Kader, Allahü teâlânın ezelî ilmi ile sonradan olacak şeyleri bilmesidir. Yoksa, Allahü teâlâ öyle bildiği için, sonradan olacak şeyler öylece olmak mecbûriyetindedir şeklinde değildir. Bu husûsta Ehl-i sünnet mezhebi, Mûtezile ile Cebriyye arasındadır. Ehl-i sünnete göre, insan kendi işlerinin hâlıkı olmadığı gibi, bu işleri yapmaya mecbûr da değildir. İslâmiyette ve semâvî olan bütün dinlerde her şey, her iş Allahü teâlânın takdiri ve irâdesi ile hâsıl oluyor. Fakat, insan bir işin ezelde nasıl takdir edildiğini bilemediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması lâzımdır. Kazâ ve kader, insanın çalışmasına mâni değildir. İnsanlar, kazâ ve kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yapdıktan sonra düşünmelidir. Hadîd sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdir edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağrur olmayasınız. Allahü teâlâ kibirlileri, bencilleri sevmez" buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, kazâ ve kadere îmân eden bir kimse, hiç bir zaman ye'se, ümidsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kazâ ve kadere inanmak, insanın çalışmasına mâni olmaz aksine teşvik eder. "Çalışınız! Herkes, kendisi için takdir edilmiş olan şeylere sürüklenir." hadîs-i şerîfi de insanın çalışmasının, kazâ ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini; çalışmak ile kazâ ve kader arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmektedir.
Kazâ ve kadere inanmak ve bütün hayırları ve şerleri cenâb-ı Hak'dan bilmek, müslümanlar için nasıl vazife ise; hayırlı işleri yapmak ve şer olan, fenâ işlerden kaçınmaya çalışmak da, vazifedir. Allahü teâlânın, bir şeyin nasıl olacağını, olmadan evvel bilmesi ve o bilgisine göre takdir ve irâde buyurması, insanlara cebr etmek olmaz. Çünkü, kulların irâde ve ihtiyârlarını nasıl kullanacağını da ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdir etmesi, kulların arzularına, irâdelerine zıt değildir. Cenâb-ı Hakk'ın ezelde bilmesi, işlerin olup olmamasına tesir etmez, "İlim, malûma tâbidir" sözü de, ilmin işlere tesir etmeyeceğini anlatmak için söylenmiştir.
İrâde ile yapılan işleri yapmak arzusunu, Allahü teâlânın yaratması da, cebr olmaz. O arzuyu Allahü teâlâ yaratır ise de, kazanan insandır. Allahü teâlânın irâdesi, birşeyi yalnız yaratıp yaratmamaya mahsus olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmayı ve yapmamayı irâde edebiliriz. Yâni yapmayı dilediğimiz zaman, yapmamayı da isteyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi diyemez.
İnsanın bir işi yapmasına ilk sebep, onun kendi irâde ve ihtiyârıdır. Kulun kendi arzusu ile yapdığı bir işi, Allahü teâlâ ezelde takdir etmiş ise de, o insanın irâdesi ve ihtiyârı da, ezelî ve belki takdirden önce ilm-i ilâhîdedir. Böylece ezeldeki takdir, kulun irâde ve ihtiyârına yardım etmiş olur. Kul kendi kendine bir şey yapamıyacağı, her şeyi Allahü teâlânın yaratması lâzım geleceği için, onun bir işe olan irâdesini cenâb-ı Hak, kendi takdiri ile yaptırmakdadır. Ehl-i sünnet; "Cenâb-ı Hak, sizin ve vücûda getirdiğiniz işlerinizin hâlıkıdır" âyet-i kerîmesine uygun olarak; "Kulların her hareketi, her işi, cenâb-ı Hakk'ın halk ve îcâd etmesi, kuvvet verip yaptırması ile hâsıl oluyor" diyor. Cenâb-ı Hakk'ın yaratması, insan irâde ve ihtiyârını kullandıktan sonra oluyor.
İlm-i ilâhînin, kulların ilmine benzemeyip, hep doğru çıkması lâzımdır. İlm-i ilâhînin hep doğru çıkması, Cebriyyeyi ve dalâlet yâni sapıklık yolunda olanları şaşırtmış, ilm-i ilâhînin, kulların işlerine hâkim ve müessir olduğunu sanmışlardır. İlm-i îlâhinin hiç şaşmaması ilimlikden çıkarak cebre dönmesine sebep olmaz. Talebesinin imtihânında kazanamıyacağını önceden bilen hocanın bilgisi, imtihânda başarı gösteremeyen talebesi için cebr ve zulm değildir. Allahü teâlâ, ileride olacak her şeyi ezelde biliyor. Her şeyin bu bilgiye uygun olması, insanın irâde ve ihtiyârının yokluğunu göstermez. Çünkü, Allahü teâlâ kendi yaratacaklarını da, ezelde bildiğinden elbette bu bilgisine uygun yaratacaktır. Bu O'nun irâde ve ihtiyârının yokluğunu göstermiyeceği gibi, insanların irâde ve ihtiyârını inkâr etmek de doğru değildir.
Düşünce ve hareketlerinde hür olan insanlar irâde sâhibidir. Fakat, düşünceleri ve işleri, bir sebebe bağlıdır. Bu sebepler insanı hür olmaktan çıkarmaz. Çünkü, sebepler olmadan da, irâde sâhibidirler ve sebepsiz olarak da irâde eder ve yaparlar. Sebepler varken, insan istemezse, iş olmaz. İnsan bir işi yapıp yapmamayı irâde etmeden önce, zihninde düşünür, muhakeme eder. Hangi taraf ağır gelirse, onu irâde eder. Bir satıcı en çok para veren müşteriye satar. Müşteri, malı satıcıdan cebren alamaz. Satıcı çok para veren adama satmaya mecbûr gibidir. Biri çıkıp da az para verene satamazsın diyerek kızdırırsa başka düşünceler ve yeni tartışmalarla, buna satmaya da mecbûr olabilir.
Allahü teâlâ, gönderdiği dinler ile, insanlara iyi ve kötü işleri ve bunlara karşılık olan nîmetlerini ve azâblarını bildirerek, kulların irâdelerine sebepler hazırlamakla beraber, insanların zihinlerinde, onları iyi ve kötü yollara sevk edebilen ve birbiri ile tartışmakda, çekişmekte bulunan sebepler, düşünceler de yaratmıştır. Allahü teâlânın bildirdiği ve zihinde yarattığı sebeplerin çatışmasından, iyilik tarafı ağır basarsa, iyi tarafı irâde eder. Meselâ bir memur, iyi çalışmasını îcâb ettiren kânun ve nizâmları bilirken, kânuna uymazsa, meselâ rüşvet alırsa, vicdanında kânunun yasağına karşı ağır basan bir sebep, bu yolsuzluğu yapmaya onu zorlamıştır. Yapılmayacak bir işe, dayanamamış, yapmışdır. Para teklif edilmesi ve Allahü teâlânın zihinde yarattığı para sevgisi, rüşvet almak irâde ve ihtiyârına mecbûr etmiş ise de kânun bunu iyi karşılamaz.
Hükümet kânunları gibi, din ve ahlâk kânunlarını koyarak, onlara uymayı sıkı sıkıya emreden Allahü teâlânın, öte yandan hep kötülük isteyen nefs-i emmâreyi insanlarda yaratması; hükümetin, memuru tecrübe için el altından rüşvet göndermesine, memurun da, yaman bir imtihân geçirdiğini anlayıp dikkatli ve uyanık olmasına benzer.
Kader değişmez. Kazâ, kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ, hergün çok değişip, sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kazâ-i mu'allâk şeklinde, yaratılacağı Levh-i mahfûzda yazılmış olan bir şey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz.
İmâm-ı Gazâlî, "İhyâu ulûmiddîn" kitabında buyurdu ki: "Kazâ-ı mu'allâk, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir." Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur." Duânın belâyı def etmesi de, kazâ ve kaderdendir. Kalkanın oka siper olduğu gibi; su, yerden otun yetişmesine (ve havadaki oksijen gazının, canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp harâret meydana gelmesine) sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebepdir. Bir hadîs-i şerîfde; "Kazâ-i mu'allâkı, hiç bir şey değiştiremez; yalnız duâ değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik arttırır." buyuruldu. Allahü teâlânın takdirinin, yâni kaderin, Levh-i mahfûzda yazılması kazâdır. Bir kimseye takdir edilen belâ, kazâ-i mu'allâk ise,yâni, o kimsenin duâ etmesi de, takdir edilmiş ise, duâ eder, kabûl olunca, belâyı önler. Ecel-i kazâ'yı da, iyilik etmek geciktirir.
Dâvûd aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikâyet etti. Dinleyip, karar verip giderken, Azrâil aleyhisselâm gelip; "Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti, fakat ölmedi." dedi. Dâvûd aleyhisselâm sebebini sorunca; "İkincisinin bir akrabâsı vardı. Buna dargın idi. Gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu" dedi. Emâlî kasîdesi altmışikinci beytinde; "Öldürülen kimsenin eceli münkatı' değildir" yâni, o anda, ömrü ortadan kesilmiş değildir der. "Kâmûs" mütercimi Ahmed Âsım Efendi, bu beyti şerh ederken diyor ki: "Ehl-i sünnete göre, öldürülen kimsenin, o anda eceli gelmiştir. Ömrü ortadan kesilmemiştir. Herkesin eceli bir tanedir."
Doktor ve ilâç bulmak da, takdire bağlıdır. Allahü teâlâ, takdirine göre sebepleri yaratmaktadır. Çok eskiden bilindiği gibi, bir yeri kesilen insanın eceli gelmedi ise, damarı bağlanır, ilâç verilir, ölmez. Eceli gelmiş ise, damarı bağlıyacak biri bulunamaz, kanı akar, mikrop kapar, ölür. Yürek adelesi bozuk olan ağır hastaya, ölmek üzere olan bir başkasının sağlam yüreği takılıp takılmaması da, ecelin gelip gelmemesine bağlıdır. Kalbin değiştirilmesi de hastayı muhakkak iyi yapmamakta ve bir çoklarının ölmesine sebep olmaktadır.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.