Mukâtil bin Süleymân (rahmetullahi aleyh), Nûh’un (aleyhisselâm) kavminde kırk yıl devam eden kıtlık ve bu müddet içinde kadınlarının kısır olduğunu, Hazret-i Nûh'a müracaat ettiklerini, onun verdiği cevâbı bildirdikten sonra buyurdu ki: “Yağmur duâsında istiğfâr okumak, bundan dolayı meşrû ve meşhûr olmuştur.”
Şa’bî’nin (rahmetullahi aleyh) rivâyetine göre, bir defâsında Hazret-i Ömer yağmur duâsına çıktı. Hep istiğfâr etti. Başka bir duâ okumadı. Sebebi suâl edilince de bu âyet-i kerîmeyi okudu.
Bekr bin Abdullah (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki; “Günahı çok olanların istiğfârları, istiğfârları çok olanların da günahları az olur.”
Râmûz’da Abdullah ibni Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte meâlen buyruldu ki: “Bir kimse çok istiğfâr ederse, azîz ve celil olan, Allahü teâlâ onu her gamdan kurtarır. Her darlık ve sıkıntıdan ona çıkış yolu nasîb eder ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.”
Râmûz şerhi olan Levâmi’ul-ukûl’de bu hadîs-i şerîfin şerhinde buyruluyor ki: “Şartlarını gözeterek istiğfâra devam eden kimseye Allahü teâlâ, her türlü gam, endişe ve hüzünden kurtuluş verir. Allahü teâlâ yine onu, geçim darlığından, başkasıyla olan muâmelelerinde ve insanlarla geçiminde olan her sıkıntıdan halâs eder, kurtarır. Bütün bu sıkıntılardan, selâmet ve kurtulmak için çıkış kapısı ihsân eder. Kolaylık gösterir. Ayrıca çok istiğfâr edenin rızkı hiç ummadığı, hesap etmediği yerlerden gelir. Nitekim; Hâkka sûresinin 2. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Kim Allahü teâlâdan korkarsa, Allahü teâlâ ona bir kurtuluş, çıkış yeri ihsân eder. Onu dünyâ ve âhıret sıkıntılarından selâmete çıkarır. Ve ona hatırına, hayâline gelmeyen, hiç ummadığı yerden rızık gönderir.”
Hadîs-i şerîfte; “Bir kimse çok istiğfâr ederse...” buyrulması ile; insanoğlu an be an herhangi bir ayıb ve günahtan boş kalmaz; bu sebeple, ayıb ve günahlardan çok istiğfâr etmek sûretiyle kurtulacağına işâret olundu.
İnsanın işlediği ve istiğfâr etmediği günahlar için olan azâb iki kısımdır.
1- En aşağı derecede olan azâb: Bir kul, nefsi hakkında uyanık olursa, işlemiş olduğu bir günahın peşinden hemen istiğfâr ederse yâni bu kabahatlerine pişman olup, Allahü teâlâdan af ve mağfiretini dilerse, Allahü teâlâ o kimseyi af eder. O kabahatin vebâlinden ve azâbından kurtulur. Fakat istiğfâr yapmazsa günahları birikir. Bütün sıkıntılar, darlıklar, zorluklar ve meşakkatler o kimseyi kaplar. İşte, bütün bunlar istiğfâr edilmeyen ve affolunmayan ayıb ve günahların en aşağı derecedeki azâbıdır.
2- İstiğfar edilmeyen, af da edilmeyen günahlar için esas ve pek şiddetli derecede olan azâb, âhırette Cehennem ateşi ile yapılacak olan azâbdır ki, diğer azâb bunun yanında pek hafif ve hiç kalır.
Bir kimse Hasen-i Basrî hazretlerine gelerek, kıtlıktan şikâyette bulunmuştu. O da gelen kimseye, istiğfâr etmesini, Allahü teâlâdan mağfiretini istemesini tavsiye etti. O sırada başka bir kimse gelerek o da, fakirlikten şikâyette bulundu. Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) ona da istiğfârı tavsiye etti. Çoluk-çocuğunun azlığından, tarlalarından verimli mahsul alamadığından şikâyetçi olanlara da hep istiğfâr etmelerini söyledi.
Orada bulunup, bunları dinleyen Rubeyy bin Sabîh ismindeki bir zât, Hasen-i Basrî'ye (rahmetullahi aleyh); “Hepsine de istiğfârı tavsiye ettiniz. Halbuki hepsinin şikâyeti başka başka idi” deyince, Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) yukarıda zikrolunan âyet-i kerîmeleri okudu. Yâni şikâyet konusu olan bütün sıkıntıların, günahlar sebebiyle meydana geldiğini, kurtulmak çâresinin de istiğfâr olduğunu bildirmek istedi.
Büyüklerden Ebû Mücâhid hazretleri de buyurdu ki: “İstiğfar en kilitli kapıları açar. Çünkü bütün kapıları kapatan günahlardır.”
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, tâatla meşgûl olmak, hayır kapılarının açılmasına, küfür ise kişilerin, hattâ kişilerle birlikte âlemin harâb olmasına sebep olmaktadır.
Nitekim, Tevrât ve İncil'i değiştirenlerin; “Allahü teâlâ çocuk edindi” ve “Melekler Allahü teâlânın kızlarıdır” gibi sözler söylemelerine, Allahü teâlâ, Meryem sûresinin 90. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onların bu sözlerinden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti (yıkılıp yerlere geçecekti)” buyurmuştur.
Küfür, âlemin harâb olmasına sebep olunca, îmân da âlemin ma’mûr olmasına sebeptir. Âyet-i kerîmeler, tâatla meşgûl olunduğunda, rızık ve hayır kapılarının açılacağına delâlet etmektedir. Allahü teâlâ buyuruyor ki:
“Şâyet o memleketlerin halkı îmân edip de küfür ve isyândan sakınmış olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereket hazînelerini açardık. (Gökten yağmur, yerden nebâtat verirdik. Her taraftan kendilerine hayrı geniş olarak ve rahatça kavuşabilecekleri şekilde ihsân ederdik)” (A’râf sûresi: 96)
“Bir de onlar, şâyet Tevrât'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine nâzil olan (Kur’an-ı kerîmi ve diğer ilâhî kitap) ları dosdoğru tutsalardı, (inanıp, tatbik etselerdi) muhakkak ki, hem üstlerinden, hem ayakları altından yiyeceklerdi. (Her taraftan Allahü teâlânın nîmetlerine garkolacaklar, ağaç meyvelerinden ve hububattan bol bol rızıklanacaklardı.)” (Mâide sûresi: 66)
“Eğer onlar îmân ve hak yol üzere dosdoğru olsalardı, biz, onlara bol bol rızık verirdik.” (Cin sûresi: 16)
“Her kim ki, Allahü teâlâdan korkarsa, (yasak edilenlerden sakınırsa) Allahü teâlâ onu dünyâ ve âhıret sıkıntılarından selâmete çıkarır ve ona (hatırına, hayâline dahî gelmeyen) ummadığı yerden rızık verir.” (Talak sûresi: 2, 3)
Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler, tâatla meşgûl olunduğunda hayır ve bereket kapılarının açılacağına, rızkın genişleyip, bollaşacağına, yaşamanın (geçimin) rahatlayacağına delâlet etmektedir. Allahü teâlâ, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde meâlen; “İnsanları ve cinnîleri, ancak beni bilip itâat, ibâdet etmeleri için yarattım.” buyurdu. Asıl maksat ve gâye olan Allahü teâlâya kulluk hâsıl olunca, dünyevî ihtiyaçlar da ona bağlı olarak hâsıl olmaktadır.
Nûh (aleyhisselâm) kavmine, önce ibâdet, takvâ ve tâati emrettikten sonra istiğfârı emretti. Bunun sebebi şudur: Hazret-i Nûh, kavmine ibâdeti emrettiğinde, onlar dediler ki: “Eğer bizim içinde bulunduğumuz eski dînimiz hak ise, sen niçin onu terketmemizi istiyorsun? Şâyet bâtıl ise, biz Allahü teâlâya âsî olmuş iken, O bizim ibâdetimizi nasıl kabûl eder?” O zaman Nûh (aleyhisselâm); “Siz çok günahkâr olsanız da, Allahü teâlâya istiğfâr ediniz. Bağışlamasını isteyiniz. Çünkü Allahü teâlâ çok mağfiret edici, bağışlayıcıdır” buyurdu.
İnsanlar, yaptıkları bir işin mükâfâtını peşinen almaya meyilli olarak yaratılmışlardır. Bu sebeple, Allahü teâlâ, “... İstiğfar ediniz” âyet-i kerîmesinde, îmân ve istiğfâr ederlerse, bunun netîcesinde, ihtiyaçları kadar yağmur, çok mal ve evlâd, bostanlar, bağlar, bahçeler ve bostanlarda gürül gürül akan nehirler, âhırette de çok hayırlar vermeyi vâdetmiştir.
Yukarıda meâli verilen, Nûh sûresinin 14 ve 15. âyet-i kerîmelerinin tefsîrinde, Fahrüddîn-i Râzî hazretleri buyuruyor ki: Âyet-i kerîmede; “Size ne oluyor ki, Allahü teâlânın âzametine, büyüklüğüne inanmıyor, ihsânlarını ümîd etmiyorsunuz. Halbuki O sizi tavır tavır yarattı” buyruldu. Tavır tavır, muhtelif hâllerde demektir. Yâni önce nutfe idiniz. Sonra kan pıhtısı, et ve kemik parçası, daha sonra da şu görülen sûrette insan oldunuz. Hal böyle iken, size ne oluyor, ne gibi bir sebep var ki, Allahü teâlânın azametini, büyüklüğünü, yaratılışınızdaki merhalelerin ve gördüğünüz her şeyin, O'nun bir olduğuna ve kudretinin sonsuzluğuna delâlet ettiğini düşünmüyorsunuz? Halbuki O, sizi çeşitli nevîlerde, kavim ve kabîleler hâlinde yarattı. Her kavim ve kabîle birbirine benzemediği gibi her kavim ve kabîledeki bir şahıs da diğer şahsa benzemez. Bunlar, gören ve bilen her kimsenin, başka bir şeye ihtiyaç duymadan, derhal îmân etmesini icâbettiren deliller olduğu hâlde, size ne oluyor da îmân etmiyorsunuz?
Allahü teâlâ, vahdâniyetine işâret olan delilleri, insanlara bildirirken önce, insanların kendi yaratılışlarını bildirdi. Çünkü insanın şahsı kendine en yakın olan şeydir. Allahü teâlâ bundan sonra insanın dışındaki delillerden semâvât, güneş, ay gibi bâzılarını da bildirdi.
Yûnus sûresinin 71 ve 72. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Yâ Muhammed (aleyhisselâm)! Mekke ehline) Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi ile olan haberini, oku, haber ver! O, kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Eğer benim, sizin aranızda, bulunmam ve Allahü teâlânın âyetlerini hatırlatarak sizi Hakk'a dâvet edip nasîhat vermem, size ağır geliyorsa, biliniz ki ben sizin hîlenizden Allahü teâlâya tevekkül ettim. O'na güvendim. Artık siz ve ortaklarınız toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırın. Sonra benim helâkime kasdetmeniz gizli olmasın. Yapacağınızı âşikâre olarak yapın. İçinizdekileri gizlemeyin. Sizin bana yapacağınız şeylere aldırış etmem. Daha sonra da bana herhangi bir mühlet de vermeden istediğiniz kötülüğü yapın.
Eğer benim dâvetimden yüz çevirirseniz, ben sizden zâten hiç bir mükâfât istemedim ki. Benim mükâfâtım, sevâbım, Allahü teâlâdan başkasına âit değildir ve ben (O'nun hükmüne boyun eğen, emrine muhâlefet etmeyen, O'ndan başkasından bir şey beklemeyen, îmân, amel ve insanları O'na dâvet etmekte emrine itâat eden) müslümanlardan olmamla (veya Allahü teâlânın emrine itâat ve sizi O'nun dînine dâvet etmem sebebiyle, bana sizin tarafınızdan gelecek eziyet ve sıkıntılara boyun eğmekle, sabretmekle) emrolundum.”
Hazret-i Nûh, Allahü teâlânın muhâfaza ve himâyesinde olduğunu bildiğinden, düşmanlarına hiç ehemmiyet vermediğini göstermek ve onların âcizliğini, bir şey yapamayacaklarını meydana çıkarmak için şöyle bir teklifte bulundu. “Siz, tedbir sâhiplerinizi, tedbirlerinizi, ortaklarınızı, yâni bu husûsta her neyiniz varsa hepsini bir araya getirin ve bütün imkanlarınızı beni öldürmekte kullanın. Hem hiç bir tedbirinizi de noksan bırakmayın ki sonunda, bu işi başaramadığınızda da şu tedbiri de alsaydık demeyesiniz” buyurdu.
Sonra Hazret-i Nûh, onların dâveti kabûl etmeyip, yüz çevirmelerinin kendisine bir zarar veremeyeceğini bildirerek buyurdu ki: “Eğer dâvetimden yüz çevirirseniz, bunun bana bir zararı yoktur. Zirâ insan iki şeyden korkar. Birincisi, başkalarının zararından, ikincisi de, menfaatinin kesilmesi endişesinden. Ben sizin şerrinizden, zarar vermenizden korkmadığımı, Allahü teâlâya tevekkül ettiğimi önceki sözümde de söyledim. Şimdi de, şunu söylüyorum; Sözümü dinlememenizden dolayı bana bir zarar gelmez. Çünkü sizden korkum yok. Bir ücret istemiyorum ki, onu da elden kaçırma endişem olsun. Bunda benim bir telâşım yoktur. Benim ücretim Allahü teâlâya aittir. Siz kabûl etseniz de etmeseniz de, vazifemi yapmış oluyorum ve Allahü teâlâ bana bunu verecek. Şu hâlde siz îmân ederseniz, faydasını görür, îmân etmezseniz, zarara uğrarsınız. Yâni îmân edip etmemeniz hâlinde bana bir fayda ve zarar yoktur. Hakîkât apaçık meydanda iken, Allahü teâlânın emirlerini hatırlatmamdan, sözlerimi ve nasîhatlerimi kabûlden yüz çevirmeye devam ederseniz, muhakkak helâk olursunuz. Kabûlüne mâni olacak hiç bir sebep yokken, haktan yüz çevirirseniz, Allahü teâlâ size azâb eder. Çünkü yüz çevirmenizde haklı olduğunuzu iddiâ edebilmeniz için; sizden, buna sebep olacak, hakkı kabûlünüzü gerektirecek ve size ağır gelecek herhangi bir ücret istemedim.
Allahü teâlâ, Yûnus sûresinde Kureyş müşriklerinin hâllerini, küfürdeki inâdlarını veya hakkın hak, bâtılın bâtıl olduğunun delillerini beyân buyurduktan sonra, bu âyet-i kerîmeleri gönderdi. Peygamberlerin aleyhimüsselâm kıssalarını ve kavimleri ile aralarında cereyân eden hâdiseleri bildirdi. Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre bunda bir kaç fayda vardır.
1- Herhangi bir mevzû uzun olarak anlatılınca okuyan ve dinleyende bâzan, bir nevî usanma meydana gelebilmektedir. Başka bir mevzuya geçince, insanda bir rahatlama bir zindelik hâsıl olmaktadır. Burada da, Nûh'un (aleyhisselâm) kıssası zikrolunmakla bu fayda hâsıl olmaktadır.
2- Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) kavimlerinden gördükleri eziyet ve sıkıntıları hafifletmek, onların mübârek kalblerini teselli etmek için, geçmiş peygamberlerin kavimlerinden gördükleri sıkıntılar misâl olarak getirilmektedir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Nûh'un kavminden gördüğü kötü muâmeleleri duyunca eziyet gören peygamberlerin, sâdece kendisi olmadığını anlayıp biraz olsun teselli buldu, sıkıntısı hafifledi. Nitekim; “Musîbet umûmî olunca, sıkıntısı ve acısı da hafif olur” sözü meşhûrdur.
3- Kafirler, bu kıssaları duyup, inkârcı ve câhil kavimlerin, peygamberlere eziyet ve sıkıntıda çok ileri gitseler bile, netîcede, Allahü teâlânın, peygamberlerine ve onlara tâbi olanlara mutlakâ yardım ettiğini, düşmanları ise kahreylediğini öğrenince moralleri bozuldu. Kalblerine korku düştü. Bu hal, onların, peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü’minlere yaptıkları eziyet ve sıkıntıları ve bayağı hareketlerini azaltmalarına sebep oldu.
4- Hiç bir hocadan ders almamış ve aslâ kitap okumamış iken, Muhammed aleyhisselâmın, fazla ve noksan olmadan, olduğu gibi, bu kıssaları haber vermesi, O'nun, bütün bu anlattıklarını, Allahü teâlâdan aldığı vahiy ile bildirdiğine, apaçık bir şekilde, şüphesiz olarak delâlet etmektedir.
Burada zikri geçen Yûnus sûresinin 71. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Nûh (aleyhisselâm), kavmine; Ey kavmim, Eğer benim, sizin aranızda bulunmam ve Allahü teâlânın âyetlerini hatırlatarak sizi Hakka dâvet edip, nasîhat vermem size ağır geliyorsa...” dedi.” Bu dâvetin onlara ağır gelmesinin birkaç sebebi vardır:
1- Hazret-i Nûh çok uzun müddet onların aralarında kalmıştı. Onlar, Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetini kabûl etmemişler, karşı gelmişler onun vazifesine ısrârla devam etmesinden sıkılmışlar ve bu hâllerin bitmezcesine çok uzun bir zaman içinde olmasından iyice bezmişlerdi. Böylece karşılaştıkları durumlar bu kavme ağır gelmişti.
2- O inkârcı kavim, bir takım bâtıl ve bozuk yollar ortaya çıkarmıştı. Bâtıl bir yol tutup, başkalarının da o yolda olmalarına gayret eden kimseleri doğruya dâvet etmek, onlara, başkalarından daha ağır gelir. Ayrıca, o kimseye, üzerinde bulunduğu yolun, bozuk ve yanlış olduğu, açık ve kat’î deliller ile ispat edilince, onun karşı çıkması ve nefreti daha da artar. İşte bu yüzden Nûh'un (aleyhisselâm) aralarında bulunması onlara ağır geliyordu.
3- Tabîatları, dünyâ lezzetlerini elde etmek, bunlara kavuşmak hırsı ile dolu olan kimseler, kendilerine, tâatların emredilmesini, günahlardan kötülüklerden nehyedilmelerini, ölümün hatırlatılmasını, âhırete faydası olmayan dünyâ nîmetlerinin çirkin gösterilmesini aslâ istemezler. Bunları dinlemekten hiç hoşlanmazlar. Böyle şeylerden ve bunları söyleyenlerden nefret ederler. Bunları hatırlatarak emr-i mâruf ve nehy-i münker yapanları kendilerine düşman bilirler.
İşte, o müşrik kavme, Hazret-i Nûh'un dâvet ve nasîhati ağır geldiği için, ona akıl almaz hakâretler ve işkenceler yapmışlardı. Hazret-i Nûh onlara; “Bana olan buğzunuz, sizi, eziyet etmeye sevketti. Halbuki, ben size, sizin bana yaptığınız kötülükle değil, Allahü teâlâya tevekkül etmekle, yalnız O'na îtimâd edip güvenmekle mukâbele ederim. Sakın ola ki, eziyet vermenizin ve ölümle tehdit etmenizin, beni, insanları Hakk’a, Allahü teâlâya îmâna dâvetten alıkoyacağını zannetmeyiniz” buyurmuştur.
Hazret-i Nûh, onların kötü niyetlerinin bulunduğunu haber verip, meydan okudu ve şöyle dedi:
1- Maksadınızın meydana gelmesini te’min edecek, ne kadar çâre, yol varsa hepsini toplayın.
2- Kendilerine yakın olmakla, durumunuzun kuvvetli olacağını zannettiğiniz ortaklarınızı kendinize katın.
3- Bu işiniz size tasa olmasın, faaliyetinizi gizli olarak devam ettirip sıkılmayın. Ne yapacaksanız, âşikâre olarak yapın.
4- Bütün bu hazırlıklardan sonra, yapacağınız kötülüğü bana yöneltin.
5- Bu kötülüğünüzü icrâ edeceğinizde bana mühlet vermeyin ve bütün gücünüzle acele edin. Hazret-i Nûh'un bu sözleri, onun, Allahü teâlâya ne derece tevekkül sâhibi olduğunu, kavminin hîle ve kötü plânlarının kendisine aslâ zarar veremeyeceğine kat’î olarak inandığını açık bir şekilde göstermektedir.
Nûh aleyhisselâm, zaman zaman kavminin dikkatlerini çeker, Allahü teâlânın mahlûklarını muhtelif safhalarda yarattığını, ana karnındaki yavrunun değişik durumlarını; bunları yoktan var ettiği gibi tekrar dirilteceğini söylerdi. Yerlerin ve göklerin nasıl yaratıldığını anlatırdı. Fakat bu sözler onların hoşuna gitmezdi. Bundan dolayı ona ellerinden gelen ezâ ve cefâyı yaparlardı. Ona eziyet vermek husûsunda, kavmin bâzı azgın ileri gelenlerinin sözlerine uyuyorlardı. Bu azgınların sözlerini dinlemeleri, onların hüsrân ve zararını arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Nûh aleyhisselâm onların ıslâhı için, elinden geleni yaptığı hâlde, onlar putlara tapmaktan vazgeçmemişlerdi.
Rivâyet edilir ki, bir gün, kavmin ileri gelen reislerinden birisi, yanında oğlu ile birlikte giderken Nûh'a (aleyhisselâm) rastladılar. O şahıs oğluna; “Oğlum! Bu adama dikkat et! Sözlerine inanma! Bu bir yalancıdır” dedi. Bunun üzerine oğlu yerden bir avuç toprak alıp, Hazret-i, Nûh'un yüzüne attı. Nûh'un (aleyhisselâm) mübârek yüzü toprak olduğu gibi, mübârek gözleri de toprak ile doldu. Bu hâle çok mahzûn oldu.
Yine rivâyet edilir ki, bir gün Nûh'un (aleyhisselâm) yanına kavminden bir ihtiyâr müşrik geldi. Asâsına dayanarak zorlukla yürüyordu ve yanında oğlu da vardı. İhtiyâr, oğluna Hazret-i Nûh'u göstererek; ona aslâ kapılmamasını tembih ederek, mecnûn olduğunu söyledi. İhtiyârın oğlu; “Baba! Asanı bana verir misin?” diyerek asâyı aldı ve Hazret-i Nûh'un başına şiddetle vurdu. Nûh'un (aleyhisselâm) başından kanlar çıkıp mübârek yüzüne aktı. Hazret-i Nûh çok üzülüp Allahü teâlâya şöyle yalvardı: “Yâ Rabbî! Kullarının bana yaptığını görüyorsun. Kulların hakkında hayr dilemişsen onları hidâyete erdir. Yoksa sen onlar hakkında hükmedinceye kadar bana sabır ver. Çünkü sen, hükmedenlerin en hayırlısısın.”
Bunun üzerine, Hûd sûresinin 36. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Nûh'a vahyolundu ki, kavminden daha evvel îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki, onlardan intikâm alma vakti gelmiştir.”
Allahü teâlâdan gelen vahy ile de sabit olmuş, iyice anlaşılmıştı ki, bu kavim ıslâh olmayacak ve başka îmân eden bulunmayacaktı. Artık ümîd de kalmamıştı.