İnsan daha çocukken etrâfında gördüğü eşyanın nereden ve nasıl meydana geldiğini araştırmağa başlar. Çocuk geliştikçe, üzerinde yaşamakta olduğu bu dünyânın nasıl muazzam bir eser olduğunu anlayarak hayretten hayrete düşer. Hele yüksek tahsilini yaparak, her gün etrâfta görülen bütün bu eşya ve mahlûkların inceliklerini öğrenmeğe başlayınca, hayreti hayranlığa dönüşür. İnsanların, büyük bir sür'at ile fezâda tek başına dönmekte olan, içerisi ateş dolu, toparlak (iki kutbu biraz basık) bir küre üzerinde, sırf yerçekimi kuvveti ile kalabilerek yaşaması ne büyük bir mûcizedir. Yâ etrâfımızdaki dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar, nebâtlar nasıl bir büyük kudret sâyesinde meydana gelebilmekte, gelişmekte ve türlü türlü özellikler göstermektedir. Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada uçar ve bir kısmı su içinde yaşar. Üzerimize ışıklarını gönderen güneş, düşünebileceğimiz en yüksek harâreti sağlar ve nebâtların yetişmesini, bâzılarının içinde ise, kimyevî değişiklikler yaparak, un, şeker ve daha nice maddelerin meydana gelmesini te’min eder. Hâlbuki yer küresinin, kâinat içinde ufacık bir varlık olduğu bilinmektedir. Güneş etrâfında dönen gezegenlerden meydana gelen ve içinde dünyâmızın da bulunduğu güneş sistemi, kâinat (evren) içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek çok sistemlerden biridir. Kâinatın kuvvet ve gücünü izâh için bir küçük misâl verelim: İnsanların en son elde ettikleri muazzam enerji kaynağı, atomları parçalayarak veya birleştirerek meydana çıkardıkları atom enerjisidir. Hâlbuki, insanların "En büyük enerji kaynağı" saydıkları atom bombasının enerjisi, büyük yer sarsıntılarından ortaya çıkan enerji ile karşılaştırılacak olursa, bu enerjinin, onbinlerce atom bombası enerjisinden daha fazla olduğu görülür.
İnsan, kendi vücûdunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkına varmaz. Hâlbuki, yalnız nefes alıp vermek bile çok büyük bir kimyâ hâdisesidir. Havadan alınan oksijen, vücûtta yakıldıktan sonra, karbondioksit hâlinde dışarı çıkarılır.
Sindirim (hazım) sistemi ise, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda maddeleri ve içecekler, mîde ve bağırsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra, vücûda faydalı kısmı, ince bağırsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu muazzam hâdise, otomatik olarak büyük bir intizam ile yapılmakta, vücûd bir fabrika gibi işlemektedir.
İnsanın vücûdunda türlü türlü ve çok karışık formüllü maddeler îmâl eden, türlü türlü kimyasal reaksiyonlar meydana getiren, analiz yapan, tedâvi eden, tasfiye eden, zehirleri yok eden, yaraları onaran, türlü maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi, mükemmel bir elektrik ağı, mânivela tertibatı, elektronik bilgisayar, haber verme te'sisâtı, optik, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertibatı, mikroplarla mücâdele ve onları yok etme sistemi mevcûttur. Kalb ise hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Eskiden, Avrupalılar; "Bir insanın vücûdunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik maddeler vardır. Onun için; "Bir insan vücûdunun kıymeti, beş-on liradan ibârettir" derlerdi." Bugün, Amerika üniversitelerinde yapılan hesâblar, insanın vücûdunda durmadan meydana gelen çok sayıda kıymetli hormon ve enzimlerle bir çok organik preparatların en azından milyonlarca dolar kıymetinde olduğunu meydana koymuştur. Hele, bir Amerikan profesörünün dediği gibi; "Otomatik olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazaman meydana getiren bir tertibat yapmağa kalkacak olursak, dünyâda bulunan bütün paralar bunu yapmağa kâfi gelmez." Hâlbuki, insanda bütün bu maddî mükemmeliyyet yanında; anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama, hüküm ve karar verme gibi çok muazzam, mânevi kudretler de bulunmaktadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkânsızdır. Demek ki, insanın bedeni yanında birde rûhu mevcuddur. Beden ölür, rûh ölmez.
Hayvanlar âlemine dikkat ile bakacak olursak, yaratıcının büyük kudreti, insanı büsbütün hayrete düşürür. Bâzı canlı varlıklar o kadar küçüktür ki, bunlar ancak mikroskop altında görülebilir. Bâzılarının görülebilmesi için (meselâ virüsleri incelemek için) bir milyon defâ büyülten elektronik ultra mikroskoplara ihtiyaç vardır.
En büyük yapay iplik fabrikalarının çeşitli modern makinalarla yaptığı ipeğin randımanı, küçücük bir ipek böceğinin yaptığı ipeğin randımanının çok altındadır. Eğer minimini Ağustos böceğinin boyu, bizim ses çıkarmak için kullandığımız araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesâblara göre çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı. Bunun gibi, eğer bir ateş böceği, büyük bir sokak lâmbası kadar büyütülmüş olsa, bütün bir mahalleyi gündüz gibi aydınlatabilirdi. Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve muazzam eserler karşısında hayran olmamak kabil midir? Bunlar yaratıcının ne kadar büyük, ne kadar kudretli olduğunu göstermeğe yetmez mi? O hâlde, ancak pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu evrenin bir yaratıcısı, bunu kurabilen ve tam olarak anlamaya aklımızın yeterli olmadığı pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu yaratıcının hiç değişmemesi ve sonsuz var olması gerekir. İşte, bu yaratıcıya Allah diyoruz. İslâmiyette ilk esas, Allah'ın varlığını kabûl etmektir.
Etrâfımıza iyice baktığımız zaman ve târihi okuduğumuz zaman, cisimlerin yok olduklarını, başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binâlar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allah'a inanmayanlar; "Bunları tabîat yapıyor. Her şeyi tabîat kuvvetleri yaratıyor" diyorlar. Bunlara deriz ki: "Bir otomobilin parçaları, tabîat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesiri ile bir araya yığılan çöp kümesi gibi mi bir araya yığılmışlardır? Otomobil, tabîat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir?" Bize gülerek, "Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimsenin titizlikle çalışarak yaptıkları bir san'at eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir" demez mi? Tabîattaki her varlık da, böyle bir san'at eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği ince san'atların birer sergisidir. Bugün "Fennin buluşları, başarıları" diye öğündüklerimiz, tabîattaki bu güzel san'atlardan birkaçını görebilmek ve taklîd edebilmektir. İslâm'a karşı olanların kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz bilgini Darwin bile; "Gözün yapısındaki san'at inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor" demiştir. Bir otomobilin tabîat kuvvetleri ile, tesâdüfen meydana geleceğini kabûl etmeyen kimse, baştan başa bir san'at eseri olan bu âlemi tabîat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? "Tabîat yaratmıştır. Tesâdüfen var olmuştur" demek, câhillik, ahmaklık değil midir?
Allahü teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde yarattığı varlıklara "tesâdüfen olmuştur" diyenlerin sözleri câhilcedir ve fen bilimlerine aykırıdır. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizle torbadan birer birer ve sıra ile, yâni önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şekilde çıkarmağa çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış taşların hemen hepsini torbaya atalım ve yeniden, bir numaradan başlamak üzere, çıkarmağa çalışalım. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilme ihtimâli on milyarda birdir. On adet taşın bir sıra dâhilinde dizilme ihtimâli bu kadar az olursa, kâinattaki sayısız düzenin tesâdüfen meydana gelmesine imkân ve ihtimâl yoktur.
Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişi güzel, meselâ beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin, türkçe veya başka bir dilde bir mânâ ifâde etmesi acaba ne derece mümkündür? Eğer, gelişi güzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, mânâsı olan bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, böyle rastgele tuşlara basmakla bir sahîfe yazı veya kitap teşkil edilse, sahîfenin ve kitabın, tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını zanneden kimseye akıllı denilebilir mi?
Cisimler yok oluyor, bunlardan başka cisimler meydana geliyor. Ancak, son kimya bilgilerine göre, yüzbeş madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor. Radyoaktif hâdiseler elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü haber vermektedir. Hattâ, Einstein (Aynştayn) adındaki Alman fizikçisi, bu tehavvülün (değişmenin) matematik formülünü ortaya koymuştur.
Cisimlerin durmadan tehavvül etmeleri (değişmeleri), birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. "Böyle gelmiş, böyle gider" denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. "Değişmelerin başlangıcı vardır" demek; "Maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır" demektir. "Hiç bir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır" demektir. İlk, birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünkü âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzımdı. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmayacaktır. "Sonsuz önce" demek; "Bir başlangıç yok" demektir. "Sonsuz öncelerde var olmak" demek "ilk, yâni başlangıç olan bir varlık yok" demektir. İlk, birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Her şeyin her zaman yok olması lâzım gelir. Her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yoktan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekte olduğu anlaşıldı. Âlemin yoktan var edilmiş olduğuna, o ilk mahlûktan hâsıl ola ola, bugünkü âlemin varlığına inanmak îcâb eder.
Âlemi yoktan var eden bir yaratıcının bulunması ve bu yaratıcının hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz varolması lâzım gelir. Her şeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Fakat Allahü teâlâ âdet-i ilâhîsine uygun olarak, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Böylece madde âlemine ve sosyal hayata düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, âlemdeki bu nizâm, bu düzen olmazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş hayata, katalizörler birçok kimya reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal hâline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin sentezine sebep oldukları gibi, insanlar da, uçak, otomobil, ilâç, elektrik motorlarının ve daha nice şeylerin yapılmasına sebep olmaktadır. Bütün bu sebeplere tesir eden kuvvet, Allahü teâlâdır. İnsanlara fazla olarak akıl ve irâde de vermiştir. Sebeplere, vâsıtalara, yaratıcı demek doğru olamaz.
Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep vardır ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda da yokluk olamaz. Çünkü O'nun varlığı lâzımdır, yâni Vâcib-ül-vücûddur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlâ birdir. Yâni şerîki, benzeri yoktur. Vâcib-ül vücud olmakta, ulûhiyete ve ibâdet olunmağa hakkı olmakta ortağı yoktur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın kâfi olmaması ve müstakil olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusurdur, noksanlıktır. Varlık ve ulûhiyet için noksanlık olamaz. O kâfidir, müstakildir. Yâni kendi kendinedir. O hâlde şerîke, ortağa lüzum yoktur. Lüzumsuz olmak ise, bir kusurdur ve vücûba ve ulûhiyete yakışmaz. Görülüyor ki, şerîki olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Yâni ortak bulunmasını düşünmek, ortak bulunmayacağını meydana çıkarıyor. Şu hâlde Allahü teâlânın şerîki, ortağı, benzeri yoktur. Yâni birdir.
Müslüman, ilk olarak Allah'ın varlığını, büyüklüğünü, birliğini, doğmadığını, doğurulmadığını, dâim ve değişmez olduğunu bütün kalbi ile kabûl eder. Bu inanış, İslâm'ın ilk şartıdır.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve O'nu sevmek, bir bilgi işi olmakla beraber, aynı zamanda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor. Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasîb etmiyor. Nâsîb ettiği kulunu seviyor demektir. Çok kimse, uzun gayret, telkinler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pek çok sebep vardır. Dünyâda insanın başına gelen felâketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdun bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakir olmak, akıldan mahrûm olmak, çoluk ve çocuğunun başına felâketler gelmek, yangınlar, zelzele... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veya doğrudan doğruya cenâb-ı Hak tarafından insanlara takdir edilen felâketler, elemler hepsi O'ndan gelmektedir. Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretteki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhud, îmânla âhırete intikâl etmiş günahkâr bir müslüman ise, cenâb-ı Hakk'ın irâde ettiği kadar, azâb görecektir. Âhıret azâbı, kabre girildiği andan îtibâren başlayacaktır. Bütün bunlar, cenâb-ı Hak'tan korkmak için, yeter derecede sebepler değil midir? Cenâb-ı Hakk'ı sevmek için de, sebepler pek çoktur. Evvelâ, müslüman olarak dünyâya gelmek, yâni, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evlâdı olarak dünyâya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek için tek başına en büyük sebeptir. Meselâ, hıristiyan olarak dünyâya gelmiş olsaydık, artık müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veya imkansız olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmânsız olarak giderdik. Zamânımızda müslüman olarak doğmak da kâfi değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslümanlık yolunda yürümeğe gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâlihtir. İsmi, Ahmed veya Hatice olup da, müslümanlık îcâblarını yapmayan, hattâ müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var. Akıl ve iz'ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilmek bir tahsil ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük nîmetlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir hükümetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak gibi binlerce nîmet, hep cenâb-ı Hakk'ın lütûf ve ihsânıdır. Bu saydığımız nîmetlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu düşünürsek, cenâb-ı Hakk'ı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.
Bizi yoktan var eden ve her nîmeti gönderen Allahü teâlâya ibâdet etmemiz lâzım ve zarurîdir. Bu husûsta İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) bir mektubunda buyurdu ki: İyice düşünmeli, anlamalıdır ki, herkese her nîmeti gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var eden, ancak O'dur. Her varlığı, her ân varlıkta durduran hep O'dur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, O'nun lütfu ve ihsânıdır. Hayatımız, aklımız, bilgimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyliyebilmemiz, hep O'ndandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli nîmetleri, iyilikleri gönderen; insanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl eden, dertleri, belâları gideren O'dur.
Rızkları yaratan, ulaştıran yalnız O'dur. İhsânı o kadar boldur ki, günah işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günahları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl ve rüsvây etmiyor ve nâmus perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Nimetlerini, ihsânlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün nîmetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennet’e girmek için teşvik buyuruyor. Cennet’teki sonsuz nîmetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor. İşte, Allahü teâlânın nîmetleri güneş gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine O’ndan gelmektedir. Başkalarını vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine O’dur. Bunun için, her yerden, herkesden gelen nîmetleri gönderen hep O'dur. O'ndan başkasından iyilik, ihsân beklemek emânetçiden, emânet olarak bir şey istemeğe ve fakirden sadaka istemeğe benzer. Bu sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, câhil olanlar da, âlimler gibi, kalın kafalılar da, zekî, keskin görüşlü olanlar gibi bilir. Çünkü anlatılanlar, meydanda olup, düşünmeğe bile lüzum görülmeyen bilgilerdir.
İnsanın, bu nîmetleri gönderen Allahü teâlâya, gücü yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazifesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâya yapılması gerekli bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtâç, ayıplı ve kusurludur. Allahü teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır. Ayıplardan ve kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sâhibidir. İnsanların Allahü teâlâya hiç bir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allah'ın şânına yakışacak bir şükür yapabilir mi? Saygı ve şükür sandıklarımız, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allahü teâlâya karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükür etmeye, saygı göstermeye yarayan vazifeler, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.
İşte, insanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lazım olan şükür borcu, kulluk vazifeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve O'nun sevgili Peygamberi tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazifelerine İslâmiyet denir. Allahü teâlâya şükür, O'nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiç bir şükrü ve ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Çünkü insanların, iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet, bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükür etmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. O'nun yoluna İslâmiyet denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye müslüman denir. Allahü teâlâya şükretmeğe, yâni Muhammed aleyhisselâma uymağa, ibâdet etmek denir. İslâmiyet iki kısımdır:
1- Kalb ile îtikâd edilmesi, inanılması lâzım olanlar. Bunlara usûl-i dîn denir.
2- Beden ile ve kalb ile yapılacak ibâdetler. Bunlara fürû-i dîn denir.
Îmân ve îtikâd aynıdır. Bunları anlatan geniş ve derin ilme ilm-i kelâm denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitapları pek çoktur. Bu kitaplara akâid kitabı da denir. Amel edilecek, yâni kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, ahkâm-ı şer'iyye denir. Beden ile yapılacak ahkâm-ı şer'iyyeyi bildiren ilme ilm-i fıkh denir. Dört mezhebin kelâm kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için, yânî yüksek din ilimlerini tahsil etmemiş olanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm (yâni îmân), ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara ilm-i hâl kitapları denir. Dînini bilen seven ve kayıran mübârek insanların ilm-i hâl kitaplarını alıp; çoluğuna ve çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazifesidir.