Ölümü yaklaştığı vakit, insanın yanına dört melek gelir. Bunların biri, rûhunu sağ ayağından, biri sol ayağından, biri sağ elinden, biri de sol elinden çekerler. Çok defâ, rûhu gargara hâline gelmezden evvel, "Âlem-i melekûtu görmeye başlar. Melekleri, yaptıkları işlerin hakîkatini, âlemlerinde durdukları hâl üzere görür. Eğer dili söyler ise, onların vücûdunu (varlığını) haber verir. Çok defâ da, gördüğü şeyleri şeytanın bir işi zanneder. Lisânı tutuluncaya kadar hareketsiz kalır. Ölüm hâlinde kişinin rûhu kalbe gelince, dili tutulur. Bu hâlde, yine melekler, rûhunu parmak uçlarından çekerler. Soluğu ise, sanki saka kırbasından su boşalır gibi gırıl gırıl öter. Fâcirin rûhu da yaş keçeye takılmış olan diken çekilir gibi çıkarılır ki, bunu insanların en üstünü olan Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verdiler. Bu hâlde ölü, karnını diken ile dolu zanneder. Rûhunu da; sanki bir iğne deliğinden çıkıyor, gök yere bitişiyor ve kendisi arasında kalıyor zanneder.
Hazret-i Kâ'b'dan (radıyallahü anh) ölüm nasıl oluyor diye suâl olundu. Buyurdu ki: "Bir diken dalını bir kişinin içerisine koymuşlar ve kuvvetli bir kimse onu çekiyor, dal kestiğini kesiyor, kalan kalıyor gibi buldum."
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Elbette ölüm sarhoşluğundan birinin şiddeti, üçyüz kere kılınç vurmaktan daha şiddetlidir." İşte bu zamanda insanın cesedi terler. Gözleri sür'at ile iki tarafa gider. Burnunun iki tarafı çekilir. Göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır. Benzi sararır.
Rûhu kalbe gelince dili tutulur. Hiç kimse rûhu göğsüne gelmiş iken konuşamaz. Bunun iki sebebi vardır. Biri, iş gâyet büyük olduğundan, göğüs nefeslerle sıkışıp, daralmıştır.
Herkes bilir ki, insanın göğsüne vurulsa bayılır. Ancak az sonra söze kâdir olur. Çok kere de söyleyemez. İnsanın neresine vurulsa seslenir. Göğsüne vurulsa, hemen sessiz ölü gibi düşer.
İkinci sebebi de, ses, akciğerlerinden dışarı çıkan havanın hareketinden hâsıl oluyor idi. Bu soluk ise kalmadı. Nefes alıp veremediği için bedenin harâreti kalmaz, soğur. Bu zamanda mevtâların hâlleri çeşitli olur.
Bâzıları vardır ki, melek; su verilmiş kızgın demir ile vurur. Hemen rûh kaçar, hârice çıkar. Melek onu eline alır. Rûh civa gibi titremeye başlar. Bal arısı kadar insan şeklinde olur. Sonra melek onu zebânîye (azâb yapıcı meleğe) teslim eder.
Bâzı kimselerin rûhu azar azar çekilir. Tâ ki boğazında tutulur. Boğazında da kalmaz. Ancak kalbe bağlı olarak kalır. Bu zamanda melek kızgın demir ile vurur. Zîrâ o demirle vurmayınca, rûh kalbden ayrılmaz. Bu demirle vurmanın sebebi, demir, ölüm denizine daldırılmıştır. Kalb üzerine konulunca diğer yerlerine de sirâyet eden zehir gibi olur. Zîrâ hayatın sırrı ancak kalbdedir. Onun sırrı ancak dünyâ hayatında tesir eder. Bunun için bâzı kelâm âlimleri; "Hayat rûhun gayrıdır" ve "Hayatın mânâsı rûhun beden ile karışmasıdır" dediler.
Rûh çekilip son bağı kopacağı zaman, kendisine bir çok fitneler ârız olur. İblis,yardımcılarını özellikle o kimseye musallat eder. O hâlde iken, o insana gelirler ve onun; anası, babası, kardeşi, kızkardeşi ve sevdiği kimselerden vefât etmiş olanlar sûretinde görünürler ve ona derler ki: "Ey filan! Sen ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçtik. Sen yahudi dîninde olarak öl. Bu din, Allah indinde makbûl olan hak dindir." Eğer bunların sözlerine aldanmaz, dinlemez ise, yanından giderler. Başkaları gelip; "Sen nasrânî (hıristiyân) olarak öl! Zîrâ o din, Mesih'in yâni Îsâ aleyhisselâmın dînidir ki, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etmiştir" derler. Böylece, her milletin dinlerini ona söylerler. O zamanda cenâb-ı Hakk'ın şaşırmasını dilediği kimse şaşırır. İşte bu; "Ey bizim Rabbimiz! Dünyâda iken bize îmân verdiğin gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma." meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 8. âyet-i kerîmesinin haber verdiği hâldir.
Denildi ki, susuzluk hâli; hastanın en çok sıkıntı çektiği, ciğerlerinin yanıp tutuştuğu haldir. Bu hâl, şeytan için bir fırsattır. Şeytan, bu zaman mü'minin îmânını çalmak, îmânsız ölmesini sağlamak için yanına yaklaşır ve hastanın baş tarafından, elinde kadeh içinde buz gibi su ile gelir. Kadehi çalkalar. Mü'min onun kim olduğunu bilemediğinden; "Bana biraz su ver" der. O da; "Veririm, fakat âlemlerin yaratıcısı yoktur, de!" der. O mü'min saâdet sâhibi bir kişi ise, ona cevap vermez. Sonra şeytan ayak tarafına gelir. Orada da su dolu kadehi çalkalar. Mü'min onu tanımadığından; "Biraz su ver" der. O da; "Eğer peygamberleri (aleyhimüsselâm) yalanlarsan sana su veririm" der. Îmânı zayıf olan dediğini söyler ve kâfir olarak ölür. Eğer o saâdet sâhibi, îmânı kuvvetli bir mü'min ise, onun sözünü red eder.
Ölen bir kimsenin his duygularından en son kaybedeceği şey işitmesidir. Zîrâ rûh kalbden ayrıldığı vakit, yalnız görmesi bozulur. Fakat işitmek, rûh kabz oluncaya kadar kaybolmaz. Bunun için Fahr-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Mevtânıza şehâdeteyn-i kelimeteyn ki; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah"dır. Bu kelimeyi telkin ediniz!" buyurmuştur. Ölüm hâlinde olanın yanında çok söz söylemekten kaçınmayı da emretmiştir. Zîrâ o zaman insan, şiddetli sıkıntı içindedir.
Zâhid Ebû Zekeriyyâ hazretleri vefât edeceğinde, dostları başına toplandılar. Ona Kelime-i şehâdeti söylemesi için telkinde bulundular. Fakat O; "Hayır" deyip başını çevirdi. İkinci defâ tekrar Kelime-i şehâdeti telkin ettiler. O yine; "Hayır!" dedi. Dostları şaşkın olup, içlerinden bayılanlar oldu. Üçüncü defâ yine Kelime-i şehâdeti telkin ettiler, yine; "Hayır!" dedi. Dostları üzüntüden tamâmen perişân oldular. Aradan bir zaman geçince, Ebû Zekeriyyâ hazretleri biraz kendine gelip gözlerini açtığında; "Bana bir şey söylediniz mi?" buyurdu. Oradaki dostları üzüntü ile, kendisine Kelime-i şehâdeti telkin ettiklerini, her üçünde de; "Hayır!" cevâbı verdiğini söyleyince, Ebû Zekeriyyâ hazretleri buyurdu ki: "Dostlarım! O zaman şeytan, elinde su dolu kadehi ile sağımdan geldi. Ben çok susamıştım, "Îsâ Allah'ın oğludur dersen veririm" dedi. Ben de; "Hayır!" dedim. Ayak tarafımdan geldi yine; "Hayır!" dedim. Tekrar; "Âlemlerin yaratıcısı yoktur, de!" dedi. Ben de; "Hayır!" dedim. Söylediğim "Hayır!" kelimeleri bu sebeptendir. Ben onun dediklerini yapmayınca, şeytan kadehi yere çaldı, öfke ile dönüp gitti. Yoksa ben sizin telkin ettiğiniz Kelime-i şehâdet için hayır demedim."
Eğer ölünün ağzından tükrüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü kararmış, gözü dönmüş ise, o kimse şakîdir. Âhıretteki şakâvetini görmüştür. Eğer ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü kırpık gibi ise, o kimse âhırette kavuşacağı sürûr ile müjdelenmiştir.
Melekler, bu rûhu Cennet ipeklerinden bir ipeğe sararlar. O saîd olan kimsenin rûhu, bal arısı kadar insan şeklindedir. Aklından ve ilminden hiç bir şey kaybetmemiştir. Dünyâda ne yapmış ise, hepsini bilir. O melekler bu rûhla beraber semâya doğru uçarak yükselirler. Bu yükselmeyi bâzı ölü bilir, bâzı ölü ise bilmez. Böylece önceki geçmiş peygamberlerin (aleyhisselâm) ümmetlerini ve yeni ölmüş olanları, bir yere yayılmış olan çekirgeler gibi görerek geçerler ve birinci kat semâ olan dünyâ semâsına varırlar.
Bu meleklerin başında olan Cebrâil (aleyhisselâm) dünyâ semâsına çıkar. "Kimsin?" diye sorulur. "Ben Cebrâil'im, yanımdaki de filândır" diyerek o kimsenin güzel ve sevdiği isimleri ile haber verir. Dünyâ semâsının bekçileri olan melekler; "Bu ne iyi bir kimsedir ki, îtikâdı, inancı güzel idi. Ve hiç şüphesi yok idi" derler.
Bundan sonra, ikinci kat semâya çıkarlar. "Kimsin?" denir. Cebrâil (aleyhisselâm) birinci kat semâdaki meleklere söylediği sözünü tekrar eder. İkinci kat semâdaki melekler, o sâlih rûha; "Hoş geldi, sefâ geldi. Dünyâda iken namazlarını bütün farzlarına riâyet ederek edâ ederdi" derler.
Sonra geçer, üçüncü kat semâya ulaşırlar. "Kimsin?" denir. Cebrâil (aleyhisselâm) daha önce söylediklerini tekrar eder. Bunun üzerine; "Malının hakkını muhâfaza edip, zekâtını, tarladan aldığı mahsûlün uşrunu emrolunan kimselere seve seve verip, hiç esirgemeyen bu zât, hoş ve sefâ geldi" denir. Oradan da geçerler.
Dördüncü kat semâya varırlar. "Kimsin?" denir. Daha Önce söylediği gibi cevap verir. "Dünyâda, Ramazân orucunu tutup da, orucu bozan şeylerden ve yabancı kadınlarla görüşmekten ve haram yemekten kendini muhâfaza eden kimse hoş ve sefâ geldi" denir.
Sonra geçerler, beşinci kat semâya varırlar. "Kimsin?" denir. Daha önce söylediği gibi cevap verir. "Farz olduğu zaman haccını riyâsız ve Allahü teâlâ için edâ eden kimse, hoş ve sefâ geldi" denir.
Sonra geçerler. Altıncı kat semâya varırlar. "Kimsin?" denir. Evvelce vermiş olduğu cevâbı verir. "Seher vakitlerinde çok istiğfâr eden, gizli gizli çok sadaka veren ve yetimlere yardım eden zât, hoş ve sefâ geldi" denir.
Oradan da geçerek, surâdikât-ı celâl denilen celâl perdelerinin bulunduğu bir makâma varırlar. "Kimsin?" diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. Yine; "Hoş ve sefâ geldi. Çok istiğfâr edip, (çoluk-çocuğuna ve sözü geçenlere) emr-i ma'rûf yapan, Allahü teâlânın dînini, O'nun kullarına öğreten, miskinlere (ve darda kalanlara) yardım eden sâlih kula ve güzel rûha merhâbâlar olsun" denir. Sonra meleklerden bir cemâate uğrarlar. Onların hepsi, onu Cennet ile müjdeleyip, müsâfeha ederler.
Sonra sidret-ül-müntehâya kadar giderler. Yine; "Kimdir?" diye sorulunca, öncekiler gibi cevap verir. "Hoş, sefâ geldi. Her iyiliğini, Allahü teâlânın rızâsı için yapan zâta merhâbâ" denir. Bundan sonra ateş tabakasından geçer. Sonra nûr, zulmet, su ve kar tabakalarından geçerler. Her tabakanın birbirine uzaklığı bin senelik yoldur.
Sonra arş-ur-Rahmân üzerine örtülmüş olan seksenbin perde açılır. Her perdede seksenbin şerefe vardır. Her şerefede bin kamer yâni ay vardır. Hepsi Allahü teâlâyı tehlîl ve tesbîh ederler. Onlardan bir kamer dünyâda görünse, nûru, âlemi yakar ve herkes Allahü teâlâdan başka olarak ona ibâdet ederdi. Bu sırada perde arkasından şöyle bir nidâ gelir: "Bu getirdiğiniz rûh kimindir?" Cebrâil (aleyhisselâm); "Filân oğlu filândır" der. Allahü teâlâ; "Bunu yakınlaştırın" ve "Sen ne güzel kulumsun" buyurur. Allahü teâlânın huzûr-i mâneviyye-i ilâhiyyesinde durduğu vakit, bâzı levmü îtâb (azarlamak) ile Hak teâlâ onu utandırır. Hattâ o kul zan eder ki, hakîkaten helâk oldu. Sonra cenâb-ı Hak onu affeder.
Vefâtlarından sonra rüyâda görülen bâzı sâlih kimselerden gelen haberler, Allahü teâlânın râzı olduğu kullarına nasıl muâmele ettiğini çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Bunlardan biri, Bağdat kadısı ve meşhûr "Tenbîh" kitabının müellifi Yahyâ bin Eksem hazretleridir. Vefâtından bir müddet sonra, sevdiklerinden biri onu rüyâsında gördü. "Hak teâlâ sana nasıl muâmele eyledi?" diye sordu. Yahyâ bin Eksem; "Cenâb-ı Allah beni huzûr-i mâneviyesinde durdurup; "Ey fenâ şeyh! Sen şunu ve bunu işlemedin mi?" buyurdu. Ben de; "Yâ Rabbî! Burada böyle suâl soracağını bana dünyâda bildirmediler" dedim. "Sana nasıl bildirildi?" buyurdu. Ben de; "Bana Muammer bin Müsennâ, İmâm-ı Zührî'den, o da Urve bin Zübeyr'den o da teyzesi Âişe-i Sıddîka'dan (radıyallahü anhâ), o da Resûlullâh'dan (sallallahü aleyhi ve sellem). O da Cebrâil'den (aleyhisselâm), o da Zât-ı teâlâdan haber verdiklerine göre Zât-ı raûf ve rahîmin; "Ben azîmüşşân, İslâm'da ağaran saç ve sakala azâb etmekten hayâ ederim" buyurdu." dedim. Allahü teâlâ, o zaman: "Sen ve Muammer, İmâm-ı Zührî, Urve, Âişe, Muhammed (aleyhisselâm) ve Cebrâil (aleyhisselâm) doğru söylüyorsunuz. Ben azîmüşşân da seni mağfiret ettim, bağışladım" buyurdu.
Bâzı insanlar, vardır ki, kürsîye ulaştıkları zaman bir nidâ işitir, oradan onu red ederler. Bâzı kimseler perdelerden geri çevrilir. Ancak, Allahü teâlâ hazretlerinin huzûruna vâsıl olanlar, ârif-i billâh olanlardır, yâni evliyâ-i kirâmdır. Vilâyetin dördüncü derecesi ve daha üst makâmlarında olanlardan başkaları, Allahü teâlânın huzûruna ulaşamazlar.
Fâcirin yâni kâfirin rûhu sert olarak şiddet ile alınır ve yüzü Ebû Cehil karpuzu gibi olur. Melekler ona hitâben; "Ey habis olan rûh! Habis olan cesedden çık!" derler. O da merkeb gibi bağırır. Rûhu çıkınca Azrâil (aleyhisselâm) onu, yüzü gâyet çirkin ve siyah elbiseli ve fenâ kokulu zebânîlere (yâni azâb yapan meleklere) teslim eder ki, ellerinde yünden yapılmış, eski kilim parçası gibi bir bez vardır. O rûhu, buna sararlar. Bu zamanda rûhu çekirge kadar insan şekline çevrilir. Bunun sebebi; kâfirin cesedi, âhırette mü'minin cisminden büyük olur. Hadîs-i şerîfde; "Cehennem’de kâfirin bir azı dişi, Uhud Dağı kadardır." buyuruldu.
Cebrâil (aleyhisselâm) bu kötü rûhu yükseltir ve dünyâ semâsına ulaşırlar. "Sen kimsin?" denir. "Ben Cebrâil'im" der. "Yanındaki kimdir?" denir. Filân oğlu filân diye kötü, çirkin ve dünyâda sevmediği fenâ isimleriyle onu tanıtır. Onun için gök ve semâ kapısı açılmaz ve; "Deve iğne deliğinden geçmedikçe, bu gibi kimseler Cennet’e girmez" denir.
Cebrâil (aleyhisselâm) bu sözü işitince, onu elinden bırakıverir. Rüzgâr onu uzaklara sürükler, işte bu hâl; "Allahü teâlâya ortak koşan kimse şuna benzer ki, gökten düşüp, kendini ya kuşlar kapışır. Yâhud rüzgâr onu uzak bir yere atar da orada helâk olur." meâlindeki Hac sûresi 31. âyet-i kerîmesinde bildirilmiştir. O kimse yere düşünce, bir zebânî onu alıp siccîne götürür. Siccîn, yerin altında veya Cehennem’in dibinde büyük bir taştır, kâfir ve fâsıkların rûhu oraya götürülür.
Rûh, cesedi yıkanırken yanında bulunur ve başı ucunda gasli bitinceye kadar durur. Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o kimse ölünün rûhunu dünyâdaki insan sûretinde görür.
Rûh bedenden ayrılınca, semâdan; "Ey Âdemoğlu! Sen mi dünyâyı terketin, dünyâ mı seni terketti? Sen mi dünyâyı topladın, dünyâ mı seni topladı? Sen mi dünyâyı öldürdün, dünyâ mı seni öldürdü?" diye üç nidâ gelir.
Gasilhâneye konduğunda; "Ey Âdemoğlu! Nerede o kuvvetli, güçlü bedenin, seni niye zayıflattı? Nerede bülbül gibi konuşan dilin, seni niye susturdu? Nerede o dostların, şimdi seni yalnız bıraktılar?" diye üç nidâ gelir.
Kişi kefenlenince; "Ey Âdemoğlu! Azıksız uzun bir yolculuğa gidiyorsun! Dönmemek üzere evinden ayrılıyorsun! Hiç binmediğin tahta bir ata (tabuta) biniyorsun ve korkulu bir yer olan kabre konacaksın!" diye üç nidâ gelir. Tabuta konulurken; "Ey Âdemoğlu! Îmân sâhibi bir kimse isen, Allahü teâlâya, peygamberlerine bildirdiği şekilde inanmış isen, sana müjdeler olsun. Sâlih amel sâhibi, her işini Allahü teâlânın rızâsı için yapmış bir kişi isen ne mutlu sana. Allahü teâlâyı gücendirmiş, O'na îmân etmemiş, dediğini tutmamış, biri isen, yazıklar olsun, eyvâhlar olsun" diye üç nidâ gelir.
Mûsâllaya konduğunda; "Ey Âdemoğlu! Dünyâda her ne amel yaptı isen onun karşılığını göreceksin. Yaptığın hayır ise, karşılık olarak hayır ve iyilik görecek, eğer şer yaptı isen, azâbını göreceksin" diye üç nidâ gelir.
Cenâze kabir kenarına konduğunda; "Ey Âdemoğlu! Bu harâb yer için dünyâda iken azık olarak ne biriktirdin? Bu karanlık yeri aydınlatacak bir nûrun, bir ışığın var mı? Hiç bir şeyin olmadığı bu kabre, dünyâdaki zenginliğinden ne getirdin?" diye üç nidâ gelir.
Mezâra konduğunda; "Ey Âdemoğlu! Dünyâda iken benim üzerimde gülüyordun, şimdi içimde ağlar oldun. Üzerimde sevinç ve neş'e içerisinde idin. Şimdi içimde üzgünsün. Benim üzerimde bülbül gibi konuşup, herkese nutukları atıyordun. Şimdi içime girince sesin çıkmaz oldu" diye üç nidâ gelir.
İnsanlar geri dünüp giderlerken Allahü teâlâ buyurur ki: "Ey kulum, şimdi kabrinde kimsesiz olarak kaldın. Seni kabir karanlığına terkettiler. Onlar sebebiyle bana karşı gelmiş, emrimi tutmamıştın. Yâni hanımının, çocuklarının tarafını tutup, onların bitmez tükenmez isteklerini yapmaya uğraşıp, benim için azıcık bir şey yapmak istemedin. Bak şimdi yalnız kaldın. Bugün sana benden başka merhamet edecek kimse yok. Hâlbuki benim şefkâtim, bir annenin yavrusuna olan şefkâtinden daha çoktur."