Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Kâinatın Efendisine risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve dünyanın mânevî çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o zaman Re­sû­lul­lah’ın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!
Milâdî altıncı asır sonları...
Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbusu­nun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle çalıştığı bir asır­dır. O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır:
Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin v.s…
Bütün bu devletlerde;

Doğru Bir İnanç Sistemi Mevcut Değildi

İnançsızlığın veya yanlış inancın ruh ve vicdan ızdırabı içinde kıvranan zamanın insanları, adeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar durumuna gelmişlerdi.
Kâinatın Yaratıcısı Yüce Allah’a iman ve ibadet yerine, kâinatta cereyan eden hadiselere ve Yüce Kudret’in eseri olan eş­yaya tapılmakta idi. Yıldızlara, ateşe, kupkuru ve ruhsuz taş ve tahtalara zavallı insanlık “İlâh!” diye secde ediyordu.
Ruh ve vicdanlar, tek Allah’a imandan mahrum karanlıklara gömülü bu­lunduklarından “Her şey, İlâhî Kudret’in eseridir” denilmiyor ve dolayısıyla dev­rin insanları tarafından kâinat manasız, abes ve gayesiz mütalâa edili­yor­du! İman, irfan ve basîretten mahrum bu zavallılar, bir harfin, bir kelime­nin, bir kitabın müellifsiz vücud bulmayacağını biliyorlardı da, içinde bin bir türlü esrar ve hikmeti muhafaza eden Kâinat Kitabını sahipsiz ve manasız ka­bul edecek kadar düşünceden mahrum bir perişanlık içinde kıvranıp duru­yorlardı.
Bu içler acısı vaziyetiyle bütün dünyanın, tevhid inancını, Allah’ın varlık ve birliğine inanmayı insanlığa takdim edecek, gönülleri şirk, küfür ve dalâlet ki­rinden temizleyecek bir peygambere ihtiyacı vardı ve onu bekliyordu!

İnsanlar, Sınıflara Ayrılmışlardı

İlâhî ölçüden mahrum insanlık, zengin-fakir, kuvvetli-zayıf, avam-havas, efendi-köle diye birçok sınıfa ayrılmış durumda bulunuyordu. Zengin ile fakir, halk ile devlet ricâli arasında korkunç bir kopukluk ve uçurum vardı!
Sınıflar arası hava oldukça gergindi. Üst tabakadakilerin zulüm ve tahak­kü­mü sebebiyle alt sınıflar her an patlamaya hazır bir barut fıçısını andırı­yordu. Misâl olsun diye o günkü İran’ın durumuna beraberce bir göz atalım: “Birçok ibtidaî kavimde olduğu gibi, İranlılar da birbirinden tamamen ayrılmış ve ilk üçü en aşağı tabakada olan, dördüncüsünden bütünüyle kopmuş dört sınıfa [kasta] ayrılmıştı. En yüksek olan üç sınıf, münhasıran Magi kabi­lesinden alı­nan ve bu itibarla Magiped veya Möbed denilen rahipler ve hâkim­ler, cengâ­verler ve resmî memurlardı. Rençber ve san’at sahiplerinden mürek­kep kısım da dördüncü sınıfı teşkil ediyordu. Sözde halk denilen zümre ise, hür şehirler­den ve toprağa bağlı esir ve kölelerden [serf­lerden] mürekkepti ve bu sonuncu­ların vazifeleri, hiçbir mükâfat ve ücret karşılığı olmaksızın tarla­larda veya or­duda çalışmaktı. Bunlar tamamıyla kendi hallerine terk edilmiş, aşılmaz mani­alarla ayrılmış oldukları —mal ve mülkünden serbetçe faydala­nan— dehkan­lı­ğa, yani şehirliliğe bile yükselmeyi ümit edemezlerdi.”[1]
Doğu Roma İmparatorluğu’nun hali daha da acıklı ve ibretli idi: “Halk, ken­diliğinden birçok tâlî sınıfa ayrılmıştı. Bunlar: 1) Ne orduya alınan ve ne de herhangi bir çeşit ticarete girişebilen toprak sahiplerinden mürekkep Curule [Kürül] denilen sınıf, 2) İran’daki benzerleri gibi, toprak sahibi olmayan, nüfus vergisi veren, babadan oğula intikal eden muhtelif loncalara bağlı Haraçgüzar [vergi veren] halk, 3) Askerî sınıftı. Bu konu üzerinde bir yazarın dediği gibi, ‘toprağı eken çiftçiler, saray halkını doyuran ve giydiren birer âletten başka bir şey değildi.’”[2]
Ortadoğu’nun hatırı sayılır bir tarihçisi olan Finlay, Doğu Roma’nın [Bi­zans’ın] o zamanki perişan durumunu, bakınız, nasıl hülâsa eder: “Jüstinyen’in ölümü (528-565) ile Muhammed’in (a.s.m.) doğumu arasında geçen zaman zar­fında olduğu gibi, belki tarihin hiçbir devrinde ahlâkı bu dereceye kadar bo­zulmuş bir cemiyet ve o cemiyette Yunanlılar ve Romalılar kadar irade ve fa­ziletten mahrum milletler görülmüş değildir.”[3]
Avrupa’da halk aristokratların, şövalyelerin, kilise adamlarının zâlim elin­de, kralların, barbarların şefkatsiz pençeleri arasında ruhsuz bir eşyadan, dilsiz bir hayvandan farksızdır. İs­tenildiği zaman alınır, arzu edildiği zaman da satı­lırlardı. İtiraza hiçbir hakları yoktu. Satılanlar köle durumuna girerdi. Köle ol­masa bile, efendisinin dizi dibinden ayrılma güç ve kuvvetinin sahibi bulun­mayan birer hizmetçi olurlardı. Hiç kimse, efendisini beğenmemek hak­kına sahip olmadığı gibi, efendisini seçmek yetkisine de mâlik değildi. Sadece şu vardı: Bazı barbar memleketlerde hizmetçi, ilk efendisine muayyen bir kurtu­luş akçesi vermek suretiyle bir başka kapıya kendisini atabiliyordu. Bu, onlar için haliyle büyük bir lütuftu!
Hülâsa, Arabistan Yarımadası’nın dışındaki diğer bütün devletlerde de, in­sanlar birbirlerine kinle, nefretle, vahşetle bakan sınıflara ayrılmışlardı! Bu pe­rişan durumda bulunan dünyanın, insanın yeryüzünde Allah’ın en kıymetli mahlûku olduğunu, insanların tek babadan geldiklerini ve dolayısıyla bir tara­ğın dişleri gibi hepsinin belli haklara aynı nisbette sahip olma hürriyetini do­ğuştan be­raberinde getirdiğini ilan edecek, insanlar arasındaki kin, nefret ve düşmanlığı sevgiye, saygıya ve dostluğa döndürecek büyük bir peygambere ihtiyacı vardı! Hal diliyle, adeta bu büyük peygamberin bir an evvel gelmesi için yalvarıyor, yakarıyordu!

Kölelik, Bir Müessese Olarak Mevcuttu

İnsan, mükerrem ve muhteremdir. Bunu takdir edebilmek ise, ancak gerçek bir iman sâyesinde mümkündür.
Gönülleri bu imanın şerefinden mahrum bulunan o dev­rin insan­ları, elbette insana hürmetin, insanın yeryüzünde en müker­rem varlık olduğunun şuurun­dan uzak bulunacaklardı ve hemcinslerini parayla alıp satabilecek kadar vah­şîleşeceklerdi.
“Köle” diye adlandırılan zavallı insanlar, pazarlarda basit bir mal alıp sat­mak gibi, açık artırmayla satılıyordu! Efendi, kölesine her türlü hakareti, zul­mü yapma ve her türlü işte çalıştırma yetkisine eksiksiz sahipti!
Bu derin vahşete ve kadirbilmezliğe son verecek birine, insanlık âleminin şiddetle ihtiyacı vardı. Bir güneş gibi şefkat ışığını hiç kimseden esirgemeyecek bir rehbere insanlık muhtaçtı.

Mezhep Kavgaları Sürüp Gitmekteydi

Hıristiyan devletlerde, Hz. İsa’nın tebliğ ve telkin ettiği “tev­hid” akîdesi, ye­rini bâtıl “teslis” inancına bırakmıştı.
Papazlar, Hz. İsa’nın tebliğ ve telkin ettiği din yerine, apayrı bir din mey­da­na getirmişlerdi.
Diğer devletlerde de olmakla birlikte, hususan Doğu Roma İmparator­lu­ğu’nda din adına akıl almaz zulüm ve işkencelere başvuruluyordu. Misâl ol­sun diye tarihçiler, Patrisiyen Fokas’­ın, Hıristiyanlığa zorla döndürülmekten kurtulmak için kendisini zehirlemiş olduğu hadisesini ibret nazarlarına su­narlar.[4]
İran’da hâkim olan Mazdeizm dininden dönenler veya bu dine ihanet eden­ler ölüm cezasına merhametsizce çarp­tırılıyorlardı. Göz çıkarma, çarmıha ger­me, taşa göm­me, aç susuz bırakarak ölüme terk etme, alışılagelmiş ölüm şekil­leri arasında yer alıyordu.
Konfüçyüs’le Çin, medeniyette ilerlemişken, Saadet Güneşinin parlaması arefesinde en karışık günlerini yaşıyor, yıkılmayla karşı karşıya bulunuyordu. Kardeş kavgaları, dinmek bilmez bir hal almış­tı. Mezhep ayrılıkları yüzünden halk birbiriyle boğaz boğaza kavga halindeydi.
Habeşistan, İslam’ın zuhuru sırasında, kardeş kavgalarıyla için için kaynı­yordu.

Ahlâksızlık Kol Gezmekteydi

Allah’a imanın verdiği hayâ ve korkudan mahrum, faziletten nasipsiz in­sanlık, her türlü ahlâk dışı davranışta, haysiyet ve namusları ayaklar altına alı­cı âdi hareketlerde serbetçe bulunuyordu.
Kumar, içki, zevk ve sefâ âlemleri, günlük işler arasında yer alıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öldürme, zina, gasp ve baskın olayları, insanlık denilen kutsî ve ulvî manayı adeta yeryüzünden silip süpürmüştü.
İşte, tek bir misâli:
Bizans İmparatorluğu’nda ahlâk öylesine silinmiş, öylesine ölü bir unsur haline gelmişti ki bizzat Konstantiniyye Patriği, İmparatorun, kendi öz yeğe­niyle evlenmesinde nikâhını kıyıyordu.[5]
Kadın, alınır satılır basit bir metadan öteye geçmiyordu.
Evet, Milât’tan sonra altıncı asır sonları, yedinci asrın başları, işte böylesine bir vahşet, inkâr, şirk, cehalet ve zulüm asrı durumundaydı. Her türlü anarşi, inançsızlık, sapık inanç çeşitleri, sefahetin her türlüsü, en yoğun bir tarzda bu asırda hükmünü icra ediyordu.
İnsanların yaratılışından bu yana dünya belki böylesine bir sapıklığa, ah­lâksızlığa, vahşet ve dehşete şahit ve sahne olmamıştı!
Mânevî rehberden mahrum insanlık, avare su gibi taştan taşa başını vuru­yor, her vuruşta kalp, ruh, vicdan ve haysiyetinden bir şeyler kaybediyordu. Çaldığı bütün beşerî kapılar, derdine çare olamayacaklarını söylüyor ve yü­züne kapatılıyordu.
Gerçek yaratıcı Yüce Allah’ı bilmemiş, tanımamış ve O’nun peygamberleri vasıtasıyla çizdiği aslî gayeyi bulamamış yeryüzü insanları, adeta birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Her an başkasını yutmaya hazır canavarlar misâli, yeryüzünü saldırganlıkları, zâlimlikleri, vurup öldürmeleriyle kana bulamış­lar, her tarafta anar­şi ve huzursuzluk rüzgârını estiriyorlardı!
İnsanlık yetim kalmıştı. Kâinat yaslıydı. Yeryüzü bir mâ­tem meydanını an­dırıyordu. Herkes birbirine düşman, her şey manasız, ruhsuz, gayesiz telâkki ediliyordu!
Gerçek rehberinden yoksun insanlığın vâveylâları arşı çınlatıyor, kâinat zer­resiyle, güneşiyle insanlığın bu acı haline adeta ağlıyordu!
Hülâsa, bütün dünyayı kesif bir şirk, cehil, küfür, zulüm ve ahlâksızlık bu­lutu kaplamış bulunuyordu.
Bunun taptaze, mânevî bir güneşin gözler, ruhlar, vicdanlar kamaştıran eş­siz ışıklarıyla bir kere daha yırtılması, dünyanın bir kere daha aydınlığa ka­vuşması gerekiyordu!
O Saadet Güneşi, bütün haşmetiyle insanlık ufkunda doğmalıydı ki insanlı­ğın yüzü gülsün. Kâinat zerresiyle, güneşiyle, dağıyla, taşıyla, insanıyla, hay­vanıyla manasız, abes ve gayesiz telâkki edilmekten kurtulsun. Her şeyin ya­zılmış ve ibret nazarlarına arz edilmiş, Allah’ın birer mektubu olduğu bilinsin, idrak edilsin. İnançsızlığın yerini tertemiz iman, zulmün yerini adalet, huzur­suzluğun yerini huzur, cehaletin yerini ilim, ızdı­rabın yerini saadet alsın. İna­nan herkes dost ve kardeş olsun. Kâinatın hiddeti sevince dönsün. Yıldızlar gülsün, zerreler cezbeye tutulmuş mevlevî gibi raksa gelsin. Güneşle ay, yerle gök, aşk ve şevk içinde memuriyetlerine devam etsin.
İnsan da, yaratılışının, yokluk karanlıklarında varlık âlemine misafir edil­miş olmanın asıl hikmet ve gayesinin, Cenab-ı Hakk’ı tanımak ve O’na iman edip, ibadet etmek olduğunu bilsin. Böylece, hakikî huzur ve gerçek saadete kavuşmuş olsun!

_______________________________________________________________________

[1] Prof. Harun Han Şirvanî, İslam’da Siyasî Düşünce ve İdare, Terc.: Kemâl Kuşçu, s. 8.
[2] Prof. Harun Han Şirvanî, a.g.e., s. 10.
[3] Prof. Harun Han Şirvanî, a.g.e., s. 11.
[4] Prof. Harun Han Şirvanî, a.g.e., s. 11.
[5] Prof. Harun Han Şirvanî, a.g.e., s. 11.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kâinatın Efendisi 35 yaşında idi.
Bu sırada Ku­reyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira, yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, ya­pı itibarıyla pek sağlam olmayan bu mâbedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bu­lunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binayı adeta harab bir hale getirmişti.
Son olarak gelen büyük bir sel, Kâbe’yi bütün bütün sarsmış ve duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı.
Bu arada, bir hadise daha oldu: Kadının biri Harem’de ateş yaktı. Ateşin ko­rundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe’nin örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına se­bep oldu.
Bütün bunların üzerine bir de Kâbe’nin içinde bulunan bir definenin çalın­ması eklenince, Mekkeliler, artık verdikleri ka­rarı bir an evvel gerçekleştirme gayretine girdiler.[1]

İnşaat Malzemesi Yüklü Gemi

Ku­reyşliler, Kâbe’yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp, iştişâre edi­yorlardı.
Bu sırada, Cidde’ye gitmek üzere Mısır’dan yola çıkmış bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu.
Bunu haber alan Ku­reyş, olay yerine bir heyet gönderdi. Ge­minin yükü, yumuşak aktaş, tahta, direk ve demir idi. Bunlar, Ku­reyş’in arayıp da bulama­dıkları şeylerdi!
Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun yanında, gemideki tüccara, Mekke’ye serbestçe girebilme ve mallarını gümrüksüz sata­bilme garantisi de verdiler. Hâlbuki, daha evvel Mekkeliler, şehirde ticaret eş­yası satanlardan öşür alırlardı.
Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir mimar da bulunuyordu. Kâbe yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mimarla da anlaştılar.
Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kâbe’nin mimarlığı­nı Bizanslı Bâkûm, marangozluğunu ise Mekke’de oturan Kıbtî bir usta yapa­caktı.[2]

Duvarların Taksimi

Kâbe duvarlarının taşlarla örülmesi işi, kur’ayla kabileler arasında dörde taksim edildi. Buna göre, Abdi Menaf ile Zühreoğullarına Kâbe’nin Şam cephe­si (Hatiym, Hıcır tarafı); Şehm, Cehm (Cü­mah) ve Amiroğulları payına Kâ­be’nin Yemen köşesi ile Ha­ce­rü’l-Esved köşesi arası; Mah­zum ve Teymoğulla­rı­na ise, Safâ ile Ecyad’a bitişik olan Ye­men cephesi düştü.[3]

Mekke’nin Sarsılması

Her kabile, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hz. İbrahim’in attığı temele ka­dar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve sırtı gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı!
Niyetleri, daha da aşağı inmekti. Ne var ki buna muvaffak olamadılar. İçle­rinden biri bu yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi Mekke’nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, kazdıklarıyla iktifa etti­ler.[4]

Kabileler Arasında Anlaşmazlık Çıkması

Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü’l-Esved’in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her kabile, kendisini diğer kabilelerden bu hususta daha lâyık görüyordu. Kabile taassubunun bü­tün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda, hangi kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi? İş kızıştı, tartışma ve münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki birbirleriyle vuruşacaklarına dair yemin bile ettiler.[5]
Ortalığı bir kargaşalık kaplamıştı. Her an çarpışma bekleniyordu. Çarpışma vuku bulursa, çok kişi hayatını kaybedebilir, çok mal telef olabilirdi!
Bu duruma bir çare bulmak gerekiyordu!
Dört beş gün, Kâbe’nin duvarlarına tek taş koymadan, Ku­reyş kabileleri bekleyip durdular! Sonra tekrar Mescid-i Haram’da toplandılar, birbirleriyle ko­nuştular, tartıştılar.
Bu arada, kabileleri uzlaşmaya davet edenler de vardı.

Uzlaşmayı Sağlayan Teklif!

Kanlı bir hadisenin kopması her an beklenirken, Ku­reyş’in en yaşlılarından Ebû Ümeyye diye bilinen Huzeyfe b. Muğîre, ortaya atıldı ve taraflara şu tekli­fi sundu:
“Ey Ku­reyşliler! Anlaşamadığınız şu işte, mâbedin şu kapısından (Benî Şey­be Kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın; o kimse bu işi bir neticeye bağlasın!”[6]
Ebû Ümeyye’nin beklenmedik bu teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gör­dü.

“Muhammedü’l-Emin” Geliyor!

Artık bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı!
Acaba kim çıkacaktı ve kabilelerin anlaşmazlığına nasıl bir çareyle son vere­cekti? Hiçbir kabilenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti?
Merak dolu bakışlar, mescidin mezkûr kapısını dikkatle süzmekte idi.
Kapıdan bir zât belirdi!
Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zâtı derhal tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar: “El-Emin o! Muhammed o! Onun aramızda vereceği hükme râzıyız!”[7]
Evet, gelen Muhammedü’l-Emin’di (a.s.m.). Herkesin iti­madını kazanmış olan dürüst insandı.
Bu sebeple, merak dolu bakışlar, birden sevinç bakışlarına döndü. Çünkü âdil karar vereceğinden hepsi tereddütsüz emindi.
Evet, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, elbette tesadüfî değildi. Vereceği hükümle onlara, peygamberliğinden önce de, isabetli görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.
Ku­reyş, durumu kendilerine anlattı.
Kalbi gibi zihni de tertemizdi Efendimizin... İsabetli ka­ra­rı vermekte gecik­medi ve şu emri verdi:
“Hemen bana bir örtü getiriniz!”
Ânında getirdiler. Bir rivayete göre bu Velid b. Mu­ğî­re’­nin elbisesiydi. Di­ğer bir rivayete göre ise, Efendimiz, bizzat kendi ridâsını bu işte kullandı.[8]
Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi.
Küçük büyük herkesin dikkatli bakışları, Efendimizin üzerinde toplanmıştı. O örtüyle ne yapacaktı?
Merakları fazla sürmedi ve Sevgili Pey­gam­be­ri­miz, Hace­rü’l-Esved’i bu ör­tünün ortasına koydu; sonra da, “Her kabileden bir kişi bunun birer köşe­sinden tutsun” diye emretti.
Öyle yaptılar. Hacerü’l-Esved’i örtüyle, konulacak yere kadar kaldırdılar.
...Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, bizzat Hacerü’l-Esved’i kendi eliyle yerine koyarak, bu şerefe nâil oldu!
Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.[9]
Böylece, Allah Resûlü, İlâhî mevhibenin bir eseri olan isabetli kararıyla, ka­bileler arasında büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu.
Bu kararıyla Sevgili Pey­gam­be­ri­miz, kendisinden çok daha yaşlı ve haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görüşe, daha kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulunduğunu, aynı zamanda İlâhî bir kuvvetle teyit edildiğini ortaya koymuş oluyordu!
İbni Abbas Hazretlerinin bir rivayetine göre, Efendimizin, Hace­rü’l-Es­ved’i[10]yerine koyduğu gün, Pazartesi günü idi.[11]

PEYGAMBERİMİZİN, HZ. ALİ’Yİ YANINA ALMASI

Efendiler Efendisi otuz altı yaşında.
Milâdî 607 senesi.
Mekke’de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Çoğu aile, geçim sı­kıntısından perişan bir durumda idi.
Geçim sıkıntısı içinde bulunan ailelerden biri de,Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in ailesiydi.
Efendiler Efendisinin kalbi, şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki... Zâtına yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen kadîrşinaslık­ları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu! Böylesi güzel ve eşsiz bir mizaca sa­hip bulunuyordu!
İşte, şimdi geçim sıkıntısı çeken biri vardı. Kendisine elinden ge­len yardımı esirgemeyen biri. Çocukluğundan beri, şefkatli kanatları arasında büyüdüğü biri: Ebû Tâ­lib...
Amcası geçim sıkıntısı içindeyken, o nasıl rahat edebilir ve nasıl yardımına koşmazdı?
Derhal harekete geçti. Hali vakti yerinde olan diğer am­cası Hz. Abbas’a koş­tu, durumu kendisine arz etti. Sıkıntı içinde kıvranan Ebû Tâlib’e yardım el­le­rini uzatmaları, yükünü bir nebze de olsa hafifletmeleri gerektiğini anlattı.
Hz. Abbas, Efendimizin bu davetini memmuniyetle kar­şıladı ve birlikte Ebû Tâlib’e vardılar.
Maksatları, Ebû Tâlib’in evindeki kalabalığı biraz azalt­mak, hiç olmazsa birka­çının nafaka yükünü omuzun­dan kal­dırmaktı!
Maksatlarını Ebû Tâlib’e açınca, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda Efendimiz ismini bizzat koyduğu Hz. Ali’yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer’i himâye­sine aldı.[12]
O sırada Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu yaşta, “Gü­zel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuran Resûl-i Kibriya’nın himâ­yesine girmesi, Hz. Ali için eşsiz bir mazhariyetti. Bu yaşından itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, davet edildiğinde ise, derhal iman edecektir! Bu imanı sırasında dokuz on yaşlarında bulunan Hz. Ali, aynı zamanda “ilk Müs­lüman çocuk” şerefini de kazanmış olacaktır.[13]



______________________________________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 205; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 145; Taberî, Tarih, c. 2, s. 198.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 205; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 145.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 207; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 1, s. 200.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 207-208; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 209; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. ?
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 99.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209-210; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 2, s. 201.
[10] Renginin siyah olması sebebiyle “Hacerü’l-Esved (Siyah Taş)” diye adlandırılmış bulunan bu mü­barek taş, Kâbe’nin şark köşesinde olup yerden bir buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yere yerleştirilmiş, üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkildir. Etrafı gümüş bir halkayla çevrilidir. Bir başka ismi “Ruhü’l-Esved”dir.
Bu mübarek taş, semâvî bir taş olup, Hz. İbrahim’e (a.s.) Hz. Cebrail tarafından getirilmiştir. Kâbe duvarına yerleştirilmeden evvel, Ebû Kubeys dağında muhâfaza edilmekteydi. Bir rivâ­yete göre, Peygamber Efendimizin “Ben peygamber gönderilmeden evvel, Mekke’de bana se­lam ve­ren taşı, hâlâ biliyor ve tanıyorum!” ifadelerinin işaret ettiği taş, bu Hacerü’l-Esved’dir.
Bir gün, bu taşa yaklaşıp öpen Hz. Ömer, şöyle demişti:
“Çok iyi bilirim ki sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parçasısın! Eğer Re­sû­lul­lah’ın seni takbil ettiğini (öptüğünü) görmeseydim asla seni takbil etmezdim!”
[11] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 129.
[12] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 263.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 262; Taberî, Tarih, c. 2, s. 213.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Zeyd b. Hârise, Kelb kabilesine mensuptu. Henüz sekiz yaşlarında küçük bir çocuk iken, annesiyle beraber gittiği akrabalarının yanında, bir başka kabi­lenin baskını sırasında esir alın­mıştı. Esirler pazarından da, Hz. Hatice’nin ye­ğeni Hâkim b. Hi­zan tarafından dört yüz dirheme satın alınıp Mekke’ye geti­rilmişti.[1]Hz. Hatice, Zeyd’i yeğeninden almış ve evinde barındırıyordu.
Bu sırada Efendimiz, Hz. Hatice’yle evli bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem, bu küçük çocuğu sevmişti. Bu sebeple, Hz. Hatice’den onu kendisine bağışlamasını istedi. Muhterem zevceleri, Pey­gam­be­ri­mizin bu arzu­sunu yerine getirdi.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, onu alır almaz azat etti.[2]
Her zaman hürriyeti benimseyen ve seven bir büyük insandı o... Her ya­şında insanlara, onların vazgeçilmez hak ve hürriyetlerine son derece hürmet­kâr ve riayetkârdı. Fani hayatının son ânına kadar bu eşsiz ulvî duygusu ve hasleti her zaman ke­mâl derecesinde tecelli edecektir!
Zeyd, belirttiğimiz gibi, henüz küçük bir çocuktu.
Ebeveyni, onun nereye götürüldüğünü, kime satıldığını bil­mi­yor­du. Harise ailesi, çocukları için her gün gözyaşı döküyordu.
Babası Harise, evde duramaz olmuştu. Diyar diyar dolaşıyor, sormadık ka­bi­le ve uğramadık yurt bırakmıyordu. Biricik oğlu Zeyd için şiirler söylene söy­lene geziyordu.
Küçük Zeyd ise, sanki anne babasını unutuvermişti. Mesut ailenin saadeti onun da yüksek ruhunu olanca gücüyle sarmış ve adeta onun ayrılmaz bir par­çası haline gelmişti. Rahatı yerindeydi, Kâinatın Efendisiyle kaynaşmıştı. Onun şefkatli kanatları arasında mesuttu, sevinçli ve huzurlu idi.

Zeyd’in Yeri Tespit Edildi!

Günün birinde Kelb kabilesinden birkaç kişi, Kâbe’yi ziyarete geldi. Bu ara­da, Zeyd’i gördüler ve kendisiyle sohbet edince de tanıdılar.
Babasının, annesinin durmadan kendisi için gözyaşı döktüklerini, hasretiyle yanıp tutuştuklarını Zeyd’e anlattılar.
Fakat Zeyd, gayet sâkin ve rahat idi. Anne şefkati ve baba sevgisinden daha ulvî ve kutsî şeylere mazhar olmanın gönül rahatlığı içinde, onlara cevabı şu oldu:
“Annemin babamın benim için gözyaşı döktüklerini biliyorum. Sadece siz­den, şu söyleyeceklerimin onlara ulaştırılmasını istiyorum:
“‘Ben, her ne kadar uzaklarda bulunuyor isem de, kavmimle haber gönder­dim ki hac merasimi yapılan belli yerler yanındaki Beytullah’ta oturuyor, hiz­met ediyorum. Artık aradığınızı elde etmek için son gücünüzü harcamaktan, uzun uzun yollar katet­mek­ten, develeri yeryüzünde koşturup durmaktan vaz­geçin! Allah’a hamdederim ki ben şimdi, öyle hayırlı, öyle şerefli bir aile içinde bu­lu­nu­yo­rum ki Maad’ın sulbünden —uludan uluya geçerek gelmiş olan— en şerefliler, bu ailedendir!’”[3]
Bu haberi alan Harise, kardeşi Kâ’b’la birlikte yanına fazla miktarda akçe de alarak Zeyd’i kurtarmak için derhal Mekke’ye geldi. Sorup soruşturup Resûl-i Ekrem Efendimizi buldu ve “Ey Ku­reyş Kavminin Efendisi, efendisinin oğlu! Siz, Harem halkı ve Harem-i Şerif’in komşususunuz! Beytullah’ın yanında esir­lerin esaret bağlarını çözer ve karınlarını doyurursunuz!” diye konuştuktan sonra, asıl maksadını şöyle arz etti:
“Yanında bulunan oğlumuz için sana geldik. Sen bizi memnun ve râzı ede­cek bir fidye-i necat [kurtuluş akçesi] iste; biz sana onu verelim, oğlumuzu ser­best bırak!”
Nebiyy-i Ekrem, “Oğlunuz kimdir?” diye sordu.
“Zeyd b. Hârise...” dediler.
Pey­gam­be­ri­miz, “Bundan başka bir istediğiniz var mı?” dedi.
Onlar, “Hayır, başka isteğimiz yok” cevabını verdiler.
Bunun üzerine, Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Zeyd’i çağırın! Dilediğini yap­makta serbest bırakın! Eğer, sizi tercih ederse fidye-i necat almaksızın o sizin­dir, alın götürün; yok, eğer be­ni tercih ederse vallahi ben, beni tercih edene, kimseyi tercih et­mem!”[4]diye konuştu.
Harise ve kardeşi, Efendimizin bu konuşmasından memnun oldular ve “Sen” dediler. “Bize karşı çok insaflı davrandın!”
Huzura gelen Zeyd’e Efendimiz, “Şunları tanıyor musun?” diye sordu.
Zeyd, “Evet, tanıyorum” dedi.
Pey­gam­be­ri­miz tekrar, “Kimdir onlar?” dedi.
Zeyd, “Bu babamdır, şu da amcamdır” cevabını verdi.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Zeyd’e, “Sen, benim kim olduğumu öğrendin. Sana olan şefkat ve sevgimi de gördün. O halde ya beni tercih et, ya­nımda kal; ya onları tercih et, git” diyerek, onu tercihinde serbest bıraktı.
Zeyd’in cevabı şu oldu:
“Ben hiçbir kimseyi sana tercih etmem! Sen, benim için an­ne ve baba ma­kamındasın!”
Oğlunun bu cevabı karşısında şaşıran ve sarsılan baba Harise hiddetle, “Ya­zık­lar olsun sana!” dedi. “Demek ki sen kö­leliği; hürriyete, anne babana, amca­na ve ev halkına tercih edi­yorsun!”
Fakat Zeyd, babasıyla aynı kanaatte değildi. “Babacığım!” dedi. “Ben, bu zât­tan öyle şeyler gördüm ki kendisine hiçbir zaman bir kimseyi tercih ede­mem!”[5]
Küçük Zeyd böylece Resûl-i Ekrem Efendimize olan sa­dâkat ve bağlılığını is­patlamıştı. Kader, ona nurlu ve parlak bir istikbâl hazırlıyordu. Bu hali, onun ilk müjdesiydi.

Efendimizin, Zeyd’i Evlat Edinmesi!

Peygamber Efendimiz, Zeyd’e bu eşsiz bağlılığın mükâfatını ver­mede ge­cikmedi. Hemen elinden tutarak, onu Ku­reyş’in oturduğu Hıcır mahalline gö­türdü ve halka şöyle hitap etti:
“Ey hazır bulunanlar! Şahit olunuz ki bundan böyle Zeyd, benim oğlum­dur. Ben ona vârisim, o da bana vâristir.”
Mekkeliler, birini evlat edinmek istedikleri zaman böyle yaparlardı. Efen­dimiz de onların bu âdetlerine uyarak, Zeyd’i böylece ken­disine evlat edinmiş oldu.
Peygamber Efendimizin bu güzel davranışı, şaşkın ve dalgın duran Ha­ri­se’nin mahzun gönlünde sevinç rüzgârı estirdi: Demek ki oğlu emin bir elde bu­lunuyordu!
Gönül huzuru içinde Harise, oğlunu Kâinatın Efendisinin yanında bıraka­rak yurduna döndü.[6]
Bundan sonra, Mekke’de herkes Zeyd’i, “Muhammed’in oğlu Zeyd...” diye çağırmaya başladı.
Efendimiz, peygamberlik vazifesiyle memur edilip vahiy gelmeye başla­yınca, evlatlıkların kendi öz babalarının adlarıyla çağrılmaları emredildi.[7]Bu­nun üzerine Hz. Zeyd, babasının ismiyle, “Harise oğlu Zeyd” diye çağrıldı.
Bu konuda ayet-i kerimede meâlen şöyle buyrulur:
“Evlatları, babalarına nisbet ederek çağırın! Allah katında, bu, daha doğru­dur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar dinde kar­deşleriniz ve dostlarınız­dırlar (Kendilerini “kardeşim” veya “dostum” diye çağırın).[8]
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.), bu hususu şöyle ifade etmiş­tir:
“Biz, ‘Evlatları babalarının adıyla çağırın’ ayeti ininceye ka­dar Zeyd’i ‘Ha­ri­se oğlu Zeyd’ diye değil, ‘Muhammed oğlu Zeyd’ diye çağırırdık.”[9]
Ayrıca bu ayetle, evlatlıkların, evlat edinen kimseye vâ­ris olma­sı hükmü de ortadan kaldırıldı.
Hz. Zeyd, Efendimize peygamberlik vazifesi verildikten sonra, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi müteakip derhal İslam’ın sînesine koşacak ve “üçüncü Müslü­man” olma şerefine ere­cektir.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyd’i fazlasıyla severdi. Za­man zaman ken­di­sine, “Ey Zeyd! Sen, kardeşimiz ve azat­lımızsın”[10]diyerek iltifatta bulu­nur­du.
Resûl-i Ekrem, daha sonra çok sevdiği bu büyük insanı, dadısı Ümmü Ey­men’le evlendirecektir ve bu evlilikten yine çok sevdiği ve çoğu zaman terki­sin­de taşıdığı Üsame Hazretleri dün­yaya gelecektir!

_________________________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 497; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 224; İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 563.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 264; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 497.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 41; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 523.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 42; İbn Esir, a.g.e., c. 2, s. 225; İbn Hacer, a.g.e., c. 1, s. 563.
[7] Ahzab, 5, 40.
[8] Ahzab, 5.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43; Buharî, Sahih, c. 3, s. 174; Müslim, Sahih, c. 3, s. 131.
[10] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 303.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget