Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

KAZÂ VE KADER

KAZÂ VE KADER || Peygamberler Ansiklopedisi || Hadis Kütüphanesi

Îmânın altı şartından beşincisi. Kazâ ve kader, zekî insanların zihinlerinin en çok takıldığı husûstur. Bu takıntılar, kazâ ve kaderi iyi anlamamaktan ileri gelmektedir. Kaderin ne demek olduğu iyi anlaşılsa, hiç bir zekînin şüphesi kalmaz ve îmânı kuvvetli olur.
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. Kader, bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir demektir. Çokluk ve büyüklük mânâsına da gelir. Allahü teâlânın, bir şeyin varlığını dilemesine kader denilmiştir. Kaderin yâni varlığı dilenilen şeyin var olmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kazâ demek, ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazâya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak her şeyi ezelde, sonsuz öncelerde biliyordu. İşte bu bilgisine kazâ ve kader denir. Eski Yunan felsefecileri buna inâyet-i ezeliyye dediler. Bu varlıklar, o kazâdan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun olarak, eşyanın var olmasına da kazâ ve kader denir.
"Kâmûs" da, kazâ kelimesinde diyor ki: "Kazâ, kaderin husûsî bir kısmıdır. Kader, anbara doldurulmuş buğday gibidir. Kazâ ise, onu ölçerek vermek gibidir. Hazret-i Ömer Şam'a geldi. Şehirde vebâ hastalığı olduğunu işitince, şehre girmedi. "Allahü teâlânın kazâsından mı kaçıyorsun?" dediklerinde; "Allahü teâlânın kazâsından, kaderine kaçıyorum" buyurdu ki, kader, kazâ şeklini almadıkça değişebilir. (Kader, maaş bordrosu gibidir. Kazâ ise, bu maaşın dağıtılmasıdır.) İbn-i Esîr dedi ki: Kazâ ve kader, birbirinden ayrılmaz, çünkü, kader temel gibi, kazâ da üstündeki binâ gibidir. Kader kelimesinde diyor ki: "Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kazâ, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır."
Kazâ ve kader bilgisi karışık olduğundan, okuyanlarda bir takım yanlış fikirler, evhâm ve hayâller hâsıl olabilir. Bunun için, din büyüklerimiz, kazâ ve kaderi çeşitli şekilde anlatmışlardır. Böylece okuyan ve dinleyenler, sözlerin gelişine ve şekline göre, târiflerin birinden faydalanabilir ve şüpheye düşmekten kurtulurlar. Bununla beraber İslâm âlimleri kazâ ve kader mevzûuna girmemeyi tavsiye buyurmuşlardır.
Bu husûsta büyük âlim İmâm-ı Begavî buyuruyor ki: "Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve şeriat sâhibi olan peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakî olup Cehennem’de kalacak, bir kısmı da said olup Cennet’e gidecektir. Bir kimse, hazret-i Ali'den kaderi sorduğunda; "Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!" buyurdu. Tekrar sorunca; "Derin bir denizdir" buyurdu. Tekrar sordu. Bu defâ; "Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı" buyurdu."
Kadere îmân etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratacağını ezelde irâde etti, diledi ise, az veya daha çok olmaksızın; dilediği gibi var olması lâzımdır. Olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyanın var olması imkânsızdır.
Bütün hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların (katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik hâdiseleri, kimyâ tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler) her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhırette, bunların cezâsını görmeleri yâni her şeyi, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyayı, özellikleri, hareketleri, hâdiseleri, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O'dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O'dur. Her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır.
Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin, yakmakda hiç bir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti bir şeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmamasıdır. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene; oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmışdır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse, ateş yakıyor sözünü beğenmez. Hava yakıyor der. Ortaokulu bitiren de, bunu kabûl etmez. Havadaki oksijen yakıyor der. Liseyi bitiren, yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır der. Üniversiteli ise, madde ile birlikde enerjiyi de hesâba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakda, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmakdadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tam gören peygamberler (aleyhimüsselâm) ve o büyüklerin izinde giderek ilim deryâlarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz, zavallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını hakîki yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduklarını bildiriyor. Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, İbrâhim aleyhisselâmı yakmadığı gibi, ateş içinde de yakmaz. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu. Nitekim ateşin yakmasını önleyen maddeler de yaratmışdır. Bu maddeleri, kimyâgerler bulmaktadır.
Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Uçaksız uçurur, radyosuz, uzakdan duyururdu. Fakat lütf ile kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O'nun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lambayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennet’e gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar. Kendine tabanca çeken ve zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işleyen, îmânını gideren de, Cehennem’e gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu îmânsız olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.
Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâç olmazdı. Herkes, her şeyi Allahü teâlâdan ister, hiç bir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, me'mur, işçi, san'atkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhıretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve mutî ile âsî arasında fark kalmazdı. İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan O'dur. Kulların, ihtiyârî, yâni istekli hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında irâde yaratmış, bu irâdelerini, dilemelerini, işleri yaratmasına sebep kılmışdır.
Allahü teâlânın, kul irâde etmeden yaratması câiz ise de, ihtiyârî olan işleri yaratmağa, kulların irâdelerini sebep kılmıştır. İrâde-i cüz’iyyemizin sebep olması da, Allahü teâlânın irâdesi iledir. Nitekim Allahü teâlâ Dehr (İnsan) sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzu edersiniz" buyurmuştur. Kul, bir iş yapmak irâde edince, Allahü teâlâ da onu irâde ederse, yaratır. Kul irâde etmezse ihtiyârî olan o işi yaratmaz. Şu hâlde; kul, irâde-i cüz'iyyesini ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ ibâdeti; günahlara sarf ederse, günahları yaratır. O zaman kul, âhırette azâb görür.
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin mânâsını, Ebû Mansûr-i Mâtüridî (rahmetullahi aleyh) şöyle açıklıyor: "İhtiyârî işleriniz, yalnız sizin irâdenizle olmaz. Sizin irâdenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irâde ederse yaratır." Görülüyor ki, işi yapmakda kullar müstakil değildir.
Demek ki, kul her istediğini yapamaz. İstemedikleri de olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin olmaması, kulluk değildir. Ulûhiyyete kalkışmakdır. Allahü teâlâ, lutfederek, ihsân ederek, acıyarak kullarına muhtâç oldukları kadar ve emirlere, yasaklara uyabilecek kadar kuvvet ve kudret, yâni enerji vermiştir. Meselâ, sıhhati ve parası olan kimse, ömründe bir kere hacca gidebilir. Gökde Ramazân hilâlini görünce, her sene bir ay oruç tutabilir. Yirmidört saatte, farz olan beş vakit namazı kılabilir. Nisâb miktarı malı, parası olan; bir hicrî sene sonra, bunun kırkda bir mikdarı altın ve gümüşü ayırıp müslümanlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahü teâlânın büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır.
Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir: Birincisi, kulun irâde ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine "Kesb etmek" denir. Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi, Allahü teâlânın yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın emirler, yasaklar koyması, sevâblar vermesi ve azâblar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir. Sâffât sûresinin 96. âyet-i kerîmesinin meâl-i âlîsi; "Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi de yarattı" dır. Bu âyet-i kerîme, insanlarda kesb, yâni hareketlerinde irâde-i cüz'iyye bulunduğunu göstermekte ve cebr olmadığını açıkça isbat etmektedir. Bunun için "İnsanın işi" denilmektedir. İnsanın işinde, meselâ, "Ali vurdu, kırdı" denir. Ayrıca, her şeyin kazâ ve kaderle yaratıldığını belli etmektedir.
İnsanın bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmesine kudret; yapmayı veya yapmamayı istemeye irâde yâni dilemek; bir işi kabûl etmeye, karşı gelmemeye de rızâ yâni beğenmek denir. Tesirli olmayarak bir araya gelmelerine kesb; tesir etmek ve etmemek şart olmazsa ihtiyâr adı verilir. İnsanın ihtiyârî hareketi, dört şeyle meydana gelmektedir: 1- O işi tasavvur etmek, hatırlamak. 2- O şeyden şevk duymak. 3- İrâde-i cüz'iyyeyi kullanmak, yâni harekete başlamak. 4- Hareketin meydana gelmesi. Birinci ve ikinciyi Allahü teâlâ yaratıyor. Çünkü, tasavvur ile şevk, var olan şeyler olup, yaratılmağa muhtâçdır. İrâde-i cüz'iyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahü teâlâdır. Kuldan, irâdenin meydana gelmesi de, tasavvur ve şevkin yaratılması ile olur. Meselâ, bir kimse, sadaka vermeyi ve sevâbını tasavvur etse, kendisinde şevk veya nefret hâsıl olur. Buna göre, irâde eder veya etmez. Şevk, irâde demek değildir. Nefret de, irâdeyi kullanmamak değildir.
Her ihtiyâr edenin, hâlık (yaratıcı) olması lâzım gelmez. Bunun gibi her irâde edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez. İhtiyâr ve kesb, birlikde bulunabilir. İhtiyâr, halk ile de birlikde bulunabilir. Bunun için, Allahü teâlâya hâlık ve muhtar denir. Kula, kâsib ve muhtar denir. İnsan bir şeyi yapmayı veya terk etmeyi irâde eder ve kuvvetini kullanır. Sonra Allahü teâlâ da bunu irâde eder ve kudretini kullanırsa, bu şey yâni bu iş olur. İlk ikisine kesb, son ikisine halk denir.
Kulun yaptığı işi, Allahü teâlâ beğenirse tâat olur. Bunun için insana âhırette sevâb verilir. Bir tâat yapılırken, sevâb kazanmak niyet edilirse, kurbet olur. Beğenmezse ma’siyyet, yâni günah olur. Âhırette itâb veya ikâb olunur. Mekruh işleyen veya müekked sünneti özürsüz terk etmeyi âdet edinen, itâb olunur, azarlanır. Farzı terk eden veya haram işleyen tevbesiz ölür ve şefâate, atfa kavuşmazsa, ikâb olunur, yanar. İnsanda irâde ve kudret, yâni kesb bulunduğuna inanmayan mürted olur, yâni İslâmiyetten çıkar.
Ezeldeki, yâni sonsuz öncelerdeki takdir; "Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacaktır" şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, insanda ihtiyâr, yâni seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Ezeldeki takdir, insanlarda ihtiyâr bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yarattıklarında, yaptıklarında ihtiyârsız olması, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünkü Allahü teâlâ da, her şeyi, ezeldeki takdîre uygun olarak yaratmaktadır. Allahü teâlâ muhtardır; diler, seçer; dilediğini ve seçdiğini yaratır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

[blogger]

SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget