Bu kadar azgın, haddi aşmış, her türlü ahlâksızlık ve kötülüğün yayılıp, yerleşmiş olduğu bu kavme, Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh'u elli yaşında peygamber gönderdi. Peygamber olduğunu haber vermek ve kendisini müjdelemek üzere, Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı Hazret-i Nûh'a gönderince, Cebrâil (aleyhisselâm) Nûh'un (aleyhisselâm) yanına gelerek; “Esselâmü aleyke ey Nûh!” dedi. O da; “ve aleykesselâm. Kimsiniz?”dedi. Cebrâil (aleyhisselâm); “Ben Cebrâil'im. Allahü teâlâ tarafından, peygamberliğini bildirmek için geldim. Allahü teâlâ sana selâm ediyor. Seni kavmine peygamber yaptı. Dermesil ve kavmine git! Onları, Allahü teâlâya îmân etmeye, yalnız O'na ibâdet ve kullukta bulunmaya dâvet et!” dedi ve gitti.
O zamanda, o beldede yaşayan bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Nûh (aleyhisselâm), ömrünün sonuna kadar, insanları, îmâna çağırıp, Allahü teâlânın emirlerine uymaya dâvet edeceğine dâir söz (mîsak) verdi.
Nitekim Ahzâb sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “(Ey Resûlüm (sallallahü aleyhi ve sellem)! Şunu hatırla ki) biz peygamberlerden, ümmetlerine risâleti, peygamberliği tebliğ ve onları dîne dâvet etmeleri için ahd aldık. Hususen bu ahd aldıklarımız içinde meşhûr ve ülül-azm olanlar; sen, Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ bin Meryem (aleyhimüsselâm). Biz bunlardan sağlam yemînli, te’kidli bir ahd, söz aldık.”
A’râf sûresinin 59. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki biz, Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine resûl olarak gönderdik.” (İbn-i Cerir (rahmetullahi aleyh) ve başkalarının rivâyetlerine göre kavminin ismi Benû Râsib idi.) Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki, ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Eğer O'na îmân etmezseniz, kıyâmet gününde (veya tûfan gününde) size büyük bir azâbın isâbet etmesinden korkuyorum."
Hûd sûresinin 25 ve 26. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki; “Biz Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine peygamber olarak gönderdik. O onlara dedi ki: Ben sizi Allahü teâlânın azâbıyla korkutuyorum ve azâbdan kurtuluşun çâresini açıklıyor, beyân ediyorum. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Bana muhâlefet etmeniz hâlinde, bir gün, (dünyâda garkla, suda boğulmakla, âhırette ise ateş ile) üzerinize elem verici çok şiddetli bir azâbın gelmesinden korkuyorum.”
Ebü’ş-şeyh, İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i Asâkir’in (rahmetullahi aleyhim) Enes'den (radıyallahü anh) bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte resûllerin ilkinin Hazret-i Nûh olduğu bildirilmiştir.
“Hüsn-üt-tenebbüh” kitabının müellifi olan Necmüddîn-i Gazzî (rahmetullahi aleyh) bu hadîs-i şerîf hakkında buyuruyor ki: “Hazret-i Âdem'in peygamberlerin ilki olduğu husûsunda icma vardır. Ancak ilk resûlün Âdem (aleyhisselâm) mı? Yoksa Nûh (aleyhisselâm) mı? olduğunda muhtelif rivâyetler var ise de, Hazret-i Âdem'in ilk resûl olduğu açıktır. Hazret-i Enes'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) murâdının, Âdem aleyhisselâmın oğulları içinde ilk resûl Nûh'tur (aleyhisselâm) buyurmuş olması muhtemeldir veya bu hadîs-i şerîfin devamı vardır ve bu bize ulaşmamıştır. Nitekim, Hâkim et-Tirmizî'nin (rahmetullahi aleyh), Ebû Zer'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; “Resûllerin ilki Âdem (aleyhisselâm) sonuncusu Muhammed'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). İsrâil oğullarının peygamberlerinin ilki Mûsâ (aleyhisselâm), sonuncusu Îsâ'dır (aleyhisselâm). Kalem ile ilk yazı yazan İdrîs'tir (aleyhisselâm).” buyurulmaktadır.”
Hazret-i Nûh'a peygamberliğinin bildirildiği, insanları Allahü teâlâya îmân ve ibâdete çağırmakla emr olunduğu sırada, kavmi tam bir sefâhet içinde idi. İçki, kumar, zinâ, zulüm, haksızlık gibi her türlü ahlâksızlık ve kötülük almış yürümüştü.
Hazret-i Nûh, peygamber olduğu kendisine bildirildikten sonra, kavmine nasîhat etmeye, onları îmâna dâvet etmeye başladı. Bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm gibi, Hazret-i Nûh da peygamberliğinin ilk zamanlarında, gizliden gizliye insanları hak dîne dâvet ediyordu. Yılmadan, gece-gündüz, gayret ederek çalıştı. Bir zaman sonra açıktan açığa insanları dîne dâvet etmeye başladı.
Diğer bütün peygamberler gibi, Hazret-i Nûh da kavminin azgınlık ve taşkınlıklarına, bozuk işlerine kapılmamıştı. Çocukluk ve gençliğinden îtibâren sâlih bir zât ve emîn bir kimse olarak tanınmış ve hiç kimse ondan bir sıkıntı ve rahatsızlık görmemişti.
Böyle olunca onun, tevhid dînine dâvetinin çok tesirli olması, hemen herkesin, onun dâvetini kolayca ve hemen kabûl etmesi icâbediyordu. Ama böyle olmadı. Bilhassa kavminin ileri gelenleri ona karşı çıktı. Çünkü onun söyledikleri, bu haddi aşmış kimselerin, habis zevklerine gem vuruyor ve bu kötü işlerden vazgeçmelerini emrediyordu.
Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetine çok az kimse icâbet etmişti.
Nûh (aleyhisselâm) bir bayram gününde kavminin yanına gitti. O günü bayram olarak, babaları (yani o azgın kavimde bulunanların bir kısmının ataları, dedeleri olan) Kâbil koymuştu. Onlar kendilerine göre bayram günü geldiğinde, bir yere toplanırlar, putlarını masaların üzerine dikerek, onlara kurban keserlerdi. Putların önünde secdeye kapanarak ibâdet ederlerdi. Ayrıca içki içerler ve çalgı çalıp oynarlardı. Kadın erkek karışırlar, hattâ hepsi çıplak olarak bir arada bulunur, zinâ yaparlar, her türlü ahlâksızlık ve rezâleti işlerlerdi.
İşte böyle bir günde Hazret-i Nûh, onların bulunduğu yere vardı. Giderken de; “Allah'ım! Onlara karşı bana yardım eyle” diye duâ etti. Kendilerine yaklaştığında, yüksek sesle; “Ey kavmim! Allahü teâlâ tarafından, size nasîhatçi olarak geldim. Sizi, Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet ediyorum. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Sizi, putlara ibâdet etmekten men ediyorum. Allahü teâlâdan korkun. Bana itâat edin.” diyerek nidâ etti. Hazret-i Nûh böyle söylerken, masaların üzerlerinde bulunan putların hepsi yere devrildi.
Kavmin melîki olan Dermesil, yanında bulunanlara; “O da kim?” diyerek, alay edici bir tavırla Nûh'u (aleyhisselâm) sordu. Onlar da; (Ey Melik! O, bizim kavmimizden olduğu hâlde, hâli bize uymayan birisidir. İsmi Nûh bin Lamek'dir. Önceleri akıllı idi. Sonra aklını kaybedip peygamber olduğunu, Allahü teâlâdan kendisine vahiy geldiğini iddia etmeye başladı. O, mecnûn yâni delidir. Şu anda cinneti, deliliği fazlalaşmış olduğundan böyle şeyler söylüyor) dediler. Dermesil; “Peki neler söylüyor?” dedi. Etrâfındakiler; “O, insanları, bir olan Allahü teâlâya îmân etmeye, O'ndan başkasına ibâdet etmemeye dâvet ediyor. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur diyor. Bizi, putlarımıza ibâdet etmekten men ediyor.” dediler.
Bu söylenilenlere çok kızan Dermesil, derhal onun huzûruna getirilmesini emretti. Kralın adamları, hemen Hazret-i Nûh'u yakalayıp, döverek, reislerinin yanına getirdiler. Dermesil, Hazret-i Nûh'a; “Yazık sana; demek sen bizim ilâhlarımızı inkâr ediyorsun ha!... Söyle bakalım sen kimsin?” dedi. Hazret-i Nûh, büyük bir sabır ve tevâzû ile, fakat vakâr ve heybet içerisinde; “Ben Nûh bin Lamek'im. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberiyim. Sizleri, Allahü teâlâya îmâna dâvet ediyorum. Benim, O'nun peygamberi olduğumu tasdik ve putlara ibâdeti terk etmeniz için nasîhat vermek üzere, peygamber olarak gönderildim.” buyurdu.
Bunun üzerine Dermesil, Hazret-i Nûh'a; “Ey Nûh! Sen bize, bizim bilmediğimiz şeyler anlatıyorsun. O hâlde biz senin saçmaladığını zannediyoruz. Eğer mecnûn isen, seni tedâvi edelim. Fakir olduğun için böyle yapıyorsan sana yardım edelim" deyince, Hazret-i Nûh şöyle cevap verdi: “Ey kavmim! Ben deli değilim ki, siz beni tedâvi edesiniz. Ben sizin elinizde bulunanlara muhtâç değilim ki, bana yardım edesiniz. Mülk, kendisinden başka ilâh bulunmayan, her şeye gâlib ve hâkim olan Allahü teâlânındır. Ben sizden böyle şeyler istemiyorum. Benim sizden istediğim tek şey, La ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur) demeniz ve benim, O'nun resûlü, peygamberi olduğumu tasdik etmenizdir.”
Hazret-i Nûh'un bu sözlerini dinleyen Dermesil fenâ hâlde kızdı ve; “Ey Nûh! Bizim âdetlerimize göre bu gün bayram olup, adam öldürmek câiz değildir. Şâyet böyle olmasaydı, seni, pek şiddetli bir şekilde öldürürdük.” diyerek kin ve düşmanlığını bildirdi.
Nûh'a (aleyhisselâm) ilk îmân eden, Amûre isminde bir hanımdır. Hazret-i Nûh bu hanımla evlendi. Bundan Sâm, Hâm ve Yâfes adında üç oğlu ile Hadûre, Nesûre ve Mahbûre isimlerinde üç kızı oldu. Daha sonra başka bir kadın daha îmân etti. Hazret-i Nûh onunla da evlendi. Ken’ân (Yam) isimli oğlu bu kadından oldu. Fakat bu kadın daha sonra, Nûh'un (aleyhisselâm) dîninden dönüp mürted oldu. Yâni mü’min iken îmândan ayrılıp îmânsızlığı seçti ve putperestliğe döndü.
Hazret-i Nûh, devamlı olarak kavmine, kendilerine peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. Onlara, putlara tapmaktan, haksızlıktan, zulüm ve işkenceden, aşağılıktan vaz geçmelerini ve içinde bulundukları ahlâksızlıklara son vermelerini söyledi. Allahü teâlâya îmân etmelerini ve O'nun emirlerine tâbi olmalarını, bunlara riâyet etmezlerse, Allahü teâlânın azâbının pek şiddetli ve çok çetin olduğunu her defâsında tekrar tekrar haber verdi.
Fakat zulüm ve zorbalığa alışmış olan bu gaddar insanlar buna inanmadılar, kabûl etmeyip karşı geldiler. Nitekim Şuarâ sûresinin 105. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti, yalanladı.”
Tabiînin büyüklerinden olan Hasen-i Basrî hazretlerine; (Ey Ebû Sa’îd! Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti”, “Âd kavmi, peygamberleri tekzip etti”, “Semûd kavmi, peygamberleri tekzip etti” buyuruyor. Bu kavimlerin her birine bir peygamber gönderilmiş olduğu hâlde, böyle buyrulmasının hikmeti nedir?" diye suâl edilince, Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) cevap olarak buyurdu ki: “Bütün peygamberler, ümmetlerine aynı îmânı yâni aynı şeylere inanmayı bildirmiş olduklarından, onlardan herhangi birini inkâr (hatta peygamber olduğunda şüphe) etmek, bütün peygamberleri inkâr etmek olur.”
Hazret-i Nûh, inanmayanları, Allahü teâlânın azâbı ile korkutunca, bu hâlden en çok, kavmin ileri gelen yönetici durumundaki kimseler rahatsız oluyordu. Çünkü, diğer insanların, başlarında bulunanlara; “Bu peygamber olduğunu söyleyen zât, bizi şiddetli azâb ile korkutuyor. Söyledikleri doğru ise hâlimiz ne olur?” demelerinden çekiniyorlardı.
Onlara göre bunun çâresi, azâb ile korkutandan kurtulmak, onu susturmak, en azından sindirmekti. Bu sebeple Nûh'a (aleyhisselâm) en çok kavmin ileri gelenleri karşı çıkıyorlar, pek katı ve sert cevaplar verdikleri gibi sataşarak eziyet ediyorlardı. Kur’an-ı kerîmde, Hûd sûresinin 27. âyeti kerîmesinde meâlen bildirildiğine göre, kavmin ileri gelenleri şöyle karşı çıktılar: “Nûh kavminden kâfir olanların ileri gelenleri, reisleri Nûh'a dediler ki: Biz seni ancak, bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Böyle olunca senin üzerimizde ne üstünlüğün ve ne meziyetin var ki, peygamberlik vazifesi ve kendisine tâbi olunması icâbettiği gibi bir husûsiyet sana has kılınmış olsun. Ve biz, sana uymuş, îmân etmiş olanların da, en alçak ve aşağılarımız olduklarını görüyoruz. Senin ve sana tâbi olanların bizim üzerimize bir fazîletiniz, üstünlüğünüz olduğunu görmüyoruz ki, sen peygamber olmaya ehil ve kendisine tâbi olunmaya lâyık ve müstehak olasın. Bilakis biz, seni, peygamberlik dâvâsında; sana tâbi olanları da, senin sadık olduğunu bilmeleri husûsunda yalancılardan zannediyoruz.”
Aslında, kendileri pek aşağı ve rezil kimseler olan o kâfirlerin, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmiş olan mü’minleri aşağı, hafif ve rezil görmelerine sebep, îmân nîmetinden mahrûm olmaları, her şeyin, dünyânın zâhirînden, görünüşünden ibâret olduğunu zannetmeleridir. Çünkü onlar, dünyâ hayatından sonra gelen âhıret hayatını, sonsuz yaşamayı bilmezler ve inanmazlardı. Onlara göre lezzet ve zevk veren şeyi daha çok olan, en şerefli ve çok üstün idi. Bundan mahrûm olanlar da rezil kimseler idi. Onlar, hakîkî kıymet ve üstünlüğün, îmân etmekte olduğunu, îmân nîmeti ile şereflenmiş bir çöpçünün, îmândan mahrûm olan bir sultândan çok daha kıymetli ve üstün olduğunu anlayamıyorlardı. Böylece, peygamber olacak zâtın ya melek veya melik yâni hükümdâr olması icâbettiğini düşünüyorlar, bunun aksini kabûl etmiyorlardı. Bu sebeple, Hazret-i Nûh'a; “Etrâfındaki o rezil, aşağı, mal, mevki sâhibi olmayan kimseleri kov! O zaman belki biz de sana inanırız. Yoksa onlarla beraber olmayı kendimiz için aşağılık sayarız” dediler.
Hûd sûresi 28-30. âyet-i kerîmelerinde meâlen bildirildiği gibi, Hazret-i Nûh, kavminin bu karşı çıkmalarına ve bozuk isteklerine şöyle cevap verdi: “Nûh onlara dedi ki: "Ey kavmim! Bana haber verin. Eğer ben Rabbim tarafından, dâvâmın doğru olduğuna açık hüccet ve delil üzere gelmiş isem; O, kendi katından bana nübüvvet, peygamberlik vermiş ise ve bütün bunlar da size gizlenmiş (sizde bunları görecek göz yok) ise, istemediğiniz hâlde onu size zorla mı kabûl ettireceğiz.
Ey kavmim! Risaletimi tebliğ ettiğim için, ben sizden mal istemiyorum. Bu yaptığım tebliğ işine karşılık (olarak) benim ecrim Allahü teâlâya aittir. Sizin talebinizle mü’minleri yanımdan kovacak, tard edecek değilim. Zirâ onlar, kıyâmet günü Rablerine kavuşup mükâfâtlarını alacaklar. (Böyle olunca Allahü teâlâ, onlara mükâfât verdiği gibi, onlara zulmedenlere ve onları terk edenlere, kovanlara da cezâlarını elbette verir.) Lâkin ben sizi, (Allahü teâlâ ile karşılaşılacak, O'nun huzûruna çıkılacak olan kıyâmet gününü, o mü’minlerin Allahü teâlânın huzûruna çıkacaklarını, onların mertebelerinin Allahü teâlâya yakınlığını inkâr eden veya Allahü teâlâya îmân etmiş olanlara erazil (rezillerin de rezilleri) demekle küstahlıkta bulunan, böylece) câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.
Ey kavmim! Îmân edip, bana tâbi olan mü’minler, bu durumda iken, ben sizin arzunuza uyarak onları yanımdan tardetsem, kovsam, o takdirde, Allahü teâlânın azâbından beni kim kurtarır. Benim onları kovmamı, yanımdan uzaklaştırmamı istemekliğinizin doğru olmadığını düşünmez, tefekkür etmez misiniz?”
Kavmin ileri gelenleri, Nûh'a (aleyhisselâm) akıllarına gelen her sözü çekinmeden söylüyor, her hakâreti yapıyorlardı. Bunun için devamlı, hücûm ediyorlar, kendi kısır akıllarına ve bozuk mantıklarına göre susturmaya, dâvâsından caydırmaya çalışıyorlardı. Onlara göre Nûh (aleyhisselâm) yanlış yolda idi. Hazret-i Nûh'u, anlamak istememelerinin sebebi, gerçekte kendilerinin bozuk olmalarından ve Hazret-i Nûh'un, istedikleri gibi hareket etmeyip onlara hakîkî saâdet yolunu göstermesindendi.
“Kavminin ileri gelenleri Nûh'a (aleyhisselâm), “Biz senin, apaçık, bir dalâlet içinde bulunduğunu görüyoruz” dediler. Nûh da onlara cevâben şöyle dedi: “Ey kavmim bende dalâlet yoktur. Ben, ancak, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Rabbimin (risâlâtını, îtikâd, ahkam ve nasîhate dâir) bana vahyettiklerini çeşitli vakitlerde size tebliğ ediyorum. Doğruluk ve iyiliğiniz için size nasîhat ediyorum. Kendim için dilediğim hayrı, sizin için de dilerim. Allahü teâlâdan bana vahiy geldiği için sizin bilmediğiniz şeyleri; bana vahyedilen, bildirilen kadar bilirim.
(Hazret-i Nûh yine onlara dedi ki:) Sizi Allahü teâlânın yasak ettiği küfür ve günahlardan sakındırmak ve O'nun azâbıyla korkutmak için, Rabbiniz tarafından, içinizden (kendi cinsinizden) biri vâsıtasıyla, size vahiy ve haber gelmesine taaccüb mü ediyorsunuz?. Ümîd olunur ki (bu korkunuz, takvânız, küfür ve isyândan sakınmanız sebebiyle) rahmet olunursunuz.” (A’râf sûresi: 60-63)
İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh) burada meâli verilen 62. âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki: Risâleti tebliğ, Allahü teâlânın, yasaklarının ve vâcib kıldığı tekliflerinin hepsini bildirmektir. Nâsîhat ise, emirleri ve yasakları kabûle, ibâdetleri yapmaya teşvik etmek ve âsî olurlarsa onları azâb ile korkutmaktır.
Fakat, Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin ileri gelenleri, buna da îtirâz ettiler. Yine karşı çıktılar. Mü’minun sûresinin 24 ve 25. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh'un kavminden, kâfir olanların ileri gelenleri, (diğer insanlara) dediler ki: Bu Nûh ancak sizin gibi bir insandır. (Sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi, nasıl, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir peygamber olabilir? Sizi tevhide dâvet etmekle) üzerinizde fazîletli ve size reis olmak istiyor. Maksadı budur. Eğer hakîkaten, Allahü teâlâ, kendisinden başkasına ibâdet olunmamasını veya bize peygamber göndermeyi dileseydi, meleklerden peygamberler gönderirdi. Biz bunun, tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra dirilmeye âit olarak, bizi dâvet ettiklerinin hiç birini atalarımızdan duymadık. Bu Nûh ancak deli bir kimsedir. Onun için böyle şeyler söylüyor. Bu sebeple bir zaman onu bekleyin. Ona nezaret edin. Belki ayılır da böyle sözleri söylemeye devam etmez.”
Hazret-i Nûh, onların bu kadar îtirâz etmelerine kendini yalanlamalarına karşı, sabrediyor, tebliğ vazifesine devam ediyordu. Onlar istemeseler de, yine gidip, insanlara, âdetâ yalvarırcasına nasîhat ediyor, dünyâ ve âhırette felâkete gitmemeleri için çok gayret sarfediyordu. Üstelik kavminin kendisine sataşmalarına, sâdece bizim gibi bir insandır, bizden üstünlüğü ve efdâliyeti yoktur gibi sözlerine yumuşaklıkla cevap veriyordu.
Hûd sûresi 30. âyetinin sonunda ve 31. âyetinde meâlen buyruldu ki: (Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: İstediğiniz, îtirâz ettiğiniz şeylerin hepsinin doğru olmadığını, yanlış olduğunu bildiğiniz hâlde ısrâr eder, hâllerinizin ve sözlerinizin yanlış olduğunu) düşünmez, tefekkür etmez misiniz? Ben size, benim yanımda Allahü teâlânın hazîneleri vardır demiyorum (ki istediklerinizi vereyim.) Ben gaybı bilirim demiyorum (ki, size maksadınızı haber vereyim.) Size, ben meleğim de demiyorum (ki, sizin bana ancak bizim gibi bir insansın diyerek îtirâzda bulunmanızın bir mânâsı olsun.) Sizin erâzil dediğiniz, hor ve hakîr gördüğünüz fakir mü’minler hakkında da Allahü teâlâ onlara hayır ve mükâfât vermez de demiyorum. (Bilakis Allahü teâlânın onlara dünyâda iken verdiği îmân ve hidâyet nîmeti ve âhırette vereceği Cennet ve yüksek dereceler, size dünyâlık olarak çok mal vermesinden elbette daha hayırlıdır.) Onların kalblerinde (Allah sevgisinden, güzel ahlâktan ve temiz îtikâddan, sıdk ve ihlâstan) ne bulunduğunu en iyi bilen Allahü teâlâdır. O hâlde ben (Allahü teâlânın hazîneleri benim yanımdadır, ben gaybı bilirim ve ben meleğim desem ve sizin arzunuza uyarak, onların bana îmân etmelerini kabûl etmezsem, onları yanımdan kovarsam ve kendilerine, Allahü teâlâ size, hayır, mükâfât vermez desem) muhakkak ki zâlimlerden olurum.”
Nûh kavmi hiç yola gelebilecek gibi değildi. O ne söylese kavmi inkâr eder, yalanlar, hakârete başlardı. Zamân ilerledikçe bu insanların onun sözlerine, Allahü teâlâdan bildirdiklerine inanmamaları bir tarafa; karşı çıkmaları, gayz ve kinleri devamlı artıyordu. İnkar ve îtirâzları zamanla hakârete ve üzerine hücûm etme derecesine geldi.
Nûh (aleyhisselâm) kavminin yaptıklarına sabırla dayanıyor, belki îmân ederler ümidiyle, tebliğine devam ediyordu. Gece kapıları çalıp; “Ey kavmim! La ilâhe illallah deyin” diye yalvarıyordu. İnsanları Allahü teâlâya îmân ve yalnız O'na ibâdet etmeye dâvet etmesine hep karşı çıktılar; o yine devam etti. Sefih dediler, yine devam etti. Mecnûn yâni deli dediler, o yine devam etti. Hakâret ettiler, yine devam etti. Üzerine hücûm ettiler, yine devam etti. Peygamberliğini tebliğ husûsunda hiç bir şeyden yılmıyor, kavminin bütün taşkınlıklarına rağmen, vazifesinden bir an geri kalmıyordu. Şuarâ sûresinin 105. ve daha sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh kavmi, peygamberleri tekzip etti. O zaman (dinde değil de nesebde) kardeşleri olan Nûh (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Siz Allahü teâlâdan korkmaz mısınız da O'ndan başkasına ibâdet edersiniz. Muhakkak ki ben, Allahü teâlâ tarafından emîn olarak size gönderilmiş bir peygamberim. Aranızda emîn olarak tanınmış bir kimseyim. O hâlde Allahü teâlânın azâbından korkun, tevhidden ve bir olan Allahü teâlâya ibâdetten size emrettiklerimde bana itâat edin. Sizi Allahü teâlâya dâvet ettiğim ve nasîhatlerde bulunduğum için sizden bir ücret istemiyorum. Bilakis benim ecrim Rabb-ül-âlemînin katındadır. O hâlde Allahü teâlâdan korkup, emrini size tebliğimde bana itâat edin.”
Nûh kavmi, îmân etmemeye, Hazret-i Nûh'a tâbi olmamaya kesin ve kat’î karar vermiş gibi bir hâlde idi. Hazret-i Nûh'un anlattıklarını, haber verdiklerini, nasîhatlerini hiç kabûl etmiyorlar, kendi noksan akıllarına ve bozuk mantıklarına göre ileri sürdükleri sözlerle karşı çıkıyorlardı. Bu defâsında Hazret-i Nûh'a o zamana kadar îmân etmiş olanları işâret ederek; “Sana tâbi olup, îmân edenler, mal ve mevki bakımından, aşağı, düşük kimseler iken biz sana îmân eder miyiz?” dediler. (Şuarâ sûresi: 111). Bu kibirli, kendini beğenmiş kimselerin hepsi, îmân edip, Hazret-i Nûh'a tâbilik yönünden fakir ve garib kimselerle bir olmaktan kaçınarak bunu, kendileri için aşağılık saydılar. Halbuki, bu düşünce ve hareketlerinden daha büyük alçaklık ve aşağılık olamazdı. Bunu anlamadıklarından bir türlü uyanamıyorlardı. Hattâ, Nûh'a (aleyhisselâm) îmân etmiş, mal ve mevkîi az olan kimselerin, görünüş îtibâriyle tâbi olduklarını, kalben muhâlefette bulunduklarını söyleyerek onlara iftirâdan çekinmediler.
Şuarâ sûresi 112-115. âyet-i kerîmelerinde bildirildiği gibi Hazret-i Nûh onlara şöyle cevap verdi: “Ben onların amellerini (ihlas ile mi yoksa dünyâdaki rütbelerini yükseltmek, dünyâ menfaatine kavuşmak için mi bana tâbi olduklarını) bilmem. Ben zâhire, görünüşe îtibâr ederim. Onların hesâbı, batınî olarak ne hâl üzere oldukları Allahü teâlâya âiddir. Bunun doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Şâyet şuûr sâhibi olsaydınız bunun böyle olduğunu bilirdiniz. (Fakat Allahü teâlâ, size, anlayacak şuûr vermediğinden ve gözleriniz kör olduğundan bunu anlayamıyorsunuz.) Ben, sizin arzu ve isteklerinize uyarak bana tâbi olmuş mü’minleri tardedecek, yanımdan kovacak değilim. Ben ancak, fakir olsun zengin olsun, mükellef olan insanları, küfür ve günahlardan sakındırmak için gönderilmiş bir peygamberim. Allahü teâlânın azâbı ile korkutucuyum. (Yoksa sizi râzı edebilmek için, bana tâbi olmuş mü’minleri yanımdan kovucu değilim)