyâ işleri için kendini
fazla üzme! Kızdığın zaman sözlerine dikkat et, ölçülü olmaya çalış! Büyüklerin önünden
yürüme! Bir kimse konuşurken araya laf karıştırma! Ey oğlum! Diline sâhib olmayan sonunda
pişmân olur. Çok münâkaşa ve münâzara yapan kötülenir. (Lokman Hakîm)
Münâkaşa, dostun dostluğunu azaltır. Düşmanın düşmanlığını artırır. (Muhammed
Ma'sûm)
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yaparken (iyiliği emredip kötülükten sakındırırken);
niyetin hâlis olması ve işin iyi anlaşılıp, Allahü teâlânın buradaki emrinin iyi bilinmesi ve
sabırlı olup, münâkaşa ve kavga edilmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapılması
lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)
Halktan veya emrin altında çalışanlardan biriyle münâkaşa etme. Çünkü böyleleri ile
münâkaşa îtibârını giderir. (Ebû Yûsuf)
MÜNÂKEHÂT:
Fıkıh ilminin dört büyük kısmından biri. Evlenme, boşanma, nafaka gibi hususlar.
Fıkıh ilmi; ibâdât (ibâdetler), münâkehât, muâmelât (alış-veriş, kirâ, fâiz, mîrâs v.b.) ve
ukûbât (cezâlar) olmak üzere dört kısma ayrılır. Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek, her
müslümana farzdır.Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Yâni
başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Tefsîr, hadîs ve kelâm ilimlerinden sonra, en şerefli
ilim, fıkıh ilmidir. (Ahmed Zühdü Paşa)
Yeni müslüman olan kimsenin veya âkil ve bâliğ olan müslüman evlâdının, evvelâ
Kelime-i şehâdet söylemesi ve bunun mânâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra, Ehl-i
sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan îtikâd, yâni îmân edilmesi lâzım olan bilgileri
öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra dört hak mezhepten birinin kitaplarında yazılı olan
fıkıh bilgilerini, yâni İslâm'ın beş şartını ve helâl, haram olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara
inanması ve uygun yaşaması lâzımdır.Münâkehât bilgileri lâzım oldukça, başına geldikçe
öğrenilir. (İbn-i Âbidîn, Yûsuf Sinânüddîn)
MÜN'AKİD:
İki taraf arasında karara bağlanıp, kabul olunan, meydana gelen. (Bkz. Akd)
Alış-verişin ve nikâhın mün'akid olması için uyulması gereken şartları vardır. (İbn-i
Nüceym)
Bey' yâni satış ve nikâh akdi, sözleşmesi îcâb ve kabûl ile mün'akid olur. (İbn-i Âbidîn)
Mün'akide Yemîni:
İleride yapacağım veya yapmıyacağım diyerek yalan yere yemîn. (Bkz. Yemîn)
Mün'akide yemîni üç türlü olur: Birincisinde zaman bildirilmez. İkincisinde zaman
bildirilir. Üçüncüsü ise şarta bağlanan yemindir. Üçünde de yemini bozunca keffâret vermek
lâzımdır. Yemîn bozulmadan önce, keffâret verilmez. (İbn-i Âbidîn)
MÜNÂZARA:
Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi
belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.
Münâzara edecek kişi, gerçeği aramakta kaybını arayan kimse gibi olmalıdır.
(Taşköprüzâde)
Münâzarayı kendisinden istifâde edilmesi umulan âlimlerle yapmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
MÜNÂZEA:
Çekişme, anlaşmazlık.
Mü'min beş güçlük arasındadır. Karşısındaki mü'min olur, kendisine hased eder
(çekemez); münâfık (inanmadığı hâlde müslüman görünen) olur, buğz eder; kâfir olursa
kendisi ile savaşır; şeytan ise onu saptırmaya uğraşır; nefs de kendisi ile münâzea eder
durur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Münâzeaya götüren her cehâlet (bilgisizlik), bey'i (alış-veriş) ve icâreyi (kirâlamayı) fâsid
kılar (bozar). (İbn-i Âbidîn)
MÜNCİYYÂT:
Felâketlerden kurtarıcı bilgiler; ibâdetler, iyi ameller.
Fıkıh âlimleri yâni İslâmî hükümleri bilen âlimler, ibâdetlerin nasıl yapılacaklarını
bildirdiler. İnceliklerini anlatmadılar. Çünkü, onların maksadı, ibâdetlerin doğru yapılmasının
şartlarını ve şekillerini bildirmekti. İnsanların işlerine, kalblerine bakmadılar. Bunları
bildirmek, tasavvufu yâni kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin,
rûhun temizlenmesi yollarını öğreten âlimlerin vazîfesi idi. İmâm-ı Gazâlî, bedenlerin ve
görünen işlerin iyileşmesini sağlayan fıkıh bilgileri ile, kalbin, iç âlemin temizliğine
kavuşturan tasavvuf bilgilerini birleştirdi. Kitâbında bu ikisine de yer verdi. İhyâ-ul-ulûm
kitâbını dörde ayırdı. İkincisine "Münciyyât" ismini verdi ise de, ibâdetlerin de müncî
(kurtarıcı) olduklarını bildirdi. İbâdetlerin kurtarıcı olmalarını sağlamak, İslâmî hükümleri
bildiren fıkıh kitablarından öğrenilir. Kurtarıcı olan kalb bilgileri, tasavvuf âlimlerinin
kitablarından öğrenilir. (Ahmed Fârûkî)
MÜNECCİM:
1.Yıldızların hareketlerini gözetleyerek geleceğe dâir haber verdiğini iddiâ eden, yıldız
falına bakan kimse. Astrolog.
Müneccimlere, kâhinlere, falcılara inanmamalı, bilinmiyen şeyleri bunlara sormamalıdır.
Bunları gaybleri (geleceği) bilir sanmamalıdır. Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder
sanmamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Gaybden (gelecekten) verdiği haber konusunda kâhini tasdîk etmek küfürdür, îmânı
giderir.Kâhin; gelecek zamanda ortaya çıkacak hâdiseleri haber veren, sırları bildiğini ve gayb
âlemine âit bilgilere vâkıf olduğunu iddiâ eden kişidir. Arablarda, olacak işleri bildiklerini
iddiâ eden kâhinler vardı. Benim gördüğüm cinler var, onlar bana tâbi olur, hizmetimde
bulunur, bana haber getirirler diye iddiâ ederlerdi. Diğer bâzıları ise, bana verilen bir anlayış
sâyesinde hâdiseleri ve işleri bilir ve kavrarım diye iddiâ ederlerdi. Yıldızların hareketlerine
bakarak ileride meydana gelecek hâdiseler hakkında bilgi sâhibi olduğunu iddiâ eden
müneccim de kâhin hükmünde olur, yâni gaybden verdiği haber konusunda müneccimi tasdîk
etmek küfr olur. (Teftâzânî)
2. İlm-i nücûm yâni astronomi ilmiyle uğraşan kimse. Astronom.
Yer küresinin ömrünü, yaratıldığı günden kıyâmete kadar olan zamânı; eski müneccimler,
seyyâre (gezegen) yıldızlarının adedince bin sene yâni yedi bin sene demişlerdir. Zîrâ onlar
gezegen adedini yedi biliyordu. Târihlerin çoğunda yazılı bulunan ve bâzı din kitablarına da
geçmiş olan yedi bin sene buradan gelmektedir. Böyle söylemek zan ve faraziyye (teori)den
ibârettir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Ramazan hilâlinin tesbitinde müneccimlerin sözüne îtibâr edilmez. (İbn-i Âbidîn, İbn-i
Vehbân)
MÜNEVVER:
Kalbi aydınlanmış, mânevî kirlerden ve paslardan temizlenmiş.
Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermezse, o kimse münevver olamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Namaz kalbi temizler kötülükten men eder
Münevver olamazsın, namazı kılmadıkça.
(M. Sıddîk Gümüş)
MÜNEZZEH:
Kusur, eksiklik ve muhtâçlıktan uzak. Allahü teâlânın noksan sıfatlardan uzak olduğunu
bildirmek için kullanılan bir tâbir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın ilâhlıkta şerîki, ortağı yoktur. Mülkü hiç yok olmayan bir meliktir.
Noksanlık olan her şeyden münezzehtir. Ayıblardan ve kudretsizlikten uzaktır. Mü'minleri
sonsuz azabdan emîn kılmıştır. Her şey üzerine hâkim ve hâfızdır. Hükmünde gâlibdir.
[İnsanlar bir şey yapmak isteyince, O da irâde ederse, isterse o şeyi yaratır. Hâlık (yaratıcı)
yalnız O'dur. O'ndan başka kimse hiçbir şey yaratamaz. O'ndan başka kimseye hâlık (yaratıcı)
denilemez. İnsanların dünyâda ve âhirette râhat ve huzûr içinde yaşamalarını, sonsuz saâdete
kavuşmalarını sağlayan kurtuluş yolunu göstermiş ve bu yolda yaşamalarını emretmiştir.
Azamet (büyüklük) ve kibriyâ (yücelik) ancak O'na mahsustur.] Allahü teâlâ müşriklerin
(puta tapanların) şirklerinden (ortak koşmalarından) ve iftirâlarından münezzehtir. (Haşr
sûresi: 23)
Allahü teâlâ vardır ve birdir. Ortağı ve benzeri yoktur. Mekândan münezzehtir. Kemâl
(noksanlık bulunmayan) sıfatları vardır. (Kutbüddîn İznikî)
MÜN'İM (El-Mün'im):
Nîmet veren. Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden.
Asıl mün'im Allahü teâlâdır. Bu sebeble Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, yemeği
önüne getirilip konulduğu zaman; "Allah'ım! Bize verdiğin rızka bereket ver ve bizi ateş
azâbından koru. Bismillah" derlerdi. (İbn-i Sünnî)
MÜNKATI':
Kendilerine zekât verilen sınıflardan biri; cihâd ve hac yolunda muhtâc kalanlar.
Zekât, sekiz sınıf kimseden yedisine verilir: 1) Nafakasından fazla, fakat nisâb
miktârından az malı olan fakîre, 2) Bir günlük nafakasından fazla bir şeyi olmayan miskine,
3) Âmile (zekât me'muruna), 4) Efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince âzâd
olacak olan mukâteb köleye, 5) Munkatı'a, 6) Medyûn'a (borçlu olup, ödeyemeyen
müslümanlara), 7) İbn-üs-sebîl'e, memleketinde zengin ise de bulunduğu yerde yanında mal
kalmamış olan kimseye, 8) Müellefe-i kulûba (şerlerinden, kötülüklerinden sakınılmak
istenilen kâfirler veya îmânları zayıf kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler). Hazret-i Ebû
Bekr zamânında Müellefe-i kulûb'a zekât vermeye lüzûm kalmadı. (Bkz.Müellefe-i Kulûb)
(İbn-i Âbidîn)
MÜNKER:
Yapılması uygun olmayan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle ve müctehidlerin (dinde söz
sâhibi âlimlerin) söz birliği ile yasak edilen şey; günah. (Bkz. Haram)
Şüphesiz insanlar münkeri görüp de men etmedikleri zaman, onların hepsine Allahü
teâlânın cezâ vermesi çabuklaşır. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
Münker iki kısımdır. Birinci kısım münkerler meydanda olup, âlim olan ve olmayan
bunları bilir. Zinâ, alkollü içkilerin içilmesi, hırsızlık, yankesicilik, fâiz alıp vermek,
başkasının malını gasb etmek gibi şeylerin haram olduğu birinci kısım münkerdir. İkinci
kısmı yalnız âlimler bilir. Bunlar daha ziyâde îmânda, îtikâtta olan bozukluklardır.
(Abdülkâdir Geylânî)
Münkeri (haramı) işleyeni görüp de gücü yettiği hâlde tatlı dil ile nehy (yasak) etmemek
îmânın gitmesine sebeb olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Münker ve Nekir:
Kabirde suâl soran melekler.
Münker ve nekir melekleri, suâl ve cevâbdan sonra meyyite (ölüye) "Cehennem'deki
yerine bak, Allahü teâlâ değiştirerek, sana Cennet'teki yeri ihsân eyledi" derler. Bakar
ikisini birlikte görür. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Münker ve Nekir ismindeki iki melek kabirde suâl soracaktır.Bu suâle cevap vermek bir
derttir. (İmâm-ı Rabbânî)
Kabirde Münker ve Nekir meleklerine cevâb olarak şunları hazırlamalıdır:Rabbim Allahü
teâlâ, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm, kitabım Kur'ân-ı kerîm,
kıblem Kâbe-i şerîf, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde mezhebim İmâm-ı
a'zam Ebû Hanîfe'nin mezhebidir. (Muhammed Demir Hâfız)
Münker ve nekir kabre geleler,
Namazı doğru kıldın mı diyeler,
Hemen kurtuldun mu sandın ölünce,
Senin için azab hazır diyeler.
(Seâdet-i Ebediyye)
MÜNKİR:
İnanmayan, kabûl etmeyen, inkâr eden kimse. (Bkz. İnkâr)
MÜNTEKİM:
İntikam alıcı. Zâlim ve mütekebbir (kibirli) cânîleri başkalarına ders olacak şekilde
cezâlandıran, âsîleri ve taşkınlık yapanları şiddetli azâb ile azablandıran.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlânın âyetleri hâtırlatıldıktan sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha
zâlim kimdir?Biz mücrimlerden (müşriklerden) müntekimiz. (Secde sûresi: 22)
MÜNTEHÎ:
Sona eren, nihâyete kavuşan. Tasavvuf yolunda çıkılabilecek derecelerin sonuna varan
velî.
Müntehîlerin vazîfesi, halk arasında Hak ile olmaktır. (Cüneyd-i Bağdâdî)
Müntehînin terakkîsi (ilerlemesi) namaz ibâdetine bağlıdır. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
MÜNZEVÎ:
İslâmiyet'in emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, kötülüklerden korunmak ve kalb
huzûru ile ibâdet yapabilmek için bir köşeye çekilmiş olan kimse.
MÜRÂHIK:
Âkıl ve bâlig yâni ergenlik çağına ulaşmadığı hâlde ulaşmış gibi gösteren erkek çocuk.
Mekke'den üç gün üç gecelik uzak yerlerde bulunan hür kadının hacca gidebilmesi için, üç
mezhebde, zevcenin veya nikâhı düşmeyen ebedî mahrem akrabâsından fâsık ve mürted
olmayan âkıl ve bâlig veya mürâhık bir erkeğin berâber gitmesi lâzımdır. Bunun yol parasını
verecek kadar kadının zengin olması da lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
MÜRÂHIKA:
Dokuz yaşına girdiği hâlde henüz bâliğa olmamış yâni ergenlik çağına gelmemiş kız
çocuğu.
Mürâhıka, erkeklerle aynı safta namaza dursa, onun yanında bulunanın namazı bozulur.
(İbn-i Âbidîn)
MÜRÂÎ:
İki yüzlü, olduğunun aksine kendisini iyi gösteren, gösteriş yapan, riyâkâr. (Bkz. Riyâ)
Mürâînin üç alâmeti, işâreti vardır:1)yalnız iken tenbel olur. 2)İnsanlar arasında çalışkan
ve hareketli olur. 3)Övüldüğü zaman çok, kötülendiği zaman az çalışır. (Hazret-i Ali)
MÜRCİE:
"Günâh işlemek insana zarar vermez. Âsî (isyân eden), fâsık (açıktan günâh işleyen) azâb
görmeyecektir" diyerek, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda
olanlardan) ayrılan bozuk fırka.
Cebriyye mezhebi; insan aslâ bir iş yapmaz. Cansızlar gibi hareket eder. İnsanın kudreti,
kasdı ve ihtiyârı (dilemesi) yoktur diyor. İnsanlar iyi iş yapınca, sevâb kazanmaz, kötü işlerine
azâb yapılmaz sanıyor. Kâfirler, günâh işleyenler mâzurdur, mes'ûl olmazlar. Çünkü insanın
her işini Allah yapıyor, insan istese de istemese de Allah günâh yaratıyor, insan günâh
yapmaya mecbûrdur diyorlar. Bu sözleri küfürdür, îmânsızlıktır. Bunlara Mürcie de denir ki,
mel'ûndurlar (lânetlenmişlerdir). Günâh insana zarar vermez; âsî, fâsık, azâb görmeyecektir,
dediler. Mürcienin inanışı tamâmen yanlıştır, bozuktur. Çünkü ihtiyârî istekli hareketimiz ile
titreme, refleks hareketlerinin başka olduğu meydandadır. Elimizle bir şey tutmamız elbette
ihtiyârımız (isteğimiz) iledir. Göz seğirmesi, kalbin çalışması ise böyle değildir. Kur'ân-ı
kerîm ve hadîs-i şerîfler bu fırkanın bozuk olduğunu bildirmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Mürcieden, Allah dilediği kâfirleri affedecektir ve dilediği mü'minlere ebedî (sonsuz) azâb
yapacaktır diyenler ve ibâdetlerimiz elbet kabûl olacak, günâhlarımız da elbet affolacak
diyenler ve bütün farzlar nâfile ibâdettir, bunları yapmamak günah olmaz diyenler kâfir
oluyorlar. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
MÜREKKEB:
Birleşik olan, parçalanabilen. Basitin zıddı.
Ruh basîttir. Mürekkeb değildir. Böyle olsaydı, basît olan bir şey bunda yerleşmezdi.
Çünkü ruh parçalanırsa, bunda yerleşen basît şeyin de parçalanması lâzım gelir. Basît olan şey
ise parçalanamaz. (Ali bin Emrullah)
MÜREVVİC-ÜŞ-ŞERÎA:
İnsanları dînin emirlerine uymaya teşvîk eden mânâsında Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî
hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ubeydullah Serhendî'nin lakabı.
Mürevvic-üş-Şerîa Muhammed Ubeydullah Serhendî kaddesallahü sirreh,
Hazînet-ül-meârif kitabında yüz kırk beşinci mektubda diyor ki: "Ebû Dâvûd, Mu'âz bin
Cebel'den ve Enes bin Mâlik'ten gelen şu hadîs-i şerîfi haber veriyor:
"Bir kimse, yemek yedikten sonra; "Elhamdülillahillezî etamenî hâzetta'âm ve rezakanî-hi
min gayri havlin minnî ve lâ-kuvveh" derse, geçmiş ve gelecek günâhlarından çoğu affolunur.
Yeni bir elbise giydiği zaman; "Elhamdülillahillezî kesânî hâzessevb ve razekanî min gayri
havlin minnî ve lâ kuvveh" derse geçmiş ve gelecek günâhlarından çoğu affolur."
MÜRÎD:
Tasavvufta Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için evliyâ bir zâtın terbiyesi altına giren
talebe.
Mürîd, mürşidinin (hocasının) yanında cenâze yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmalıdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanan mürîd,
bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Her
işinde Allah'tan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için
çırpınır. Her işinde sabır ve affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her
nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile (Allahü teâlâyı unutmuş olarak) yaşamaz. Kimseyle
münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri, Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı
kirâmın hepsini; "radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn" diyerek anar. Hepsinin iyi olduğunu
söyler. (Abdülhâk-ı Dehlevî)
Mürîd olanlar, severler, kalblerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler.
Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye çalışırlar. (Ali Sincârî)
MÜRSEL:
Şerîatle (yeni bir din ile) gönderilen peygamber. (Bkz. Mürselîn)
Mürsel Hadîs:
Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişen mübârek insanların) ismi
söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbe-i kirâmı görüp, sohbetinde yetişen kimselerden) birinin,
doğruca, Resûl-i ekrem buyurdu ki, diyerek bildirdiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden
çıkardığı hükümde) sünnete tâbi olmakta herkesten ileri gitmiş, mürsel hadîsleri bile, müsned
hadîsler (Peygamber efendimizden rivâyet eden sahâbînin ismi de bildirilen hadîs-i şerîfler)
gibi, sened (delîl) olarak almış ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi ictihâdının (re'yinin,
hükmünün) üstünde tutmuştur. Onların, Peygamber efendimizin yanında, sohbetinde
bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır.
(Müfti Mahmûd Efendi, Tahtâvî)
MÜRSELÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş yedinci sûresi.
Mürselât sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli âyet-i kerîmedir. Gönderilenler anlamına
gelen Mürselât kelimesi ile başladığı için sûreye, Sûret-ül-Mürselât denilmiştir. Sûrede;
kıyâmetin vukû bulacağı, âhiretin bir hüküm günü olduğu, inananlarla inanmayanların o
gündeki durumları anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî,Taberî,Kurtubî)
Allahü teâlâ Mürselât sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(kıyâmet günü), bir zamandır ki, onlar (kâfirler) söylemezler ve söylemeğe izin de
verilmez. (Âyet: 35, 36)
Kim Mürselât sûresini okursa, onun için müşriklerden (Allahü teâlâya ortak
koşanlardan) olmadığına dâir bir sened yazılır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
MÜRSELÎN:
Gönderilenler, şerîatle (yeni bir dinle) gönderilen peygamberler. Resûller. (Bkz. Resûl)
Ali radıyallahü anhtan rivâyet edildiğine (nakledildiğine) göre, Resûl-i ekrem sallallahü
aleyhi ve sellem, ona şöyle buyurmuştur: "Ebû Bekr ve Ömer, nebiyyîn (nebîler) ve
mürselînden başka, önce gelen ve sonra gelen bütün Cennetliklerin, saçları ağarmaya
başlayanların seyyidleridir (efendileridir)Yâ Ali! Hayatta oldukları müddetçe onlara bunu
haber verme!" (Sünen-i İbn-i Mâce)
MÜRŞİD:
İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir müslüman olmaları için, insanları
terbiye eden, âlim ve velî.
Tasavvuf yolunda nihâyete varan büyükler (yolun sonuna kavuşanlar) iki
türlüdür:Birincisi Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem izinde giderek kemâle erdikten
sonra insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan
mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli
olmayan evliyâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün kazançlarıma, mürşidlerimi çok sevmekle kavuştum. Seâdetlerin anahtarı, Allahü
teâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhâr-ı Cân-ı Cânân)
Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur.
Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır. (Muhyiddîn ibni Arabî)
Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşîdi yoksa, büyük
zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun. (Ferîdüddîn Şeker
Genc)
Mürşîd-i Kâmil:
Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış,
kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.
Mürşîd-i kâmilin bakışları, kalb hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş
olanlara) şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi; kötü, çirkin huyları
insanların kalbinden siler, süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
Mürşîd-i kâmillerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı a'zâm Ebû
Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'dir.Bu dört imâm, İslâm
dîninin dört temel direkleridir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Mürşid-i kâmil, mürîdi evvel ehl-i hal ider
Sonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider
Nice yıllar sa'y ile eremediği menzile
Bir nefeste mürşid-i kâmil onu îsâl ider
(Abdülehad Nûrî)
MÜRTECÎ:
İslâmiyet'in pâk ve temiz yolunu bırakarak, câhiliyet devri yoluna ve yaşayışına dönen;
gerici, irticâ eden. (Bkz. İrticâ)
MÜRTED:
Müslüman iken dinden çıkan, kâfir olan kimse. (Bkz. İrtidâd)
Allahü teâlâya Cebrâil aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, mü'minleri, Allah için
sevmedikçe, kâfirlere ve mürtedlere, Allah için düşmanlık etmedikçe, hiçbiri kabûl olmaz.
(Hadîs-i şerîf, Berîka)
Mürtedin müslüman iken yapmış olduğu ibâdetlerin, iyiliklerin hepsi yok olur. Âhirette
ona fâidesi olmaz. Ölmeden önce müslüman olursa, affolur. Tertemiz mü'min olur. Yeniden
hac etmesi lâzım olur. Namazlarını ve oruçlarını kazâ etmez. Önceden kazâya bırakmış
olduklarını kazâ etmesi lâzımdır. Çünkü mürted olunca, önceki günahlar yok olmaz.
(Muhammed Hâdimî)
Helâli, harâmı ayırd etmeyen, farzı yapmağa, haramdan kaçınmağa ehemmiyet vermeyen
mürted olur. Kelime-i şehâdet getirse, namaz kılsa, ben müslümanım dese de müslüman
olmaz. Bu sözlerine ve ibâdetlerine inanılmaz. Dinden çıkmasına sebeb olan şeye pişman
olması, tövbe etmesi lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
MÜRTEZÂ:
Beğenilmiş, râzı olunmuş mânâsına hazret-i Ali'nin lakabı.
Âdem'in (aleyhisselâm) hilm sıfatını ve Yûsuf'un (aleyhisselâm) güzel ahlâkını görmek
isteyen, Ali Mürtezâ'ya baksın. (Hadîs-i şerîf-Menâkıb-ı Çıhâr-ı Yâr-ı Güzîn)
Eshâb-ı kirâmdan herbiri bir peygambere benzemektedir. Ebû Bekr-i Sıddîk Muhammed
aleyhisselâma, Ömer-ül-Fârûk Mûsâ aleyhisselâma, Osmân-ı Zinnûreyn Nûh aleyhisselâma,
Aliyyül-Mürtezâ Îsâ aleyhisselâma, Mu'âviye hazretleri de Dâvûd aleyhisselâma benzer.
(İmâm-ı Rabbânî)
MÜRÛR-I ZEMÂN:
Zaman aşımı, zaman geçmesi.
Ödünç vermekten veya satıştan ve kirâdan, vedîa, âriyet gibi emânetler, vergi, mülk, akar
ve mîrâstan olan şahsî alacakları için on beş hicrî sene özürsüz terk edilmiş dâvâlar, borçlu
inkâr ederse, dinlenmez. Yâni mürûr-ı zemâna uğrarlar. Fakat alacaklıların hakkı zâyî olmaz.
Yâni borçlu borcunu ikrâr ve îtirâf ederse, borcunu ödemesi her zaman lâzım olur. (Mecelle)
MÜRÜVVET:
İnsanlık, yiğitlik. Muhtâc olanlara, lâzım olan şeyleri vermek, başkalarına faydalı olmak,
iyilik yapmak arzusu, insanlık. Adâleti yerine getirme ve hiç kimseden intikam almayı
istememe.
Her kim insanlarla muâmele ederken onlara zulüm etmezse, onlarla konuşurken yalan
söylemezse, onlara verdiği vaadi yerine getirirse, mürüvveti tam, adâleti açık, dostluğu
vâcib olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ved-Dîn)
Haram işlememek, günâhlardan sakınmak, insaf ile hüküm vermek, zulm etmemek, hakkı
olmayana göz dikmemek, kölesi olmayan kimseyi karşılıksız çalıştırmamak, zayıfa karşı
kuvvetliye yardım etmemek, alçak olanı şerefliye tercih etmemek, vebâl ve günâh olan
şeylere sevinmemek, kötü isim yapacak olan hareketlerde bulunmamak mürüvvetin
şartlarındandır. (İmâm-ı Mâverdî)
Mürüvveti bulunmayanın ibâdeti kâmil (olgun) değildir. (Dâvûd-i Tâî)
Kimim var hazretinden gayri arz eyleyeyim hâlim,
Yüce zâtına âiddir mürüvvet, yâ Resûlallah!
(Adlî)
Malı, şerîatin ve mürüvvetin uygun görmediği yerlere dağıtmaya, isrâf veya tebzîr denir.
(Birgivî)
MÜSÂFEHA:
İki müslümanın, sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş parmağın yanlarını
birbirine değdirerek el sıkışması.
İki erkek veya iki kadın müslüman karşılaştıkları zaman, müsâfeha ederlerse,
ayrılmadan önce, günâhları mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Her kim bir mü'min kardeşini ziyâret eyleyip, müsâfeha ederek üç kerre elini sallasa,
ellerini ayırmadan her ikisinden Hak teâlâ râzı olur. Ağaçtan yapraklar döküldüğü gibi, o
şahıslardan günâhlar öylece dökülür. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kimse ile müsâfeha edince o kimse elini
çekmedikçe, mübârek elini ondan ayırmazdı. O kimse yüzünü çevirmedikçe, mübârek yüzünü
ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanına otururken iki diz üzerine oturur, ona saygı olmak için
mübârek bacağını dikip oturmazdı. (Ebû Saîd Hudrî)
Müslümanların, birbiri ile karşılaştığı zaman, müsâfeha etmeleri sünnettir. Şimdi moda
olan parmakları tutarak avucuna koyarak yapılan tokalaşma, müslüman âdeti değildir. Sünnet
olan ise, karşılaşınca selâm söyleşirken, sağ el dört parmak içleri, çıplak olarak eldivensiz,
örtüsüz, karşısındakinin sağ eli dışına baş parmağı tarafına yapıştırmaktır. Baş parmakta
bulunan damardan muhabbet (sevgi) yayılır.Müsâfeha ederken birbirine muhabbet geçer.
(Tahtâvî, Seyyid Abdülhakîm)
Her karşılaştıkta müsâfeha sünnettir. Muayyen vakit tâyin etmek bid'attir. (Abdülhakîm-i
Arvâsî)
MÜSÂFİR (Misâfir):
Yolcu. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere
gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkan kimse. (Bkz. Seferî,
Seferîlik)
Allah'a ve âhiret gününe îmân eden müsâfire ikrâm etsin. (Hadîs-i
şerîf-Meşârik-ul-Envâr)
Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, müsâfirin ve ana-babanın.
(Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet- Terhîb)
Bir kimse üç günlük yere gitmeyi niyet etmeden yola çıksa, bütün dünyâyı dolaşsa bile
müsâfir olamaz. (İbn-i Âbidîn)
Müsâfir dört rek'atlı farz namazları iki rek'at kılar. Mukîm olan (müsâfir olmayan) imâma
uyarsa, dört rek'at kılar. Müsâfir imâm olursa, dört rekatli farzların ikinci rekatının sonunda
selâm verir. Cemâat ise, namazlarını tamamlamak için ikişer rekat daha kılar. (İbrâhim
Halebî)
Müsâfir, mest üzerine, üç gün üç gece (72 saat) mest edebilir. Kurban kesmesi vâcib
değildir. (Tahtâvî)
Evine, gelip geçici sâlih bir misâfir gelirse, onun hizmetini iyice yap! Hemen yemeğini
ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla oturma belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helâyı,
seccâdeyi ona göster. (Süleymân bin Cezâ)
Misâfiri çok severim. Çünkü rızkını Allahü teâlâ veriyor. Ben hiçbir şey yapmıyorum.
Bununla berâber, Allahü teâlâ bana sevâb veriyor. (Şakîk-i Belhî)
Dünyâ malına, makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme! Biz bu dünyâda müsâfiriz,
yolcuyuz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. (Azîz Nesefî)
MÜSÂHİB:
Arkadaş.
Resûlullah'ın eshâbının (arkadaşlarının) hepsi, sözbirliği ile âdildirler, hak üzeredirler.
Allahü teâlâ onları seçip yaratılmışların en üstünü ve var olanların en şereflisi, Resûl-i kâinât
olan habîbi Muhammed'e sallallahü aleyhi ve sellem eshâb ve müsâhib etmiştir. (İmâm-ı
Birgivî)
MÜSÂKÂT ŞİRKETİ:
Bağda üzüm, bahçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetiştirmek için, toprak sâhibi ile
çalışacak kimse arasında yapılan şirket, ortaklık.
Çalışan kimse hastalanınca veya taraflardan biri ölünce, müsâkât şirketi bozulur. (İbn-i
Âbidîn)
MÜSÂLEMET:
Uyuşmak; fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman münâkaşa etmemek; sertliği,
bölücülüğü, ayrıcılığı istemeyip, barışmak istemek.
Müsâlemet, iffetten (insânî rûhun yapıcı kuvvetinin iyi olmasından) doğan iyi bir huydur.
(Ali bin Emrullah)
MÜSÂMAHA:
1. Hoş görü, başkasının kabahatini görmeme.
Resûlullah efendimiz; "Allahü teâlâ Cennet'te, içerisinde keskin misk kokuları esen bir
şehir yarattı. Suyu selsebil kaynağından gelir. Ağaçları nûrdandır. Şehirde kusursuz
güzellikte hûrîler dolaşır ki, her biri yetmiş perçemlidir. Hûrîlerden bir tânesi yeryüzünde
görünseydi, doğu ile batının arasını aydınlatır ve yer ile gök arasını güzel kokusuyla
doldururdu" buyurunca, dinleyenler; "Ey Allah'ın Resûlü! "Bu yer kimin içindir?" diye
sordular. Peygamber efendimiz; "Alacağını, müsâmaha hoş görürlülük ile isteyen içindir"
buyurdular. (Müsned-i İmâm-ı A'zâm)
2. Terk edilmesi gerekmeyen şeyleri başkasına faydalı olmak için terk etmek.
Müsâmaha, cömertlikten doğan güzel bir huydur. (Ali bin Emrullah)
MÜSÂREAT:
İbâdetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Rabbinizden mağfiret istemeye ve Cennet'e girmeye müsâreat ediniz. (Âl-i İmrân sûresi:
133)
MÜSÂVÂT:
Eşitlik, denklik; aynı halde ve derecede olma.
İslâm dînindeki hürriyet ve müsâvât, gayr-i müslimlerin çoğunu dâimâ kendine
çekmiştir.Pekçoğu bu sebepten dinlerini değiştirmiş, müslüman olmakla şereflenmişlerdir.
(Herkese Lâzım Olan Îmân)
Her ticârî sözleşmede, iki tarafın zarar ve kârda müsâvât, adâlet bulunması esastır. (Ebû
Zühre)
MÜSÂVÎ:
Eşit, denk.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mekke şehri alınmadan önce din düşmanları ile harb edenler ve mallarını, Allah
yolunda harc edenler ile, Mekke alındıktan sonra bunları yapanlar, müsâvî değildir.
Birinciler elbette daha yüksektir. Allahü teâlâ hepsine Hüsnâyı, yâni Cennet'i söz verdi.
(Hadîd sûresi: 10)
Ağırbaşlı kimse, medh olunmayı sevmez, yerilmekten de üzülmez. Fakirle zenginleri
müsâvî tutar. Tatlıyı acıyı ayırmaz. (Ali bin Emrullah)
Resûl-i ekrem Mekke'den Medîne'ye hicretleri sırasında Eylül ayının yirminci ve
Rebî'ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü Kubâ köyüne geldiler. Gece ve gündüzün müsâvî
olduğu Eylül'ün yirmi üçüncü gününü burada geçirip, Rebî'ul-evvelin on ikinci Cumâ günü
Medîne'ye ulaştılar. (Kâdı Beydâvî)
MÜSEBBİB-İ HAKÎKÎ:
Bütün sebepleri yaratan Allahü teâlâ.
Her varlığın hâlıkı (yaratıcısı), hâkimi (hükm edicisi), müsebbîb-i hakîkîsi Allahü teâlâdır.
Allahü teâlânın her şeyi sebepsiz vâsıtasız yaratmağa gücü yeter. Fakat âdeti onları bir
sebeple yaratmaktır. Meselâ bir şeye ateş dokunmadıkça yakmağı yaratmaz. Yakan, yanma
işini yapan ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir.
Yakan yalnız Müsebbib-i hakîkî olan Allahü teâlâdır. Bunların hepsini yanmak için sebeb
olarak yaratmıştır. Müsebbib-i hakîkî olan Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı.
Ateşsiz yakardı, yemeden doyururdu. Uçak olmadan uçururdu. Fakat lütf ederek, kullarına
iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri belli sebeplerle yaratmağı
diledi. İşlerini sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. (Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî)
MÜSELLES:
Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte
biri kalan üzüm suyu.
Kısrak, inek, deve sütleri mayalanıp, tadı keskin olunca, müselles gibi olurlar.Birincisine
kumis, ikincisine kefir denir. Bira gibi haramdırlar. (İskilipli Âtıf Efendi)
MÜSENNEM:
Balık sırtı gibi yuvarlak.
Kabrin üzerini müsennem yapmak sünnettir. Peygamber efendimiz kabirleri bu şekilde
yaptırırlardı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MÜSEVVİF:
Hayırlı işleri sonraya bırakan, sonra yaparım diyen, iyi işleri geciktiren, bugünün işini
yarına bırakan kimse.
Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tövbe etmeli, O'na yalvarmalıdır. Belki tövbe
etmek için başka zaman ele geçmez. Hadîs-i şerîfte; "Müsevvifler helâk oldu" buyruldu. Boş
zamânı kıymetlendirmelidir. Bu zamanlarda Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır.
Tövbe yapabilmek Hak teâlânın büyük nîmetlerinden biridir. Allahü teâlâdan her an bu nîmeti
istemelidir. Gençlik zamânı kazanç zamânıdır. Merd olan bu vaktin kıymetini bilip, elden
kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz, nasîb olsa da rahat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit
de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamânında yarar iş yapılamaz. (İmâm-ı Rabbânî)
Vakit, keskin bir kılınç gibidir. Yarına çıkacağımız belli değildir.Mühim işleri bugün
yapmalı, mühim olmıyanları yarına bırakmalıdır. Çünkü müsevviflerin helâk olacağı, ziyânda
oldukları bildirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜSKİR:
Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, aklı gideren ve keyf veren madde.
Her müskir haramdır. Her kim dünyâda içki içer ve içmekte devâm eder ve tövbe
edemeden ölürse, o kimse âhirette Cennet şerbetlerinden içemeyecektir. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
Esrâr otu müskirdir. Çünkü esrâr almak için evinin eşyâsını satıyorlar. Keyf vermeseydi
böyle yapmazlardı. (Abdullah Menûfî)
MÜSLİM:
1. Mûteber ve güvenilir olduğu bütün İslâm âlimleri tarafından kabul edilen, Kütüb-i sitte
denilen altı hadîs kitâbının ikincisi.
Müslim-i şerîfteki hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Üç kişi bir arada bulunduğu zaman ikisi, diğerini bırakıp da kendi aralarında
konuşmasınlar.
Cehennemlikleri size haber vereyim mi?Onlar katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen,
kibirli kimselerdir.
Kalbinde zerre kadar kibir (yâni küfür) bulunan kimse Cennet'e giremez.
2. Allahü teâlânın, peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderdiklerine îmân
edip, O'nun emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse. (Bkz. Müsliman)
MÜSLİMAN (Müslüman):
Allahü teâlânın, peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiklerine ve Muhammed aleyhisselâma
îmân edip, Allahü teâlânın emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları ile, Allahü teâlânın rızâsı için cihâd,
muhârebe eden müslümanlar, oturup, kapanıp ibâdet edenlerden daha üstündür. Hepsine
Cennet'i söz veriyorum. (Nisâ sûresi: 95)
Müslüman demek, müslümanlara eli ile, dili ile zarar vermeyen kimse demektir.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez, onun yardımına koşar, onu
küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, nâmusuna zarar vermesi
haramdır. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Lemeât)
Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâyânîden (faydasız şeylerden) kaçması ve
lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)
Bir müslüman, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ne kadar dikkat edip tatbik ediyorsa,
Allahü teâlâ da onu, o miktâr azîz eder. Diğer müslümanların kalbine de onun sevgisini verir.
(İbrâhim Havvâs)
Müslüman, iyi insan, aklı başında kimse demektir. Hakîkî müslüman, Allahü teâlânın
emirlerine itâat eder. Allahü teâlânın emirlerine uymamak günâh olur. Kul borçlarını öder.
Müslüman, günâh yapmaz ve suç işlemez. Vatanını, milletini ve bayrağını sever. Herkese
iyilik eder. Kötülük yapanlara nasîhat verir. Böyle olan müslümanı Allah da sever, kullar da
sever. Râhat ve huzûr içinde yaşar. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜSNED HADÎS:
Peygamber efendimize isnâd eden sahâbînin ismi bildirilen hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
MÜSTAĞFÎR:
İstiğfâr eden, Allahü teâlâdan günâhlarının bağışlanmasını isteyen. (Bkz. İstiğfâr)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(O takvâya erenler); "Ey Rabbimiz, biz îmân ettik. Artık bizim günâhlarımızı bağışla ve
bizi o ateşin azâbından koru" diyenler, sabredenler (îmânlarında) gerçek olanlar, Allahü
teâlâya itâatle boyun eğenler, infâk edenler, seherlerde müstağfîr olanlardır. (Âl-i İmrân
sûresi: 16, 17)
MÜSTAĞNÎ:
1. Başkasına muhtâç olmayan.
Allahü teâlâ bütün varlıklardan müstağnîdir. Bütün canlılar îmân etse, itâat etse, O'na
hiçbir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir (inançsız) olsa, azgın taşkın olsa, karşı gelse O'na
hiçbir zarar vermez. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2.Sâhib olduğu şeyle kanâat edip, insanlardan bir şey beklemiyen. İhtiyâcını başkalarına
söylemiyen.
Ebû Hâzim'e; "Malın nedir?" diye sordular. O da; "İki şeydir; biri Allahü teâlâdan râzı
olmak, diğeri de insanlardan müstağnî olmaktır" buyurdu. "Öyle ise fakirsin" denilince;
"Yerler, gök ve bunların arasındaki şeyler Allahü teâlânın iken ve ben de O'nun muhlis
(ihlâslı) kulu iken nasıl fakir olurum" buyurdu. (Mâverdî)
MÜSTA'MEL SU:
Abdestte veya gusülde veya kurbet için (yemekten önce ve sonra, sünnet olduğu için el
yıkamak gibi) kullanılan su. (Bkz. Mâ-i Müsta'mel)
Müsta'mel su, İmâm-ı a'zam'a göre kaba necâsettir. Müsta'mel suyu içmek ise mekrûhtur.
(Halebî)
MÜSTECÂB:
Makbûl, kabûl olunan, geri çevrilmeyen.
Kişinin din kardeşi için gıyâbında (arkasından) yapılan duâ müstecâbdır. Başucunda
âmin diyen bir melek bulunur. O kişi mü'min kardeşine hayır duâ ettikçe, melek; âmin,
hayrın misli senin için de olsun der. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
Duânın müstecâb olduğu zamanlar; Receb ayının birinci Cumâ gecesi olan Regâib gecesi,
Şâban ayının on beşinci gecesi olan Berât gecesi ve günü, mübârek geceler, Cumâ günü, hatîb
minberde iki hutbe arasında oturduğu vakitten namaz kılıncaya kadar, her gecenin son üçte
birinde (seher vaktinde), ezân ve ikâmet okunurken, bilhassa hayyealelfelâh dedikten sonra,
Allah yolunda cihâd ederken, her namazdan sonra, Kur'ân-ı kerîmi okuduktan sonra, her
secdeden sonra, cemâat arasında, yağmur yağarken, Kâbe-i muazzamayı görünce, zemzem
suyu içince yapılan duâ müstecâbdır. Musîbete uğrayanın o andaki duâsı da müstecabdır.
(Kâdızâde Ahmed bin Muhammed Emîn Efendi ve İbn-i Cezerî)
MÜSTE'CİR:
Ücret ödeyen.
1. Kirâcı.
Âcir yâni mal sâhibi, müste'cirden günlük kirâyı her akşam isteyebilir. Kirâya verilen mal,
müste'cire teslim edilince, emânet olup, müste'cirin elinde kasdsız telef olunca, ödemez.
(Fetâvâ-yı Hindiyye)
Hayvan, binmek ve yük taşımak için; elbise, giymek için kirâlanır. Şarta uymayıp, hayvan,
ev ve elbise zarar görürse, müste'cir tazmîn eder, öder. Zarar vermeyen şeyleri şart ederse,
yapmak lâzım olmaz. Meselâ evde iki üç kişi oturacak denirse, üç, beş de oturabilir. Hayvana,
kamyona konacak eşyânın cinsi değil, ağırlık şart edilir. Fakat zararlı şey yüklenmez.
Hayvanı, çekerek veya döğerek sakat ederse öder. (Fetâvâ-yı Hindiyye)
2. İşveren.
San'at sâhibleri işçilik ücretini müste'cirden alıncaya kadar, eşyâyı vermeyebilir. Eşyâ telef
olup, teslim edemezse ücret alamaz. (Fetâvâ-yı Hindiyye)
MÜSTEHAB:
Sevilen, beğenilen. Peygamber efendimizin bâzan âdet olarak yaptıkları; yapılınca sevâb
verilen yapılmayınca günâh olmayan şeyler.
Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta
gevşeklik, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan, Allahü teâlânın
rızâsına kavuşamaz. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Müstehabları hafif görmemelidir. Bunlar Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir ve
beğendikleridir. Eğer bütün dünyâyı vermekle beğendiği bir işin yapılabileceği bilinmiş olsa
ve dünyâyı verip o iş yapılabilse çok kâr elde edilmiş olur ve birkaç saksı parçası verip
kıymetli bir elması ele geçirmek gibi olur.Yâhut birkaç çakıl parçası verip, ölmüş bir
sevgilinin rûhunu geriye getirmek, hayat kazandırmak gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Müstehab, Hak teâlâya dost eder ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîledir.
(Abdülhakîm-i Arvâsî)
İmâmın, son sünneti, farz kıldığı yerde kılması mekruhtur (ibâdetin sevâbını giderir).
Cemâatin kılması mekrûh değil ise de, başka yerlerde kılmaları müstehabdır. Müstehâbı
yapmayanın namazı noksan olmaz; sevâbından mahrûm kalır. (Şernblâlî)
Beş vakit namazı vakitleri girer girmez kılmalıdır. Yalnız yatsı namazını kış aylarında
gecenin ilk üçte birine kadar geciktirmek müstehabdır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜSTEHLİK EVLİYÂ:
Nihâyete erdikten, maksada kavuştuktan sonra sebepler âlemine indirilmeyen, geri
döndürülmeyen evliyâ. Kalbi hep Allahü teâlâya dönük olup, O'ndan başkası ile meşgul
olmayan zâtlar.
Müstehlik olan evliyânın peygamberlik makâmının kemâlâtından (üstünlüklerinden)
haberi yoktur. Başkalarını kemâle getiremez (yetiştirip olgunlaştıramaz). (İmâm-ı Rabbânî)
MÜSTEKAR:
1. Karar kılınacak, yerleşilecek yer.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(cehennem) ne kötü bir müstekar ve kalınacak yerdir. (Furkân sûresi: 66)
2. Sâbit, hiç değişmeyen, yerleşmiş, değişmez.
İslâmiyet, insanların mukadderâtını (işlerini) belli müstekar bir adâlet temeline bağlamış,
diktatörlerin, zâlimlerin, câhillerin, şahıslar ve zümreleri kayıran veya ezen, birbirine
uymayan ahkâm (hükümler) yapmalarına hâcet bırakmamıştır. Halkın mukadderâtını
tesâdüfe, şansa değil, beyâza-siyaha ve doğuya-batıya yayılan eşit haklara, âdil hükümlere
bağlamıştır. Fıkıh kitabları, her ilerlemedeki zorlukları çözen, her çağda huzûr ve seâdeti
sağlayan ilâhî hükümleri bildirmektedir. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜSTEKÎM:
Doğruluk üzere olan, doğru yolda yürüyen. Doğrulukla sıfatlanmış kimse. (Bkz. Sırât-ı
Müstekîm ve İstikâmet)
Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni. (Diyâr-ı Bekrli Saîd Paşa)
MÜSTE'MİN:
Eman dileyen, sığınan.
Kendi memleketinden başka bir devletin topraklarına izinle giren kimse.
Müste'min Kâfir:
Müslüman bir memlekete onların izni ile giren müslüman olmayan kimse.
Dâr-ül-İslâm'a (İslâm ülkesine) müste'min olarak gelen bir kâfir, burada yaşamakta olan
bir zımmî gibi, yâni gayr-i müslim vatandaş gibi korkusuz yaşar. Onun haklarına mâlik olur.
Müste'mine veya zımmîye olan borcunu ödemeyen müslüman hapsolunur. (İbn-i Âbidîn)
Dâr-ül-İslâm'da bulunan müste'min kâfirin yalnız muâmelâttaki (İslâm hukûkunun
alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi hususlardaki) hükümlere uyması lâzımdır. İslâm
memleketinde, müste'min ile de, müslümanlar ile yapılması câiz olan sözleşmeler yapılır.
Alınması dînimizde lâzım olmayan malları alınamaz. Âdet olsa da, alınması yine câiz olmaz.
Meselâ Meryem anayı ziyâret için Kudüs'e gelenlerden ve turistlerden ayakbastı parası veya
başka isimlerle bir şey almak câiz olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Müste'min Müslüman:
Dâr-ül-harbe (müslüman olmayanların ülkesine) onların izni ile giren müslüman.
Dâr-ül-harbde bulunan bir müste'min müslümanın, kâfirlerin mallarını, onların rızâsı ile
alması câizdir. Fakat, gadr, yâni sözünde durmamak, hıyânet etmek, her yerde haramdır.
Gönül rızâsı ile malını almak, gadr değildir. Malına, canına, kadınına, kızına saldırmak gadr
olur. Haram olur. Fakat, müslüman memleketinde bulunan müste'min kâfirin malını, gönül
rızâsı ile olsa bile, câiz olmayacak yol ile almak gadr olur. Çünkü, İslâm memleketinde,
şerîatin emirlerine uygun hareket edilir. (İbn-i Âbidîn)
MÜSTEŞRİK:
Doğu memleketlerini, din, dil ve târihleri başta olmak üzere her yönden araştırıp tesbite
çalışan batılı ilim adamı. Garplı bilgin, oryantalist, şarkiyâtçı.
Meşhûr İngiliz müsteşriki George Sale, Kur'ân-ı kerîmi İngilizce'ye tercüme ettiği eserinin
önsözünde diyor ki: "Hicretten evvel, Medîne-i münevverede müslüman olmayan hiçbir ev
kalmamıştı. Yâni Medîne'de her eve İslâmiyet girmişti. Eğer bir kimse; "İslâmiyet diğer
memleketlere ancak kılıç kuvveti ile yayıldı diye bir iddiâda bulunursa; bu kuru bir suçlama
ve cehâlettir. Çünkü İslâmiyet'i kabûl eden ve kılıcın ismini bile işitmeyen pekçok memleket
vardır. Bunlar kalblere te'sir eden Kur'ân-ı kerîmi işitmekle müslüman olmuşlardır. (Harputlu
İshâk Efendi)
MÜŞÂHEDÂT:
Kalb gözüyle görmeler veya bu yolla görülen şeyler. Müşâhede kelimesinin çoğuludur.
Ahvâl ve mevâcid (hâller ve kendinden geçme) ve müşâhedât ve tecelliyât (hakîkatlerin
kalbe yerleşmesi) tasavvuf yolunun başlangıcında ve arada meydana gelir. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda vâki olan müşâhedât tamâmen zıllere, gölgelere bağlıdır ve hayâl kaydından,
bağından kurtulmuş değildir. (Muhammed Ma'sûm)
MÜŞÂHEDE:
Görme, anlama. Kalb gözü ile görme.
Kalbde tevhîdin yâni tek olan Allah'a inanmanın bulunduğunun alâmeti; O'nunla berâber
bir ikincisinin olmadığını her an müşâhede etmektir. (Ebüssü'ûd Ebü'l-Aşâir)
MÜŞÂHİN:
Müslümanların cemâatini terk eden, bid'at sâhibi, mezhebsiz kimse.
Allahü teâlâ, Şa'bân'ın (Şa'bân ayının) on beşinci gecesi (Berât gecesi) bütün kullarına
merhamet eder. Yalnız müşrik (Allahü teâlâya ortak koşanı) ve müşâhini affetmez. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
MÜŞÂRATA:
Şartlaşma, sözleşme. Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk basamağı olup,
Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma, beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma
husûsunda nefsle sözleşme.
Din büyükleri, dünyânın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefs ile alış-verişte
olduklarını anlamışlardır. Bu ticâretin kazancı Cennet'tir. Ziyânı (zarârı) da Cehennem'dir.
Yâni kârı, ebedî seâdet (kurtuluş), ziyânı da sonsuz felâkettir. Din büyükleri, nefslerini,
ticâretteki ortak yerine koymuşlardır. Ortak ile önce müşârata yapılır. Sonra, işlerine, sözünde
durup durmadığına dikkat edilir. Nihâyet hesâblaşılıp, hıyânet yapmışsa (sözünde
durmamışsa) mahkemeye verilir. Din büyükleri de, nefsleri ile müşârata edip şirket
kurmuşlar, onu murâkabe edip gözetmişler, hesâba çekmişler, cezâlandırmışlar, onunla
uğraşmışlar ve onu azarlamışlardır. (İmâm-ı Gazâlî)
MÜŞÂVERE:
Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde konuşma, görüşme,
danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma. (Bkz. Meşveret)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
... (Ey Resûlüm!) Eshâbın ile müşâvere et. Onlara danış. (Âl-i İmrân sûresi: 159)
İslâm halîfelerinin hepsinin müşâvirleri (her işte danışacakları kimseler), meclisleri, ilim
adamları vardı. Müşâvere etmeden bir şey yapmazlardı. (Muhammed Hâdimî)
Müşâvere yapılacak kişide şu beş şart bulunmalıdır: 1) Akıllı ve tecrübeli olmalıdır. 2)
Dindar ve takvâ sâhibi (Allahü teâlâdan korkarak haramlardan kaçan olmalıdır. 3) Nasîhat
eden bir dost olmalıdır. 4) Zihnini meşgul eden bir sıkıntısı olmamalıdır. 5) Kendisine
danışılacak işte onu ilgilendiren bir maksâdı ve onu etkileyecek bir arzu ve menfeat
olmamalıdır. (Mâverdî)
Müslümanlığın çok mantıkî oluşu ve sâdeliği, câmilerin insanı kendine çeken câzibesi, bu
dîne mensûb olanların dinlerine büyük bir ciddiyet ve muhabbet ile bağlanmaları, işlerde
müşâvere edip, insanlara dâimâ merhamet ve şefkat ile muâmelede bulunmaları, yoksullara
yardım etmeleri ilk defâ olarak kadınlara da mal sâhibi olma hakkını vermeleri gibi pekçok
şeyler, o zamâna göre yapılan en muazzam medenî inkılablar benim üzerimde çok büyük
te'sirler yaptı. (Donald Rockwell)
MÜŞEBBİHE:
Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı)
âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının
olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.
Müşebbihe bozuk yolunu ilk defâ ortaya çıkaran aslen bir yahûdî olan Abdullah bin
Sebe'dir.Hicrî birinci asrın başlarında yaşayan Hişâm bin Sâlim el-Cevâlikî ve Hişâm bin
Hakem gibi kimseler de müşebbihedendirler. Müşebbiheye göre; "Mâbûdları (ibâdet ettikleri
tanrı) cisimdir, sonu ve sınırı vardır. Uzunluk genişlik ve derinlik sâhibidir. O, parlak bir
ışıktır. Her tarafına ışık saçan yuvarlak bir inci misâli parlayan saf altın gibidir. Rengi, tadı,
kokusu vardır. Mâbûd bâzan hareket eder, bâzan hareketsiz durur. O, kendi karışıyla yedi
karıştır." (Abdülkâhir Bağdâdî)
Müşebbihe esasta ikiye ayrılır. Birincisi Allahü teâlânın zâtını insana benzetenlerdir.
İkincisi ise, Allahü teâlânın sıfatlarını insanların ve diğer yaratılmışların sıfatlarına
benzetenlerdir. (Şehristânî)
Kendilerine selefiyye adını veren ve bulundukları memleketlerdeki Ehl-i sünnet
(Peygamberimizin ve Eshâbının yolunda olan) din adamlarını her fırsatta kötüleyen kimseler,
bugün müşebbihe ve mücessimeye âit fikirleri benimsemekte ve yaymaya çalışmaktadır.
Kendilerine haşevî adı verilen, Allahü teâlâyı, yarattıklarına benzeten, madde ve cisim diyen
kâfirlerin büyük bir kısmı müşebbihe ve mücessimedirler. (Ebû Zühre, İbn-i Cevzî)
MÜŞEKKİK:
Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde eşit miktârda bulunmayan sıfat, özellik.
İlim, âlimlerin bâzısında az, bâzısında çok olan bir sıfattır.Bu sebeple din bilgilerinde,
ilmi en çok olan âlime güvenilir. Akıl da ilim gibi müşekkik olup, insanlarda eşit olarak
bulunmaz. Hiç yanılmayan, hatâ etmeyen selîm akıl, peygamberlerde aleyhimüsselâm
bulunur. Peygamberlerin akıllarına yakın olan akıllar, Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin
arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin), Tebe-i tâbiîn (Tâbiîn'i görenlerin) ve
diğer din büyüklerinin akıllarıdır. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜŞFİK:
Şefkatli, merhametli, acıyan.
Merhametli ve müşfik bir rehber olmadıkça, çocuk, ilim ve ahlâk edinemez, yükselemez.
İyi rehber, yâni ilim ve ahlâk sunan zât, çocuğu felâketten kurtarıp, seâdete kavuşturur.
(İmâm-ı Gazâlî)
Hoca müşfik ve mâhir; talebe zekî ve çalışkan olursa öğrenilmeyecek bir mes'ele yoktur.
(Abdülhakîm Arvâsî)
Müşfik ve şefkatli rehber yâni mürşid, talebesini alçak dünyâ için kızıp azarlamaz.
Onların azarlamaları dünyâ için değildir. Zîrâ dünyânın, onların yanında sivrisinek kadar
kıymeti yoktur. (Abdülmecîd Şirvânî)
MÜŞRİK:
Allahü teâlâya şirk (ortak) koşan. Allahü teâlâyı mâbûd bildiği hâlde put veya benzeri
şeyleri de ilâh, tanrı edinen. (Bkz. Şirk)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Mekke kâfirleri, Muhammed ölecek, O'ndan kurtulacağız diyorlardı. Allahü teâlâ da
evet sen öleceksin. Fakat, o müşrikler de, elbette ölecekler. Kendileri elbet ölecek olan
kimselerin, başkasının ölümünü beklemeleri, açık bir câhilliktir. (Zümer sûresi: 30)
Müşriklerin kendileri değil, îtikâdları ve kalbleri pistir. Îtikâdları düzelirse, kendileri de
temiz olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Müşrik, Hak teâlâdan başkasının ibâdetine tutulmuştur. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
MÜŞTEBEH:
Şübheli olan şey.
Helâl meydandadır. Haram meydandadır. Müştebeh olanlar ikisi arasındadır.Kıyâmete
kadar böyledir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Herkese önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin anladıklarına ve
bildirdiklerine uygun olarak îtikâdı düzeltmektir. Îmânı düzelttikten sonra farzları, vâcibleri,
sünnetleri, müstehâbları, haramı, helâli, mekrûhu ve müştebehi öğrenmek ve fıkıh (ilmihâl)
bilgilerine göre amel etmek lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)
MÜŞTERÎ:
Satın alan.
Bir malı satan ile müşteri arasında anlaşılan değere malın bedeli, fiyatı denir. (Ali Haydar
Efendi)
Satış sözleşmesi tamam olunca, mebî (satılan mal) müşterinin mülkü olur. (Alâüddîn
Haskefî)
Müşteri, satın aldığı bir şeyin kusûrunu düzeltse, geri vermek hakkı kalmaz. Satın alınan
bir hayvana binmek, kabûl etmek demektir. (İbn-i Âbidîn)
MÜTÂBE'AT:
Tâbi olmak, uymak.
İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan
Muhammed aleyhisselâma mütâbeat iledir. O'na mütâbeat için, îmân etmek ve ahkâm-ı
İslâmiyyeyi (İslâmiyet'in emir ve yasaklarını) öğrenmek ve yapmak lâzımdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat; dînimizin emir ve yasaklarına uymak ve kâfirlik âdetlerini
terketmekle olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat niyyetiyle gün ortasındaki uyku (kaylûle); mütâbeatla olmayan
çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedelerden üstündür. (İmâm-ı Rabbânî)
Resûlullah'a mütâbeat olmadıkça kurtuluş muhâldir (imkânsızdır). (Sa'dî-i Şîrâzî)
MÜT'A NİKÂHI:
Şâhidsiz olarak bir kadına belli miktarda para verip, belli bir zaman için berâber yaşamağı
sözleşmek.
Ey müslümanlar! Kadınlar ile müt'a nikâhı yapmanıza izin vermiştim. Fakat şimdi
bunu, Allahü teâlâ harâm etti. Kimin yanında böyle kadın varsa, onu salıversin ve ona
verdiği malı geri almasın! (Hadîs-i şerîf-Müslim, İbn-i Mâce)
Müt'a nikâhı, dört mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) de harâmdır. (Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî)
MÜTASARRIFA:
İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen
duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.
İnsandaki görünmeyen his organları beştir:Birincisi hiss-i müşterek; his organlarından
beyindeki duygu merkezlerine gelen hâricî te'sirlerin hepsi, burada toplanır. İkincisi, hayâldir.
Hiss-i müşterekte toplanıp anlaşılan, his edilen şeyler burada saklanır. Üçüncüsü vâhimedir.
Meselâ düşmanlık, korku gibi, hissedilenler burada saklanır. Dördüncü kuvvet hâfızadır.
Vâhimenin anladığı mânâları saklar. Beşincisi mütasarrıfadır. (Ali bin Emrullah)
MÜTEAHHİRÎN:
Sonra gelenler. Kelâm ilminde İmâm-ı Gazâlî ile, diğer İslâmî ilimlerde Şems-ül-Eimme
Hulvânî ile başlayıp onlardan sonra gelen âlimler.
Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ücret ile ezân okutmak, imâm tutmak, Kur'ân-ı kerîm
öğretmek, din dersi öğretmek câiz değildir. Müteahhirîn din âlimleri, Kur'ân-ı kerîm ve din
dersi öğretmek ve ezân, imâmlık için para ile adam tutmak câiz olur dedi. Bunlara sözleşilen
ücretin verilmesi lâzım olur. Aslında ücret ile ibâdet yaptırmak câiz değildir. Ancak son
zamanlarda, dinde gevşeklik olduğundan, Kur'ân-ı kerîm ve din bilgilerinin unutulmaması,
imâmlığın ve müezzinliğin yapılabilmesi için ücretle yaptırılması zarûret hâline gelmiştir.
(İbn-i Âbidîn)
MÜTE'ÂL (El-Müte'âl):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Düşünülebilen, akla gelen,
hayâl edilebilen her şeyden başka bunlardan pâk, temiz ve yüce olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Allahü teâlâ) görünmeyeni de görüneni de bilir. Büyüktür, Müte'âl'dir. (Ra'd sûresi: 9)
El-Müte'âl ism-i şerîfini söyliyenin hâli düzelir, derecesi yükselir. (Yûsuf Nebhânî)
MÜTEASSIB:
Taassub eden; yanlış bir şeyi müdâfaada körü körüne inât ve ısrâr eden, haksız yere
düşmanlık eden.
Müteassıb papazlar olmasaydı, hıristiyanların hepsi müslüman olurdu. (İmâm-ı Birgivî)
Mektebde okurken, bize müslümanların vahşî, hele Türklerin büsbütün müteassıb ve
gaddar olduğu öğretilmişti. Hâlbuki hayâtımın en güzel günleri İstanbul'da geçti. Kendileri ile
temas ettiğimiz müslümanlar, son derece nâzik, kibar ve medenî insanlardı. Ancak bizi asıl
şaşırtan; Türklerin Îsâ aleyhisselâmdan nefret etmemeleri ve ona da bir peygamber olarak
inanmaları oldu. Bizim âyinlerimize müdâhale etmiyor, ibâdetlerimizle alay etmiyorlardı.
Bize bir insan olarak hürmet ediyorlar, bizim müslümanları şeytana uymuş Allah'sızlar olarak
görmemize mukâbil, onlar dînimize karşı en ufak bir fenâ kelime bile kullanmıyorlardı. Evet
müteassıb olan bizdik. (Georgina Max Müller)
MÜTEAYYİN:
Teayyün eden. Belli, âşikâr ve meydanda olan. (Bkz. Teayyün)
MÜTEHASSIS:
İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya
meslekte mâhir olan.
Evliyâ, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin bünyesine ve hastalığına ve zamânının
zulmetine ve fesâdına (bozukluğuna) uygun olarak rûhun ilâclarını hadîs-i şerîflerden seçerek
söylemişler ve yazmışlardır. (Sarı Abdullah Efendi)
İslâm bilgilerinin ve tasavvuf bilgilerinin mütehassısı Seyyid Abdülhakîm Efendi;
"Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs kitâblarından sonra İslâm kitâblarının en üstünü İmâm-ı
Rabbânî'nin, Mektûbâtıdır" ve "İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbâtı kadar kıymetli
bir kitab daha yazılmamıştır" buyurdu. (M. Sıddîk Gümüş)
MÜTEKADDİMÎN:
Önce gelenler; kelâm ilminde, İmâm-ı Gazâlî'ye, fıkıh ilminde Şems-ül-Eimme
Hulvânî'ye kadar gelen İslâm âlimleri.
Mütekaddimîn âlimlerine göre, Kur'ân-ı kerîm ve din dersi öğretmek ve ezân, imâmlık
için para ile adam tutmak câiz değildir. Dînen uygun değildir. Fakat müteahhirîn (sonradan
gelen din âlimleri) ise câiz olur, dedi. Çünkü, son zamanlarda, dinde gevşeklik olduğundan,
Kur'ân-ı kerîmin ve din bilgilerinin unutulmaması ve imâmlığın yapılabilmesi için bunların
ücret ile yaptırılması zarûret hâline gelmiştir. Fakat bu fetvâ bütün ibâdetlerin ücretle
yapılabileceğini göstermez. Yalnız saydıklarımız zarûret olup, mezhebin aslından dışarıda
bırakılmaktadır. Hâfızlara ücretle Kur'ân-ı kerîm okutmak, zarûret olmadığı için, câiz
değildir. Büyük âlim Tâc-üş-şerîa, Hidâye şerhinde (açıklamasında) diyor ki: "Ücret ile
okunan Kur'ân-ı kerîmden, ne ölüye, ne de okuyana sevâb hâsıl olmaz." Aynî, Hidâye
şerhinde diyor ki: "Hâfızlar, para için, mal için okumamalıdır. Hâfız da, parayı veren de
günâha girer." Câiz olmayan; ücretle Kur'ân-ı kerîm öğretmek değil, ücretle Kur'ân-ı kerîm
okumak veya okutmaktır. Bu iki husus birbirine karıştırılmamalıdır. (İbn-i Âbidîn)
MÜTEKÂMİL:
Kemâle erişmiş, olgun, üstün.
İslâm dîni dünyânın en mütekâmil, en mantıkî ve en son dîni olduğundan, onun hakkında
bir kitap yazabilmek için, yazanın yüksek tahsilli yâni ilim sâhibi olması, Arabî, Fârisî ve bir
ecnebî lisânı bilmesi, en yeni tabiî ve fennî bilgiler yanında İslâm ilimleri ile de mücehhez
(donanmış) olması lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
MÜTEKAVVİM MAL:
Kıymetli, kullanılması mubâh ve mümkün olan mal.
Bir satışın sahîh (dîne uygun) olması için malın mütekavvim olması
lâzımdır.Müslümünlar için şarap, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen
hayvan, mütekavvim mal değildir. Denizdeki henüz tutulmamış balık mütekavvim mal
değildir. Çünkü tutulmadığı için kullanılması veya satılması mümkün değildir. (İbn-i
Nüceym, Ali Haydar)
MÜTEKEBBİR (El-Mütekebbir):
1.Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın
anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her
şeyden yüce ve yüksek olan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Allahü teâlânın ilâhlıkta şerîki, ortağı yoktur. Mülkü hiç yok olmayan bir meliktir.
Noksanlık olan her şeyden münezzehtir. Ayıblardan ve kudretsizlikten uzaktır. Mü'minleri
sonsuz azâbdan emîn kılmıştır. Her şey üzerine hâkim ve hâfızdır. Hükmünde
gâlibdir.Mütekebbirdir. Allahü teâlâ müşriklerin şirklerinden ve iftirâlarından
münezzehtir (uzaktır)(Haşr sûresi: 23)
El-Mütekebbir ism-i şerîfini söylemeye devâm eden kimse, hayırlı rızık ve bereketlere
kavuşur. Allahü teâlâ bu ism-i şerîfi okuyanlara hayırlı evlâd nasîb eder. (Yûsuf Nebhânî)
2. Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen. (Bkz. Tekebbür)
Mal ile, evlâd ile, mevkî ile ve rütbe ile mütekebbir olmak insana hiç yakışmaz. Çünkü
bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçer, kendinde kalmayan, insandan
çabuk ayrılan şeylerdir. (Hâdimî)
MÜTEKELLİM (El-Mütekellim):
1. Söyleyici mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.
Allahü teâlâ hayy (diri), âlim (bilici), kâdir (kudret sâhibi) ve mütekellim olarak ve sonsuz
zamanlarda hep hâzır ve nâzırdır (görücüdür). Hayât, ilim, kudret ve kelâm sıfatları zamansız
ve mekânsız olduğu gibi, hâzır ve nâzır olması da zaman ve mekâna bağlı değildir. Allahü
teâlânın sıfatlarının hepsi böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlemlerin şaşılacak bir nizâm içinde olduklarını görüyoruz. Fen her sene bunların
yenilerini bulmaktadır. Bu nizâmı yaratanın hayy (diri), âlim (bilici), kâdir (gücü yetici),
mürîd (dileyici), semî' (işitici), basîr (görücü), mütekellim ve hâlık (yaratıcı) olması lâzımdır.
Çünkü, ölmek ve câhil olmak ve gücü yetmemek ve zorla yapmak, sağırlık, körlük ve
söyleyememek birer kusurdur, utanılacak şeylerdir. Bu kâinâtı, bu âlemi bu nizâm üzere
yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir.
(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
2.Kelâm âlimi. (Bkz. Mütekellimîn)
MÜTEKELLİMÎN:
Kelâm âlimleri. İslâm dîninin îmân bilgilerini, naklî (dînî) ve aklî delillerle îzâh eden,
açıklayıp isbatlayan büyük âlimler.
Resûlullah efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem ve Sahâbe-i kirâmdan
(Peygamberimizin arkadaşları) sonra, fitneler (karışıklıklar) ve bid'atler (sapıklıklar) çoğaldı.
Îmân bilgilerini ve fıkıh (amel) bilgilerini bildirmek vazîfesi din imâmlarına yâni
müctehidlere verildi. Bu müctehîdlerden (yüksek din âlimlerinden) îmânı bildirenlere
mütekellimîn, fıkhı bildirenlere fukahâ denildi. (Seyyid Abdülhakîm)
Mütekellimîn; dînî akîdelerin (îmân esaslarının) isbâtı için gerekli olan naklî (dînî) ve aklî
delîlleri bildirirler ve şüphelerin giderilmesine çalışırlar. (Taşköprüzâde)
İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe, Ebü'l-Hasen el-Eş'arî, Ebû Mansûr Mâtürîdî, İmâm-ı Gazâlî,
Fahreddîn-i Râzî gibi âlimler mütekellimînden olup, Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını
(inancını), sapık ve bid'at ehli kimselere ve kendilerine İslâm filozofu adı veren kimselere
karşı müdâfaa etmişlerdir. (Seâdet-i Ebediyye)
MÜTEMETTİ' HAC:
Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip, ömre için tavâf ve sa'y yapıp, traş olup
ihrâmdan çıkıp sonra memleketine gitmeyerek, o sene terviye gününde veya daha önce,
ihrâma girerek müfrid hacı gibi hac yapma. (Bkz. Hac)
Kârin ve mütemetti' hacıların şükür kurbanı kesmesi vâcibdir. Kesmeyeceklerse,
Zilhicce'nin yedi, sekiz ve dokuzuncu günlerinde ve bayramdan sonra yedi gün daha oruç
tutmaları lâzım olur. Hepsi on gün olur. (M.Mevkûfâtî)
MÜTESAVVIF:
Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü
teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla)
süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesavvifûn,
mütesavvifîn ve mütesavvife'dir.
MÜTEŞÂBİH ÂYET:
Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme. Çoğulu, müteşâbihâttır. (Bkz. Müteşâbihât)
MÜTEŞÂBİHÂT:
Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler (Bkz. Âyet). Müteşâbihâta îmân etmeli,
mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların
sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Sana Kur'ân'ı indiren O'dur (Allah'tır). Bunun bir kısım âyetleri açık ve kesindir.
Bunlar Kur'ân'ın esâsıdır. Diğer bir kısım âyetler de vardır ki müteşâbihâttır. İşte
kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için Kur'ân'ın müteşâbih
âyetlerine uyarlar. Hâlbuki, o müteşâbihin te'vilini yalnız Allah bilir. İlimde derinleşmiş
olan kimseler ise; "Biz ona (müteşâbihe) inandık. Açık ve kapalı bütün âyetler Rabbimiz
tarafındandır" derler. Bunları ancak akılları tam olanlar iyice düşünür. (Âl-i İmrân sûresi:
7)
Muhkem olan (mânâsı açık olan âyetlere) uyunuz. Müteşâbihâta inanınız. Bunlara
inandık hepsini Rabbimiz bildirmiştir deyiniz. (Hadîs-i şerîf-Akîdet-üs-Selef)
Müteşâbih iki kısımdır. 1)Lafzı (sözü) müteşâbih olan âyetler olup yirmi dokuz sûrenin
evvellerindeki Sâd, Tâhâ, Elîf lâm mîm, Yâsîn gibi harflerdir. 2) Mânâsı müteşâbih olan
âyetlerdir ki, görünen mânâsını vermek günâh olur. Meselâ İsrâ sûresinde; "Allah'ın eli
onların ellerinin üstündedir." meâlindeki âyet-i kerîme gibi. Allahü teâlâ bununla neyi
murâd ediyor ise öylece inandım demelidir. Bunun mânâsını ben anlayamam, ancak Allahü
teâlâ bilir demek en iyi yoldur. Müteşâbih âyetlerin mânâsını ancak Allahü teâlâ ve Allahü
teâlânın kendilerine İlm-i ledün (kendisi tarafından verilen ilim) ihsân ettiği derin âlimler,
bildirdildiği kadar anlayabilir. Meselâ tefsîr âlimleri müteşâbihâttan olan "el" kelimesine
"kudret, gücü yetmek" mânâsını vermişlerdir. (Kâdızâde Ahmed Efendi, Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî, Râzî, Süyûtî)
MÜTEVÂTÎ:
Bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî, eşit miktarda bulunan sıfat, husûsiyet,
özellik.
İnsanlık yâni insan olma, insanın bütün ferdlerinde en yüksek derecedeki insan ile en
aşağı bir insan da eşittir. Meselâ, insan olma bakımından bir peygamber ile peygamber
olmayan aynıdır. Yine yüksek makam sâhibi birisi ile bir köy çobanındaki insanlık eşittir.
Birinde daha çok, diğerinde daha az olmaz. Çünkü insanlık, mütevâtîdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Tâbi olmak, uymak kelimesi (sözü) mütevâtî sözlerdendir. Çünkü uymak demek, tâbi
olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demektir. Bir kimse bir büyüğe uyarsa o kimseye
tâbi; uyulan büyük zâta metbû' yâni kendisine uyulan denir. Tâbiin, metbûa uymasının az ve
çok olması ve uyduğu zamânın az ve çok olması, kısa ve uzun olması, uymağı değiştiriyor ise
de, bu değişiklik, farklılık, uymak işinin özünü değiştirmez. Bunun mütevâtî olmasını
bozmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)
MÜTEVÂTİR HADÎS:
Birçok sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve
kitaba yazılıncaya kadar, böyle hep, çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)
MÜTEVEFFÂ:
Vefât etmiş. Ölmüş kimse. (Bkz. Ölüm)
Müteveffânın bıraktığı maldan, önce borçları ödenmelidir. Borçları ödenmedikçe, rûhu
iyiler derecesine kavuşamaz. Zevcesine vaktiyle ödemediği mehr yâni nikâh parası da
borcudur.Daha sonra günâh olmayan vasiyetleri yerine getirilir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
MÜTEVELLÎ:
Bir vakfın işlerini şer'î (dînî) hükümler ve vakf şartları dâiresinde idâre etmek üzere,
vakfeden veya hâkim tarafından tâyin edilen kimse.
Mahalle câmisinin gelirini toplaması, tâmirini, masraflarını idâre etmesi için mahalle
halkının bir mütevellî tâyin etmesi câiz ve lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
Vakf eden kimse bir mütevellî tâyin edip, malı buna teslim eder. Bir vakfın bir nâzırı ve
bir mütevellîsi olsa, mütevellî, nâzırın haberi olmadan bir şey yapamaz. (İbn-i Âbidîn)
MÜTTEKÎ:
Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkup, haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhâmetim, her şeyi kaplamıştır. Bu rahmetim
(âhirette), müttekîlere, zekâtlarını verenlere ve bizim âyetlerimize îmân edenleredir. (A'râf
sûresi: 166)
Bir kimse, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlikesiz şeyden sakınmadıkça
müttekî olamaz! (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Müttekî âlim ile namaz kılan, bir peygamber ile kılmış gibidir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i
Âbidîn)
Mütekkîlerin verâ'ı; harâm ve şüpheli olmayan fakat, helâl olup, şüpheli veya harâma
sebeb olmak korkusu olan şeylerden sakınmaktır. (İmâm-ı Gazâlî)
Bir kimsenin cimrilik huyu ile öfke duygusu körelmedikçe, müttekî sınıfına geçemez.
(Bekr bin Abdullah Müzenî)
MÜVAKKİT:
Eskiden İslâm devletlerinde namaz vakitlerini ve bunlarla ilgili âletleri kullanan, tâmirini
ve ayarını yapan vazîfeli kimse.
İslâm devletlerinde câmi ve mescidler, İslâmiyet'in ilk zamanlarından beri ilim
merkeziydiler. Müvakkit adı verilen me'murlar, câminin hemen yanındaki müvakkithâne
denilen yerlerde kalırlardı. Müvakkithâneler, zamanlarında tatbîki (uygulamalı) olarak
astronomi eğitimi yapan birer okuldular. Müvakkit inceleme, tatbik ve hesaplamada
kullandığı, usturlap, güneş saati, rubu' tahtası, kıble nümâ (pusula) ve saat gibi âletleri
kullanır, ayar ve tâmirlerini çok iyi bilirdi. Bugün radyo ve televizyonla belli zamanlarda saat
ayarı verilerek bütün saatlerde berâberlik sağlanmaktadır. Zamandaki berâberliği eskiden
muvakkitler hesaplayıp îlân ederek sağlıyorlardı. Büyük şehirlerde herkesin görebileceği
şekilde meydanlara konan saat kuleleri bu sebebden yapılmıştı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
MÜVÂLÂT:
1. Abdest alırken her uzvu ara vermeden birbiri ardınca yıkamak.
Müvâlât, Hanefî mezhebinde sünnet, Mâlikî mezhebinde farzdır. (A. Şa'rânî)
2. Dostluk, karşılıklı sevgi. (Bkz. Velî)
Tebrik ile terdif ederim arz-ı hulûsu,
Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir.
(Ahmed Mekkî)
MÜVÂSÂT:
Tanıdıklarını ve arkadaşlarını, kendisinde bulunan nîmetlere ortak etmek, onlarla iyi
geçinmek.
Cömertlikten, birçok iyi huylar doğar, bunların sekizi meşhurdur. 1)Kerem; herkese
faydalı olmayı, yardım yapmayı sevmek. 2) Îsâr; ihtiyâcı olan malı, muhtâc olan başkasına
verip, yokluğuna kendisi sabretmek. 3) Afv etmek, 4)Mürüvvet; başkalarına iyilik etmeyi
sevmek. 5) Vefâ; arkadaşlarına geçimlerinde yardımcı olmak. 6) Müvâsât. 7) Semâhât;
vermesi lâzım olmayan şeyleri de seve seve vermek. 8) Müsâmaha etmek; başkasının
kabahatini, kusurunu görmezlikten gelmek. (Ali bin Emrullah)
MÜVEKKEL:
Birinin yerine vekil tâyin edilmiş kimse.
Her kim sabah namazının farzını cemâat ile kılarsa, kıyâmet gününde yüzü ayın on
dördü gibi parlar. Öğle ve ikindi namazlarının farzlarını cemâat ile kılsa, Hak teâlâ o kula
bir saf melek müvekkel kılıp, kıyâmet gününe kadar onun için tesbîh ederler. Her kim
akşam namazını cemâat ile kılsa, Hak teâlâ hazretleri o kişiyi peygamberlerle haşr eder.
Her kim yatsı namazını cemâat ile kılsa, o kimse ile Hak teâlâ arasında hicâb (perde)
kalmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
MÜVEKKİL:
Vekil eden, bir kimseyi kendi yerine geçiren. (Bkz. Vekîl)
Vekil, müvekkilden ayrıca izin almadıkça veya, "istediğini yap" diyerek umûmî vekîl
edilmedikçe, başkasını kendine vekîl yapamaz. Yalnız, zekât vermek için olan vekil, izinsiz
olarak başkasını, o da başkasını vekîl yapabilirler. (M. Mevkûfâtî, İbn-i Âbidîn)
MÜZÂREA ŞİRKETİ:
Zirâat ortaklığı. Harman yapılan ürünleri yetiştirmek için, tarla yâni toprak birinden,
çalışma, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü sözleşilen nisbette (miktârda) aralarında
paylaşmak üzere, kurulan şirket.
Müzâreaya verilmiş bir toprağı, toprak sâhibi başkasına satarsa, alan kimse toprak
kurtuluncaya yâni mahsûl kaldırılıncaya kadar bekler. Yâhut mahkeme yolu ile satışı
bozdurur. (İbn-i Âbidîn)
MÜZDELİFE:
Mekke-i mükerremede Minâ ile Arafât arasında bulunan, Âdem aleyhisselâmla hazret-i
Havvâ'nın yeryüzünde ilk buluştukları yer.
Hac esnâsında Arafât'tan dönüşte Müzdelife'de bir müddet durmak vâcibdir. (İbn-i
Nüceym)
Arefe (Kurban bayramından önceki gün) gecesi Müzdelife'de yatmak sünnettir. Arafât'tan
Müzdelife'ye gelip burada yatsı vakti olunca, akşam ve yatsının farzları birleştirilerek cemâat
ile kılınır. Akşam namazını Arafât'ta veya yolda kılanların Müzdelife'de tekrar cemâat ile
veya yalnız olarak yatsı ile birlikte kılması lâzımdır. Müzdelife'de fecr (tanyeri) ağardıktan
sonra vakfeye durmak da haccın sünnetlerindendir. Gece Müzdelife'de yatıp fecr açılırken
sabah namazını hemen kılıp sonra Meş'ar-il-haram denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar
vakfeye durulur. Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. (Mevkûfâtî)
Hac ve ömre için ihrâma girerken, Mekke'ye, Medîne'ye girerken, Müzdelife'de vakfeye
dururken, cenâze yıkayacağı zaman, hacâmat (kan aldırma) olduktan sonra, Kadr, Arefe,
Berât geceleri ve deli iyi olunca, çocuk bâliğ ve kâfir müslüman olunca gusl etmeleri (boy
abdesti almaları) müstehâbdır. (Ebû Bekr Ali)
MÜZİLL (El-Müzill):
Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel
isimlerinden).
El-Müzill ism-i şerîfini yetmiş beş kere söyliyen ve sonra duâ eden kimse, hased edenin
hasedinden ve zâlimin zulmünden emin olur. (Yûsuf Nebhânî)
MÜZZEMMİL SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş üçüncü sûresi.
Müzzemmil sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yirmi âyet-i kerîmedir. İlk
âyet-i kerîmede geçen el-Müzzemmil kelimesinden dolayı Sûret-ül-Müzzemmil denilmiştir.
Müzzemmil, örtünüp bürünen demektir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Müzzemmil sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey örtüye bürünen (Muhammed!) Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen
biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur'ân oku! Doğrusu biz sana taşıması güç bir
görev vereceğiz. (Âyet: 1-5)
Kim Müzzemmil sûresini okursa, Allahü teâlâ ondan dünyâda ve âhirette zorluğu
kaldırır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîrî)