Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Peygamberliğinin onbirinci senesi idi. Panayırda, Kâbe'yi ziyâret için gelen Medîne halkından bir toplulukla karşılaştı. Onlara; “Sizler kimlersiniz?" diye sorunca, Medîneli ve Hazrec kabîlesinden olduklarını söylediler. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib'in annesi Selmâ Hâtun da, Hazrec kabîlesinin Necrân oğulları koluna mensuptu. Peygamberimiz, Hazrecli bu altı kişi ile bir müddet oturup, onlara İbrâhim sûresinin 35-52. âyet-i kerîmelerini okudu ve İslâmiyeti anlattı. Bu dîne girmeleri için dâvette bulundu. Kabîlesinin büyüklerinden ve Medîne'de yaşayan yahudilerden, yakında bir peygamberin geleceğini duyan bu insanlar, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem kendilerini dîne çağırınca, birbirlerine bakıştılar. Sonra; "Yahudilerin haber verdiği, işte bu peygamberdir!" diye aralarında konuştular.
Medîne'de öteden beri Evs ve Hazrec kabîleleri, yahudilere düşman idiler, fırsat buldukça birbirlerine saldırırlardı. Yahudilerden önce müslüman olup, İslâmiyetle şereflenirlerse, onlara gâlip geleceklerine ve Medîne'den çıkarılacaklarına inanıyorlardı. Bu sebeple hemen Resûlullah'ın huzûrunda Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldular. Peygamber efendimize de; "Yâ Resûlallah! Biz, kavmimizi, yahudilere karşı savaşır hâlde bırakmıştık. Ümîd edilir ki, Allahü teâlâ, onları da zât-ı âlinizin sayesinde îmân etmekle şereflendirir. Biz, döner dönmez onları ve kavmimizi senin peygamberliğini kabûl etmeye dâvet edeceğiz. Bu dinden kabûl ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Eğer Allahü teâlâ onları bu din üzerinde toplayıp birleştirirse, senden daha azîz ve şerefli kimse olmaz!" dediler.
Bu altı kişi gerçekten inanmış, Allahü teâlânın Peygamberimize tebliğ ettiklerini kabûl ve tasdik etmişlerdi. Yurtlarına dönmek için, Peygamberimizden izin alıp ayrıldılar. Yeni müslüman olan bu altı kişi; Ukbe bin Âmir, Es'ad bin Zürâre, Avf bin Hâris, Râfi' bin Mâlik, Kutbe bin Âmir, Câbir bin Abdullah (radıyallahü anhüm) idiler.
Birinci Akabe bî'atı ve Medîne'de doğan güneş:
Bunlar Medîne'ye kavimlerinin yanına dönünce, hemen İslâmiyetten ve Peygamberimizden anlatmaya; halkı, İslâm dînine gimeleri için dâvete başladılar. Bunda o kadar ileri gittiler ki; Medîne'de, içinde Peygamberimizin ve İslâmiyetin konuşulmadığı bir ev kalmadı. Böylece İslâmiyet, Hazrec kabîlesi arasında yayıldığı gibi, Evs kabîlesinden bâzı kimseler de müslüman oldular.
Akabe'deki bu görüşmeden sonra, ertesi sene Es'ad bin Zürâre ve İslâmiyeti kabûl eden oniki arkadaşı, hac mevsiminde Mekke’ye geldiler. O sene, müşrikler, müslümanlara her senekinden daha fazla ezâ ve cefâda bulunuyorlardı. Resûlullah efendimizi devamlı tâkib ediyorlar, O'nunla konuşan herkese işkence yapıyorlardı. Bunu öğrenen Medîneliler. Peygamberimizle gece vakti Akabe'de görüşmek üzere söz aldılar. Gece olunca buluştular. Bağlılıklarını arzedip, bütün emir ve isteklerine teslim olacaklarına söz vererek, bî'at ettiler. Bu sözleşmede; "Allahü teâlâya ortak koşmayacaklarına, zinâ yapmayacaklarına, hırsızlık etmeyeceklerine, iftirâdan kaçınacaklarına, ayıplanmak ve rızık korkusuyla çocuklarını öldürmeyeceklerine" dâir taahhüdde bulundular. İkisi Evs kabîlesine, diğerleri de Hazrec kabîlesine mensup olan bu 12 kişinin reîsi Es'ad bin Zürâre (radıyallahü anh) idi. Sevgili Peygamberimiz, bu oniki kişiyi kabîlelerine temsilci yaptı. Bunlar, kabîlelerine İslâmiyeti anlatıp, onlar adına Resûlullah efendimize karşı kefil olacaklardı. Es'ad bin Zürâre (radıyallahü anh) da, hepsi adına temsilci tâyin edilmişti.
İlk Akabe bî'atında bulunanlar; Mâlik bin Neccâr oğullarından Es'ad bin Zürâre, Avf bin Hâris, Mu’âz bin Hâris, Züreyk bin Âmir oğullarından Râfi' bin Mâlik, Zekvân bin Abdikays, Ganm bin Avf oğullarından Ubâbe bin Samit, Gusayna oğullarından Yezîd bin Sa’lebe, Aclân bin Zeyd oğullarından Abbâs bin Ubâde, Harâm bin Ka’b oğullarından Ukbe bin Âmir, Sevâd bin Ganm oğullarından Kutbe bin Âmir, Abdüleşhel bin Cüşem oğullarından Ebü'l-Heysem Mâlik bin Teyyihân ve Amr bin Avf oğullarından Üveym bin Saîde idi.
Bu sözleşmeden sonra, Medîne'ye dönen hazret-i Es'ad ve arkadaşları, kabîlelerine gece-gündüz İslâmiyeti anlatarak hak dîne dâvet ettiler. Bu dâvet netîcesinde, İslâmiyet, Medîne'de sür’atle yayılmaya başladı. Öyle ki, daha önce birbirlerine düşman olan Evs ve Hazrec kabîleleri bir araya gelmiş, İslâmiyeti daha iyi öğrenebilmek için Resûlullah efendimizden bir muallim istemişlerdi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem de, Kur'ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek için, Mekke'deki Eshâbından hazret-i Mus’ab bin Umeyr'i hoca olarak Medîne'ye gönderdi. Mus’ab (radıyallahü anh), hazret-i Es'ad'ın evinde kaldı. Onunla birlikte ev ev dolaşarak herkese İslâmiyeti duyurdular. Resûlullah'ın sevgisini ve O'nu, bütün düşmanlarından korumak için canla başla çalışacaklarına söz vermelerini istediler. Onları, Resûlullah ile yapılacak bî'ata hazırladılar.
Es'ad bin Zürâre hazretlerinin kabîle reîsi de Sa’d bin Mu’âz olup, onunla akrabâ idiler. O zaman Araplar arasında akrabâya karşı hakâretten kaçınmak âdet olduğu için, daha îmân etmemiş olan Sa’d bin Mu’âz, Es'ad bin Zürâre hazretlerinin evine gidip bu işi engellemeye çalışmadı. Kendisi bir kabîle reîsi olarak buna el koymak istemiyordu. Bu maksatla kabîlesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr'a; "Mahallemize git, gelen şu kişiyi gör, ne yapacaksan yap. Es'ad benim teyzemin oğlu olmasaydı, bunu sana havâle etmezdim" dedi. Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, mızrağını alıp, hazret-i Mus’ab bin Umeyr'in bulunduğu eve gitti. Oraya varınca hiddetle konuşmaya başladı. "Bize niçin geldiniz? İnsanları aldatıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, buradan derhal ayrılın" dedi. Onun bu kızgın hâlini gören Mus’ab bin Umeyr (radıyallahü anh); "Hele biraz otur, sözümüzü dinle! Maksadımızı anla, beğenirsen kabûl edersin. Yoksa engel olursun..." diyerek, gâyet yumuşak ve nâzik cevap verdi. Üseyd sâkinleşip; "Doğru söyledin" dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu. Hazret-i Mus’ab'ın tatlı konuşması ile insanın kalbine işleyen sözlerini ve hoş sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetlerini dinledi. Kendinden geçip; "Bu ne güzel şey!" diye söylendi. Sonra; "Bu dîne girmek için ne yapmak lâzımdır?" dedi. Anlattılar ve Üseyd bin Hudayr (radıyallahü anh) Kelime-i şehâdet söyleyerek müslüman oldu. Sevincinden yerinde duramayan hazret-i Üseyd; "Ben gidip size birini göndereyim. Eğer o müslüman olursa, Medîne'de onun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz..." diyerek sür’atle kalkıp gitti. Doğruca Sa’d bin Mu’âz'ın yanına vardı. Sa’d bin Mu’âz, onu görünce; "Yemîn ederim ki, Üseyd buradan gittiği yüzle gelmiyor" dedi. Sonra da; "Ne yaptın yâ Üseyd?" diye sordu. Hazret-i Üseyd bin Hudayr, Sa’d bin Mu’âz'ın müslüman olmasını çok arzu ettiğinden; "O kişiyle (Mus’ab bin Ümeyr ile) konuştum, onların bir fenâlığını görmedim. Yalnız; duyduk ki, Benî Hârise oğulları, teyzeoğlun Es'ad'ın böyle bir kimseyi evinde barındırmasından kuşkulanarak, onu öldürmek için harekete geçmişler" dedi. Bu sözler, Sa’d bin Mu’âz'a çok dokundu. Çünkü bir kaç sene önce yapılan bir savaşta, Benî Hârise oğullarını yenip, Hayber'e sığınmaya mecbûr etmişlerdi. Bir sene sonrada affedip, memleketlerine dönmelerine izin vermişlerdi. Buna rağmen onların böyle bir tavır takınmaları düşüncesi, Sa’d bin Mu’âz'ı çok kızdırmıştı. Halbuki, aslında böyle bir durum yoktu. Üseyd bin Hudayr, bu hîleye başvurarak, Sa’d bin Mu’âz'ın teyzesine ve oğlu Es'ad bin Zürâre'ye dolayısıyla Mus’ab bin Umeyr'e zarar vermesini önlemek istemişti. Böylece, onların tarafına geçmesine ve nihâyet müslüman olmasına zemin hazırladı. Sa’d bin Mu’âz, Üseyd bin Hudayr'ın (radıyallahü anh) bu sözleri üzerine yerinden fırlayıp, hazret-i Es'ad bin Zürâre'nin yanına gitti. Oraya varınca, Es'ad ile Mus’ab bin Umeyr'in (radıyallahü anhüm) son derece huzûr ve sükûn içerisinde oturup, sohbet ettiklerini gördü. Yanlarına yaklaşıp; "Ey Es'ad! Aramızda akrabâlık olmasaydı, sen bunları yapamazdın!..." dedi. Bu sözlere, hazret-i Mus’ab bin Umeyr cevap vererek; "Ey Sa'd! Biraz dur, otur ve bizi dinle; anla, sözlerimiz hoşuna giderse ne âlâ, yok beğenmezsen, bunu sana teklif etmeyiz. Sen de kalkıp gidersin!" dedi. Sa’d bin Mu’âz, bu mülayim ve tatlı sözler karşısında sâkinleşip, bir kenara oturdu ve onları dinlemeye başladı.
Mus’ab bin Umeyr hazretleri, Sa'd bin Mu'az'a önce İslâmiyeti anlattı. İslâmiyetin esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur'ân-ı kerîmden bir miktar okudu. Okudukça, Sa’d bin Mu’âz'ın hâli değişiyor, kendinden geçiyordu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir tesir altında kaldı. Kendini tutamayıp; "Siz bu dîne girmek için ne yapıyorsunuz?" dedi. Mus’ab bin Umeyr (radıyallahü anh), hemen Kelime-i şehâdeti öğretti. O da; "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" diyerek müslüman oldu. Sa’d bin Mu’âz (radıyallahü anh) müslüman olmaktan duyduğu huzûr ve sevinçden yerinde duramıyordu. Derhal evine gidip, öğrendiği gibi gusül abdesti aldı. Sonra kavminin toplanmasını istedi. Üseyd bin Hudayr’ı yanına alıp, halkın bulunduğu yere vardı. Abdüleşhel oğullarına hitâben; "Ey Abdüleşhel oğulları! Siz beni nasıl tanırsınız?" dedi. Onlar hep bir ağızdan; "Sen bizim reîsimiz ve büyüğümüzsün, biz sana tâbiyiz!" diye cevap verdiler. Sa’d bin Mu’âz, onların bu sözleri üzerine; "O hâlde hepinize haber veriyorum. Ben müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahü teâlâya ve O'nun Resûlüne îmân etmenizi istiyorum. Eğer îmân etmezseniz, sizin hiç birinizle konuşup görüşmeyeceğim!..." dedi.
Abdüleşhel oğulları, reîsleri Sa’d bin Mu’âz'ın müslüman olduğunu ve kendilerini de İslâm'a dâvet ettiğini duyar duymaz, hep birlikte müslüman oldular. O gün akşama kadar Medîne semâlarını Kelime-i şehâdet ve tekbir sedâlarıyla çınlattılar. Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra, bütün Medîne halkı, Evs ve Hazrec kabîleleri İslâmiyeti kabûl ettiler. Her ev İslâm nûruyla aydınlandı. Sa’d bin Mu’âz ve Üseyd bin Hudayr radıyallahü anhüm, kabîlelerine âit bütün putları kırdılar. Bu durum sevgili Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem bildirilince, çok memnun oldular. Mekkeli müslümanlar sevinç içinde idiler. Bu sebeple o seneye (m. 621) senet-üs-sürûr (sevinç yılı) denildi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem efendimiz, Mut'im bin Adî'nin himâyesinde Mekke'ye geldi. İnsanları hak yola dâvet etmeye devam etti. Bu durum karşısında, müşrikler yine azıtıp eskisinden daha çok işkence ve zulüm yapmaya başladılar. Bunun üzerine cenâb-ı HakPeygamber efendimize, Kâbe'yi ziyâret mevsiminde, ziyârete gelen Arab kabîleleriyle görüşüp, onları İslâm'a dâvet etmesini emreyledi. Sevgili Peygamberimiz, bu emir üzerine, Mekke civarında kurulan Zülmecâz, Ukâz ve Mecenne panayırlarına giderek, kabîleleri, Allahü teâlânın birliğine ve O'na ibâdet etmeye dâvet eder, kendisinin peygamber olduğunu kabûl etmelerini söylerdi. Kabûl ettikleri takdirde, cenâb-ı Hakk'ın, onlara Cennet’i vereceğini bildirirdi. Peygamber efendimizin, yalvarırcasına yaptığı bu dâvetlere, ne yazık ki, hiç birisi kulak asmaz, bâzıları kaba davranır, hakârette bulunur, bâzıları da suratını asıp kötü sözler sarf ederdi. Kureyş müşrikleri de O'nu tâkib ederek gittikleri kabîleleri ifsâd ederlerdi.
İmâm-ı Ahmed, Beyhekî, Taberânî ve İbn-i İshak'ın bildirdiklerine göre, Rebîa bin Abbad şöyle rivâyet etti. "Genç idim. Babamla beraber Minâ’ya gitmiştik. Resûl aleyhisselâm, Arab kabîlelerinin kondukları yere varır; “Ey filan oğulları! Taptığınız şu putları atarak, Allahü teâlâya hiç bir ortak koşmadan ibâdet etmenizi, bana inanıp beni tasdik etmenizi, Hak teâlâ tarafından gönderilmiş olduğum vazifeyi açıklayıp yerine getirinceye kadar beni korumanızı size emreden Allahü teâlânın resûlüyüm!..." buyururdu. Peşi sıra giden şaşı gözlü, örgülü saçlı bir adam da; "Ey filan oğulları! Bu sizi, putlarımız Lât ve Uzzâ'ya tapmaktan men edip, kendisinin uydurduğu bir dîne dâvet ediyor!.. Sakınınız!.. O'nu dinlemeyiniz ve O'na itâat etmeyiniz!.." diyordu. Ben babama; "Bu zâtı tâkib eden kimdir?" diye sordum. "Amcası Ebû Leheb'dir" dedi.
Taberânî, Târık bin Abdullah'dan şöyle rivâyet elti: "Resûl aleyhisselâmı Zülmecâz panayırında görmüştüm. İnsanların duyması için, yüksek sesle; “Ey insanlar! “Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur)" deyiniz de kurtulunuz" buyurarak sesleniyordu. O'nu tâkib eden bir kimse de eline geçirdiği taşları ayaklarına atarak; "Ey cemâat! İnanmayınız!.. O'ndan sakınınız! Çünkü O yalancıdır!.." diyordu. Öyle ki, değen taşlar mübârek ayaklarını kanatmıştı da, O hâlâ yılmadan, yorulmadan dâvetine devam ediyordu. "Bu genç kimdir?" diye sordular. Birisi; "Abdülmuttalîb oğullarından bir gençtir" cevâbını verdi. "Taş atan kim?" diye sorduklarında; "Amcası Ebû Leheb" dedi.
İmâm-ı Buhârî "Târih-ul-Kebîr"inde ve Taberânî "Mu'cem-ül-Kebîr’inde zikr etti: "Müdrik bin Münib, babasından, o da dedesinden nakletti ve dedi ki: "Babamla Minâ’ya gelip konaklamıştık. Bir toplulukla karşılaştık. Bir kimse onlara; “Ey insanlar! “Lâ ilâhe illallah" deyiniz de kurtulunuz" buyuruyordu. Etrâfındaki insanlardan bâzıları O'nun, o güzel yüzüne tükürüyor, bâzıları başına toprak saçıyor, bâzıları da küfredip çeşitli hakâretlerde bulunuyordu. Bu hâl öğleye kadar devam etti. Bu sırada bir kız çocuğu elinde su kabı ile oraya geldi. O'nu o hâlde görünce ağlamaya başladı. O kimse, su içtikten sonra kıza dönüp; “Ey kızım! Baban hakkında; tuzağa düşürülüp öldürülecek, zillete uğrayacak diye korkma!" buyurdu "Bu kimse ve o kız kimdir?" diye sorduk. "Bu, Abdülmuttalîb oğullarından Muhammed'dir, yanındaki de kızı Zeyneb'dir (radıyallahü anhâ)" dediler."
Sa’îd bin Yahyâ bin Sa’îd, "El-Emevî Megâzî’sinde babasından nakletti. O da Ebû Naîm'den, Abdurrahmân Âmirî'den, o da bir çok kimseden rivâyet etti. Dediler ki; sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bir gün Ukâz panayırına gitti. Benî Âmir kabîlesine varıp, onlara; “Ey Benî Âmir! Sizde, size sığınan kimselere himâye nasıldır?" diye sordular. Onlar da; "Bize hiç kimse laf atamaz, habersiz ateşimizden ısınamaz!.." dediler. Peygamber efendimiz; “Ben, Allahü teâlânın resûlüyüm. Yanınıza geldiğim zaman, Rabbimin, bana verdiği peygamberlik vazifesini insanlara ulaştırıncaya kadar beni korur musunuz?" buyurdu. Onlar; "Sen, Kureyş'ten kimlerdensin?" diye sordular. Efendimiz: “Abdülmuttalîb oğullarındanım" buyurunca, onlar; "Mâdem ki, Abdülmuttalîb oğullarındansın, niçin onlar seni korumuyorlar?" dediler. Resûlullah efendimiz de; “Beni yalanlayanların önde geleni onlar oldular" buyurdu. Benî Âmir topluluğu dediler ki: "Ey Muhammed! Biz seni ne reddederiz, ne de getirdiklerine îmân ederiz. Ancak, sen, peygamberlik vazifeni insanlara ulaştırıncaya kadar seni koruruz." Bunun üzerine Peygamber efendimiz, onların yanına oturdu.
O sırada Benî Âmir'in ileri gelenlerinden Beyhara bin Fâris, panayırda alış verişini bitirip yanlarına geldiğinde, oradakilere, Peygamber efendimizi göstererek; "Bu kimdir?" diye sordu. Onlar da; "Muhammed bin Abdullah'dır" dediler. Beyhara; "Sizin O'nunla ne işiniz var ki, yanınıza oturttunuz?" deyince; "Bize sığındı, Allah'ın resûlü olduğunu söylüyor ve peygamberlik vazifesini insanlara tebliğ edinceye kadar, kendisini korumamızı istiyor" dediler. Bunun üzerine Beyhara, Peygamber efendimize dönüp; "Seni korumağa kalkmamız, bütün Arabların okuna göğsümüzü hedef tutmamız demektir" dedi ve kavmine de; "Yurtlarına, sizden daha kötü bir şeyle dönen bir kabîle yoktur. Demek siz, bütün Arablarla savaşacak, onların okuna vücûdunuzu hedef tutacaksınız ha!.. Eğer kavmi, O'nda bir hayır görseydi, önce kendileri korurdu. Siz, kavminin yalanlayıp yanlarından uzaklaştırdığı kimseyi barındırmaya, O'na yardım etmeye kalkıyorsunuz!.. Çok yanlış düşünüyorsunuz!..." dedi. Sonra sevgili Peygamberimize dönüp; "Derhal aramızdan ayrılıp kavmine dön!.. Yemîn ederim ki, kavmimin arasında olmasaydın, şimdi senin boynunu vururdum!.." demek bedbahtlığında bulundu. Bu sözler üzerine, Âlemlerin efendisi büyük bir üzüntü içerisinde devesine bindi. O küstah Beyhara, Resûlullah efendimizi devesinden düşürdü. Bu hâdiseyi gören Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) Dabââ binti Âmir isminde bir hanım feryâd edip; "Allahü teâlânın Habîbine, şu yapılanı nasıl revâ görüyorsunuz? Benim hatırım için Resûlullah'ı bunların elinden kurtaracak yok mudur?" diyerek akrabâlarına seslendi. Amcaoğullarından üç kişi, hemen bahtsız Beyhara'nın üzerine yürüdü. Beyhara'nın kavminden iki kişi ona yardım etmek istediyse de, diğerleri Beyhara'yı ve yardımcılarını hırpalayıp dövdüler. Bu durumu tâkibeden sevgili Peygamberimiz, kendisi için dövüşen o üç kimse için; “Yâ Rabbî! Bu kimselere bereketini ihsân eyle"; Beyhara ve yardımcıları için de: “Yâ Rabbî! Bunları da rahmetinden uzaklaştır" diye duâ ettiler. Hayır duâ buyurduğu kimseler, müslüman olmakla şereflenirken, diğerleri de kâfir olarak can verdiler. Benî Âmir kabîlesi mensupları, memleketlerine döndüklerinde, kabîlelerindeki, semâvî kitapları okumuş yaşlı bir kimseye, Mekke'de başlarından geçenleri anlattılar. O kimse, Peygamber efendimizin ismini duyunca; "Ey Benî Âmir! Siz ne yaptınız? İsmâil oğullarından hiç biri şimdiye kadar yalan yere peygamberlik davasında bulunmamıştır. Muhakkak ki, O'nun söylediği doğru ve hak idi. Kaçırılan bu fırsatı artık telâfî etmek çok zordur!.." diyerek onları kınadı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Müşrikler, sevgili Peygamberimizden pek çok mûcizeler gördükleri hâlde, inâdlarından îmân etmiyorlar, üstelik müslüman olan çocuklarına, kardeşlerine, akrabâ ve arkadaşlarına eziyet ve zulümden geri kalmıyorlardı. Onların gittikçe şiddetlenen bu zulüm ve işkencelerine, sevgili Peygamberimiz çok üzüldüler. Mekke yakınlarında bulunan Tâif’e giderek, halkını İslâm'a dâvet etmeyi düşündüler. Bu sebeple, yanlarına Zeyd bin Hârise'yi alıp Tâif’e vardılar. Tâif’in ileri gelenlerinden Amr'ın oğulları; Abd-i Yâlîl, Habîb ve Mes’ûd ile görüştüler. Onlara İslâm’ı anlatıp, Allahü teâlâya îmân etmelerini istediler. Onlar îmân etmedikleri gibi, hakârette bulundular, üstelik; "Allahü teâlâ peygamber göndermek için, senden başka kimse bulamadı mı? Allahü teâlâ senden başkasını peygamber göndermeye âciz mi? Memleketimizden çık git de, nereye istersen oraya git!.. Senin kavmin, söylediklerini kabûl etmedi de onun için buraya geldin değil mi? Yemîn ederiz ki, biz de senden uzak duracağız. Hiç bir isteğini kabûl etmeyeceğiz" dediler.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, onların yanından üzüntü ile ayrıldılar. Sekîf kabîlesini on gün veya bir ay İslâmiyete dâvet ettiler, fakat hiç biri îmân etmediği gibi, ayrıca alay ettiler, işkence yaptılar ve yuhaladılar. Çocukları ve gençleri, geçeceği yol kenarlarına dizerek taşa tuttular ve üzerine saldırttılar. Tâifli gençlerin attığı taşlara, hazret-i Zeyd, vücûdunu siper ederek Peygamberimize bir zarar gelmesini önlemeye çalışıyordu. Zeyd hazretleri, sevgili Peygamberimizin etrâfında dört dönüyor, taşların O'na değmemesi için çırpınıyordu. O'nun mübârek vücûduna bir zarar gelmesin diye kendisine gelen taşlara aldırmıyordu. Canını bu günlerde fedâ etmek için fırsat beklemiyor muydu? İşte, Âlemlerin efendisini taşlıyorlar, eziyet, işkence yaparak yurtlarından çıkarmaya çalışıyorlardı.
Hazret-i Zeyd, Peygamber efendimizi korumak için sağa-sola koşturdukça, taşlar; başına, vücûduna, ayaklarına birbiri peşinden değiyordu. Bu sebeple, hazret-i Zeyd'in her tarafı kan içinde kalmıştı. Sevgili Peygamberini korumak için varını yoğunu harcıyor, taş atan zâlimlere karşı âvâzı çıktığı kadar; "Yapmayın!.. Vurmayın!.. O âlemlerin efendisidir! Resûlullah'tır O!.. Benim vücûdumu parça parça yapın, fakat Peygamberime bir zarar gelmesin!" diye bağırıyordu. Zeyd bin Hârise’yi (radıyallahü anh) aşarak Resûlullah efendimize gelen taşlar, Efendimizin mübârek ayaklarını kan içinde bırakmıştı.
Sevgili Peygamberimiz, üzüntülü, yorgun ve yaralı bir hâlde, Utbe ve Şeybe ismindeki iki kardeşin bağına yaklaştılar. Orada, bütün mü’minlerin canlarını fedâ etmek istediği Resûlullah efendimiz, mübârek ayaklarından akan kanları sildiler. Abdest alıp, ağacın altında iki rekat namaz kıldılar. Sonra mübârek ellerini kaldırıp münâcâtta bulundular.
Bu hâli, bağ sâhipleri seyrediyordu. Resûlullah efendimizin başına gelenleri görmüşler, garibliğine şâhid olmuşlardı. Merhamet damarları harekete geldi. Addâs ismindeki köleleri ile üzüm gönderdiler. Sevgili Peygamberimiz, üzümü yerken Besmele çekti. Üzümü getiren köle hıristiyan idi. Besmeleyi işitince şaşırdı. "Yıllardır buralardayım, kimseden böyle bir söz duymadım. Bu nasıl kelâmdır?" diye sordu.
Resûlullah“Sen neredensin?" buyurdu. Addâs; "Nineveliyim" dedi. Resûlullah“Yûnus'un (aleyhisselâm) memleketinden imişsin" buyurdu. Addâs; "Sen Yûnus'u nerden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez" dedi. Resûlullah“O, benim kardeşimdir. O da, benim gibi peygamber idi" buyurdu.
Addâs; "Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sâhibi yalancı olamaz. Ben inandım ki, sen Allah'ın Resûlüsün" dedi. Müslüman oldu; "Yâ Resûllallah! Yıllardır bu zâlimlere, bu yalancılara kölelik ettim. Herkesin hakkını yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyâlık toplamak ve şehvetlerini tatmin için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gitmek, size hizmetle şereflenmek, câhillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mübârek vücûdunuzu korumak için fedâ olmak istiyorum" dedi.
Resûlullah efendimiz, tebessüm ederek; “Şimdi efendilerinin yanında kal! Az zaman sonra, adımı her yerde işitirsin. O zaman bana gel" buyurdu. Bir müddet istirâhat edip, Mekke'ye yürüdüler. Mekke'ye iki konaklık bir mesâfe kaldığında, bir bulutun kendilerini gölgelemekte olduğunu gördüler. Dikkatle baktıklarında. Cebrâil aleyhisselâm olduğunu anladılar. Bu hâdiseyi sevgili Peygamberimiz, Âişe-i Sıddîka vâlidemize (radıyallahü anhâ) anlatmışlardı.
"Sahîh-i Buhârî"de ve Ahmed bin Hanbel'in "Müsned’inde bildirildi ki: Bir gün Hazret-i Âişe vâlidemiz; "Yâ Resûlallah! Senin başından Uhud gününden daha ızdıraplı bir gün geçti mi?" diye sormuştu da, Resûlullah efendimiz şöyle cevap vermişti: “Vallahi senin kavminden öyle cefâ çektim ki, Uhud Gazâsı’nda bulunan kâfirlerden onu çekmedim. İbn-i Abd-i Yâlîl bin Abd-i Külâl'e nefsimi arz ettiğimde (yani nübüvvetimi bildirip onu dîne dâvet ettiğimde) kabûl etmedi. Yanlarından öyle büyük bir ızdırapla ayrıldım ki, tâ Karn-ı Seâlib denilen yere varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı yukarı kaldırdım. Bir bulutun üzerime gölgesini saldığını gördüm. Baktım ki, bulutun içinde Cebrâil (aleyhisselâm) duruyor. Bana nidâ edip dedi ki: “Yâ MuhammedHak teâlâ hazretleri, kavminin senin hakkındaki sözlerini işitti. Seni korumak istemediklerine de vâkıf oldu. Sana, dağlara me’mûr olan şu meleği gönderdi ki, ne istersen ona emredersin." O melek de bana nidâ edip selam verdikten sonra; “Yâ MuhammedHak teâlâ hazretleri, Cibrîl'in dediği gibi, dağların meleği olan beni sana gönderdi ki, ne istersen bana emredesin. Emrine âmâdeyim. Eğer şu iki yalçın dağın (Kuaykıan Dağı ile Ebû Kubeys Dağı’nın) Mekkeliler üzerine kapanırcasına birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri tamâmiyle ezmesini) istiyorsan, emret kavuşturayım!" dedi. Ben râzı olmadım ve dedim ki: "(Hayır! Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim.) Allahü teâlânın bu müşriklerin sulbünden, yalnız cenâb-ı Hakk'a ibâdet eden ve Allahü telaya hiç bir şeyi ortak koşmayan bir nesil meydana çıkarması için duâ ederim."
Peygamber efendimiz Tâif’den Mekke'ye dönerken, Nahle mevkîinde birazcık istirâhat buyurdular. Bir ara namaza durmuşlardı. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken, sevgili Peygamberimizin okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetlerini duyunca, durup dinlediler. Sonra Peygamber efendimizle görüşüp müslüman oldular. Peygamber efendimiz onlara; “Kavminize varınca, benim îmâna dâvetimi onlara da söyleyin. Onları da îmâna dâvet edin" buyurdu. O cinnîler, kavimlerine gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde Cin sûresinde ve "Buhârî" ve "Müslim" adındaki meşhûr hadîs-i şerîf kitaplarında bildirilmektedir. Bu hâdiseden sonra Mekke'ye yürüdüler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget