DİNİ TERİMLER [Ü]
ÜCRET:
Bir iş, hizmet, bir şeyden faydalanma veya satılan bir şey karşılığında verilen para veya
mal, karşılık.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Ey kavmim! Peygamberliği tebliğ işinden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim
ücretim ancak Allah'a âittir. (Hûd sûresi: 29)
Allah için gazâ edip buna ücret alan, Mûsâ aleyhisselâmın annesine benzer. O hem
kendi çocuğunu emzirdi hem de ücret aldı. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İşçinin ücretini teri kurumadan ödeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Her san'atı ve ticâreti yapmak, maaş, ücret karşılığında mubâh olan işleri yapmak, meselâ
çobanlık, bahçıvanlık yapmak, inşâatta ve hafriyâtta çalışmak ve sırtında yük taşımak tezellül
(aşağılık) değildir. Peygamberler ve velîler bunları yapmışlardır. Peygamber efendimiz ücret
ile çalışmış ve çalıştırmıştır. (Hâdimî)
Velîsinin izni olmadan, çocuğa iş yaptıran, ücret vermeye mecbûrdur. (Alâüddîn-i
Haskefî)
Ücret ile okunan Kur'ân-ı kerîmden ölüye ve okuyana sevâb hâsıl olmaz. (Aynî,
Hayreddîn-i Remlî)
ÜLFET:
Bir topluluğun din ve dünyâ düşüncelerinde inançlarında birbirlerine uygun olmaları.
Dostluk, yakınlık kurmak, kaynaşmak.
Allahü teâlâya en sevimli olanınız, ülfet edip, kendisiyle ülfet olunandır. Allahü teâlâya
en sevimsiziniz de koğuculukla gezip, dostları birbirinden ayıranınızdır. (Hadîs-i
şerîf-Taberânî)
Mü'min, geçim ehli olup, herkes ile iyi geçinendir. Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayan
kimsede hayır yoktur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
ÜLÜ'L-AZM:
Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad.
Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Allahü teâlânın
emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sıkıntılara sabr ettikleri
için kendilerine bu isim verilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Peygamberlerden ülü'l-azm olanların sabrettikleri gibi sen de sabr et. Onlara azâb
verilmesi için duâ etmekte acele etme. (Ahkâf sûresi: 35)
Peygamberlerin aleyhimüsselâm sayısı belli değildir. Yüz yirmi dört binden çok oldukları
meşhûrdur. Bunlardan üç yüz on üç veya üç yüz on beş adedi resûldür. İçlerinden altısı daha
yüksek, ülü'l-azm peygamberlerdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamberlik makâmı dört derecedir. Birincisi nebîler (kendilerine din gönderilmeyen
peygamberler), ikincisi resûller (din gönderilen peygamberler), üçüncüsü ülü'l-azm
peygamberlerdir. Dördüncü derece hâtem-ül-enbiyâ olmak yâni son olarak gelmek
derecesidir. Bu en yüksek derece Muhammed aleyhisselâma mahsûstur. (Ali bin Emrullah)
Allahü teâlâ her bin senede bir ülü'l-azm peygamber göndermiş ve o insanların buna
uymalarını emr buyurmuştur. Allahü teâlâ her yüz sene başında bu ümmetin âlimleri arasında
bir müceddid, yenileyici, kuvvetlendirici seçerek, bununla İslâmiyet'i tâzeler. Hele bin sene
geçince, geçmiş ümmetlerde ülü'l-azm bir peygamber gönderdiği ve onun işini bir nebiye
bırakmadığı gibi, bu ümmete de tam bilgili bir âlim, ârif seçer. Bu zât geçmiş ümmetlerdeki,
ülü'l-azm peygamberlerin işini yapar. (İmâm-ı Rabbânî)
ÜLÜ'L-EMR:
Emir sâhibleri. Devlet başkanı ve onun vazîfe verdiği kimseler veya İslâmiyet'in emir ve
yasaklarını insanlara öğreten ve anlatan âlimler.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Allah'a itâat edin. Peygambere ve sizden olan ülü'l-emre itâat edin...
(Nisâ sûresi: 59)
Bütün mezheb imâmları; "Ülü'l-emr'in, sultânın, âmirin Allah'a isyân ve günâh olmayan
emirlerine uymak vâcibdir" demişlerdir.Hattâ bir günün oruçlu geçirilmesi hakkında emir
verse bu emre uymak gerekir denmektedir. (İbn-i Âbidîn ve Hâdimî)
Sultânın kendi aklı, düşüncesi ile verdiği emre itâat da elbette vâcib olmaz. Ancak emri
veren zulüm, işkence yaparsa, milleti sıkıştırırsa, onun şerrinden, öldürmesinden korkan
kimsenin hele kan dökücü başkanın mubahları yasaklamasına itâat etmek vâcib olur. Çünkü
bir müslümanın kendini tehlikeye sokması câiz değildir. Fakat bu yasağa, harâm veya mekrûh
olduğu için değil, kanını, ırzını, kurtarmak için uymaya niyet etmek lâzımdır. Ülü'l-emre itâat
demek, müslüman olan âmirlerin hak üzere olan emir ve yasaklarına uymak demektir.
(Abdülganî Nablüsî)
ÜMMET:
Topluluk, cemâat. Bir peygambere inanan tâbi olan insanlar. Bir dîne bağlı topluluğun
tamâmı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(İbrâhim aleyhisselâmı dünyâda hayırlı, âhirette sâlihlerden) kıldığımız gibi, ey
müslümanlar sizi (de) seçkin ve hayırlı bir ümmet kıldık ki, kıyâmet gününde
peygamberlerin ümmetlerine vahyi tebliğ ettiklerine şâhidler olasınız, Peygamber de sizin
adâletiniz üzerine şâhid ola. (Bekara sûresi: 143)
Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız. İyilik yapılmasını
emreder, kötülükten nehyedersiniz. (Âl-i İmrân sûresi: 110)
Ümmetimin âlimleri İsrâiloğullarının peygamberi gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Rabbânî)
Ümmetimden büyük günâh işleyenlere şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i ibni
Hanbel
Ümmetimden Ehl-i beytimi sevenlere şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Hatîb-i Bağdâdî)
Peygamberler (aleyhimüsselâm) ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış
yoldan, doğru seâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. (Seyyid Abdühakîm Arvâsî)
Âhirette azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır.
O'nun ümmeti olan müslümanlar, O'na tâbi oldukları için bütün insanların hayırlısı ve en
iyileri oldu. Cennet'e gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennet'e herkesten önce gireceklerdir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Oğlum! Şimdi o zamandayız ki, geçmiş ümmetlerde böyle çok karanlık zaman gelince,
büyük bir peygamber gönderilerek yeni bir din kurulurdu. Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi
olduğu için ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için bunların
âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri
bu âlimlere yaptırılmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Niçin kılmazsın farz u sünneti,
Değil misin Muhammed'in ümmeti
Anmaz mısın, Cehennem'i, Cennet'i
Îmân sâhibi kul böyle mi olur?
(M. Sıddîk Gümüş)
Ümmet-i Dâvet:
Kendilerine gönderilen peygambere inanmaya dâvet edilip de îmân etmeyen kimseler.
Şimdi yeryüzünde müslümanlardan başka bütün insanlar ümmet-i dâvettirler. (Kâdızâde
Ahmed Efendi)
Ümmet-i İcâbet:
Kendilerine gönderilen peygamberin dâvetini kabûl edip, ona inanan ve tâbi olan
kimseler.
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, son sınıf talebesi gibi olduğundan, insanları dünyâda
ve âhirette kurtuluşa götüren sırların toplandığı Kur'ân-ı kerîm ile muhâtab oldular. Kur'ân-ı
kerîmin indirilmesinden sonra yeryüzündeki insanların hepsinin Muhammed aleyhisselâma
tâbi olmaları emredildi. O'nun dâvetini kabûl edenler ümmet-i icâbet, kabûl etmeyenler
ümmet-i dâvettirler. (Muhyiddîn-i Arabî)
ÜMM-İ VELED:
Efendisinden (sâhibinden) çocuğu olan câriye, köle kadın.
Ümm-i veled satılamaz ve hibe olunamaz. Efendisi vefât edince âzâd (hür) olur ise de,
zevce gibi vâris olamaz. Oğlu ise, mîrâsçı ve hür olur. (M. Zihni Efendi)
ÜMM-ÜL-KİTÂB:
1. Muhkem âyetler. (Bkz. Muhkem Âyet)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim!) Sana kitâbı indiren O'dur. O'ndan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar
Ümm-ül-Kitâbdır. (Âl-i İmrân sûresi: 7)
2. Levh-ül-Mahfûz. (Bkz. Levh-ül-Mahfûz)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ne dilerse (onu yapar. Bâzısını) mahfeder (vücûda getirmez, bâzısını da)
vücûda getirir. Ümm-ül-kitâb O'nun katındadır. (Ra'd sûresi: 39)
Bir kimse Cehennem'e götürücü kötü işleri yapar Cehennem'e yaklaşır.
Ümm-ül-kitâbda saîd ise son günlerinde Cennet'e götürücü bir iş yaparak Cennet'e gider.
(Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiyye)
3. Fâtiha sûresi. (Bkz. Fâtiha Sûresi)
ÜMM-ÜL-MÜ'MİNÎN:
"Mü'minlerin anası" mânâsına Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek
zevcelerinden her birine verilen lakab (isim).
Ümm-ül-mü'minîn Âişe vâlidemiz şöyle buyurdu: Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve
sellem karnı hiçbir zaman yemekle doymamıştır. Bu hususta kimseye yakınmamıştır. İhtiyâc,
ona zenginlikten daha iyi idi. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
ÜMMÎ:
Kitab okumamış, yazı yazmamış, kimseden ders görmemiş kimse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, yanlarında bulunan Tevrât ve İncîl'de ismini yazılı buldukları O ümmî resûle
tâbi olurlar. O (Resûl) kendilerine iyiliği emrediyor, kötülükten sakındırıyor... (Resûlüm)
de ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize gelen, Allah'ın peygamberiyim. O Allah
ki, yer ve göklerin tasarrufu (idâresi) O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, öldürür
ve diriltir. Onun için hem Allah'a hem de bütün kelimelerine îmân eden o ümmî
peygambere, resûlüne îmân edin ve O peygambere uyun ki, doğru yolu bulasınız. (A'râf
sûresi: 157,158)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, ümmî idi. Mekke'de doğup, büyüyüp
belli kimseler arasında yetişip seyâhat etmemiş iken, Tevrât'ta, İncîl'de ve Yunan ve Roma
devirlerinde yazılmış kitablarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber verdi. Hicretin altıncı
senesinde,Rum, İran ve Habeş hükümdârlarına ve diğer Arap pâdişâhlarına mektuplar
gönderdi. (İmâm-ı Kastalânî)
Muhammed aleyhisselâm ümmî olduğu hâlde, târih, fen, ahlâk, siyâset ve sosyal bilgilerle
dolu bir kitâb ortaya koydu. Yalnız o kitaba uyarak dünyâya adâlet yaymış olan
hükümdârların yetişmesine sebeb oldu. Kur'ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın
mûcizelerinin en büyüğüdür. (M. Sıddîk Gümüş)
ÜMMÎD (Ümîd):
Ummak, arzu, istek. Sebeblere yapıştıktan sonra iyi netice beklemek. (Bkz. Havf ve Recâ)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey günâhı çok olan kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz.
Allah günâhların hepsini affeder. O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhâmet sahibidir.
(Zümer sûresi: 53)
Akıllı kendini murâkabe (kontrol) edip ölüm sonrası için çalışan kimsedir. Ahmak da
nefsinin arzûları peşinden koşup, Allahü teâlâya ümid bağlayan kimsedir. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)
Allahü teâlâdan korkmalı, O'nun rahmetinden ümidi kesmemelidir. Ümid, korkudan çok
olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. Gençlerde korkunun, ihtiyarlarda ve hastalarda
ümîdin fazla olması lâzımdır denildi. Korkusuz ümid, ümidsiz korku câiz değildir. (Hâdimî)
Ümmîd ve Korku:
Allahü teâlânın rahmetini ummak ve azâbından korkmak. (Bkz. Havf ve Recâ)
ÜSTÂD:
Muallim, öğretici, rehber.
İnsan, yaratılışta iki taraflıdır. Ona hidâyet, üstünlük tarafını tanıtabilmek ve bunu
kuvvetlendirmeye çalışmasını sağlamak için muallim, bir üstâd lâzımdır. Bâzı çocuklar,
nasîhatla, yumuşak sözle ve mükâfât vererek yola gelir. Bâzısı, sert ve acı sözle ve cezâ
vererek terbiye kabûl eder. Üstâd mâhir olup, çocuğun yaratılışının nasıl olduğunu anlamalı,
ona şefkat ile tatlı veya acı te'sir ederek terbiye etmeli, yâni yetiştirmelidir. Böyle mâhir ve
müşfik bir rehber olmadıkça, çocuk ilim ve ahlâk edinemez, yükselemez. Rehber yâni ilim ve
ahlâk sunan zât, çocuğu felâketten kurtarıp, seâdete kavuşturur. (İslâm Ahlâkı)
Üstâd mâhir ve müşfik, talebe de zekî ve çalışkan olursa, öğrenilmeyecek mes'ele yoktur.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
ÜVEYSÎ:
Üstâdı, hocası olsun olmasın, hayatta veya vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden istifâde
ederek, terbiye görerek yetişen, olgunlaşan kimse. Bu şekilde yetişme yoluna üveysîlik denir.
Üveysî olmak öyle yüksek bir mertebedir ki, o dereceye ulaşmak pek ender (az) olur.
Veysel Karânî, Abdülhâlık Goncdüvânî, Behâüddîn-i Buhârî ve İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu
mertebeye erenlerdendir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamberler aleyhimüsselâm ve evliyâ vefât ettikten sonra, bunlardan yardım istemeğe
âlimler câizdir, olur dedi. Tasavvuf büyükleri bunun doğru olduğunu bildirdi. Büyüklerden
çoğu üveysîlik yoluyla yükseldiler. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Behâüddîn-i Buhârî'nin üstâdı (hocası),Seyyid Emîr Külâl hazretleri idi. Fakat ayrıca Hâce
Abdülhâlık Goncdüvânî'nin rûhâniyetinden istifâde ettiği için aynı zamanda üveysî idi.
(İmâm-ı Rabbânî)