Cebrâil (aleyhisselâm): Dört büyük melekden birisi ve meleklerin en üstünüdür. Cibrîl, Rûh-ul-emin ve Nâmûs-u ekber de denir. Cebrâil, lügatte; Allahü teâlânın kulu demektir.
Vazifesi ve husûsiyetleri:
1- Peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmektir.
2- Allahü teâlâ onu Kur'ân-ı kerîmde diğer meleklerden önce zikretmiştir. Bakara sûresi 98. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil'e, Mikâil'e düşman olursa, muhakkak Allah da kâfirlerin düşmanıdır" buyrulmaktadır. Ayet-i kerîmede Cebrâil (aleyhisselâm), Mikâil'den (aleyhisselâm) önce zikredilmiştir. Çünkü Cebrâil (aleyhisselâm) peygamberlere vahy getirmek şerefine nâil olmasının yanında ilim sâhibidir. Mikâil (aleyhisselâm) ise, rızıkları ayarlamakla vazifelidir. Manevî bir gıda olan ilim, cisim ve beden için olan gıdadan üstün ve şereflidir. Bu sebeple Cebrâil (aleyhisselâm), Mikâîl'den (aleyhisselâm) üstündür.
3- Allahü teâlâ onun için Rûh'ul kuds diye buyurmuştur. Nitekim Mâide sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Hani, ben seni Rûh'ul kuds (Cebrâil) ile te'yid etmiştim" buyurulmaktadır.
4- Allahü teâlâ onu kendisinden sonra zikretmiştir. Tahrîm sûresi 4. âyet-i kerîmesinde; "Muhakkak ki Allah, Cebrâil ve sâlih mü'minler O'nun (Resûlullah'ın) yardımcısıdır" buyurulmaktadır.
5- Yine Cebrâil aleyhisselâm Tekvîr sûresinde altı vasfı ile medholunmuştur: "Muhakkak o Kur'ân, pek şerefli bir resûlün (Cebrâil'in) getirdiği kelâmdır. (O çetin) bir kuvvet sâhibidir. Arşın sâhibi olan Allah katında pek şereflidir. Orada kendisine itâat olunandır, emîndir."
Cebrâil'in (aleyhisselâm) resûl olması, peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmesinden dolayıdır. Allahü teâlânın nezdinde şerefli ve îtibârlı olması, onu kendisi ile, kullarının en üstünleri olan peygamberleri arasında vâsıta yapması sebebiyledir. Allahü teâlâ katında derecesinin yüksek olması, Kur’ân-ı kerîmde onu kendisinden sonra zikrettiği içindir. Meleklerin reisi olup kendisine itâat edilmesi, onların, ona itâat etmeleri sebebiyledir. Emîn olmasına gelince; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Resûlullah efendimize meâlen; "Onu senin kalbine Rûh-ul-emin indirdi" Şuarâ sûresi: 193) buyurmuştur.
Cebrâil (aleyhisselâm) muhtelif şekillere girebilmektedir. Nitekim Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) değişik şekillerde görünmüştür. Ekseriyetle Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh) sûretinde gelirdi. Dıhye-i Kelbî, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Bir kavmin reisi olup ticâretle uğraşırdı. Îmân etmeden önce de Resûlullah'ı sever, uzaktan geldikçe hediye getirirdi. Cebrâil (aleyhisselâm) îmân edeceğini Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermişti.
Cebrâil (aleyhisselâm), çok defâ Resûlullah'ın huzûruna onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Benî Ümeyye'den üç kişiyi üç kimseye benzetti ve şöyle buyurdu; "Dıhye-i Kelbî, Cebrâil'e; Urve bin Mes'ûd Sekafî, Îsâ'ya; Abdül-üzzâ ise, Deccâl'e benzer."
Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh) Medîne-i münevverede dahî sokakta dolaşırken, Resûlullah'ın emri ile yüzünü örterdi. Yoksa kolay kolay kimse gözünü ondan ayıramazdı.
Cebrâil aleyhisselâm, her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi Levh-i mahfûz'daki sırasına göre okur. Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamâmını okudular.
Yine bir gün Cebrâil (aleyhisselâm), müslümanlara İslâmiyeti öğretmek için gelmişti. Bunu Ömer (radıyallahü anh), şöyle anlatır: "Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat; öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıda olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. O vakit ay doğar gibi bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toz, toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullah'ın eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Yâni görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda oturdu. Dizlerini mübârek dizlerine yanaştırdı. Ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullah'a sorarak; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat" dedi.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İslâm'ın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet getirmektir. (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh demektir.) (İslâm'ın ikinci şartı) vakit gelince, namazı kılmaktır. (Üçüncüsü) malın zekâtını vermektir. (Dördüncüsü) Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmaktır. (Beşincisi) gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir."
O zât, Resûlullah'dan bu cevapları işitince; "Doğru söyledin yâ Resûlallah!" dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaşdık. Çünkü hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdik ediyordu. Bu zât yine sorarak; "Yâ Resûlallah! Îmânın ne olduğunu, hakîkatini ve mâhiyetini de bana bildir" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Îmân, önce Allahü teâlâya inanmaktır." (îmânın altı temelinden ikincisi) Allahü teâlânın meleklerine inanmaktır. (Üçüncüsü) Allahü teâlânın bildirdiği kitaplarına inanmaktır.(Dördüncüsü) Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır. (Beşincisi) âhıret gününe inanmaktır. (Altıncısı) kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır."
Mikâil (aleyhisselâm): Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk (iktisadî nizâm) yapmak, (ferahlık ve huzûr getirmek) ve her maddeyi hareket ettirmek bunun vazifesidir. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk vahiy geldikten sonra üç sene vahiy gelmedi. Bu süre içinde Mikâil aleyhisselâm gelip, kendisine bâzı şeyler öğretti.
İsrâfil (aleyhisselâm): Sûra üfüren melektir. İki defâ sûra üfürür. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecek; ikincisinde ise hepsi yeniden dirilecektir. Zümer sûresi 68. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruldu: "Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyet tâbi olur. Bu emr ile kalkıp, hazır olurlar."
Yâsîn sûresi 48'den 53'e kadar olan âyet-i kerîmelerde de şöyle buyurulur: "(Yine Mekke kâfirleri şöyle) diyorlar; "Bu kıyâmetin vâdi ne zaman? Eğer doğru söyleyiciler iseniz?"
"Onların beklediği sâdece sayhadır. (Sûra ilk üfürülüştür.) Onlar birbirleri ile çekişip, dururlarken kendilerini yakalayıverir."
"O zaman bir vasiyet (söz) bile yapamazlar, âilelerine de (çarşı ve sokaklardan) dönemezler."
"(Bir de 40 yıl sonra ikinci defâ) sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın ki, onlar, kabirlerden kalkıp Rablerine doğru koşuyorlar!"
"(Kâfirler); "Vah başımıza gelenlere!... Kim kaldırdı bizi uyuduğumuz yerden? İşte bu (kıyâmet), Rahmânın vâd buyurduğu şey. Gönderilen peygamberler meğer doğru söylemiş" derler."
"(Bu son nefhâ), ancak bir tek sayhadan ibârettir. Onunla mahlûkâtın hepsi toplanıp, (hesap için) huzûrumuza gelirler."
"Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulüm edilmez. Sâdece (hayırdan ve şerden) yaptıklarınızın cezâsını çekeceksiniz."
Hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "İsrâfil aleyhisselâm, sûru, ağzında lokma gibi tutup, kulağını açıp, Allahü teâlâdan izin bekler, durur. Ben nasıl rahat olurum?" buyurdu.
Bu haber, Eshâb-ı kirâma çok tesir etti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara; "Hasbünallahü ve nîmel-vekîl" (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) deyiniz" buyurdu.
Azrâil (aleyhisselâm): Büyük meleklerin dördüncüsüdür. İnsanların rûhunu alan budur. Rûhunun alınması yaklaşmış olan bir kimsenin, Sidret-ül-müntehâda, Sidre ağacından adının bulunduğu yaprak, ölüm meleğinin (Azrâil'in) yanına düşer. Azrâil (aleyhisselâm) bundan o kimsenin ecelinin geldiğini, artık dünyâda yiyecek rızkının kalmadığını anlar.
Nitekim hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Ölüm meleği arşın altında bulunur. Ölecek olan kimselerin sahifeleri yanına düşer. Bunun üzerine Melek-ül-mevt, eceli gelmiş ve dünyâdaki rızkı bitmiş olan kimseye bakar ve ona ölüm sekerâtını atar. O kimseyi ölümün sıkıntıları ve şiddetli hâlleri kaplar."
Melek-ül-mevt, mü'mine en güzel; kâfire ise en çirkin ve korkunç bir sûrette görünür. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle nakletti: Allahü teâlâ İbrahim'i (aleyhisselâm) kendisine dost edinince, Melek-ül-mevt bunu İbrahim'e (aleyhisselâm) müjdelemek istedi. Allahü teâlâ da ona bunun için izin verdi. Bu izni alan Azrail (aleyhisselâm), müjdeyi İbrahim'e (aleyhisselâm) getirdi. Müjdeyi alan İbrahim (aleyhisselâm); "Elhamdülillah" diyerek Allahü teâlâya hamd etti. Sonra; "Ey Melek-ül-mevt! Kâfirlerin ruhlarını nasıl aldığını bana göster" dedi. O da; "Ey İbrahim! Onu görmeye gücün yetmez, tahammül edemezsin" diye arz etti. İbrahim (aleyhisselâm) yine, görmek istediğini bildirince, Melek-ül-mevt (Azrail) simsiyah bir sûrete büründü. Ağzından Cehennem ateşi fışkırıyordu. Vücudundaki kıllar insan gibi olup, her kılın dibinden ateşler çıkıyordu. İbrahim aleyhisselâm Azrail'i (aleyhisselâm) bu durumda görünce, bayıldı. Bir müddet sonra ayıldığında, Azrail'i (aleyhisselâm) önceki şeklinde görüp; "Ey ölüm meleği! Eğer kâfirlere seni bu hâlde görmekten başka bir belâ ve mûsibet gelmese idi, bu onlara mûsibet olarak yeterdi" buyurdu.
İbrahim (aleyhisselâm) Melek-ül-mevt'e tekrar şöyle dedi: "Ey Melek-ül-mevt! Mü'minlerin ruhlarını hangi surette alıyorsun? Bir de onu görmek isterim." Bunun üzerine Melek-ül-mevt, pek yakışıklı bir genç suretine girdi. Bunu gören İbrahim (aleyhisselâm); "Ey Melek-ül-mevt! Mü'min vefat edeceği zaman seni bu surette görmekten başka sevinçli bir hâl ile karşılaşmasa, seni bu hâlde görmek, ona kâfi gelirdi" buyurdu.
Azrail (aleyhisselâm), İbrahim aleyhisselâmdan ruhunu almak için izin istedikde; "Dost dostun canını alır mı?" dedi. Allahü teâlâ, Azrail (aleyhisselâm) ile haber gönderip; "Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı?" buyurunca; "Yâ Râbbî! Ruhumu hemen al!" diye duâ eyledi.
Melekler, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve evliyanın ruhları ve sâlih mü'minlerin rûhları; herkim nerede ve ne zamanda ve her ne hâlde çağırırsa, Allahü teâlânın izni ile orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselâmın sıkıntıda olanların imdadına yetişmesi, Fahr-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin her birine, hele ölüm zamanında, imdada yetişmesi ve Azrail aleyhisselâm, rûh (cân) almak için her anda, her yere gelmesi de böyledir.
Ölü kabre konunca Rûmân adlı bir melek sorular sorup gittikten sonra, korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gâyet siyah olup dişleri ile yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de şiddet ile esen rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki; insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan daha büyük ve ağırdır. Bir kere bir kimseye vururlarsa maazallah parça parça eder. Rûh bunları görünce hemen kaçar, ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir, öleceği zamanki, hâli gibi olur. Hareket etmeye kadir olamaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar ona şiddet ile suâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa yer açılıp bir boşluk olur.
Bu iki melek; "Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim O'dur. Benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır." Buna ancak, ilmi ile amel eden hayırlı âlimler böyle cevap verir.
O zaman bunlar der ki: "Doğru söyledi. Delilini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu." Bundan sonra onun üzerine kabrini kubbe gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yaptığı güzel haberleri söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyamet kopuncaya kadar, kabrinde neşeli ve sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından daha sevgili bir şey olmaz.
İlmi ve ameli az olan, ilimden ve melekût sırlarından haberi olmayan mü'minlerin dereceleri bundan aşağıdır ki, onun yanına Rûmân ismindeki melekden sonra güzel surette ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir; "Beni bilmez misin?" der. O da; "Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni şu garib olduğum zamanda bana ihsan eyledi" der. O da der ki; "Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzun olma. Biraz sonra Münker ve Nekir melekleri gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan çekinme der.
Bundan sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekir melekleri gelir. Onu oturturlar. Ona; "(Men Rabbüke) Rabbin kimdir?" derler. "Rabbim Allah'dır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, imâmım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf ve babam İbrâhim aleyhisselâmdır ki, onun milleti (dîni) benim milletimdir" der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da doğru söyledin derler. Önceki melekler gibi muâmele ederler. Fakat onun için sol tarafından bir kapı açarlar. Cehennem’in yılan, akreb, zincir, kaynar suyu ve zakkumu velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder. Ona; "Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennem’deki yerindir ki, Allahü teâlâ bunu senin Cennet’te olan yerinle değiştirdi. Uyu, sen saîdsin" derler. Mahşer günü olunca melekler, mahlûkâtı mahşere sevkederler. Kıyâmet günü, herkes kabri üzerine çıkar. Bâzısı çıplak, bâzısı siyah, bâzısı beyaz elbiseli, bâzısı da nûr saçar bir hâlde oturur.
Bu sırada melekler, onları fırka fırka, cemâat cemâat sevk ederler. Herbirinin altında kendilerine zulüm edenler bulunarak haşrolunurlar. İnsan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü beyaz gümüş gibi düz olur.
Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Onlar yeryüzünde bulunanlardan on kat fazladır.
Bundan sonra, Allahü teâlâ ikinci kat gök meleklerine emreder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirirler. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedir.
Sonra üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir.
Sonra dördüncü kat melekleri hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden fazladır.
Sonra beşinci kat göklerin melekleri nâzil olup, bir halka şeklinde çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden fazladır.
Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar hepsinin altmış mislinden fazladır.
En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar cümlesinin yetmiş mislinden fazladır.
Bu zamanda halk birbirine karışık olur. İzdihamın çok olmasından birbirinin ayaklarına basarlar. Herkes günahına göre, tere gark olur. Bâzısı kulaklarına, bâzısı göğsüne, bâzısı omuzlarına, bâzısı dizlerine kadar, hamamdaki gibi bir tere batmışlardır.
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.