Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Rivayet edildiğine göre kırk sene, diğer bir rivâyete göre doksan sene devam eden kıtlıktan sonra, kavim perişân oldu. Bu kıtlık müddetinde hiç çocukları olmadı. Allahü teâlâ Hazret-i Nûh'a, kavminin erkeklerinin sulblerinde ve kadınlarının rahîmlerinde mü’min olacak kimsenin bulunmadığını vahyetti. Yâni onların hiç birinin îmân etmeyecekleri gibi, îmân edecek çocukları da olmayacağını haber verdi. Bundan sonra Hazret-i Nûh, kavminin helâki için duâ etti.
Nûh sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde Hazret-i Nûh'un meâlen şöyle duâ ettiği bildirilmektedir: “Yâ Rabbî! Bu zâlimlerin helâk ve azâbını ziyâde eyle!”
Yine Nûh sûresinin 26, 27 ve 28. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Nûh dedi ki, “Ey (beni hidâyet ve doğru yol üzere gitmek yaratılışı ile terbiye eden) Rabbim! Yeryüzünde, hareket eden (gidip gelen) hiç bir kâfiri bırakma! Eğer sen, onları (içinde bulundukları hâl üzere) bırakırsan kullarını dalâlete sürüklerler. (Senin vahdâniyetini, bir olduğunu tasdik etmiş olan kullarını doğru yoldan ayırır, tevhîdden küfre döndürmek isterler) Hem bundan sonra onların çoluk-çocuğu olmaz. Olsa bile çocukları fâcir ve küfürde pek ileri (giden bâtıla meylederek, revâç göstererek, hakkı, doğruyu gizleyen, örten, kapatan) kimseler olurlar.
Ey Rabbim! Beni, anamı (Şemhâ binti Enûş'u), babamı (Lamek bin Metuşalh'ı), mü’min olarak evime girenleri, (geçmiş ve kıyâmete kadar gelecek ümmetler içindeki) erkek, kadın, bütün mü’minleri mağfiret eyle. Zalimlerin (kafirlerin) ise ancak helâk ve hüsrânlarını arttır.”
Nûh'un (aleyhisselâm) anne ve babası onun dînine girmiş mü’min kimselerdi. Tefsîr âlimleri âyet-i kerîmede geçen “evim” kelimesini, Nûh'un (aleyhisselâm) evi, mescidi, gemisi ve onun dîni olarak tefsîr etmişlerdir.
Mü’minun sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde Nûh'un (aleyhisselâm), kavminin îmân etmesinden ümîd kesince, Allahü teâlâya yönelerek şöyle duâ ettiği bildirilmektedir: “Ey Rabbim! Kavmimden olanlar beni yalanladıkları için (vâdettiğin azâbı göndermek, onlardan intikâmımı almak sûretiyle) onlara karşı bana yardım et!”
Şuarâ sûresinin 117 ve 118. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: (Nûh (aleyhisselâm) duâ edip) dedi ki: “Yâ Rabbî Gerçekten kavmim beni tekzip etti. Beni yalanladılar. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.”
Tefsîr âlimleri buyuruyorlar ki, burada; “Yâ Rabbî! Kavmim beni tekzip etti” demekle Hazret-i Nûh'un maksadı; kavminin kendisini yalanladığını haber vermek değil, bilakis, onlara bedduâ etmesinin sebebini izhâr etmek içindir. Zirâ, Allahü teâlâya hiç bir şey gizli değildir ve kavminin onu yalanladığını elbette bilir.
Kamer sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Nûh (aleyhisselâmRabbine duâ edip; (Yâ Rabbî!) Ben (kavmin arasında) mağlûb oldum. Artık sen onlardan benim intikâmımı al! dedi.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hazret-i Nûh mağfiret olunmaları için kavmini, ibâdete, takvâya ve tâata dâvet ettikçe, onların tavırları şu şekilde oldu:
1- Hazret-i Nûh'un söylediklerine karşı çıktılar. Kabûl etmeyip yalanladılar. Hattâ onu, yalancı ve deli olmakla ithâm ettiler.
2- Hazret-i Nûh'un sabırlı ve şefkâtli muâmelesi, dâvetten vazgeçmemesi uzun seneler devam etti. Zamân içinde onların karşı çıkmaları daha da arttı. Baba ve dedelerinden gördükleri kötülüklere o kadar dalmışlar ve bağlanmışlardı ki, Hazret-i Nûh'un hak dîne olan dâvetini, kabûl etmedikleri gibi, sözlerini dinlemeye bile dayanamıyorlardı. Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Hazret-i Nûh'un nasîhatlerini duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkıyorlardı.
3- Târifi mümkün olmayan bir azgınlıkla Hazret-i Nûh'un sözlerini dinlemiyorlar, yanlarına geldiği zaman yüzünü görmek istemediklerinden, Nûh sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi, elbiselerini başlarına çekiyorlardı. Onun, kendilerini Cehennem ateşinden korumaya çalışan ve hayırlarını isteyen büyük bir zât olduğunu farkedemiyorlardı.
4- Bâtıl ve bozuk yollarında, Hakk'a dâveti kabûlden yüz çevirmek husûsunda ısrâr ettiler.
5- Son derece istikbâr ettiler. Yâni çok kibirlendiler.
6- Hazret-i Nûh'a âsî oldular. Nûh (aleyhisselâm) onlara; “Allahü teâlâya ibâdet edin. O'ndan korkun. Bana itâat edin” buyurduğu hâlde, onlar bu emre isyân ettiler. İtâat edecekleri yerde âsî oldular.
7- Hazret-i Nûh'a âsî olmalarından başka, bir mâsiyeti (günahı) daha işlediler. Kendilerini küfre dâvet eden reislerine itâat ettiler. Onlara uydular.
Âyet-i kerîme, kötü kimselere uydukları için, onların mal ve çocuklarının, âhırette sâdece hüsrânlarını arttıracağını haber vermektedir.
Fahrüddîn-i Râzî hazretlerinin bildirdiğine göre mal ve evlâd, her ne kadar nîmet gibi görünüyorsa da, Allahü teâlânın emirlerine karşı kullanılınca, hüsrânı arttırır. Bundan da anlaşılan, âhıretteki hüsrâna sebep olan dünyevî nîmet ve menfaatler; tatlı görünen, fakat zehirli olan bir lokmaya benzemektedir.
“Kafirlere, Allahü teâlânın nîmeti yoktur” diyen âlimler, bu sözlerine Nûh sûresinin 21. âyet-i kerîmesini delil getirmişlerdir. Çünkü, kâfirlerde, nîmet gibi görünen şeyler, hakîkatte onların sonsuz azâblara, ebedî felâketlere düçâr olmalarına vâsıta olmaktan başka bir şey değildir.
8- Mekr (hîle): Nûh sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde, kavmin ileri gelenlerinin Hazret-i Nûh'a çok büyük bir mekr (hîle) yaptıkları bildirilmektedir. Çünkü onlar, kendilerine tâbi olanlara, vedd, süvâ’, yegus, ye’ûk ve nesr ismindeki putları terketmemelerini söylediler. Onları tevhid îtikâdından, Allahü teâlânın birliğine inanmaktan men ettiler. Müşrikliği emrettiler.
Tevhidi emretmek, bunu insanlara öğretmek, dinde ne kadar yüksek bir derece ve ne büyük bir hayır ise, buna mâni olmak ve şirki emretmek de o derece aşağı ve o derece büyük bir musîbettir. Bu sebeple Allahü teâlâ onların mekrini çok büyük bir hîle olarak bildirmiştir.
Onların, insanları, tevhid îtikâdından men etmelerine, âyet-i kerîmedeki mekr (hîle) buyrulmasının iki sebebi vardır:
1- Onların, putlara ilâhlık isnâd etmeleri, bu kavmin putlara ibâdete devam etmelerinin gereğidir. Onlar, kendilerine tâbi olanlara; “Bu putlar sizin ilâhlarınızdır. Baba ve dedelerinizin de ilâhları bunlar idi. Siz Nûh'un (aleyhisselâm) sözünü, dâvetini kabûl ederseniz, kendi aleyhinizde bulunmuş; kâfir olduğunuzu, dalâlet ve cehâlette bulunduğunuzu îtirâf etmiş olacaksınız. Hem bu îtirâfınız babalarınızın da aleyhinde bulunmanız demektir...” gibi sözler söylediler.
İnsanın, gerek kendisi ve gerekse baba ve dedelerinin kusur, noksanlık ve cehâlette bulunduğunu îtirâf etmesi çok zor olduğundan, onların bu duygularını istismar edip kullanmaları gizli bir hîle idi. Bu sebeple, onların böyle söylemelerine âyet-i kerîmede mekr (hîle) buyrulmuştur.
2- Âyet-i kerîmelerde bu büyük hîleyi yapanların, yâni kavmin ileri gelenlerinin, mal ve evlâd sâhibi oldukları bildirilmektedir. Onlar câhil halka; mal ve çok evlâda, putlara ibâdet etmeleri sebebiyle kavuştuklarını; Hazret-i Nûh'un bildirdiği ilâhın ise hâşâ mal ve evlâd veremediğini söylediler. Böyle bir hîle ile onları kandırmağa çalıştılar.
Fir’avn da, kavmine buna benzer bir hîle yapmıştı. Mal, mülk ve saltanatı ile övünüp, Zuhruf sûresinin 51. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre kavmine; “Mısır mülkü benim değil mi? Azametimi görmüyor musunuz?” demişti.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Allahü teâlânın emri ile, Nûh (aleyhisselâm) kavmine şu üç şeyi emretti.
1- Allahü teâlâya ibâdet etmek. 2- O'ndan korkmak. 3- Kendisine itâat.
Hazret-i Nûh kavmine dedi ki: “Allahü teâlâ beni size, tebliğ vazifesini yerine getirmem için gönderdi. Size, O'nun tarafından bildireceğim hükümler şunlardır: Allahü teâlâya ibâdet etmeniz, O'nun haram kıldığı şeylerden kaçınmak sûretiyle O'ndan korkmanız ve emredilen ve nehyedilen husûslarda, benim emirlerim ve yasaklarımda bana itâat etmenizdir. Eğer bu üç şeye riâyet ederseniz; büyük menfaatlere, faydalara kavuşursunuz. Bunlara riâyet edin ki Allahü teâlâ sizi mağfiret buyursun.”
İbâdeti emretmek, kalb ve bedene âit olan işlerden yapılması istenenleri; Allahü teâlâdan korkmayı emretmek de haram ve mekruhlardan sakınmayı gerektirir. Nûh'a (aleyhisselâm) itâati emretmeye, her ne kadar, Allahü teâlâya ibâdet ve O'ndan korkmak dâhil ise de, bunun ayrıca zikredilmesi, teklifte te’kid yâni pekiştirmek içindir.
Bu üç teklifi kabûl edip riâyet etmeleri hâlinde onlara, şu iki şey vâd edilmişti:
1- Bu emirlere riâyet ederlerse, günahlarını mağfiret etmekle, âhıret sıkıntılarından ve azâblardan kurtulacaklardır.
2- Dünyâda karşılaşacakları zararlar giderilecektir. Bu da, mümkün olan nispette ecellerinin tehir edileceği ve dünyâ sıkıntılarından korunacakları şeklindedir.
Nûh sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde meâlen; “...Eğer bilseydiniz” buyruldu. Bununla, dünyâ sevgisinden, bu sebeple helâk olmaktan, dünyâya düşkün olmakla dinden yüz çevirmekten sakındırılmaktadır. Yâni Nûh'un (aleyhisselâm) kavminin insanları, ölümde şüphe eder derecede dünyâya düşkün olup, dünyâlık peşinde koşarlardı. Onun için âyet-i kerîmede; “...Eğer bilseydiniz...” buyruldu.
İslâm âlimlerinin, kitaplarında bildirdikleri gibi, Âdem aleyhisselâmdan Muhammed aleyhisselâma kadar gelen bütün peygamberler, ümmetlerine hep aynı îmânı, aynı îtikâd esaslarını bildirmişlerdir. Ümmetlerine, inanmaları icâbeden şeyleri bildirmelerinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Çünkü îmân aynıdır ve hiç değişmez.
Fakat ibâdetlerde yâni beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan hükümlerde farklılıklar olmuştur.
Allahü teâlâ her ümmete, hâllerine, zamanın şartlarına göre emir ve yasaklar göndermiştir. En son olarak, kıyâmete kadar, bütün icapları, ihtiyaçları karşılayan, en mükemmel ve en üstün din olan İslâmiyeti göndermiştir.
İbn-i Ebî Hâtim’in rivâyetine göre, İdrîs (aleyhisselâm) kavmine; “La ilâhe illallah” demelerini emretti. İbâdet olarak yapmaları ve sakınmaları emredilenler de çok az idi. İnsan öldürmek, içki içmek, zinâ ve daha başka kötü ve bozuk işler haram idi. Hazret-i İdrîs'in dîninde, insanların Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına ve İdrîs'in (aleyhisselâm) peygamberliğine inanıp, şehâdet etmeleri kâfi geliyordu. Çünkü bu şehâdet, O'nu tasdik edenleri, kötü ve çirkin işleri yapmaktan men etmektedir. Kur’an-ı kerîmde, namazın, insanı kötülüklerden men ettiği bildirilmektedir. Gerçekten namaz, insanı kötülüklerden uzaklaştırmakta, çok açık ve pek tesirlidir. Her hal-ü kârda çirkinlik ve kötülükten uzaklaştırır. Ankebût sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Doğru kılınan namaz, insanı fahşadan ve münkerden elbette uzaklaştırır.”
Bâzı dinlerde tekliflerin (emir ve yasak edilen şeylerin) az olması, kolaylık şeklinde görünse de bu, o ümmetler için bir iyilik ve kolaylık değildir. Şâyet böyle olsa idi, bu ümmete bir çok şey haram kılınmazdı. Çünkü bizim Peygamberimiz, bütün peygamberlerin üstünü, efdâlidir. Bilakis, emir ve yasakların az olduğu, kendilerinden az şeyler istenen ümmetlerde, itâat etmeyenlerin cezâları da pek ağırdır. Onların cezâlarında ziyâdelik vardır. Emir ve yasakları az olan dinlerdeki kimselerden itâat etmeyenlerin cezâları, emir ve yasakları çok olan dinlerdeki itâat etmeyenlerin cezâlarından çok fazladır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget