Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Bunlara Zebânî denir. Nitekim Alak sûresi 18. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Biz (onu Cehennem’e atsınlar diye) zebânîleri çağıracağız." buyurmaktadır.
Cehennem melekleri Cehennem’de emrolunan vazifeleri yaparlar. Cehennem zebânîlerinin büyükleri ondokuzdur. Müddessir sûresinin 30 ve 31. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "Cehennem’in üzerinde ondokuz melek vardır. Biz o ateşin bekçiliğine meleklerden başkasını me'mur etmedik" buyurulmaktadır.
Cehennem meleklerinin en büyüğünün adı Mâlik'dir. Zuhruf sûresi 74 ile 77. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyruldu: "Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı olarak kalacaklardır. Kendilerinden o azâb hafifletilmez. Onlar bunun içinde (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir."
"Biz onlara zulüm etmedik, Fakat kendileri zâlim idiler. (Cehennem bekçisi olan Mâlik adındaki meleğe şöyle) çağrışırlar: "Ey Mâlik! (İste de) Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım)." Mâlik de, "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der."
İnsanların iki omuzunda bulunup, iyiliklerini ve kötülüklerini yazan Kirâmen kâtibin ismindeki iki melek ile, cinnîlerden koruyan meleklere Hafaza melekleri denir. Bunlar dört tanedir. İkisi gece, ikisi gündüz gelir. Helada iken yapılanları, Allahü teâlâ meleklere bildirir. Heladan çıkınca yazarlar. Melekler, bir şey üzerine, harf ile yazmaz. Bilgileri; aklımızda, zihnimizde topladığımız gibi, bir yere toplarlar. Şimdi, teyp denilen âlette, seslerin banda alınması ve sesli sinema filimlerine alınması gibi, çeşitli yazı şekilleri vardır. Göklerde, bilinmeyen kalemlerle (âletlerle) yazan melekler de vardır. Kâfirlerin yalnız kötülükleri yazılır. Her insana musallat olan cin ve insanı da bunlardan koruyan melekler vardır. Sağ taraftaki melek, sol taraftakinin âmiridir. İyi işleri yazar. Soldaki kötülükleri yazar. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde İnfitâr sûresinin 10, 11 ve 12. âyet-i kerîmelerinde meâlen; "Hâlbuki üzerinizde gözetleyici melekler var. Her ne yaparsanız bilir." buyurulmaktadır.
Vâhidî tefsîrindeki bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmaktadır: "Bir kimse bir hayır amel yapınca sağındaki melek o bir iyi amele karşılık on sevâb yazar. O kimse bir günah işleyip, sol tarafındaki melek yazmak isteyince, sağdaki melek, soldakinin âmiri olduğu için, onu yedi saat bekletir. Eğer o kimse işlediği günah için tevbe ederse, ona günah yazmaz. Tevbe etmezse, bir günah yazar."
Büyük olan ve hürmet mevkîinde bulunan canlı resmi, köpek ve cünüb kimse bulunan eve rahmet melekleri girmez. Hafaza melekleri ise, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılır. İnsanların iki omuzunda Kirâmen kâtibin denilen iki melek bulunup, iyiliklerini ve kötülüklerini yazar.
Mücâhid'den (radıyallahü anh) şöyle nakledilir: Bu iki melek, herkesin bütün sözlerini ve işlerini, hastalığından inlemesine kadar yazar.
Yine insanlar için vazifeli melekler hakkında, Kâf sûresinin 17 ve 18. âyet-i kerîmelerinde şöyle buyurulur: "İnsanoğlunun biri sağ, diğeri sol tarafında oturan iki kâtip meleğin onların amellerini yazdıklarını hatırla. O, her ne söz ederse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır."
Ra'd sûresi 11. âyet-i kerîmesinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Allahü teâlânın her insanı önünden ve arkasından ta'kib eden melekleri vardır. Onu Allahü teâlânın emri ile korurlar." Bu âyet-i kerîme, her şahsı ikişer meleğin ta'kib ettiğine, birinin önünde, diğerinin arkasında durduğuna, ikişer meleğin de amellerini yazdığına, birinin sağında, birinin solunda durduğuna delâlet etmektedir.
Bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmaktadır: "İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka melekler de vardır. Yollarda sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar. Zikredenleri bulunca birbirine seslenirler. Buraya geliniz. Buraya geliniz, derler. Kanatları ile onları sararlar. O kadar çokturlar ki göke varırlar. Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ meleklere sorarak; "Kullarımı nasıl buldunuz?" buyurur. "Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar. Senin büyüklüğünü söylüyorlar ve senin ayıplardan, kusurlardan temiz olduğunu söylüyorlar" derler. "Onlar beni gördüler mi?" buyurur. "Hayır görmediler" derler. "Görselerdi, nasıl olurlardı?" buyurur. "Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbîh ederlerdi ve daha çok tekbir söylerlerdi" derler. "Onlar benden ne istiyorlar?" buyurur. "Yâ Rabbî! Cennet’ini istiyorlar" derler. "Onlar, Cennet’i gördüler mi?" buyurur. "Görmediler" derler. "Görselerdi nasıl olurlardı?" buyurur. "Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennem’den korkuyorlar, sana sığınıyorlar" derler. "Onlar, Cehennem’i gördüler mi?" buyurur. "Hayır görmediler" derler. "Görselerdi, nasıl olurlardı?" buyurur. "Görselerdi daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha çok sarılırlardı" derler. Allahü teâlâ meleklere; "Şâhid olunuz ki, onların hepsini affeyledim" buyurur. "Yâ Rabbî! O zikredenlerin yanında, filan kimse zikretmek için gelmemişti. Dünyâ menfeati için gelmişti" derler. "Onlar benim misâfirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların yanında bulunanlar da, zarar etmezler" buyurur."
Meleklerin diğer bir nev'i de, insanların kalbine iyi şeyleri ilham ederler. "Fevâyih-i Miskiyye" kitabında rivâyet edilen hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Âdemoğlunun kalbinde iki hâne vardır: Birinde melek, birinde şeytan bulunur. O kimse Allahü teâlâyı zikr edince şeytan kaçar. Allahü teâlâyı zikretmediği zaman burnunu onun kalbine sokup, ona vesvese verir.”
Bir melek nev'i de ana rahminde kişinin işini, rızkını, ecelini, şakî veya saîd olduğunu yazar.
Abdullah ibni Mes'ûd anlattı: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana insanın yaratılış safhalarını bildirdi. Buyurdu ki: "Sizden birinizin (yaratılışının başlangıcında) ana ve babaya âit maddeler kırk gün ananın karnında toplanır (yaratılışa elverişli bir hâle gelir). Sonra o maddeler katı bir kan pıhtısı (alaka) hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman içinde mudga (bir çiğnem et) hâlini alır. (Dördüncü safhada) Allahü teâlâ bir melek gönderir, (Bu safhada bulunan) mudgaya şu dört kelimeyi yazması emrolunur ki, bunlar onun; işi, rızkı, eceli, şakî veya saîd olduğudur." Abdullah ibni Mes'ûd (radıyallahü anh) devam ederek; "Melek bunları yazdıktan sonra ona rûh üflenir (cenin canlanır)" diye buyurmuştur.
Melekler, tehlikeli durumlarda ve düşmana gâlip gelme husûsunda Allahü teâlânın sevdiği kullarına yardımcı olurlar. Nitekim, Bedir’deki ilk İslâm ordusu bir avuç mücâhidden ibâretti. Müşrik ordusu Ramazân-ı şerîfin onyedisinde Cumâ sabahı, demir zırhlar ve miğferlerle donanmış vaziyette Bedir'de harp vaziyetini almışlardı. Sayıları, İslâm ordusundan üç-dört kat fazla idi. Müslüman ordusu ise, sâdece 313 mücâhidden ibâretti. Aynı zamanda Bedir ârızalı bir yerdi. Pek kumlu olduğu için zor dolaşabiliyordu. Bedir suyu buraya daha önce gelen Kureyşliler tarafından tutulmuştu. Su olmadığı için ihtiyaçları gidermek pek zor oluyordu. Bütün bu meşakkat ve sıkıntıların içinde bulunan müslümanlar; "Yâ Rabbî! Senin düşmanın olan Kureyş'e karşı bizi muzaffer eyle. Ey yardım isteyenlerin imdadına yetişen Allah’ım! Bize yardım eyle" diye duâ etmeye başlamışlardı.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 313 kişilik İslâm mücâhidini harb nizâmına koyduktan sonra, Ebû Bekr'le beraber çadıra çekilerek: "Yâ Rabbî! İşte Kureyş, kibir ve gurur ile geldi. Sana meydan okuyor. Peygamberini yalanlıyor" buyurduktan sonra mübârek ellerini kaldırarak şöyle yalvardı: "Yâ Rab! Peygamberlere nusret (ahdini), bana da husûsi olarak zafer vâdini yerine getirmeni senden istiyorum. Allah’ım! Eğer şu bir avuç müslüman helâk olursa, sonra sana ibâdet eden bulunmayacaktır." diye yardım istemiş ve bu duâ ve niyâzını arkasından ridâsı düşünceye kadar ellerini kaldırarak tekrarlamıştır. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu duâyı pek ziyâde bir heyecanla yaptılar. Allahü teâlânın, bütün peygamberlere nusret ve yardım ahdi, âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirilmiştir: "Muhakkak peygamber olarak gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir; Muhakkak onlar, behamehâl o peygamberler, elbette muzaffer olacaklardır ve elbette bizim (mü'min) askerlerimiz gâlip geleceklerdir." (Sâffât sûresi: 171-173) Nihâyet Ebû Bekr (radıyallahü anhResûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) elini tutarak; "Bu kadar dilek yetişir. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana vâdettiği zaferi yakında verecektir" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir zırh içinde idi. Niyâzdan sonra şu meâlde iki âyet-i kerîme nâzil oldu: "(Bedir'deki) bu topluluk yakında muhakkak hezîmete uğrayacak ve onlar (Kureyş) arkalarına dönüp gidecekler. Belki (bu gidişin sonu) azâblarımın vâdolunduğu saattir ki, o saatin azâbı daha büyük bir belâdır ve daha acıdır." Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) çadırdan çıkarken onu okuyarak çıktı ve doğru harb sahasına gitti."
Nitekim âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da, O size; "Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile imdâd ediyorum" diye duânızı kabûl buyurmuştu. Allah, meleklerle yardımı, size sırf bir müjde olsun ve bununla kalbleriniz korkudan yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer, ancak Allah'ın zâtındandır. Gerçekten Allah, (her şeye) mutlak gâliptir. Yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir. O vakit Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu; "Şüphesiz ki, ben sizinle beraberim, hemen mü'minlere (yardım ve zafer ilham ederek kalblerine) sebât ilham edin. Ben, kâfirlerin kalblerine korku salacağım. Hemen boyunları üstüne vurun (başlarını kesin!) el ve ayak parmaklarına vurun." (Enfâl sûresi: 9, 10, 12, 13)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Arş-ı âzamı taşıyan melekler olup, dört tanedir. Kıyâmette dört büyük melek daha yaratılarak Hamele-i Arş sekiz olacaktır. Allahü teâlânın katında arş-ı âzamı taşıyan melekler, mukarrebîn meleklerin hepsinden muhteremdir. Hamele-i Arş'a Kerûbiyyûn da denir. Devamlı olarak: "Sübhâne zil mülki vel-melekût, Sübhâne zil arşi vel-izzeti vel-azemeti vel heybeti vel-kudreti vel-kibriyâ vel-ceberût, Sübhânel melik-il ma'bûd, Sübhânel melik-il mevcud, Sübhânel melik-il-hayy-illezi lâ yenâmü velâ yemût, Sübbûhün, Kuddûsün, Rabbünâ ve Rabbülmelâiketi ver-rûh" tesbîhini söylerler. Allahü teâlâyı devamlı olarak tesbîh eden, arşın etrâfında tavâf için giden ve yolculuklarında günde iki kere Hamele-i Arş'a selâm veren bu meleklere, Melâike-i Sâffûn ve Hâffûn derler. Bunların ötesinde yetmişbin saf melek daha yaratılmıştır. Bunlar devamlı olarak ayakta durup; "Sübhânallahi vel-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallahü ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" derler. Arş-ı envere yakın olan meleklerin nûrları daha kuvvetli ve parlaktır. Arşdaki meleklerin nûrlarına sidredeki melekler tahammül edemezler. Sidredeki meleklerin nûrlarına da göklerde ve yerde olan melekler dayanamazlar.
Cennet melekleri Cennet’tedir. Cennet melekleri hakkında Ra'd sûresi 22, 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Onlar ki, Rablerinin rızâsını kazanmak için sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli, aşikâr harcarlar. Kötülüğü de iyilikle savarlar. İşte bunlar için âhıret saâdeti vardır. (O saâdet) Adn Cennetleridir. Atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden en sâlih olanlarla beraber o Cennet’e girecekler. Melekler de o her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyecekler: "Sabrettiğiniz için size selâm olsun! ahıret saâdeti ne güzeldir."
Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân’dır. İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Cennet her sene Ramazân ayının gelmesi ile süslenir. Ramazân'ın ilk gecesi olunca arşın altında mesîre adında bir rüzgâr esip, Cennet ağaçlarının dallarını, budaklarını, kapılarının halkalarını sallar. Dinleyenlerin hiç duymadıkları güzel sesler onlardan duyulur. Bu hâlde hûr-i îyn süslenip, Cennet’in yüksek yerinde durup, bizi Allahü teâlâdan isteyecek kimse nerededir, bizi alsın diye seslenirler. Sonra, Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân'a, bu gece hangi gecedir? derler. Rıdvân; "Bu gece, Ramazân ayının ilk gecesidir. Muhammed'in ümmetinden oruç tutanlara Cennet kapıları açılır" diye cevap verince, Allahü teâlâ; "Ey Rıdvân! Cennet kapılarını aç" buyurur."


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Cebrâil (aleyhisselâm): Dört büyük melekden birisi ve meleklerin en üstünüdür. CibrîlRûh-ul-emin ve Nâmûs-u ekber de denir. Cebrâil, lügatte; Allahü teâlânın kulu demektir.
Vazifesi ve husûsiyetleri:
1- Peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmektir.
2- Allahü teâlâ onu Kur'ân-ı kerîmde diğer meleklerden önce zikretmiştir. Bakara sûresi 98. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil'e, Mikâil'e düşman olursa, muhakkak Allah da kâfirlerin düşmanıdır" buyrulmaktadır. Ayet-i kerîmede Cebrâil (aleyhisselâm), Mikâil'den (aleyhisselâm) önce zikredilmiştir. Çünkü Cebrâil (aleyhisselâm) peygamberlere vahy getirmek şerefine nâil olmasının yanında ilim sâhibidir. Mikâil (aleyhisselâm) ise, rızıkları ayarlamakla vazifelidir. Manevî bir gıda olan ilim, cisim ve beden için olan gıdadan üstün ve şereflidir. Bu sebeple Cebrâil (aleyhisselâm), Mikâîl'den (aleyhisselâm) üstündür.
3- Allahü teâlâ onun için Rûh'ul kuds diye buyurmuştur. Nitekim Mâide sûresinin 110. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Hani, ben seni Rûh'ul kuds (Cebrâil) ile te'yid etmiştim" buyurulmaktadır.
4- Allahü teâlâ onu kendisinden sonra zikretmiştir. Tahrîm sûresi 4. âyet-i kerîmesinde; "Muhakkak ki Allah, Cebrâil ve sâlih mü'minler O'nun (Resûlullah'ın) yardımcısıdır" buyurulmaktadır.
5- Yine Cebrâil aleyhisselâm Tekvîr sûresinde altı vasfı ile medholunmuştur: "Muhakkak o Kur'ân, pek şerefli bir resûlün (Cebrâil'in) getirdiği kelâmdır. (O çetin) bir kuvvet sâhibidir. Arşın sâhibi olan Allah katında pek şereflidir. Orada kendisine itâat olunandır, emîndir."
Cebrâil'in (aleyhisselâm) resûl olması, peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmesinden dolayıdır. Allahü teâlânın nezdinde şerefli ve îtibârlı olması, onu kendisi ile, kullarının en üstünleri olan peygamberleri arasında vâsıta yapması sebebiyledir. Allahü teâlâ katında derecesinin yüksek olması, Kur’ân-ı kerîmde onu kendisinden sonra zikrettiği içindir. Meleklerin reisi olup kendisine itâat edilmesi, onların, ona itâat etmeleri sebebiyledir. Emîn olmasına gelince; Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Resûlullah efendimize meâlen; "Onu senin kalbine Rûh-ul-emin indirdi" Şuarâ sûresi: 193) buyurmuştur.
Cebrâil (aleyhisselâm) muhtelif şekillere girebilmektedir. Nitekim Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) değişik şekillerde görünmüştür. Ekseriyetle Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh) sûretinde gelirdi. Dıhye-i Kelbî, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Bir kavmin reisi olup ticâretle uğraşırdı. Îmân etmeden önce de Resûlullah'ı sever, uzaktan geldikçe hediye getirirdi. Cebrâil (aleyhisselâm) îmân edeceğini Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermişti.
Cebrâil (aleyhisselâm), çok defâ Resûlullah'ın huzûruna onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Benî Ümeyye'den üç kişiyi üç kimseye benzetti ve şöyle buyurdu; "Dıhye-i Kelbî, Cebrâil'e; Urve bin Mes'ûd Sekafî, Îsâ'ya; Abdül-üzzâ ise, Deccâl'e benzer."
Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh) Medîne-i münevverede dahî sokakta dolaşırken, Resûlullah'ın emri ile yüzünü örterdi. Yoksa kolay kolay kimse gözünü ondan ayıramazdı.
Cebrâil aleyhisselâm, her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi Levh-i mahfûz'daki sırasına göre okur. Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamâmını okudular.
Yine bir gün Cebrâil (aleyhisselâm), müslümanlara İslâmiyeti öğretmek için gelmişti. Bunu Ömer (radıyallahü anh), şöyle anlatır: "Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat; öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıda olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. O vakit ay doğar gibi bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toz, toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullah'ın eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Yâni görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda oturdu. Dizlerini mübârek dizlerine yanaştırdı. Ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullah'a sorarak; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat" dedi.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İslâm'ın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet getirmektir. (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh demektir.) (İslâm'ın ikinci şartı) vakit gelince, namazı kılmaktır. (Üçüncüsü) malın zekâtını vermektir. (Dördüncüsü) Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmaktır. (Beşincisi) gücü yetenin ömründe bir kere hac etmesidir."
O zât, Resûlullah'dan bu cevapları işitince; "Doğru söyledin yâ Resûlallah!" dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaşdık. Çünkü hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdik ediyordu. Bu zât yine sorarak; "Yâ Resûlallah! Îmânın ne olduğunu, hakîkatini ve mâhiyetini de bana bildir" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Îmân, önce Allahü teâlâya inanmaktır." (îmânın altı temelinden ikincisi) Allahü teâlânın meleklerine inanmaktır. (Üçüncüsü) Allahü teâlânın bildirdiği kitaplarına inanmaktır.(Dördüncüsü) Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır. (Beşincisi) âhıret gününe inanmaktır. (Altıncısı) kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır."
Mikâil (aleyhisselâm): Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk (iktisadî nizâm) yapmak, (ferahlık ve huzûr getirmek) ve her maddeyi hareket ettirmek bunun vazifesidir. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk vahiy geldikten sonra üç sene vahiy gelmedi. Bu süre içinde Mikâil aleyhisselâm gelip, kendisine bâzı şeyler öğretti.
İsrâfil (aleyhisselâm): Sûra üfüren melektir. İki defâ sûra üfürür. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecek; ikincisinde ise hepsi yeniden dirilecektir. Zümer sûresi 68. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruldu: "Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyet tâbi olur. Bu emr ile kalkıp, hazır olurlar."
Yâsîn sûresi 48'den 53'e kadar olan âyet-i kerîmelerde de şöyle buyurulur: "(Yine Mekke kâfirleri şöyle) diyorlar; "Bu kıyâmetin vâdi ne zaman? Eğer doğru söyleyiciler iseniz?"
"Onların beklediği sâdece sayhadır. (Sûra ilk üfürülüştür.) Onlar birbirleri ile çekişip, dururlarken kendilerini yakalayıverir."
"O zaman bir vasiyet (söz) bile yapamazlar, âilelerine de (çarşı ve sokaklardan) dönemezler."
"(Bir de 40 yıl sonra ikinci defâ) sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın ki, onlar, kabirlerden kalkıp Rablerine doğru koşuyorlar!"
"(Kâfirler); "Vah başımıza gelenlere!... Kim kaldırdı bizi uyuduğumuz yerden? İşte bu (kıyâmet), Rahmânın vâd buyurduğu şey. Gönderilen peygamberler meğer doğru söylemiş" derler."
"(Bu son nefhâ), ancak bir tek sayhadan ibârettir. Onunla mahlûkâtın hepsi toplanıp, (hesap için) huzûrumuza gelirler."
"Artık bugün hiç kimseye zerre kadar zulüm edilmez. Sâdece (hayırdan ve şerden) yaptıklarınızın cezâsını çekeceksiniz."
Hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "İsrâfil aleyhisselâm, sûru, ağzında lokma gibi tutup, kulağını açıp, Allahü teâlâdan izin bekler, durur. Ben nasıl rahat olurum?" buyurdu.
Bu haber, Eshâb-ı kirâma çok tesir etti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara; "Hasbünallahü ve nîmel-vekîl" (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) deyiniz" buyurdu.
Azrâil (aleyhisselâm): Büyük meleklerin dördüncüsüdür. İnsanların rûhunu alan budur. Rûhunun alınması yaklaşmış olan bir kimsenin, Sidret-ül-müntehâda, Sidre ağacından adının bulunduğu yaprak, ölüm meleğinin (Azrâil'in) yanına düşer. Azrâil (aleyhisselâm) bundan o kimsenin ecelinin geldiğini, artık dünyâda yiyecek rızkının kalmadığını anlar.
Nitekim hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Ölüm meleği arşın altında bulunur. Ölecek olan kimselerin sahifeleri yanına düşer. Bunun üzerine Melek-ül-mevt, eceli gelmiş ve dünyâdaki rızkı bitmiş olan kimseye bakar ve ona ölüm sekerâtını atar. O kimseyi ölümün sıkıntıları ve şiddetli hâlleri kaplar."
Melek-ül-mevt, mü'mine en güzel; kâfire ise en çirkin ve korkunç bir sûrette görünür. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle nakletti: Allahü teâlâ İbrahim'i (aleyhisselâm) kendisine dost edinince, Melek-ül-mevt bunu İbrahim'e (aleyhisselâm) müjdelemek istedi. Allahü teâlâ da ona bunun için izin verdi. Bu izni alan Azrail (aleyhisselâm), müjdeyi İbrahim'e (aleyhisselâm) getirdi. Müjdeyi alan İbrahim (aleyhisselâm); "Elhamdülillah" diyerek Allahü teâlâya hamd etti. Sonra; "Ey Melek-ül-mevt! Kâfirlerin ruhlarını nasıl aldığını bana göster" dedi. O da; "Ey İbrahim! Onu görmeye gücün yetmez, tahammül edemezsin" diye arz etti. İbrahim (aleyhisselâmyine, görmek istediğini bildirince, Melek-ül-mevt (Azrail) simsiyah bir sûrete büründü. Ağzından Cehennem ateşi fışkırıyordu. Vücudundaki kıllar insan gibi olup, her kılın dibinden ateşler çıkıyordu. İbrahim aleyhisselâm Azrail'i (aleyhisselâm) bu durumda görünce, bayıldı. Bir müddet sonra ayıldığında, Azrail'i (aleyhisselâmönceki şeklinde görüp; "Ey ölüm meleği! Eğer kâfirlere seni bu hâlde görmekten başka bir belâ ve mûsibet gelmese idi, bu onlara mûsibet olarak yeterdi" buyurdu.
İbrahim (aleyhisselâm) Melek-ül-mevt'e tekrar şöyle dedi: "Ey Melek-ül-mevt! Mü'minlerin ruhlarını hangi surette alıyorsun? Bir de onu görmek isterim." Bunun üzerine Melek-ül-mevt, pek yakışıklı bir genç suretine girdi. Bunu gören İbrahim (aleyhisselâm); "Ey Melek-ül-mevt! Mü'min vefat edeceği zaman seni bu surette görmekten başka sevinçli bir hâl ile karşılaşmasa, seni bu hâlde görmek, ona kâfi gelirdi" buyurdu.
Azrail (aleyhisselâm), İbrahim aleyhisselâmdan ruhunu almak için izin istedikde; "Dost dostun canını alır mı?" dedi. Allahü teâlâ, Azrail (aleyhisselâm) ile haber gönderip; "Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı?" buyurunca; "Yâ Râbbî! Ruhumu hemen al!" diye duâ eyledi.
Melekler, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve evliyanın ruhları ve sâlih mü'minlerin rûhları; herkim nerede ve ne zamanda ve her ne hâlde çağırırsa, Allahü teâlânın izni ile orada bulunur, yardım ederler. Hızıaleyhisselâmın sıkıntıda olanların imdadına yetişmesi, Fahr-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin her birine, hele ölüm zamanında, imdada yetişmesi ve Azrail aleyhisselâm, rûh (cân) almak için her anda, her yere gelmesi de böyledir.
Ölü kabre konunca Rûmân adlı bir melek sorular sorup gittikten sonra, korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gâyet siyah olup dişleri ile yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de şiddet ile esen rüzgâr gibidir. Herbirinin demir kamçıları vardır ki; insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan daha büyük ve ağırdır. Bir kere bir kimseye vururlarsa maazallah parça parça eder. Rûh bunları görünce hemen kaçar, ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir, öleceği zamanki, hâli gibi olur. Hareket etmeye kadir olamaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar ona şiddet ile suâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa yer açılıp bir boşluk olur.
Bu iki melek; "Rabbin kimdir? Dînin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?" diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: "Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, Rabbim O'dur. Benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm'dır." Buna ancak, ilmi ile amel eden hayırlı âlimler böyle cevap verir.
O zaman bunlar der ki: "Doğru söyledi. Delilini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu." Bundan sonra onun üzerine kabrini kubbe gibi yaparlar. Onun için sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da kabrini güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yaptığı güzel haberleri söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyamet kopuncaya kadar, kabrinde neşeli ve sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından daha sevgili bir şey olmaz.
İlmi ve ameli az olan, ilimden ve melekût sırlarından haberi olmayan mü'minlerin dereceleri bundan aşağıdır ki, onun yanına Rûmâismindeki melekden sonra güzel surette ve güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir; "Beni bilmez misin?" der. O da; "Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni şu garib olduğum zamanda bana ihsan eyledi" der. O da der ki; "Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzun olma. Biraz sonra Münker ve Nekir melekleri gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan çekinme der.
Bundan sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekir melekleri gelir. Onu oturturlar. Ona; "(Men Rabbüke) Rabbin kimdir?" derler. "Rabbim Allah'dır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, imâmım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf ve babam İbrâhim aleyhisselâmdır ki, onun milleti (dîni) benim milletimdir" der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da doğru söyledin derler. Önceki melekler gibi muâmele ederler. Fakat onun için sol tarafından bir kapı açarlar. Cehennem’in yılan, akreb, zincir, kaynar suyu ve zakkumu velhâsıl ne varsa hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder. Ona; "Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennem’deki yerindir ki, Allahü teâlâ bunu senin Cennet’te olan yerinle değiştirdi. Uyu, sen saîdsin" derler. Mahşer günü olunca melekler, mahlûkâtı mahşere sevkederler. Kıyâmet günü, herkes kabri üzerine çıkar. Bâzısı çıplak, bâzısı siyah, bâzısı beyaz elbiseli, bâzısı da nûr saçar bir hâlde oturur.
Bu sırada melekler, onları fırka fırka, cemâat cemâat sevk ederler. Herbirinin altında kendilerine zulüm edenler bulunarak haşrolunurlar. İnsan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü beyaz gümüş gibi düz olur.
Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Onlar yeryüzünde bulunanlardan on kat fazladır.
Bundan sonra, Allahü teâlâ ikinci kat gök meleklerine emreder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkâtı çevirirler. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedir.
Sonra üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir.
Sonra dördüncü kat melekleri hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden fazladır.
Sonra beşinci kat göklerin melekleri nâzil olup, bir halka şeklinde çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden fazladır.
Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar hepsinin altmış mislinden fazladır.
En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar cümlesinin yetmiş mislinden fazladır.
Bu zamanda halk birbirine karışık olur. İzdihamın çok olmasından birbirinin ayaklarına basarlar. Herkes günahına göre, tere gark olur. Bâzısı kulaklarına, bâzısı göğsüne, bâzısı omuzlarına, bâzısı dizlerine kadar, hamamdaki gibi bir tere batmışlardır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget