Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Melâike; Arapça cem' (çoğul) bir kelime olup, melekler demektir. Müfredi (tekili) melektir. Mel’ek, me'lek, kelimesinden çevrilmiştir. Me'lek, elûke masdarından (kökünden) alınmıştır. Elûke, haber vermek demektir. Buna göre melek; haber verici mânâsınadır. Çünkü onlar, Allahü teâlâ ile kulları arasında vâsıtadırlar. Fakat mel'ek çok kullanılan yâni frekansı yüksek bir kelime olduğundan, telâffuzda kolaylık için melek, şeklinde söylenmiştir. Melek kelimesinde kuvvet mânâsı da vardır. Çok kuvvetli olan meleklerin yaptıkları işler, onların bu hâlini göstermektedir. Meselâ Enbiyâ sûresi 20. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Gece gündüz hep Allah'ı tesbîh ederler, usanmazlar" buyurulmaktadır. İşte böyle devamlı olarak Allahü teâlâyı tesbîh etmek, çok kuvvetli olmayı îcâbettirir.
Melekler cisim olup, nûrdan yaratılmışlardır. Nitekim Resûlullah efendimiz"Melekler nûrdan, cinler dumanı olmayan hâlis bir ateşten yaratıldı" buyurmuşlardır.
Alev, biri zulmânî; ikincisi nûrânî olmak üzere iki kısımdır. Her ikisi de görünmezler. Zulmânî olandan cin, nûrânî olandan ise melekler yaratılmıştır. İnsanlar toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ, bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdi. Melek ve cinlerde ise, alev şekli değişerek, onlara mahsus latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir.
Latîf olan melekler gaz hâlinden de latîfdirler. Bu sebeple en dar yerlere, en küçük deliklere, hattâ insanın içine ve en sert şeylere bile girebilirler. Diri ve akıllı olup, havada uçar, su üzerinde yürürler. Zor işlere güçleri yeter. Gazların sıvı hâlden katı, katı hâlden de sıvı hâle geçip şekil almaları gibi, melekler de çeşitli şekiller alabilirler. Enerji ve kuvvet gibi, maddesiz değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı böyle sanıyordu. Hıristiyanların sandığı gibi, melekler, büyük insanların bedenlerinden ayrılan rûhlar değildir.
Fen ilimleri, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Fen adamları bunlar üzerinde deneyler yaparak, madde ve hâdiseleri anlayıp elde ettikleri netîceyi bildirirler. Gördüklerinden, his ettiklerinden dışarıya çıkmazlar. His olunamayan, incelenemiyen, deneyi yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda fen ilimleri nâmına konuşan kimselerin sözü, kıymetsiz ve ehemmiyetsizdir. Bir fen adamı, melek yoktur deyince; meleğin varlığı fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için, meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Çünkü o, bu sözü ile fennin dışına çıkmakda, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını fen göstermektedir demek kadar yersiz ve ilme aykırıdır.
İşte rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi varlıklar, madde ve hâdise sınırları içinde aranmayıp deney ile anlaşılamadığından, fen konusu dışındadır. Böyle varlıkları anlamak; mûcizelerle, üstünlüğü belli olan peygamberlere (aleyhimüsselâm) bildirilmekle ve peygamberlerden (aleyhimüsselâm) işitmekle veya peygamberin yolunda olan âlimlerin nakletmesiyle mümkün olur. Bu bilgilere de ulûm-i nakliyye (naklî ilimler) denir.
Melekler her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplardan evvel bunlara îmân edilmesi bildirildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur'ân-ı kerîmde de inanılacak şeyler bu sıra ile bildirilmektedir.
Melekler hakkında üç sıfatı bilmek vâcibdir:
1- Var olduklarına inanmaktır. Meleklerin hepsi mü'mindir. Küfür ve şirkten uzaktırlar.
2- Hepsi Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınırlar.
3- Yeme içme gibi insanlara âit özelliklerden uzaktırlar.
Meleklerin varlığına inanmayan îmânsız olur. Cisim olduklarına inanmayan, kâfir olmazsa da bid'at sâhibidir.
Meleklerden bir kısmı, diğer meleklere ve insanların peygamberlerine (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) haber getirmek vazifesi ile şereflenmişlerdir. En'âm sûresini Cebrâil (aleyhisselâm) ile birlikte yetmişbin melek getirmiştir. Kur'ân-ı kerîmde Hac sûresi 75. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allah, meleklerden peygamberler seçer" buyurulmaktadır. Bu melekler, Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil (aleyhimüsselâm) ve diğerleridir. Bunlar, Allahü teâlâ ile peygamberler ve diğer insanlar arasında vâsıtadırlar. Cebrâil (aleyhisselâm), Allahü teâlâdan peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmek; Azrâil (aleyhisselâm), Allahü teâlânın emri ile rûhları almak; Mikâil (aleyhisselâm), rızıkları ulaştırmak sûretiyle vâsıta olurlar. Diğerleri de daha başka işlerde vazifelidirler.
Kitapları ve sahifeleri onlar getirmişlerdir. Emîn oldukları için getirdikleri de doğrudur. Melekler hatâ etmez, unutmaz, hîle yapmaz ve aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şüphe ihtimâli yoktur.
Melekler nehyedilen şeylerden sakınırlar. Emredilenleri yerine getirirler. Kur'ân-ı kerîmde Tahrîm sûresi 6. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlâ kendilerine ne emretti ise ona isyân etmezler ve emredildikleri şeyi de yaparlar" buyuruldu.
Enbiyâ sûresi 27. âyet-i kerîmesinde ise meâlen; "Melekler Allah'ın sözünün önüne geçmezler. Hep O'nun emri ile hareket ederler" buyuruldu. İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) bildirdiğine göre, Allahü teâlâdan vahiy getirmekte olan Cebrâil'in (aleyhisselâm), bir ara gecikmesinden endişelenen Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ey Cebrâil! Sen bizi şu ziyâretinden daha çok ziyâret etmez misin?" buyurarak, daha çok gelmesini istemişti. Bunun üzerine; "Biz (melekler) Rabbimizin emri olmadıkça inmeyiz, önümüzde ve arkamızdaki (geçmiş ve gelecek bütün şeyler) ve bunların arasındakiler hep O’nundur (Allah'ın emir ve irâdesine tâbidir.) Bununla beraber Rabbin seni unutmuş değildir" meâlindeki Meryem sûresinin 64. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Melekler devamlı Allahü teâlâya ibâdet ederler. Enbiyâ sûresi 19 ve 20. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "O'nun katındakiler (melekler), kendisine ibâdet etmekten ne kibirlenirler ne de yorulurlar. Gece-gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar" buyurulmaktadır.
Melekler, Allahü teâlâya ibâdetten lezzet alırlar. Allahü teâlâya ibâdeti terketmeyi kendilerinin helâki olarak görürler.
Ka'b-ül-Ahbâr (radıyallahü anh); meleklerin tesbîhlerinin, insanların nefes alıp vermeleri gibi devamlı olduğunu söylemektedir.
Melekler devamlı huzûr hâli üzere bulunup, zikir yaparlar. İnsan olsun melek olsun, mukarrebînden olan Allahü teâlânın seçilmiş kulları da devamlı bu şekilde ibâdet üzeredirler. Karadaki canlıların hava ile, denizdekilerin de su ile teneffüs etmeleri nasıl kesintisiz devam ediyorsa, mukarreblerin bu şekildeki ibâdetleri de öyle devam eder.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Onların Allahü teâlâ katındaki dereceleri yüksektir. Kâfirler ve müşriklerin sandıkları gibi, onlar Allahü teâlânın kızları değildir. Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi 26. âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: "Böyle iken (bâzı kâfirler) dediler ki: "Rahmân, (çok merhametli olan Allah) çocuk edindi. (Melekler, Allahü teâlânın kızlarıdır, dendi.) Allah bundan münezzehtir. Doğrusu onlar (melekler), Allahü teâlânın ikrâm olunmuş kullarıdır."
Kâfirler, melekler için dişi diyorlarsa da onlar, erkek ve dişi değildirler. Bu husûsda Kur'ân-ı kerîmin Zuhruf sûresi 19. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Onlar, Rahmân'ın kulları olan melekleri dişi yaptılar. Yaradılışlarına şâhid mi idiler. Onların (bu yalan) şâhidlikleri yazılacak ve (kıyâmette) mes'ûl olacaklardır."
Melekler evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sâhibi olup diridirler ve Allahü teâlânın âzamet ve celâlinin büyüklüğünden korkudadırlar. Nitekim Enbiyâ sûresi 28. âyet-i kerîmesinde; "Hepsi O'nun korkusundan titrerler" buyurulmaktadır.
Melekler günah işlemezler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman; "Yâ Rabbî! Yeryüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?" (Bakara sûresi: 30) gibi meleklerin (zelle) denilen soruları bunların masum, suçsuz olmalarına zarar vermez. Meleklerin bu suâli; Allahü teâlâya îtirâz veya Âdem'i (aleyhisselâm) ve zürriyetini gıybet etmek için değil, yeryüzünde fesat çıkaracak olan insanların yaratılmasındaki hikmeti öğrenmek istediklerindendir.
Melekler Allahü teâlânın izni ve bildirmesi ile pek çok sırları ve hâlleri bilirler. Allahü teâlâ bildirmese idi onlar, gayb ile alâkalı şeyleri bilemezlerdi. Çünkü Kur'ân-ı kerîmde Neml sûresi 65. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "(Ey Resûlüm)! De ki: Göklerde ve yerde olan kimse gaybı bilmez. Ancak Allah bilir."
Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil, Hamele-i Arş, Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân, Cehennem meleklerinin büyüğü olan Mâlik, Hafaza melekleri, Münker ve Nekîr gibi, meleklerin havâsları, üstünleri, peygamberlerden başka bütün insanlardan üstündürler. Hattâ Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu; insanların üstünlerinin, meleklerin üstünlerinden daha üstün olduklarını söylemişlerdir. Çünkü insanlar, şeytan ve nefisleri ile savaşıyor, ihtiyaçları olduğu hâlde yükseliyor. Melekler ise zâten yüksek yaratılmışlardır. Melekler, tesbîh, takdis ediyorsa da, buna cihâdı da katmak, insanların yükseklerine mahsustur. Nisâ sûresi 95. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Mallarını, canlarını fedâ ederek, din düşmanları ile Allah rızâsı için cihâd, muhârebe eden müslümanlar, oturup, kapanıp cihâd edenlerden daha üstündür. Hepsine de Cennet’i, söz veriyorum" buyurulmuştur. Mü'minlerin sâlihleri ve velîleri, meleklerin avâmından; meleklerin avâmı insanların avâmından daha üstündür.
Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve Hamele-i Arş'dan başka bütün melekler de yok olacakdır. Bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra dört melek yok olacaktır. İkincisinde, önce bütün melekler dirilecektir. Hamele-i Arş ile bu dört melek, sûrun ikinci üfürülmesinden önce dirilecektir. Demek ki, bu melekler, bütün canlılardan önce yaratıldıkları gibi, her canlıdan sonra yok olacaklardır.
Meleklerden bâzısının iki, bâzısının dört veya daha çok kanadı vardır. Her hayvanın kanadı ve tayyârelerin kanadları kendilerinin yapısında olup, birbirlerine benzemediği gibi, meleklerin kanadı da kendi cinslerindendir. İnsan görmediği, bilmediği şeyin tadını işitince, bunu bildiği şeyler gibi sanıp, aldanır. Meleklerin kanadları vardır. İnanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Kiliselerde ve bâzı mecmua ve filimlerde melek diye görülen kanatlı kadın resimleri uydurmadır. Müslümanlar böyle resim yapmaz. Müslüman olmayanların yaptığı bu bozuk resimleri doğru sanmamalı, onlara aldanmamalıdır. Sayısı en çok olan mahlûk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Nitekim Müddessir sûresi 31. âyet-i kerîmesinde; "Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir" buyrulmaktadır.
Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükûda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır. Bâzıları başka meleklerin âmiridir. Bâzıları insanların peygamberlerine haber getirir. Bâzıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna (ilham) denir. Bâzılarının, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur.
İmâm Fahreddîn Râzî (rahmetullahi aleyh) meleklerin sayıları ile ilgili olarak şöyle bildirdi: İnsanoğlu, cin tâifesinin onda biri kadardır. Bu ikisi karadaki canlıların onda biri kadardır. Bunların hepsi denizlerde yaşayan hayvanların onda biri, bunların hepsi dünyâ göğündeki meleklerin onda biri, bunlar da ikinci kat gökteki meleklerin onda biridir. Yedinci kat göğe kadar bir öncekiler, bir sonrakilerin onda biridir. Bütün bunların hepsi, arşın bir perdesinde olan meleklerin onda biridir. Arş-ı âzamın yüzbin perdesi vardır. Bir perde; bütün göklerden yerden, içindekilerden ve arasındakilerden çok daha büyüktür. Bu perdelerin her yerinde kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyamda olan ve çok güzel sesle Allahü teâlâyı tesbîh ve takdis eden melekler vardır. Bunların hepsi, arş-ı âzam ve etrâfına kıyasla denizde bir damla su kadar kalır. Sonra Levh-i mahfûza müvekkel olan melekler vardır. Bunların büyüğü İsrâfil aleyhisselâmdır. O, Levh-i mahfûzu görür. Diğer meleklere, Allahü teâlânın izni ile emr ve nehy eder. İsrâfil aleyhisselâm bu kadar büyüklüğü ile Allahü teâlânın korkusundan serçe kuşu gibi titrer.
Ka’b-ül-Ahbâr (radıyallahü anh) bildirir: Yeryüzünde iğne ucu kadar yer boş değildir. Her yere müvekkel bir melek vardır. İbn-i Münzir'in bildirdiği hadîs-i şerîfde şöyle bildirildi: "Beyt-ül-ma'mûrda her gün yetmişbin melek namaz kılar. Bir daha namaz kılmak sırası ona gelmez. Meleklerin büyüklerinden olan kerûbiyyûn melekleri; gece ve gündüz tesbîh ederler, hiç usanmaz ve yorulmazlar" Sahîh haberlerde geldi ki: "Sidre-tül müntehâda o kadar melek vardır ki, adedini ancak Allahü teâlâ bilir. Cebrâil aleyhisselâmın makâmı Sidre-tül müntehâdadır."
Meleklerin sayıları çok olmakla beraber, umûmî olarak yer gök ve hamele-i arş şeklinde üç sınıfa münhasırdırlar. Bunlardan başka insanın yemesini, gıda almasını te'min edenlerin yanında; hidâyet ve irşâd ile vazifeli melekler de vardır. Vücûdun, hattâ bitkilerin her parçasının gıdasını te'min için, en az yedi melek vazifelidir. Bu sayı daha da fazla olabilir.
Şöyle ki: Alınan gıda, bâzı değişikliklere uğradıktan sonra, kana karışır. Daha sonra et ve kemik olur. Et ve kemik olunca, gıda alma işi tamamlanmıştır. Kandaki besinler, et ve kemik, gücü, kuvveti, bilgi ve ihtiyârı (isteği) olmayan cisimlerdir. Bizzat kendi kendilerine hareket edemez, kendiliklerinden değişikliğe uğrayamazlar. Meselâ buğday da böyledir. Kendi kendine un, hamur ve ekmek olamaz. Kan ile hücreye taşınan besinler de kendi kendine et, kemik, sinir ve damar olmaz. Bunları yapacak bir san'atkâr lâzımdır. Allahü teâlâ zâhirî ve bâtınî nîmetler ihsân etmiştir. Zâhirdeki san'atkârlar belde halkı olduğu gibi, bâtındaki san'atkârlar da meleklerdir. İşte gıdayı kandan süzmek; etin ve kemiğin civarına çekmek (hücrenin içine almak); orada tutmak, nihâyet gıdayı et, damar ve kemik hâline getirmek işlerinde ayrı ayrı melekler vazifelendirilir. İhtiyaçtan fazla olan gıdayı da başka bir melek atar. Yeni meydana gelen eti, eski ete, yeni kemiği eski kemiğe, yeni damarı eski damara bağlamak için de ayrı bir melek lâzımdır. Meydana gelen yeni kan, kemik ve damarın, eskilere ne kadar ilâve edileceğini tâyin edecek yedinci bir melek daha lâzımdır. Meselâ, bu ilâveler, yuvarlak olan uzvun yuvarlaklığını, enli olanın, enliliğini, içi boş olanın, bu hâlini bozmayacak kadardır. Her birine lâzım olduğu kadar ilâve yapılır. Alınan gıda, lüzumundan fazla mikdarda, çocuğun burnunda toplanmış olsa, çocuğun burnu büyür, şekli bozulur ve içi boş olma husûsiyetini kaybederdi. Bu sebeple, alınan gıdanın, göz kapaklarına, onların inceliğine, göze, onun parlaklığına, dizlere, kalınlığına, kemiklere, sertliğine münâsip bir şekilde dağıtım yapılır. Aksi hâlde âzâların biri küçük, diğeri büyük kalırdı.
İşte taksim ve tevzîdeki bu ayarlamayı yapmak, meleklere havâle edilmiştir. Yoksa kandaki besinlerin kendi kendine bu hâllere girdiğini sanmak cehâlettir.
Bütün bu işleri yapanlar, yer melekleridir. İnsan uykuda istirâhatini yaparken, işi ile meşgûl olurken, bütün bunlardan habersiz melekler bu gıdayı bâtında (içinde) işe yarar hâle getirmektedirler. Bu mikdarda melek, normal âzâlar içindir. Göz ve kalb gibi hassas yerlerde bu işler için yüzden fazla melek vazifelidir.
Yer melekleri gök meleklerinden yardım alırlar. Bu yardım alma işi muayyen bir tertip üzeredir. Bunun hakîkatını ancak Allahü teâlâ bilir. Aynı şekilde, gök melekleri de Hamele-i Arş'dan yardım alırlar.
Yer ve göklere, bitki ve hayvanlara, hattâ her yağmur damlası ve bir taraftan diğer tarafa giden her bulut için vazifeli melekler vardır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Kader, Allahü teâlânın ezelî ilmi ile sonradan olacak şeyleri bilmesidir. Yoksa, Allahü teâlâ öyle bildiği için, sonradan olacak şeyler öylece olmak mecbûriyetindedir şeklinde değildir. Bu husûsta Ehl-i sünnet mezhebi, Mûtezile ile Cebriyye arasındadır. Ehl-i sünnete göre, insan kendi işlerinin hâlıkı olmadığı gibi, bu işleri yapmaya mecbûr da değildir. İslâmiyette ve semâvî olan bütün dinlerde her şey, her iş Allahü teâlânın takdiri ve irâdesi ile hâsıl oluyor. Fakat, insan bir işin ezelde nasıl takdir edildiğini bilemediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması lâzımdır. Kazâ ve kader, insanın çalışmasına mâni değildir. İnsanlar, kazâ ve kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yapdıktan sonra düşünmelidir. Hadîd sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdir edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağrur olmayasınız. Allahü teâlâ kibirlileri, bencilleri sevmez" buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, kazâ ve kadere îmân eden bir kimse, hiç bir zaman ye'se, ümidsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kazâ ve kadere inanmak, insanın çalışmasına mâni olmaz aksine teşvik eder. "Çalışınız! Herkes, kendisi için takdir edilmiş olan şeylere sürüklenir." hadîs-i şerîfi de insanın çalışmasının, kazâ ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini; çalışmak ile kazâ ve kader arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmektedir.
Kazâ ve kadere inanmak ve bütün hayırları ve şerleri cenâb-ı Hak'dan bilmek, müslümanlar için nasıl vazife ise; hayırlı işleri yapmak ve şer olan, fenâ işlerden kaçınmaya çalışmak da, vazifedir. Allahü teâlânın, bir şeyin nasıl olacağını, olmadan evvel bilmesi ve o bilgisine göre takdir ve irâde buyurması, insanlara cebr etmek olmaz. Çünkü, kulların irâde ve ihtiyârlarını nasıl kullanacağını da ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdir etmesi, kulların arzularına, irâdelerine zıt değildir. Cenâb-ı Hakk'ın ezelde bilmesi, işlerin olup olmamasına tesir etmez, "İlim, malûma tâbidir" sözü de, ilmin işlere tesir etmeyeceğini anlatmak için söylenmiştir.
İrâde ile yapılan işleri yapmak arzusunu, Allahü teâlânın yaratması da, cebr olmaz. O arzuyu Allahü teâlâ yaratır ise de, kazanan insandır. Allahü teâlânın irâdesi, birşeyi yalnız yaratıp yaratmamaya mahsus olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmayı ve yapmamayı irâde edebiliriz. Yâni yapmayı dilediğimiz zaman, yapmamayı da isteyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi diyemez.
İnsanın bir işi yapmasına ilk sebep, onun kendi irâde ve ihtiyârıdır. Kulun kendi arzusu ile yapdığı bir işi, Allahü teâlâ ezelde takdir etmiş ise de, o insanın irâdesi ve ihtiyârı da, ezelî ve belki takdirden önce ilm-i ilâhîdedir. Böylece ezeldeki takdir, kulun irâde ve ihtiyârına yardım etmiş olur. Kul kendi kendine bir şey yapamıyacağı, her şeyi Allahü teâlânın yaratması lâzım geleceği için, onun bir işe olan irâdesini cenâb-ı Hak, kendi takdiri ile yaptırmakdadır. Ehl-i sünnet; "Cenâb-ı Hak, sizin ve vücûda getirdiğiniz işlerinizin hâlıkıdır" âyet-i kerîmesine uygun olarak; "Kulların her hareketi, her işi, cenâb-ı Hakk'ın halk ve îcâd etmesi, kuvvet verip yaptırması ile hâsıl oluyor" diyor. Cenâb-ı Hakk'ın yaratması, insan irâde ve ihtiyârını kullandıktan sonra oluyor.
İlm-i ilâhînin, kulların ilmine benzemeyip, hep doğru çıkması lâzımdır. İlm-i ilâhînin hep doğru çıkması, Cebriyyeyi ve dalâlet yâni sapıklık yolunda olanları şaşırtmış, ilm-i ilâhînin, kulların işlerine hâkim ve müessir olduğunu sanmışlardır. İlm-i îlâhinin hiç şaşmaması ilimlikden çıkarak cebre dönmesine sebep olmaz. Talebesinin imtihânında kazanamıyacağını önceden bilen hocanın bilgisi, imtihânda başarı gösteremeyen talebesi için cebr ve zulm değildir. Allahü teâlâ, ileride olacak her şeyi ezelde biliyor. Her şeyin bu bilgiye uygun olması, insanın irâde ve ihtiyârının yokluğunu göstermez. Çünkü, Allahü teâlâ kendi yaratacaklarını da, ezelde bildiğinden elbette bu bilgisine uygun yaratacaktır. Bu O'nun irâde ve ihtiyârının yokluğunu göstermiyeceği gibi, insanların irâde ve ihtiyârını inkâr etmek de doğru değildir.
Düşünce ve hareketlerinde hür olan insanlar irâde sâhibidir. Fakat, düşünceleri ve işleri, bir sebebe bağlıdır. Bu sebepler insanı hür olmaktan çıkarmaz. Çünkü, sebepler olmadan da, irâde sâhibidirler ve sebepsiz olarak da irâde eder ve yaparlar. Sebepler varken, insan istemezse, iş olmaz. İnsan bir işi yapıp yapmamayı irâde etmeden önce, zihninde düşünür, muhakeme eder. Hangi taraf ağır gelirse, onu irâde eder. Bir satıcı en çok para veren müşteriye satar. Müşteri, malı satıcıdan cebren alamaz. Satıcı çok para veren adama satmaya mecbûr gibidir. Biri çıkıp da az para verene satamazsın diyerek kızdırırsa başka düşünceler ve yeni tartışmalarla, buna satmaya da mecbûr olabilir.
Allahü teâlâ, gönderdiği dinler ile, insanlara iyi ve kötü işleri ve bunlara karşılık olan nîmetlerini ve azâblarını bildirerek, kulların irâdelerine sebepler hazırlamakla beraber, insanların zihinlerinde, onları iyi ve kötü yollara sevk edebilen ve birbiri ile tartışmakda, çekişmekte bulunan sebepler, düşünceler de yaratmıştır. Allahü teâlânın bildirdiği ve zihinde yarattığı sebeplerin çatışmasından, iyilik tarafı ağır basarsa, iyi tarafı irâde eder. Meselâ bir memur, iyi çalışmasını îcâb ettiren kânun ve nizâmları bilirken, kânuna uymazsa, meselâ rüşvet alırsa, vicdanında kânunun yasağına karşı ağır basan bir sebep, bu yolsuzluğu yapmaya onu zorlamıştır. Yapılmayacak bir işe, dayanamamış, yapmışdır. Para teklif edilmesi ve Allahü teâlânın zihinde yarattığı para sevgisi, rüşvet almak irâde ve ihtiyârına mecbûr etmiş ise de kânun bunu iyi karşılamaz.
Hükümet kânunları gibi, din ve ahlâk kânunlarını koyarak, onlara uymayı sıkı sıkıya emreden Allahü teâlânın, öte yandan hep kötülük isteyen nefs-i emmâreyi insanlarda yaratması; hükümetin, memuru tecrübe için el altından rüşvet göndermesine, memurun da, yaman bir imtihân geçirdiğini anlayıp dikkatli ve uyanık olmasına benzer.
Kader değişmez. Kazâ, kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ, hergün çok değişip, sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kazâ-i mu'allâk şeklinde, yaratılacağı Levh-i mahfûzda yazılmış olan bir şey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz.
İmâm-ı Gazâlî, "İhyâu ulûmiddîn" kitabında buyurdu ki: "Kazâ-ı mu'allâk, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir." Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur." Duânın belâyı def etmesi de, kazâ ve kaderdendir. Kalkanın oka siper olduğu gibi; su, yerden otun yetişmesine (ve havadaki oksijen gazının, canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp harâret meydana gelmesine) sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebepdir. Bir hadîs-i şerîfde; "Kazâ-i mu'allâkı, hiç bir şey değiştiremez; yalnız duâ değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik arttırır." buyuruldu. Allahü teâlânın takdirinin, yâni kaderin, Levh-i mahfûzda yazılması kazâdır. Bir kimseye takdir edilen belâ, kazâ-i mu'allâk ise,yâni, o kimsenin duâ etmesi de, takdir edilmiş ise, duâ eder, kabûl olunca, belâyı önler. Ecel-i kazâ'yı da, iyilik etmek geciktirir.
Dâvûd aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikâyet etti. Dinleyip, karar verip giderken, Azrâil aleyhisselâm gelip; "Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti, fakat ölmedi." dedi. Dâvûd aleyhisselâm sebebini sorunca; "İkincisinin bir akrabâsı vardı. Buna dargın idi. Gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu" dedi. Emâlî kasîdesi altmışikinci beytinde; "Öldürülen kimsenin eceli münkatı' değildir" yâni, o anda, ömrü ortadan kesilmiş değildir der. "Kâmûs" mütercimi Ahmed Âsım Efendi, bu beyti şerh ederken diyor ki: "Ehl-i sünnete göre, öldürülen kimsenin, o anda eceli gelmiştir. Ömrü ortadan kesilmemiştir. Herkesin eceli bir tanedir."
Doktor ve ilâç bulmak da, takdire bağlıdır. Allahü teâlâ, takdirine göre sebepleri yaratmaktadır. Çok eskiden bilindiği gibi, bir yeri kesilen insanın eceli gelmedi ise, damarı bağlanır, ilâç verilir, ölmez. Eceli gelmiş ise, damarı bağlıyacak biri bulunamaz, kanı akar, mikrop kapar, ölür. Yürek adelesi bozuk olan ağır hastaya, ölmek üzere olan bir başkasının sağlam yüreği takılıp takılmaması da, ecelin gelip gelmemesine bağlıdır. Kalbin değiştirilmesi de hastayı muhakkak iyi yapmamakta ve bir çoklarının ölmesine sebep olmaktadır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Îmânın altı şartından beşincisi. Kazâ ve kader, zekî insanların zihinlerinin en çok takıldığı husûstur. Bu takıntılar, kazâ ve kaderi iyi anlamamaktan ileri gelmektedir. Kaderin ne demek olduğu iyi anlaşılsa, hiç bir zekînin şüphesi kalmaz ve îmânı kuvvetli olur.
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. Kader, bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir demektir. Çokluk ve büyüklük mânâsına da gelir. Allahü teâlânın, bir şeyin varlığını dilemesine kader denilmiştir. Kaderin yâni varlığı dilenilen şeyin var olmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kazâ demek, ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazâya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak her şeyi ezelde, sonsuz öncelerde biliyordu. İşte bu bilgisine kazâ ve kader denir. Eski Yunan felsefecileri buna inâyet-i ezeliyye dediler. Bu varlıklar, o kazâdan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun olarak, eşyanın var olmasına da kazâ ve kader denir.
"Kâmûs" da, kazâ kelimesinde diyor ki: "Kazâ, kaderin husûsî bir kısmıdır. Kader, anbara doldurulmuş buğday gibidir. Kazâ ise, onu ölçerek vermek gibidir. Hazret-i Ömer Şam'a geldi. Şehirde vebâ hastalığı olduğunu işitince, şehre girmedi. "Allahü teâlânın kazâsından mı kaçıyorsun?" dediklerinde; "Allahü teâlânın kazâsından, kaderine kaçıyorum" buyurdu ki, kader, kazâ şeklini almadıkça değişebilir. (Kader, maaş bordrosu gibidir. Kazâ ise, bu maaşın dağıtılmasıdır.) İbn-i Esîr dedi ki: Kazâ ve kader, birbirinden ayrılmaz, çünkü, kader temel gibi, kazâ da üstündeki binâ gibidir. Kader kelimesinde diyor ki: "Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kazâ, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır."
Kazâ ve kader bilgisi karışık olduğundan, okuyanlarda bir takım yanlış fikirler, evhâm ve hayâller hâsıl olabilir. Bunun için, din büyüklerimiz, kazâ ve kaderi çeşitli şekilde anlatmışlardır. Böylece okuyan ve dinleyenler, sözlerin gelişine ve şekline göre, târiflerin birinden faydalanabilir ve şüpheye düşmekten kurtulurlar. Bununla beraber İslâm âlimleri kazâ ve kader mevzûuna girmemeyi tavsiye buyurmuşlardır.
Bu husûsta büyük âlim İmâm-ı Begavî buyuruyor ki: "Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve şeriat sâhibi olan peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakî olup Cehennem’de kalacak, bir kısmı da said olup Cennet’e gidecektir. Bir kimse, hazret-i Ali'den kaderi sorduğunda; "Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!" buyurdu. Tekrar sorunca; "Derin bir denizdir" buyurdu. Tekrar sordu. Bu defâ; "Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı" buyurdu."
Kadere îmân etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratacağını ezelde irâde etti, diledi ise, az veya daha çok olmaksızın; dilediği gibi var olması lâzımdır. Olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyanın var olması imkânsızdır.
Bütün hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların (katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik hâdiseleri, kimyâ tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler) her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhırette, bunların cezâsını görmeleri yâni her şeyi, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyayı, özellikleri, hareketleri, hâdiseleri, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O'dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O'dur. Her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır.
Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin, yakmakda hiç bir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti bir şeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmamasıdır. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene; oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmışdır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse, ateş yakıyor sözünü beğenmez. Hava yakıyor der. Ortaokulu bitiren de, bunu kabûl etmez. Havadaki oksijen yakıyor der. Liseyi bitiren, yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır der. Üniversiteli ise, madde ile birlikde enerjiyi de hesâba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakda, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmakdadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tam gören peygamberler (aleyhimüsselâm) ve o büyüklerin izinde giderek ilim deryâlarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz, zavallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını hakîki yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduklarını bildiriyor. Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, İbrâhim aleyhisselâmı yakmadığı gibi, ateş içinde de yakmaz. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu. Nitekim ateşin yakmasını önleyen maddeler de yaratmışdır. Bu maddeleri, kimyâgerler bulmaktadır.
Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Uçaksız uçurur, radyosuz, uzakdan duyururdu. Fakat lütf ile kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O'nun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lambayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennet’e gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar. Kendine tabanca çeken ve zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işleyen, îmânını gideren de, Cehennem’e gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu îmânsız olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.
Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâç olmazdı. Herkes, her şeyi Allahü teâlâdan ister, hiç bir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, me'mur, işçi, san'atkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhıretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve mutî ile âsî arasında fark kalmazdı. İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan O'dur. Kulların, ihtiyârî, yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında irâde yaratmış, bu irâdelerini, dilemelerini, işleri yaratmasına sebep kılmışdır.
Allahü teâlânın, kul irâde etmeden yaratması câiz ise de, ihtiyârî olan işleri yaratmağa, kulların irâdelerini sebep kılmıştır. İrâde-i cüz’iyyemizin sebep olması da, Allahü teâlânın irâdesi iledir. Nitekim Allahü teâlâ Dehr (İnsan) sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzu edersiniz" buyurmuştur. Kul, bir iş yapmak irâde edince, Allahü teâlâ da onu irâde ederse, yaratır. Kul irâde etmezse ihtiyârî olan o işi yaratmaz. Şu hâlde; kul, irâde-i cüz'iyyesini ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ ibâdeti; günahlara sarf ederse, günahları yaratır. O zaman kul, âhırette azâb görür.
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin mânâsını, Ebû Mansûr-i Mâtüridî (rahmetullahi aleyh) şöyle açıklıyor: "İhtiyârî işleriniz, yalnız sizin irâdenizle olmaz. Sizin irâdenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irâde ederse yaratır." Görülüyor ki, işi yapmakda kullar müstakil değildir.
Demek ki, kul her istediğini yapamaz. İstemedikleri de olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin olmaması, kulluk değildir. Ulûhiyyete kalkışmakdır. Allahü teâlâ, lutfederek, ihsân ederek, acıyarak kullarına muhtâç oldukları kadar ve emirlere, yasaklara uyabilecek kadar kuvvet ve kudret, yâni enerji vermiştir. Meselâ, sıhhati ve parası olan kimse, ömründe bir kere hacca gidebilir. Gökde Ramazân hilâlini görünce, her sene bir ay oruç tutabilir. Yirmidört saatte, farz olan beş vakit namazı kılabilir. Nisâb miktarı malı, parası olan; bir hicrî sene sonra, bunun kırkda bir mikdarı altın ve gümüşü ayırıp müslümanlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahü teâlânın büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır.
Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir: Birincisi, kulun irâde ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine "Kesb etmek" denir. Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi, Allahü teâlânın yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın emirler, yasaklar koyması, sevâblar vermesi ve azâblar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir. Sâffât sûresinin 96. âyet-i kerîmesinin meâl-i âlîsi; "Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi de yarattı" dır. Bu âyet-i kerîme, insanlarda kesb, yâni hareketlerinde irâde-i cüz'iyye bulunduğunu göstermekte ve cebr olmadığını açıkça isbat etmektedir. Bunun için "İnsanın işi" denilmektedir. İnsanın işinde, meselâ, "Ali vurdu, kırdı" denir. Ayrıca, her şeyin kazâ ve kaderle yaratıldığını belli etmektedir.
İnsanın bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmesine kudret; yapmayı veya yapmamayı istemeye irâde yâni dilemek; bir işi kabûl etmeye, karşı gelmemeye de rızâ yâni beğenmek denir. Tesirli olmayarak bir araya gelmelerine kesb; tesir etmek ve etmemek şart olmazsa ihtiyâr adı verilir. İnsanın ihtiyârî hareketi, dört şeyle meydana gelmektedir: 1- O işi tasavvur etmek, hatırlamak. 2- O şeyden şevk duymak. 3- İrâde-i cüz'iyyeyi kullanmak, yâni harekete başlamak. 4- Hareketin meydana gelmesi. Birinci ve ikinciyi Allahü teâlâ yaratıyor. Çünkü, tasavvur ile şevk, var olan şeyler olup, yaratılmağa muhtâçdır. İrâde-i cüz'iyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahü teâlâdır. Kuldan, irâdenin meydana gelmesi de, tasavvur ve şevkin yaratılması ile olur. Meselâ, bir kimse, sadaka vermeyi ve sevâbını tasavvur etse, kendisinde şevk veya nefret hâsıl olur. Buna göre, irâde eder veya etmez. Şevk, irâde demek değildir. Nefret de, irâdeyi kullanmamak değildir.
Her ihtiyâr edenin, hâlık (yaratıcı) olması lâzım gelmez. Bunun gibi her irâde edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez. İhtiyâr ve kesb, birlikde bulunabilir. İhtiyâr, halk ile de birlikde bulunabilir. Bunun için, Allahü teâlâya hâlık ve muhtar denir. Kula, kâsib ve muhtar denir. İnsan bir şeyi yapmayı veya terk etmeyi irâde eder ve kuvvetini kullanır. Sonra Allahü teâlâ da bunu irâde eder ve kudretini kullanırsa, bu şey yâni bu iş olur. İlk ikisine kesb, son ikisine halk denir.
Kulun yaptığı işi, Allahü teâlâ beğenirse tâat olur. Bunun için insana âhırette sevâb verilir. Bir tâat yapılırken, sevâb kazanmak niyet edilirse, kurbet olur. Beğenmezse ma’siyyet, yâni günah olur. Âhırette itâb veya ikâb olunur. Mekruh işleyen veya müekked sünneti özürsüz terk etmeyi âdet edinen, itâb olunur, azarlanır. Farzı terk eden veya haram işleyen tevbesiz ölür ve şefâate, atfa kavuşmazsa, ikâb olunur, yanar. İnsanda irâde ve kudret, yâni kesb bulunduğuna inanmayan mürted olur, yâni İslâmiyetten çıkar.
Ezeldeki, yâni sonsuz öncelerdeki takdir; "Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacaktır" şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, insanda ihtiyâr, yâni seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Ezeldeki takdir, insanlarda ihtiyâr bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yarattıklarında, yaptıklarında ihtiyârsız olması, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünkü Allahü teâlâ da, her şeyi, ezeldeki takdîre uygun olarak yaratmaktadır. Allahü teâlâ muhtardır; diler, seçer; dilediğini ve seçdiğini yaratır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget