Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Yûsuf aleyhisselâmın zindandan çıkma vakti yaklaşınca; zamanın Mısır Fir’avn'ı olan Reyyân, acâyip bir rüyâ gördü. Çok merâklandı. Memleketindeki bütün müneccimleri, sihirbazları, rüyâ tâbircilerini topladı. Gördüğü rüyâyı onlara anlattı ve tâbirini istedi. Allahü teâlâ, kâhinlerin basîretini bağladı. Fir’avn'ın rüyâsı hakkında hiç biri ağızlarını açamadılar. Böyle rüyâların tâbirini bilmediklerini söylediler. Fir’avn’ın rüyâsı Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: (Bir gün Mısır) fir’avn (ı kâhinlerine); “Ben rüyâmda yedi zayıf ineğin yemekte olduğu yedi semiz inek ile, yedi yeşil başağı da, diğer yedi kuru başak sarmalayıp gâlib gelmiş (hiç eseri kalmamış) gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüyâ tâbir edebiliyorsanız, benim rüyâmı hâllediniz dedi. Onlar (kahinler) da, Bu karışık ve (aslı olmayan) bir rüyâdır. Biz böyle rüyâların tâbirini bilmeyiz dediler.” (Yûsuf sûresi: 43-44)
Kâhinler şunu kastettiler: “Rüyâ tâbiri ilmi iki kısımdır. Bir kısmı, tertipli ve muntazam bir sûrettedir. Hayâlî şeylerden aklî hakîkatlere intikâl etmek kolay olur. Rüyânın diğer kısmı ise karışıktır. Bunlarda tertip ve intizam yoktur. İşte Fir’avn'ın rüyâsı bu kısımdandır. Biz bu kısım rüyânın te’vilini bilmeyiz. Bu rüyâ farklı ve değişik şeylerle karışmış, ona bizim aklımız ermez” dediler. Kâhinlerin bu sözleri rüyâ tâbiri ilminde kâmil ihtisas sâhibi birinin ancak böyle karışık rüyâları te’vile muktedir olabileceğini ifâde ediyordu.
Fir’avn ve kâhinler arasında cereyân eden bu konuşmaların yapıldığı mecliste, Yûsuf aleyhisselâmın zindan arkadaşı olan şerbetçi de bulunuyordu. Kalbi sızladı. Hemen Yûsuf aleyhisselâmın; “Beni efendinin yanında an” sözünü hatırladı. Fir’avn'a; “Zindanda ilmi ve ibâdeti çok, sâlih bir zât vardır. Rüyânızın tâbirini bilen biri varsa, o da bu fazîletli zâttır. Onun ilim ve hikmet sâhibi bir zât olduğunu herkes tasdik eder. Ben ve arkadaşım ekmekçi zindanda iken gördüğümüz rüyâyı ona tâbir ettirmiştik. Rüyâlarımız, tâbir ettiği gibi çıktı. İzin verirseniz rüyânızı tâbir ettirip geleyim” dedi. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs meâlen şöyle beyân buyruldu: “İki arkadaştan (zindandan) kurtulan (şerbetçi) nice zaman sonra (Hazret-i Yûsuf'u) hatırladı ve; Ben size onun (bu rüyânın) tevilini (bilenden öğrenir) haber veririm. Beni, (o bilene veya zindana) gönderiniz dedi.” (Yûsuf sûresi: 45)
Fir’avn, sevinç ve memnuniyet göstererek şerbetçisine izin verip, Yûsuf aleyhisselâmın yanına gönderdi. Yûsuf'un aleyhisselâm yanına varınca meâlen şöyle dedi: “Ey Yûsuf! Ey Sıddîk (çok doğru sözlü)! Bize yedi zayıf ineğin, yedi semiz ineği yediği, yedi kuru başağın da yedi yeşil başağı yok ettiği (görülen) rüyânın tâbirini haber ver. Umulur ki, insanlara (Fir’avn ve yanındakilere) isâbetli tâbirinizle dönerim de onlar (bu vesîle ile) senin ilimdeki üstün dereceni bilirler dedi.” (Yûsuf sûresi: 46)
Şerbetçi, âyet-i kerîmede bildirildiği gibi Yûsuf aleyhisselâma; “Ey Sıddîk!” diye hitâb etti. Çünkü zindanda berâber bulunduğu müddetçe, onun hiç yalan söylediğini görmemişti. Ayrıca şerbetçinin; “Ey Sıddîk!” diye hitâb etmesi, birinden bir şey öğrenmek isteyen kimsenin, öğreneceği kimseye hürmet etmesi, hürmet ve saygı ifâde eden sözlerle hitâb etmesi lâzım geldiğini göstermektedir.
Şerbetçinin burada “Umulur ki...” gibi, ihtimâle yer vermesinin bâzı sebepleri vardır: 1- Şerbetçi, o kadar kâhinin hakkında söz söylemekten âciz kaldığı bir rüyâyı, Yûsuf aleyhisselâmın da tâbir edememesinden çekiniyordu. 2- Fir’avn ile yakınlarının, Yûsuf'un (aleyhisselâm) cevâbını anlayabileceklerinden pek ümîdli değildi. 3- Anlasalar bile doğruluğuna îtimâd edeceklerini kat’î olarak bilmiyordu. Ayrıca, Fir’avn ve avânesi, Yûsuf aleyhisselâmın fazîletinden habersiz oldukları gibi, diğer insanlar da fazîlet ve üstünlük sâhibinin kadrini anlayamayacak kadar gaflet içindeydiler. Bu ve benzeri sebeplerden kat’î bir ifâde yerine “Umulur ki” dedi.
Ayrıca Şerbetçi, Fir’avn’ın rüyâsını hiç değiştirmeden aynı lafızlarla, Yûsuf aleyhisselâma nakletti. Çünkü, rüyâ tâbir ilminde rüyâ, anlatılış şekline göre yorulur. Bir rüyâ, değişik lafızlarla anlatılırsa, değişik tâbirler yapılır.
Yûsuf aleyhisselâm rüyânın tâbirini Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi meâlen şöyle yaptı: “(Yedi semiz inek ve yedi yeşil başak bolluk ve genişlik yıllarıdır. Yedi zayıf inek ve yedi kuru başak kıtlık yıllarıdır. Şimdi) yedi yıl zirâatteki âdetiniz üzere ekin ekin. Yiyeceğiniz az bir mikdarı dışında, buğdayı başaklarında bırakın.” (Yûsuf sûresi: 47) Buğdayın başakta saklanması, kurt düşmemesi içindir. Böylece buğday uzun müddet kalabilir. Yûsuf aleyhisselâmın buğdayın ekseriyetini saklamayı emretmesi, ilerde gelecek kıtlık yılları içindi. Yûsuf aleyhisselâm, tâbirine devam ederek meâlen; “(Bu bolluk yılları geçtikten) sonra bir yedi sene kıtlık olacak. (Bu kıtlık seneleri için) evvelce biriktirdiğiniz (buğdayın tohumluk olarak) saklayacağınız az bir mikdarından başkasını (o vakte yetişenler) yiyip bitirecekler. Bundan (kıtlık seneleri geçtikten) sonra bir (bereketli) yıl gelecek. O sene yağmurlar yağıp her çeşit mahsulde feyz ve bereket olacak, insanlar, o zaman sıkacaklar. (yani üzüm, zeytin, susam gibi şeylerin usâresinden, suyundan ve hayvanların sütünden insanlar çok istifâde edecekler) dedi.” (Yûsuf sûresi: 48-49) Âyet-i kerîmenin sonunda meâlen; (O bereketli yılda) sıkacaklar” buyrulmuş, fakat insanların neyi sıkacakları beyân edilmemiştir. Bu ise, sıkılabilecek olan her türlü meyvenin sıkılabileceğine delâlet etmektedir. Bâzı âlimler, “sıkacaklar” ın “Süt hayvanlarını sağarlar” mânâsına da geldiğini bildirmişlerdir. Çünkü, hayvanın sütünü almak için memesi sıkılır. Sel ve afete sebep olmayan yağmurların yağdığı yılda hâliyle ot fazla olur. Hayvanlar güzel beslenir ve iyi ürün alınır. İşte bu da bolluk yıllarına mahsus bir berekettir. Âyet-i kerîmedeki “sıkacaklar” lâfzı bu mânâyı da içine almaktadır.
Alimlerimiz, Fir’avn’ın rüyâsını böyle teferruâtlı bir şekilde yorumlayan Yûsuf aleyhisselâmın, bu bilgileri rüyâdan çıkarmış olabileceği gibi, kendisine Allahü teâlâ tarafından vahiy yolu ile haber verilebileceğini de bildirmişlerdir. Çünkü, Yûsuf aleyhisselâm, rüyâyı tâbir ederken gelecekten haber vermiştir. Yedi yıl bolluğun peşinden gelen yedi kıtlık senesinden sonra, bir bolluk yılı geleceğini müjdelemiş ve bunu teferruâtlı bir şekilde bildirmiştir. Bu durum vahiyle bildirilme ihtimâlini kuvvetlendirmektedir. Ancak Fir’avn’ın rüyâsından bu müjdeyi çıkarması da mümkündür. Çünkü Fir’avn’ın rüyâsı, kıtlığın yedi seneden fazla sürmeyeceğini göstermektedir. Bu âlemde birbirine zıt olan iki şeyden biri bitince diğeri başlar. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi böyledir. Her kıtlık ve darlığın sonunda bir bolluk ve genişlik görülür. Yûsuf aleyhisselâm da bunu bildiği için kıtlıktan sonra bolluk yılının geleceğini haber vermiş olabilir. Ancak bâzı âlimler; “Yûsuf aleyhisselâm kıtlıktan sonra bereketli bir yılın geleceğini vahiy yoluyla haber vermiştir. Yoksa geleceğini bildirdiği o bolluk yılını tafsilatlı olarak haber veremez, kısa bir cevapla bırakırdı. Tafsilatlı haber verebilmek, vahiyden başka yolla bilinemez” dediler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Yûsuf aleyhisselâm rüyâyı tâbir etmeden önce, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söyleyip, mûcize gösterdi. “Size gelen yemekler daha gelmeden, cinsini ve tadını haber veririm” dedi. Peygamberler âilesinden geldiğini, baba ve dedelerinin peygamber olduğunu bildirdi. Babasının Ya’kûb, dedelerinin İbrâhim ve İshak aleyhimüsselâm olduğundan bahsetti. Hazret-i İbrâhim ve İshak aleyhisselâm, Mısır'da da bilinir, peygamber oldukları kabûl edilirdi. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, açıkladığı tevhîd îtikâdının onlar tarafından kabûl görmesi ve sözüne îtibâr edilerek kendisine itâat edilmesi için, peygamber âilesinden geldiğini söyledi. Onun bu îzâhatı, âyet-i kerîmede meâlen şöyle beyân buyruldu:
“Ben, babalarım İbrâhim, İshak ve Ya’kûb'un dînîne tâbi oldum. Allahü teâlâya herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yakışmaz. (Çünkü Allahü teâlâ bizi tevhîd üzere yarattı. Bizi şirkten korudu.) Tevhîd (ve nîmet), bize ve insanlara Allahü teâlânın lütfundandır. (Çünkü, Allahü teâlâ, tevhîd îtikâdını bize vahiyle bildirdi. Bizi de tevhîd îtikâdına irşad ve dâvet için insanlara gönderdi.) Lâkin insanların çoğu, ihsân ettiği nîmetler için Allahü teâlâya şükretmezler. (Çünkü onlar, Allahü teâlâya değil, başkasına ibâdet ediyorlar.) (Yûsuf sûresi: 38)
“Tefsîr-i Mazharî” müellifi Senâullah-ı Pâni-püti (rahmetullahi aleyh), bu âyet-i kerîmeyi açıklarken buyurdu ki: İnsanlar arasında tanınmayan bir âlim, ilmini herkese yaymak isterse, insanların, ilminden istifâde etmelerini teşvik için kendisini güzel vasıflarla anlatabilir. Böyle yapmak; nefsi temize çıkarmak kendisini beğenmek değildir. Çünkü ameller niyete göredir. Bilhassa peygamberler aleyhimüsselâm, böyle yapmakla vazifelidirler. Nitekim Duhâ sûresinin son âyetinde meâlen; “Rabbinin nîmetini söyle” buyrulmuştur. Bu incelikten gâfil olan bir kısım insanlar, evliyâullahdan bâzısına; tasavvuf yolundaki terakkîlerinden (ilerlemelerinden) ve Allahü teâlâya yakınlık derecelerinden bahsettikleri için, dil uzatmışlardır. Onların bu hâle düşmelerine sebep de, hased ve cehâletleri olmuştur.
Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarına kendini tanıttıktan sonra, onları İslâm'a dâvet edip, meâlen şöyle dedi:
“Ey zindan arkadaşlarım! Sizin (altın, gümüş, demir ve başka şeylerden yapılmış, kimseye zarar ve faydaya gücü yetmeyen irili ufaklı) çok sayıdaki putlarınız mı hayırlı? Yoksa, (zâtında ve sıfatlarında) bir ve her şeye gâlib olan Allahü teâlâ mı?” (Yûsuf sûresi: 39)
Yûsuf aleyhisselâm zindan arkadaşlarını İslâm'a dâvet ederek, taptıkları putların ne kadar âciz ve mânâsız şeyler olduğunu anlattı. Onların ulûhiyete lâyık olmaktan çok uzak olduklarını ve hiç bir şeye güçlerinin yetmediğini söyledi. Aksine, bir ve kahhar olan Allahü teâlânın her şeye gücünün yettiğini, her hükmün O'nun kudretinde bulunduğunu, ibâdet edilmeye lâyık olanın yalnız Allahü teâlâ olduğunu ve kendisine ibâdeti de emrettiğini anlattı. Sâdece Allahü teâlânın dînînin doğru olduğunu söyledi. Yûsuf aleyhisselâmın nasîhatleri, âyet-i kerîmede meâlen şöyle haber verildi:
“Sizin, O'nu bırakıp taptıklarınız, atalarınızın ve kendinizin takmış olduğunuz (kuru) adlardan başkası değildir.” (Yûsuf sûresi: 40) Bu âyet-i kerîmeyi Kâdı Beydâvî (rahmetullahi aleyh) şöyle tefsîr buyurdu: “Yâni ilâh ve rab diye isim verdiğiniz şeylerde, hakîkatte ilâhlık vasfı olduğuna dâir aklî ve naklî hiç bir delil yoktur.Böyle iken bir takım şeylere ilâh dediniz. Siz, onlara sâdece ilâh dediğiniz için tapıyorsunuz, Demek ki, siz sâdece isimlere tapınıyorsunuz.” Yûsuf aleyhisselâm, bu sözleri zindandaki bütün, müşriklere söyledi. Onun için âyet-i kerîmede “Siz” buyruldu.
Müşriklerin, putlarına “ilâhlarımız” demelerinde herhangi bir delilleri yoktu. Onlara böyle söylemelerini Allahü teâlâ da emretmemişti. Kendi kafalarından uydurup yapmışlar, onlara tapar olmuşlardı. Müşriklere; “Niçin âciz putları ilâh bilip, taparsınız?” diye sorulduğunda; “Biz bu putların, âlemin yaratıcısı olduğu mânâsında tanrılar olduğunu söylemiyoruz. Onlara sâdece “İlâh” diyor, ibâdet ediyor ve tâzimde bulunuyoruz. Onlara ibâdeti, bize Allahü teâlânın emrettiğine inanıyoruz” derlerdi. Bu yüzden Allahü teâlâ, onların sözlerini reddedip, meâlen şöyle buyurdu: Allahü teâlâ (kendi varlığına ibâdetin lâzım olduğuna dâir deliller ve burhanlar gösterdiği gibi) bunlara (putlara) ibâdet etmeniz husûsunda hiç bir burhan indirmedi. Hüküm (kulların dünyâ ve âhıretteki bütün işlerinde) yalnız Allahü teâlâya mahsustur. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emreylemiştir... (Çünkü, ibâdete müstehak olan yalnız O'dur. İlâh ismi verilen putlar değil.) (Yûsuf sûresi: 40) İbâdet; tâzim ve alçalmanın son noktasıdır. Bundan dolayı ibâdete lâyık olan; her türlü nîmeti gönderen, her şeyi yaratan O'dur. O da yalnız Allahü teâlâdır. Zirâ, yaratmak, diriltmek, akıl, rızk, hidâyet hep O'nun kudretiyle olup, O'na aittir. Her cömertlik ve ihsân da O'ndandır.
Sonuç olarak söylemek gerekirse; Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarını üç kademede İslâm'a dâvet etmiştir. Yûsuf (aleyhisselâm) ilk önce tevhîd îtikâdının lüzumunu, Allahü teâlâya inanmanın gerekli olduğunu anlattı. Sonra Allahü teâlâdan başka şeylerin, putların ibâdete müstehak olmadıklarına dâir deliller getirdi. Son olarak da hak dîni, aklın ve naklin kabûl edeceği bir şekilde ortaya koydu. Nitekim âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Doğru olan bu dindir (Buna aklî ve naklî deliller delâlet etmektedir.) Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler” buyruldu. (Yûsuf sûresi: 40)
Yûsuf aleyhisselâm, rüyâlarının tâbirini isteyen zindan arkadaşlarına, tevhîd inancını anlatıp peygamber olduğunu açıkladıktan sonra, onların rüyâlarını tâbir etmeye başladı. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey benim zindan arkadaşlarım! İkinizden biriniz (önceki gibi) efendisine sakilik (şerbetçilik) edecek. Diğeriniz asılacak. Başından kuşlar yiyecek dedi.” (Yûsuf sûresi: 41)
Rivâyete göre, Yûsuf aleyhisselâm, rüyâların tâbirini bitirince, adamların ikisi de rüyâlarını inkâr edip, böyle bir şey görmediklerini, Yûsuf aleyhisselâmın rüyâ tâbirine ne derece aşina olduğunu denemek için böyle bir şeye tevessül ettiklerini söylediler. Rüyânın tâbiri hoşlarına gitmediği için böyle söyledikleri de rivâyet edilmiştir. Âyet-i kerîmenin devamında bildirildiği gibi, Yûsuf aleyhisselâm da meâlen onlara; (Gerçekten rüyâ görmüş olsanız da olmasanız da) tâbirini sorduğunuz rüyânın hükmü budur, vukû bulacaktır dedi.”
Kâdı Beydâvî (rahmetullahi aleyh), Allahü teâlâ bunların âkıbetlerini vahiy ile bildirdiği için, Yûsuf aleyhisselâm böyle kat’î bir sözle cevap verdi. Cevâbı rüyâ tâbir ilmine bağlı olarak verseydi, böyle kat’î söyleyemezdi. Çünkü rüyâ tâbir ilmi, zan ve tahmin üzerine kurulmuştur. Bununla berâber, Yûsuf aleyhisselâmın cevâbını, tâbir ilmine bağlı olarak buyurmuş olması ihtimâli de uzak değildir. “Tâbirini sorduğunuz rüyânın hükmü budur, vukû bulacaktır” demekle, Yûsuf aleyhisselâm bu hükmün mutlakâ vâki olduğunu buyurmamış, bilakis öyle rüyânın hükmü budur, demek istemiş de denebilir. Ancak burada Yûsuf aleyhisselâm rüyâyı kat’î bir şekilde tâbir etmiştir. Çünkü Yûsuf aleyhisselâmın rüyâları tâbiri vahye bağlı idi. Vahiyde ise zan olmayıp, mutlakâ kesinlik vardır buyurmuştur.
Yûsuf aleyhisselâm rüyâlarını tâbir ettikten sonra, o ikisinden, zindandan kurtulacağını bildiği şerbetçiye meâlen; “Beni efendinin yanında an!” dedi. Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurdu: Yûsuf aleyhisselâm şerbetçiye; “Pâdişahın huzûruna vardığın zaman, zindanda bir mahpus vardır. Kardeşleri onu babasından ayırıp, köle diye sattılar. Bu cihetle mazlum birisidir. Ayrıca iftirâya uğrayarak zindana düşmüştür. Bu bakımdan da kendisine adâletle muâmele edilmemiştir” demesini istemiştir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Yûsuf aleyhisselâmın şerbetçiye söylediği sözle ilgili olarak; Allahü teâlâ, kardeşim Yûsuf'a (aleyhisselâm) rahmet etsin, o, şerbetçiye; Beni efendinin yanında an demeseydi, zindanda beş seneden sonra yedi sene daha kalmayacaktı” buyurdu. Zindandan kurtulan şerbetçiye şeytan vesvese verdiği için, Fir’avn'a, Yûsuf'tan (aleyhisselâm) bahsetmeyi unuttu. Âyet-i kerîmenin devamında meâlen: “Fakat şeytan, efendisine anmayı ona (şerbetçiye) unutturdu” (Yûsuf sûresi: 42) buyrulmuştur.
Bâzı âlimler, bu âyet-i kerîmeye; “Şeytan, Yûsuf'a Rabbinin zikrini unutturdu (zikrini unutmasına sebep oldu)” mânâsını da vermişlerdir. Buna göre, Yûsuf aleyhisselâm, kendinden bir zararın giderilmesi için, kendisi gibi bir mahlûktan yardım istemiş olmaktadır. Aslında bir zararı uzaklaştırmak için, insanlardan yardım istemek câizdir. Fakat Yûsuf aleyhisselâm gibi peygamber olan bir zâtın, zindandan kurtulmak arzusuyla mahlûktan yardım istemesi muâhezesine sebep olmuştur. Nitekim bâzı âlimler; “Şeytan, Yûsuf'un (aleyhisselâm) Rabbini zikretmeyi (hatırlamayı) unutmasına sebep olduğu için, Yûsuf aleyhisselâm başkasından yardım istedi. Yoksa zâtını unutmadı. Bu da gayretullaha dokunarak Yûsuf aleyhisselâm senelerce zindanda kaldı” buyurmuşlardır.
İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Yûsuf aleyhisselâm şerbetçiye; “Beni efendinin yanında an” deyince, ona; “Ey Yûsuf benden başkasını vekil edindin. Ben de senin hapsini uzattım” buyuruldu. Yûsuf aleyhisselâm da üzüntüsünden ağladı.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, Allahü teâlâdan başkasını vekil etmekle ilgili olarak şöyle buyurdu: Yaşım 57'ye vardı. Bu müddet içerisinde şu tecrübeyi edindim: Bir insanın hangi işinde olursa olsun, Allahü teâlâdan başkasına îtimâd etmesi, ona güvenip dayanması, belâ, musîbet, sıkıntı ve meşakkatlere düşmesine sebep olur. Aksine, herhangi bir işinde, itimadını, ümidini sâdece Allahü teâlâya bağlayıp, O'ndan başkasına güvenmez, O'ndan başka bir mahlûka ümîd bağlamazsa, maksadına ve murâdına en güzel şekilde nâil olur. Yâni, insan için Allahü teâlânın lütûf ve ihsânından başkasına güvenip dayanmakta, ümîd bağlamakta hiç bir fayda yoktur. Ancak ihtiyaç zamanında, bilhassa zulmü def etmek için Allahü teâlâdan başkasından yardım istemek dînen câizdir. Şerbetçiden yardım istemesi sebebiyle muâheze olunması, Yûsuf aleyhisselâmın, bir peygamber olarak, kulluğun en yüksek derecesinde bulunmasından dolayıdır. Bir zulmü def etmek için Allahü teâlâdan başkasından yardım istemek dînen câiz iken, sıddîkıyyet makâmına nâil olmuş bir peygamber, bu kadarcık bir isteğinden dolayı muâheze olundu.
Yûsuf aleyhisselâm, zindan arkadaşlarının rüyâlarını tâbir ettikten sonra, zindanda Cebrâil aleyhisselâmı gördü ve hemen tanıdı. Niçin geldiğini sordu. Cebrâil aleyhisselâm; “Allahü teâlâ selâm eder. Bir insan, kurtuluşu için bir insanı vekil yaptı, benden başkasından yardım istedi. İzzetim hakkı için onu senelerce zindanda tutarım buyurdu” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yûsuf aleyhisselâm; “Acabâ Allahü teâlâ benden râzı mıdır?” dedi. “Allahü teâlâ senden râzıdır” cevâbını alınca; “Mâdemki Allahü teâlâ, benden râzıdır, zindanda olmama hiç aldırış etmem” buyurdu. Bu hâdiseyi anlatan Hasen-i Basrî hazretleri, hüngür hüngür ağladı ve; “Allahü teâlâdan başkasından yardım istemenin ne kadar korkunç olduğunu bildiğimiz hâlde, bir belâya uğrayınca, insanlara yalvarıp yakarmaktan geri kalmayız. Onlara ümîd bağladığımız için vay bizim hâlimize” buyurdu.
Yûsuf aleyhisselâmın rüyâ gören zindan arkadaşları çok geçmeden zindandan çıkarıldılar. Rüyâlarının netîcesi Yûsuf aleyhisselâmın tâbir ettiği gibi çıktı. Şerbetçi, Fir’avn'ın yanında eskisinden daha iyi bir makâma kavuştu. Ekmekçi, asıldı ve beynini kuşlar yedi. Şerbetçi zindandan kurtulunca, Fir’avn’ın yanında şeytanın vesvesesiyle Yûsuf aleyhisselâmı anmayı unuttu. Yûsuf aleyhisselâm, şerbetçinin, kendisini efendisinin yanında hatırlayıp söylememesi sebebiyle zindanda bir müddet daha kaldı. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “O (Yûsuf) (aleyhisselâm) zindanda bir kaç sene kaldı” (Yûsuf sûresi: 42) buyruldu. Müfessirler, Yûsuf aleyhisselâmın zindanda ne kadar kaldığında ihtilâf etmişler, bâzıları yedi veya oniki sene zindanda kaldığını bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, Yûsuf aleyhisselâmın zindanda bir müddet daha kalmasını dilemiş, onun sözünü ve şeytanın unutturmasını buna sebep kılmıştır. Cenâb-ı Hak bir şeyi murâd edince, sebeplerini de yarattığını herkes bilir. Nitekim şâir Nâbî şöyle demiştir:
Taalluk etse bir emirin irâde fethine Nâbî,
Ona etrâf-ı nâ-me’mûlden esbâb olur peydâ.
Yâni; Nâbî (sen üzülme) bir emrin yapılması hakkında Allahü teâlâ bir şeyi irâde edip dileyince; onun yerine getirilmesi için umulmayan yönlerden, çeşitli sebepler ortaya çıkarır.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Başa gelen belâ ve musîbet yüzünden, Hâlık'ı mahlûka şikâyet etmemektir. Bununla berâber şikâyet, Allahü teâlâya arz edilirse, bu daha güzel bir sabır olur. Çünkü böyle yapmakla kul olduğu ifâde edilmiş olur. Kulun böyle yapması lâzımdır. Meşhûr şâir Ömer ibni Fârid, dîvanında şöyle demektedir:
“Mutlak olarak belâ ve sıkıntılara karşı koyabildiğini; onlara göğüs gerebildiğini göstermen güzel değildir. Fakat din düşmanlarına karşı böyle yapmak güzeldir. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), mübârek gazâlarında ve haccında böyle yapmışlar, müşriklere karşı, güçlü ve kuvvetli, zorluklara karşı metin ve sabırlı olduklarını göstermişlerdir. Fakat dostların yanında böyle yapmak güzel olmayıp çirkindir.”
İslâm âlimleri; “Sabr-ı cemîl, belâyı, geniş kalb ve güler yüzle karşılamaktır” buyurmuşlardır. Nitekim hadîs-i şerîfte de; “Sabr-ı cemîl, kendisinde halka şikâyet olmayan sabırdır” buyrulmuştur.
Sabır; cemîl (güzel) olan sabır, cemîl olmayan sabır olmak üzere iki kısımdır. Cemîl olan sabır, kendisine gelen belâ ve musîbetin Allahü teâlâdan olduğunu, mülkün sâhibi olan Allahü teâlânın mülkünde, dilediği gibi tasarruf etmesine îtirâz olunamayacağını bilmektir. Bu mertebede olan kalb, belâ ve musîbete düçâr olan kimseyi, başkasına şikâyette bulunmaktan men eder.
Yine sabr-ı cemîl, belânın, hâkim (hikmet sâhibi) her şeyden haberdâr olan, hiç bir şeyi unutmayan, çok merhametli ve çok adâletli olan Allahü teâlâdan geldiğini bilmektir. Böyle olduğunu bilince, O'ndan gelen her şeyin bir hikmeti olduğu ve yalan yanlış olmayacağına îmân edilir. Bu sebeple, O'ndan gelene îtirâz edilmez, sükut ile karşılanır.
Musîbete uğrayan bir kimse, bu husûslara vâkıf olunca, başına gelen belâ ve musîbetlerden şikâyette bulunmakla meşgûl olmaz. İşte bu sabr-ı cemildîr.
Şâyet sabır, kazâya rızâ göstermekten dolayı değil de başka maksatlarla olursa, buna sabr-ı cemîl (güzel) denmez.
Bütün işlerde, sözlerde ve îtikâdî husûslarda kâide şudur: Allahü teâlâya kulluk için olan ve bu niyetle yapılan her şey güzeldir. Bu niyetle olmayan şeyler güzel değildir.
Bir işi yapan kimse, dikkatlice düşündükten sonra; “Beni bu işi yapmaya sevkeden sebep, Allahü teâlâya kulluk mu, O'nun rızâsını kazanmak mı, yoksa başka bir şey mi?” diye kendi kendine sorunca; “Allahü teâlâya kulluk, O'nun rızâsını kazanmak” cevâbını alırsa bu iş güzeldir.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarının verdiği habere karşı tahammül gösterebilmek için, Allahü teâlâdan yardım istedi. Çünkü, sabredebilmek, musîbete tahammül göstermek, ancak Allahü teâlânın yardımı ile mümkündür. İnsanda nefsânî ve rûhî sebepler vardır. Nefsânî sebepler, insanı belâ ve musîbete karşı, feryâda yöneltir. Rûhî sebepler ise, sabretmeye ve kadere rızâ göstermeye sevkeder. Belâ ve musîbete düçâr olduğu zaman, insanın içinde bu iki sınıf arasında mücâdele başlar. Allahü teâlânın yardımı olmazsa, nefsânî sebeplere gâlip gelinemez. Çünkü insanın nefsi devamlı feryâd eder, aslâ sabır ve rızâ göstermez.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarının Yûsuf'a hased ettiklerini ve onun hayatta olduğunu biliyordu. Çünkü daha önce gördüğü rüyâyı Yûsuf'a (aleyhisselâm); “Rabbin seni seçecek” şeklinde tâbir etmişti.
Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'un (aleyhisselâm) diri olduğunu bilmesine rağmen, neden araştırmadı? Bu suâle cevap vermek için İslâm âlimleri çok uğraşmışlar, çeşitli netîceler çıkarmışlardır. Bir kısmı; “Ya’kûb aleyhisselâmı, Allahü teâlânın araştırmaktan men ettiğini” söylediler. Diğer bir kısmı; “Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'u (aleyhisselâmAllahü teâlânın koruyacağını biliyordu” dediler. Bâzıları da; “Ya’kûb aleyhisselâm başına gelenlere sabrederek, bu belânın Allahü teâlâdan geldiğini bilip, işi O'na havâle etmenin, O'nun takdirine bırakmanın daha doğru olduğunu gördü” dediler.
Yûsuf aleyhisselâm kuyuya atıldıktan bir müddet (üç gün veya bir saat) sonra, Medyen'den gelip Mısır'a gitmekte olan bir kervan, kuyunun yakınında konakladı. Su getirmesi için sakalarını (bir rivâyette Mâlik bin Zü'r Huzâî'yi) kuyuya gönderdiler. Kuyunun başına varıp, kovasını sarkıttı. Kova kuyunun dibine inince, Yûsuf aleyhisselâm kovaya sarıldı. Saka çekince, Yûsuf aleyhisselâm da kovayla berâber dışarıya çıktı. Saka, Yûsuf aleyhisselâmı görünce; “Müjde, işte bir civân” dedi. Bir rivâyete göre kardeşlerinden Yehûda, her gün gelip, Yûsuf aleyhisselâma yiyecek getirirdi. O gün de gelmiş, kuyuda Yûsuf aleyhisselâmı bulamayınca gidip kardeşlerine haber vermişti. Kardeşleri de kervana yetişip; “Bu bizim kölemizdi. Bırakıp gitmiş, kaçmış, isterseniz, onu satın alın, başka bir memlekete götürün” dediler. Yûsuf aleyhisselâmı da İbrânice; “Bizi yalancı çıkarma seni öldürürüz” diye korkuttular. Bu sebeple, Yûsuf aleyhisselâm sükût etti. Hiç konuşmadı. Kervancılar, mal almışlar, bütün paralarını onlara yatırmışlardı. Yûsuf'un (aleyhisselâm) kardeşlerinin onu satma isteği karşısında, üzerlerinde kalan birkaç dirhemi verebileceklerini söylediler. Onların, Yûsuf aleyhisselâmı satmaktan maksatları, para elde etmek değil, onu babalarından uzaklaştırmaktı. Kervancıların verdiği birkaç dirheme râzı olup onu sattılar. Yûsuf aleyhisselâmın kuyudan çıkarılışı, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Bir kâfile gelip, (kuyunun yakınına konakladılar ve) sakalarını (su getirmesi için kuyuya) gönderdiler. O, (kovasını doldurmak için) kuyuya saldı. (Yûsuf kovaya yapışıp dışarıya çıkınca, saka); Müjde! İşte bir civân dedi. Onu bir ticâret malı olarak sakladılar. Allah (onların sırlarını, yâhut Yûsuf’un kardeşlerinin babalarına ve kardeşlerine) yaptıklarını bilir. (O'na gizli değildir.) Onu kıymetsiz bir pahaya, bir kaç dirheme sattılar. Onlar, onun pahasına rağbet ediciler değillerdi. (Maksatları, sâdece Yûsuf'u babalarından uzaklaştırmaktı).” (Yûsuf sûresi: 19-20)
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde bâzı müfessirler, Yûsuf aleyhisselâmı satanların, kardeşleri olduğunu söylemişler, bâzıları da kervandakilerdir demişlerdir.
Yûsuf aleyhisselâmın, ucuz bir fiyatla satılması ile ilgili Resûlullah efendimizden de (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Bir gün Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mescid-i saâdetten gelirken çocuklar yolunu kesip; “Hasan ve Hüseyin'e verdiğin gibi bize de bir şey vermezsen seni bırakmayız” dediler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Bilâl-i Habeşî'ye (radıyallahü anh) eve gidip, nefsini çocuklardan satın alması için bir şeyler getirmesini istedi. Bilâl (radıyallahü anh) da gidip sekiz ceviz getirdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), getirilen sekiz cevizle nefsini çocuklardan satın alıp; “Kardeşim Yûsuf'u ucuz fiyata sattıkları gibi, beni de sekiz cevize sattılar” buyurdu.
Kervancılar, Yûsuf'u (aleyhisselâm) Mısır'a götürüp pazara çıkardılar. Bir çok kimse ona müşteri oldu. Fiyatı çok yükseldi. Yüzünde parlayan nûr, herkesi celbediyor, görenleri hayran bırakıyordu. Herkes onu satın almak istiyordu. Hattâ bir kocakarı bile iki yumak iplikle onu satın almak istedi. O sırada Mısır fir’avnu, Reyyân bin Velîd Amâlikî idi. Onun yetkilerini havâle ettiği Kıtfîr (veya İzfîr) isminde bir mâliye vekili vardı. Ona “Azîz” denirdi. Azîz, Yûsuf'u (aleyhisselâm) kervancılardan çok yüksek bir fiyata satın aldı. Kalbine, Yûsuf aleyhisselâmın muhabbeti yerleştirildi. Eve varınca hanımına, ona iyi muâmele etmesini, ileride kendilerine faydalı olabileceğini söyledi. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen; “Onu satın alan Mısırlı, karısına; Ona izzet ve ikrâmda bulun (ona kıymet ver). Umulur ki, bize (işlerimizde, mallarımızın idâresinde) faydası olur. Yâhud onu evlât ediniriz” dedi” buyruldu. (Yûsuf sûresi: 21)
Rivâyete göre; Yûsuf aleyhisselâmı satın alan, Mısır Azîzi'nin hanımı Zelîha (Farsça; Züleyhâ) idi ve çocukları da olmamıştı. Azîz, o yüzden Yûsuf aleyhisselâmı evlât edinmeyi düşünmüştü.
Azîz'in kalbine Yûsuf'un (aleyhisselâm) sevgisini koyan Allahü teâlâ, onu, Azîz'in evinde yerleştirdi. Sonra rüyâ tâbirini, geçmiş peygamberlere gelen kitapların mânâsını öğretti. Onu, Mısır'da tasarruf sâhibi yaptı. Yetişkin hâle gelince peygamberlik verdi. Bu husûs âyet-i kerîmede meâlen şöyle beyân buyruldu: (Onu kardeşlerinden ve kuyudan kurtarıp, Azîz'in kalbine sevgisini yerleştirdiğimiz) gibi, ona Mısır'da yüksek bir mevki ve rütbe verdik. (Onu orada tasarruf sâhibi kıldık.) Ona rüyâ tâbirini (ve ilâhi kitapların mânâsını) öğrettik. Allahü teâlâ, emrinde gâliptir. (Allahü teâlâ dilediğini yapar. O'nu hiç bir şey red edemez, hiç bir şey O'na mâni olamaz. O'nun dilediği şeyde, hiç kimse O'na îtirâz edemez. Yâhud Allahü teâlâ Yûsuf'un kardeşlerinin dilediğinden başkasını diledi ve Allahü teâlânın dilediği oldu.) Lâkin insanların ekserisi (emrin tamamının Allahü teâlânın kudretinde olduğunu, yâhut Allahü teâlânın murat ettiğini, ne yapacağını) bilemezler. O, (Yûsuf aleyhisselâm, beden ve kuvvet bakımından) yetişkin hâle gelince, kendisine hüküm, (peygamberlik) ve ilim (din ilmi veya rüyâ tâbiri ilmini) verdik. İşte biz, ihsân sâhiplerini (takva sâhibi olup, Yûsuf aleyhisselâm gibi belâlara sabredenleri âhırette) hayırla mükâfâtlandırırız.” (Yûsuf sûresi: 21-22)
Yûsuf aleyhisselâm, Mısır Azîzi'nin evinde gâyet rahattı. Azîz, hanımına sıkı sıkıya tenbih etmiş, ona ihtimam göstermesini söylemişti. Azîz'in hanımı Züleyhâ, genç ve güzel bir kadındı. Azîz ise innîn yâni iktidarsız, güçsüz bir kimse idi. Yûsuf aleyhisselâm ise akıllara durgunluk verecek derecede güzeldi. Yüzünde parlayan nübüvvet nûru herkesi hayran bırakırdı. Bu hal, Züleyhâ'nın ona âşık olmasına yol açtı. Yûsuf aleyhisselâm için süsleniyor, onu kendisine celb etmek için hâlden hâle giriyordu. Fakat Yûsuf aleyhisselâm hiç îtibâr etmiyordu. Züleyhâ sonunda kapıları kapadı ve ondan murat almak istedi. Kadının bu hâli, âyet-i kerîmede meâlen şöyle beyân buyruldu:
(Yûsuf'un aleyhisselâmevinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murâd almak istedi. (Onu kendisine dâvet etti.) Kapıları sıkıca kapadı; “Hemen yanıma gel” dedi. (Yûsuf aleyhisselâm); Efendim (Kıtfîr), iyi bakmam için beni sana bıraktı. (Bunun karşılığında onun haremine hıyânet etmekten) Allah'a sığınırım. (Zina ile) nefsine zulmedenler felâh bulmazlar (maksatlarına kavuşamazlar) dedi. (Züleyhâ), onunla bu işi (yapmak için) niyetlenmişti. Eğer (Yûsuf aleyhisselâm), Rabbinin burhânını görmeseydi (Züleyhâ'ya) kastederdi. (Lâkin burhânı görüp kastetmedi.) İşte biz, ondan (efendisine ihâneti) fenâlığı ve fuhuşu gidermek için böyle yaparız. O, bizim ihlâslı kullarımızdan idi.” (Yûsuf sûresi: 23-24)
Yûsuf aleyhisselâmın Züleyhâ'ya meyletmesi, ihtiyârî bir kasıt ve niyetle değildi. Yûsuf aleyhisselâmın tabîatı meyl ve arzu etmişti. Fakat o, kendini ondan men ediyordu. Onun; “Allah'a sığınırım” demesi bunu göstermektedir. Aslında insanlık icâbı, kişinin tabîatında bulunan meyl ve istekler işlenmedikçe, teklife dâhil değildir.
Muhakkikîn âlimlerden bâzısı bu husûsu açıklarken şöyle buyurdu: “Hemm, yâni bir şeye niyet etmek, iki kısımdır: Birisi, sâbit ve yerleşmiş olanıdır. Bununla berâber; azm, kasıt ve o işi yapmaya rızâ vardır. Azîz'in karısının hemmi böyle idi. Bu mânâda kötü bir işe niyetlenen kimse, mes’ûldur ve hesâba çekilir. Hemmin diğer kısmı, ârızî yâni geçici olanıdır. Bu, insanın elinde olmadan, ihtiyâr ve kasdı bulunmadan (istemeden) kalbe gelen düşüncelerdir. Yûsuf aleyhisselâmın, Azîz'in karısına olan kasdı bu mânâda idi. Bu kasd ihtiyârî olmayıp, insan olma bakımından, elinde olmayarak tabîatının meyletmesidir. Kul, kalbine gelen böyle bir düşünceyi söylemediği veya yapmadığı müddetçe, mes’ûl olmaz, muâheze de edilmez. Yûsuf aleyhisselâmın o zamanki kasdı, bizim kastımız, bir şeye azmetmemiz gibi değildir. Şâyet öyle olsa idi, Allahü teâlâ onun hakkında; “O bizim ihlâslı kullarımızdan idi” buyurmazdı.”
“Tefsîr-i Mazharî”de ve “Kâdı Beydâvî”de buyruluyor ki: Yûsuf aleyhisselâmın tabîatı, Züleyhâ'ya meyletti, ona yöneldi. Fakat o kendisini bundan men etti. “Ben Allah'a sığınırım” demesi, buna delâlet etmektedir. Burada Yûsuf aleyhisselâmın tabîatının hemmi (meyli) ile murâd, ihtiyârî isteği ile kasd değildir. İnsanın tabîatının, insanlık îcâbı bir şeye meyletmesi, arzu duyması, mes’ûliyetine dâhil değildir. Fakat tabîat kötü bir şeye meylettiği zaman, ona mâni olmak, medhedilmeye ve çok sevâba vesîledir. Beşerin, meleklere üstünlüğüne sebep de budur. Ebû Mansûr Matürîdî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurdu: “Yûsuf'un (aleyhisselâm) Züleyhâ'ya meyletmesi, kasdetmesi, insanın beşer olarak hatırına gelen düşünce kâbilindendir. Böyle düşüncelerin, insanın hatırına gelmesi elinde değildir. Bu düşünce ve meyillerden dolayı, insan o arzuyu yapmadıkça mesul değildir.”
Yûsuf aleyhisselâma nisbet olunan hemme, meyl-i tabiî mânâsı verilmesi, oruçlunun soğuk suya meyli gibidir. Yazın oruç tutan kimse, soğuk su görünce ona meyleder. O kimse soğuk sudan içmek ister. Fakat dindarlığı ve takvâsı, orucu bozup, günâha girmekten onu korur. İşte kötülenmeyen, günâh olmayan tabiî meyl buna denir.
Bir kimse, konuşmadığı veya yapmadığı müddetçe, kalbine gelen düşünceden mes’ûl tutulamayacağına, o sebeple de muâheze olunamayacağına dâir Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır; “Allah azze ve celle; “Kulum, bir iyilik yapacağını söylediği zaman, onu yapmasa bile kendisine bir sevâb yazarım. Onu yaparsa, on sevâb yazarım. (Kulum) bir günâh yapacağını söylediği zaman, onu yapmadığı müddetçe, onu af ve mağfiret ederim. Onu yaptığında bir günâh yazarım” buyurdu.”
Fahreddîn-i Râzî hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Yûsuf aleyhisselâm, böyle kötü bir işten ve haram bir kasıttan berîdir, uzaktır. Müfessirlerin ve mütekellimînin muhakkik âlimleri böyle buyurmuşlardır. Biz de böyle deriz ve bunu müdâfâ ederiz. Çünkü deliller, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) günâhlardan mâsum olduğunu bildirmektedir. Bunun dışında söylenilenlere iltifât ve îtibâr edilmez. Çünkü peygamberlerden (aleyhimüsselâm), bir zelle ve hefvet (sürçme) sâdır olunca, onlar bunu pek büyük görmüşler, derhal peşinden pişman olmuşlar, tevbe ve istiğfâr etmişlerdir. Meselâ, Âdem aleyhisselâm ve Dâvûd aleyhisselâmın tevbeleri, Kur'ân-ı kerîmde beyân buyrulmuştur. Yûsuf aleyhisselâm hakkında ise böyle bir şey bildirilmemiştir. Eğer kendisinden böyle bir şey meydana gelmiş olsa idi, Yûsuf aleyhisselâm, peşinden tevbe ve istiğfâr eder; Allahü teâlâ da bunu Kur'ân-ı kerîmde bildirirdi. Nitekim diğer peygamberlerin tevbelerini bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmde, Yûsuf aleyhisselâmın tevbesine dâir hiç bir şey bildirilmemesinden; ondan böyle bir şeyin meydana gelmediği anlaşılmaktadır. Buradan, Yûsuf aleyhisselâmın, hakkında söylenilen şeylerden ve din düşmanlarının iddiâ ettikleri şeylerden berî (uzak) olduğu anlaşılmaktadır. Sonra bu hâdise ile alâkası olanların hepsi, onun böyle bir işten berî olduğuna şâhidlik etmiştir. Üstelik Allahü teâlâ da şâhidlikte bulunmuştur. Bu durumda olan bir peygambere şeytan aslâ musallat olamaz. Nitekim şeytanın, Allahü teâlânın hâlis kullarını saptıramayacağına dâir îtirâfı, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Bu sebeple, şeytanın onlar arasına girdiğini söylemek imkansızdır. Yûsuf aleyhisselâmın böyle bir işe teşebbüsüne dâir rivâyetlerin de aslı yoktur.
Bir kısım İslâm âlimleri, Yûsuf aleyhisselâmda, değil bir hemmin meydana gelmesi, böyle bir şeyin olabileceği ihtimâlini bile tamâmen red etmişlerdir.”
Şeyh Üftâde hazretlerinden naklen, İsmâil Hakkı hazretleri “Rûh-ul Beyân”da şöyle buyurdu; “Yûsuf aleyhisselâm beşerî tabîatına hücûm ile, tabîatının istediğinden uzak durdu. Tabîatının meylini yerine getirmedi. İnsanın, tabîatına âit meyillerin ve arzularının bulunmaması kemâline değil, noksan olduğuna delâlet eder. Kemâl; bir insanın beşer îcâbı, tabîatı bir şeyi şiddetle arzu edip, o şeyi yapmağa kâdir iken, kendini o tabîatın meyl ve arzusundan isteği ile men etmesi, alıkoymasıdır. İşte insanın mânevî ilerlemesi ve yükselmesi bununla olur. Kâmil insanlar, Allahü teâlânın katında bu sûretle yüksek derecelere kavuşurlar. Yoksa, iktidarsız kimseyi, zinâ etmiyor, şehvetine düşkün değil diye elbette hiç kimse övmez.
Yûsuf aleyhisselâm, zinânın son derece çirkin ve kötü olduğuna dâir Allahü teâlânın burhânını görünce, kapıya doğru kaçmak istedi. Züleyhâ'da peşinden koştu. Ona yetişince, kapıdan çıkmaması için, arkasından gömleğini yakalayıp, kendisine doğru çekti. Çekmesi ile berâber gömleğin arkası yırtıldı. Bu hâlde kapıdan dışarı çıkınca, Züleyhâ'nın amcasının oğlu ve Azîz ile karşılaştılar. Her ikisi de orada oturuyordu. Züleyhâ kocası olan Azîz'i görünce, töhmet korkusu ile Yûsuf aleyhisselâmdan önce söze başlayarak; “Senin ehline (haremine) kasdedenin cezâsı nedir?” diye sordu. Sonra da kocasının onu öldürmesinden korktu. Daha kocasının konuşmasına fırsat vermeden, sözüne devam edip; “Onun bu cezâsı, ancak hapse atılması, tasarruftan men edilmesi yâhut sopa ile dövülmesidir” dedi. Züleyhâ, sopa ile dövülmesinden önce, hapsedilmesini söyledi. Çünkü Yûsuf'u çok seviyordu. Seven, sevdiğinin acı çekmesini istemez. Ayrıca Yûsuf aleyhisselâm hakkında hapis ve ona azâb etmekten biri ile muâmele edilmesi lâzım geleceğini açıkça beyân etmedi. Onu korumak için umûmî bir ifâde kullandı. Yapılacak muâmelenin de uzun değil, bir veya iki gün gibi kısa bir müddet olmasını istedi. Eğer onun maksadı, devamlı hapiste kalması olsaydı, âyet-i kerîmede böyle buyrulmazdı.
Yine Züleyhâ, genç ve güzel bir delikanlı olmasına rağmen Yûsuf'un (aleyhisselâm) kendisi gibi cemâl sâhibi bir kadının teklifini kabûl etmediğini görünce, onun temiz, nâzik ve asîl bir insan olduğu husûsunda kat’î bir inanca sâhip oldu. Bu sebeple onun ismini açıkça söylerek; “Yûsuf bana zinâyı kastetti” demeyi ve böyle bir yalanı söylemeyi kendine yakıştıramadı. Ancak kinâye yolu ile; “Senin ehline kastedenin cezâsı nedir?” demekle yetindi.
Yûsuf aleyhisselâm onun bu sözlerini işitince, kendisine nisbet edilen bu töhmeti (suçu) def’ etmek için; “O benim nefsimden murâd almak istedi. Ben ise teklifini kabûl etmeyip kaçtım” dedi. Aslında, Yûsuf aleyhisselâm Züleyhâ'nın nâmus perdesini yırtmak, onun kendisine yaptıklarını ifşâ etmek istemiyordu. Ancak Züleyhâ, onun hakkında bu sözleri sarfedip şerefine ve nezâketine yakışmayan sözler sarfedince, bu töhmetin altından kalkmak zorunda kaldı. Bu sebeple; “O benim nefsimden murâd almak istedi” dedi. Yoksa, Züleyhâ'nın bu hâlini ifşâ etmezdi. Bu sırada Züleyhâ'nın ehlinden (akrabalarından) bir hâkim şöyle hüküm verdi: “Eğer Yûsuf'un gömleği önünden yırtılmışsa, Züleyhâ haklı; yok arkasından yırtılmışsa, Yûsuf doğru söyleyicidir” dedi.
Yûsuf'un (aleyhisselâm) sözünün doğru olduğuna pek çok alâmet olmakla berâber, hâkimin Züleyhâ'nın akrabâsından olması da kuvvetli bir delil idi.
Yûsuf'un (aleyhisselâm), kendisine isnâd edilen töhmetten (suçtan) uzak ve temiz olduğuna dâir bâzı alâmetler vardır. Bunlardan birincisi; Yûsuf aleyhisselâm, aslında hür olmasına rağmen, gürünüşte Azîz'in kölesiydi. Böyle bir kimsenin efendisinin hanımına el uzatması mümkün olmazdı. Bu uzak bir ihtimâldir. İkincisi; gerek Azîz, gerekse yanında bulunanlar, Yûsuf'un (aleyhisselâm), kapıdan çıkmak için sür’atle koştuğunu görmüşlerdi. Eğer niyeti kötü olsaydı, kapıdan çıkıp hemen oradan uzaklaşmaya çalışmazdı. Üçüncüsü; Züleyhâ'nın, gâyet güzel bir şekilde süslenmesine karşılık, Yûsuf aleyhisselâm, kılık ve kıyafeti bakımından tabiî ve sâde idi. Dördüncüsü; Yûsuf aleyhisselâm, hep emîn olmuş, onların yanında uzun müddet kalmış, böyle bir hâl vukû bulmamıştı. Beşinci olarak; Züleyhâ, açıktan Yûsuf aleyhisselâmı ithâm etmeyip, hakkında umûmî ve kapalı sözler söyledi. Yûsuf aleyhisselâm ise, hiç korkmadan işin aslını olduğu gibi anlattı. Suçlu olsa idi, hâdiseyi bu kadar açık anlatamazdı. Azîz'in hanımına böyle harekette bulunan kimsenin, korkusundan bu kadar açık ve rahat konuşması mümkün olmazdı. Altıncı olarak; rivâyete göre, Züleyhâ'nın zevci iğdiş ve âciz idi. Züleyhâ ise, bunun aksine idi. Buna göre de, bu kötü işin Züleyhâ'ya hamledilmesi daha muvâfıktır.
Âyet-i kerîmede Yûsuf'un (aleyhisselâm) gördüğü bildirilen burhânın ne olduğu husûsunda Katâde (rahmetullahi aleyh), bâzı müfessirlerin dediği gibi: Yûsuf aleyhisselâmın bu sırada, Ya’kûb'un (aleyhisselâm) sûretini gördüğü ve ona; “Ey Yûsuf! Sen, sefih kimselerin işini mi yapıyorsun? Halbuki sen, peygamberler arasında yazılısın” buyurduğu rivâyet edilmiştir. Yine müfessirlerden bâzıları, Yûsuf’un (aleyhisselâm) başını kaldırınca sarayın duvarında; “Zinâya yaklaşma...” meâlindeki âyet-i kerîmeyi gördüğünü bildirmişlerdir. İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri; “Burhan, peygamberliktir. Allahü teâlânın Yûsuf aleyhisselâma ihsân ettiği peygamberlik (ilâhî ismet) nûru, Yûsuf aleyhisselâm ile, Allahü teâlânın gadap ettiği şey arasına girdi. Onun kötü bir iş yapmasına mâni oldu” buyurmuştur.” “Tefsîr-i Mazharî” sâhibi Senâullah-i Pâni-pütî hazretleri de: Burhânın ne olduğu husûsunda, en doğru sözün, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık'ın (rahmetullahi aleyh) sözleri olduğunu bildirmiştir.
Hâkimin hükmü ile berâber, bütün bu alâmetlerle, hâdiseye Züleyhâ'nın sebep olduğu anlaşılınca, Azîz utandı. Yûsuf'un doğru, karısının ise yalan söylediğini anladı. Aslında bu husûsta daha başka alâmetler de vardı. Lâkin gömleğin yırtılması görünen bir alâmet idi.
Yûsuf aleyhisselâm ile Azîz'in hanımı Züleyhâ arasında geçen bu hâller, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: (Yûsuf kapıya doğru kaçmak, kadın da onun çıkmasına mâni olmak kastı ile) ikisi de kapıya koştular. Kapının dışında kadının efendisine rast geldiler. (Kadın); “Zevcine kötülük etmek isteyenin cezâsı zindana atılmak, yâhut acıklı bir azaptan (dayakla dövmekten) başka ne olabilir?” dedi. (Yûsuf); O (kadın), kendisi benim nefsimden murâd almak istedi (benden kötü işi yapmamı istedi. Beni bu iş için kendisine dâvet etti, ben ise ondan kaçtım) dedi. Onun (kadının) akrabâsından bir şâhid (hâkim); “Eğer gömleği ön taraftan yırtılmış ise, doğru söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise yalancılardandır. Eğer arka taraftan yırtılmış ise kadın yalancıdır. Bu ise doğru söyleyicilerdendir” diye hükmetti. (Zevci veya hâkim, Yûsuf'un) gömleğinin arka taraftan yırtılmış olduğunu görünce; “Şüphesiz bu (“zevcine kötülük etmek isteyen...” sözün) sizin (siz kadınların) hîleniz (fendiniz) dendir. Muhakkak sizin hîleniz (nefse te’sir eden) büyük bir şeydir” dedi.” (Yûsuf sûresi: 24-29)
Azîz'in yanında Yûsuf’un (aleyhisselâm) böyle bir işten berî, uzak olduğu ortaya çıkınca, âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu gibi meâlen; “(Ey)! Yûsuf bu mes’eleden vazgeç, onu kimseye söyleme. Bu mes’ele yayılmasın. Ey kadın! Sen de günâhın için tevbe et. Çünkü hatâ edicilerden oldun” dedi.” (Yûsuf sûresi: 29)
Ayet-i kerîmenin zâhiri, af talep etmeyi emretmektedir. Allahü teâlâdan mı, yoksa zevcinden mi af talep edeceği bildirilmemiştir. Affın zevceden istenmesi muhtemeldir. O zaman mağfirete, af mânâsı verilir. Şu durumda; “Günâhın için tevbe et” diyen, Züleyhâ ile Yûsuf aleyhisselâm hakkında hakemlik yapan şahıs da olabilir. Allahü teâlâdan mağfiret istenmesi mânâsı da muhtemeldir. Çünkü o zaman Mısırlılar, âlemi yaratanın, Allahü teâlâ olduğunu biliyor ve O'na inanıyorlardı. Bununla berâber, putlara da taparlardı. Bu ihtimâle göre, mağfiret talebinde bulunmasını söyleyen Züleyhâ'nın zevci de olabilir.
Züleyhâ'nın Yûsuf'a (aleyhisselâm) yaptıkları, bir müddet sonra Mısır ahâlisi tarafından duyuldu. Bir rivâyete göre, bu haber, sultânın hâcibi, ekmekçileri, hayvan bakıcıları ve sucularının hanımları arasında yayılmıştı. Mısır eşrâfının hanımları arasında yayıldığı da rivâyet edilmiştir. Onlar aralarında; “Aziz'in hanımı Züleyhâ, Ken’ânlı kölesi Yûsuf'un nefsinden kâm yâni murâd almak istiyormuş, o gencin sevgisi onun yüreğine işlemiş, onu deli etmiş. Azîz'in ehli olduğu hâlde Züleyhâ'nın bir köleye gönül vermesini açık bir hatâ olarak görüyoruz” dediler. Kadınlar, bu sözleri rastgele söylemiş değillerdi. İnsan bâzan farkında olmadan bir şeyler konuşabilir. Züleyhâ'yı ayıplayan kadınlar ne konuştuklarının farkında idiler. Bilerek konuşmuşlardı. Bununla berâber güyâ Züleyhâ'nın yaptığı işten kendilerinin uzak olduklarını da ifâde etmek istiyorlardı.
Kur'ân-ı kerîmde bu hâdise anlatılırken meâlen; “Şehirdeki bir kısım kadınlar; “Azîz'in karısı, delikanlısının nefsinden murâd almak istiyormuş. Delikanlının muhabbeti yüreğine işlemiş (Onu başka şey düşünemez hâle getirmiş). Biz onu (Aziz'in hanımını, delikanlısına gönül vermesi sebebiyle) apaçık hatâ içerisinde görüyoruz. (Çünkü iffetini muhâfaza etmedi) dediler.” (Yûsuf sûresi: 30) buyrulmuştur. Ayet-i kerîrnede delikanlı, köle yerinde kullanılmış, fakat köle mânâsında bir lafız ile buyrulmamıştır.
Aslında Yûsuf aleyhisselâm Züleyhâ'nın kölesi değildi. Fakat, onun sırf hizmetinde bulunduğu (yâhut zayıf bir rivâyete göre, Azîz onu Züleyhâ'ya hîbe ettiği) için kölesi denmiştir. Bu muhabbetin Züleyhâ'nın gönlüne işlemesi ile murâd şudur: Züleyhâ devamlı Yûsuf aleyhisselâmın muhabbeti ile meşgûldu. Ondan başkasını gözü görmez, başkasını düşünmez, başkasını hatırına getirmezdi. Öyle ki bu muhabbet onunla (kadının kendisi ile) başkaları arasında bir perde olmuştu. Züleyhâ'nın görünürdeki (zâhirdeki) hâlleri böyle olduğu gibi bâtınî (kalbî) hâlleri de böyle idi.
Züleyhâ, Mısırlı kadınların kendisi hakkındaki sözlerini işitti. Aslında, Mısırlı kadınların bu sözleri hîleden başka bir şey değildi. Çünkü onlar, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini işitmişler ve onu görmek hevesine düşmüşlerdi. Bu gâyelerine erişmek istediler. Nihâyet, Züleyhâ'nın işini aralarında konuşup, onu ayıpladılar. Bundan maksatları, Züleyhâ'yı ayıplamak değildi. Gerçekte, onun bu sözleri duyarak, kendisini mâzur gösterebilmek için, Yûsuf'u (aleyhisselâm) onlara göstermek mecbûriyetini hâsıl etmekti. Bu hanımlar ancak Yûsuf aleyhisselâmı bu şekilde görebileceklerini sanıyorlardı. Bundan dolayı onların Züleyhâ'yı ayıplamalarına, onu gıybet etmelerine Kur'ân-ı kerîmde mekr denilmiştir.
Züleyhâ, kadınların Yûsuf'a (aleyhisselâm) olan muhabbeti sebebiyle kendisini ayıpladıklarını duyunca; “Yûsuf aleyhisselâm gibi cemâl sâhibi eşsiz birisine yalnız ben değil, herkes metfûn ve hayran olur, bakın siz de görün bakalım ne diyeceksiniz demek” ve onu sevmekte mâzur olduğunu göstermek için, bir ziyâfet tertib etti. Kendisini ayıplayan ve arkasından konuşan kadınlarla berâber, şehir eşrâfından kırk kadar hanımı dâvet etti. Onlar için dayanıp rahat edecekleri yastıklar; bıçakla kesilerek yenecek yiyecekler hazırladı. Misâfirler gelip oturdular. Her birine birer bıçak verdi. Yastıklara kibirli bir şekilde yaslanarak, yiyecekleri bıçakla keserek yemeye başladılar. Bu sırada Züleyhâ, başka bir odada bulunan Yûsuf aleyhisselâma, kadınlara görünmesini ve karşılarına çıkmasını söyledi. Yûsuf aleyhisselâm, Züleyhâ'dan çekindiği için, emrine muhâlefet etmedi. Kadınlara göründü. Kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmı görünce cemâlinin heybetinden, yüzünün güzelliğinden kendilerini unuttular. Çünkü onun güzelliği akıllara durgunluk verecek derecede idi. İkrime (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: “Yûsuf aleyhisselâmın güzellikte insanlara olan üstünlüğü, ayın ondördüncü gecesinde, dolunayın yıldızlara olan üstünlüğü gibiydi.”
Kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler. Meyve yerine, hiç acı duymadan, ellerini kestiler. Yûsuf aleyhisselâmın kendilerine ve yiyeceklerine iltifât ve îtibâr etmediğini gören kadınlar, onda, meleklerin husûsiyetini seyrettiler. Ona hayran kaldıklarından ellerini kestiklerinin farkında değillerdi. Onun güzelliğini ve cemâlinin heybetini hiç bir insanda görmemişlerdi. Böylece, onun melek olmadığını bildikleri hâlde “Bu bir melektir” demekten kendilerini alamadılar. Mısır'da insanlar arasında bir kimsenin güzelliği, meleğe benzetilerek ifâde edilmekte idi. Çünkü, onların nazarında en çirkin mahlûk şeytan, en güzel mahlûk (varlık) da melektir. Bu yüzden meleğe benzetme yaparlardı. Yûsuf aleyhisselâmı gören Mısırlı kadınlar da, onun fevkalâde güzelliğini ifâde etmek için meleğe benzetmişlerdi. Meleklerde şehvet, nefsin arzu ve istekleri gibi beşerî husûsiyetler bulunmamaktadır. Yûsuf aleyhisselâmın kadınlara ve yiyeceklere iltifât etmemesi, onun meleğe benzetilmesine sebep olmuş ve böyle bildirilmiştir.
Gerçekten de Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği fevkalâde idi. Âdem aleyhisselâma çok benzerdi. Mısır sokaklarında gezerken, Yûsuf aleyhisselâmın yüzünün parıltısı, güneş ışıklarının yansıması gibi şehir duvarlarına aksederdi. Hattâ bir kimse, onun yüzüne bakmak istese, hemen gözlerini çevirmek zorunda kalırdı. Kıtlık zamanında açlık sıkıntısından muzdarip olan Mısırlılar, onun yüzünü görmekle sıkıntılarını giderirler ve açlıklarını unuturlardı. Bütün bunlara rağmen Yûsuf aleyhisselâma güzellikten bir parça verilmişti. Muhammed aleyhisselâma ise tamamı verilmişti. Çünkü Muhammed aleyhisselâm, cümle mahlûkâtın en güzeli ve Allahü teâlânın sevgilisi idi. Nitekim “Kaşifi tefsîri”nde Câbir-i Ensârî'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, şöyle bildirildi: Bir gün Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrlarına geldi. Allahü teâlânın selâmını ve şöyle buyurduğunu haber verdi: “Ey Habîbim! Ben, Yûsuf’un cemâlini Kürsî'nin, senin güzelliğini ise, Arş'ın nûrundan yarattım. Senden daha güzel bir kimse yaratmadım.”
Yûsuf aleyhisselâmda cemâl, Resûlullah efendimizde (sallallahü aleyhi ve sellem) kemâl vardı. Yûsuf aleyhisselâmın cemâli görülünce, eller kesildi. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kemâli ile, zünnarlar kesildi, putlar kırıldı ve küfür bulutları dağıldı.
Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem); “Siz mi güzelsiniz, Yûsuf'mu (aleyhisselâm) güzel?” diye sordular. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kardeşim Yûsuf benden sabîh (güzel), ben ondan melîhim (sevimliyim.) Onun görünen güzelliği, benim görünen güzelliğimden çoktur” buyurdular. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) güzelliği gösterilse idi, kimse bakmaya tâkât getiremezdi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir başka hadîs-i şerîflerinde de; Allahü teâlânın gönderdiği her peygamber güzel yüzlü, güzel seslidir. Sizin peygamberiniz ise, onların en güzel yüzlüsü ve en güzel seslisidir” buyurmuştur.
Hazret-i Âişe'den, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) güzelliği sorulunca, şu meâlde bir şiir söyledi:
“Yûsuf aleyhisselâmı satın almak için arttırmaya çıkan Mısır zenginleri, Muhammed aleyhisselâmın yüzünün güzelliğini işitmiş olsalardı; güzelliği dillere destan olan Yûsuf aleyhisselâm için hiç para vermezler, bütün varlıklarını Muhammed aleyhisselâmın yüzünü görebilmek için saklarlardı. Yûsuf'un (aleyhisselâm) yüzünü görünce ellerini kesen Mısır kadınları, Muhammed aleyhisselâmın parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserler ve hiç acı duymazlardı.”
“Dürr-üs-semîn” kitabının müellifi diyor ki: “Babam Abdurrahîm Dehlevî bana şöyle anlattı; “Kardeşim Yûsuf benden sabîh, ben ise ondan melîhim” hadîs-i şerîfinin mânâsını kavrayamamıştım. Çünkü melâhet, âşıkların kalbini sabâhatten daha fazla cezbeder. Hâl böyle iken, Yûsuf aleyhisselâmın kıssasında kadınların onu görünce, ellerini kestikleri bildirilmekte, fakat bu husûsta Resûlullah efendimize dâir hiç birşey bildirilmemektedir. Halbuki bu husûsta, Resûlullah efendimize dâir pekçok hâdiselerin bildirilmesi lâzım idi. İşte bu husûsta düşünür, hayret ederdim.
Birgün, rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Bu mes’eleyi arzettim. Resûlullah efendimiz şöyle buyurdular: Allahü teâlâ benim cemâlimi (güzelliğimi) insanlardan gizledi. Şâyet insanlar benim cemâlimi görselerdi, Yûsuf'u gördükleri zaman yaptıklarından daha fazlasını yaparlardı. (Ellerini değil yüreklerini keserler de haberleri olmazdı.)”
Züleyhâ'yı kınayan kadınlar, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler. Hayretlerini dile getirip, Yûsuf aleyhisselâm için; “Bu kerîm bir melektir” dediler. Onların bu hâlini seyreden Züleyhâ; “İşte gördünüz mü? Siz benden daha çok kınanmaya, ayıplanmaya lâyıksınız. Çünkü, onu bir defâ görmekle kendinizi kaybedip ellerinizi kestiğinizin bile farkında olmadınız. Ben ise, uzun zamandan beri onunla birlikteyim. Fakat hiç bir vakit sizin bu hâlinize düşüp, hayranlığımdan dolayı kendimden geçmedim. Eğer şimdi gördüğünüz gibi, onu önceden gözünüzün önüne getirseydiniz beni mâzur görür, bu sevgimden dolayı beni kınamazdınız” dedi. Züleyhâ'nın Mısırlı kadınlarla aralarında geçenler, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle haber verildi; “O (Azîz'in hanımı) şehirdeki (Mısır'daki) kadınların (hakkında yaptıkları) hîlelerini (gıybetlerini) duyunca, birisini gönderip onları dâvet etti. Onlara yaslanarak (yâhut bıçakla keserek yenecek şeyler) hazırladı. Her birinin (eline birer) bıçak verdi. (Hazret-i Yûsuf'a); “Çık karşılarına!” dedi. (Kadınlar) onu görünce (cemâlinin heybetine ve) yüzünün güzelliğine hayran kalıp, ellerini kestiler. (Allahü teâlânın, Yûsuf aleyhisselâm gibi birisini yaratmaktaki kudretine hayranlıklarından, ellerinin kesildiğini hissetmediler. Allahü teâlâ böyle bir beşer yaratmaktan âciz değildir.) Ancak bu (zat) bizim gibi beşer cinsinden değil (Çünkü böyle bir cemâl insanda görülmüş değildir). Ancak bu (Allahü teâlânın katında) kerîm bir melektir dediler. O (Aziz'in hanımı onlara); “İşte beni kendisi hakkında ayıpladığınız (Ken’ânlı delikanlı) bu! Ben onun nefsinden murâd almak istedim (ona böyle bir işi teklif ettim), o, aslâ kabûl etmedi. Eğer emrettiğimi yapmazsa, muhakkak hapse atılacak ve elbette zelîllerden olacak” dedi.” (Yûsuf sûresi: 30-32)
Âyet-i kerîmede, Yûsuf aleyhisselâmın, Züleyhâ'nın teklifini kabûl etmediğini ifâde için kullanılan, İsti'sam kelimesi, Yûsuf aleyhisselâmın, Züleyhâ'nın teklifini şiddetle reddedip, zâtında mevcût olan mâsûmiyetini (günahsızlığını) muhâfazada son derece gayret gösterdiğini, ifâde etmektedir.
Züleyhâ bu şekilde Yûsuf aleyhisselâmı kadınların karşısına çıkarmakla, kendisinin ona karşı davranışlarında haklı olduğunu göstermek istiyordu. Belki de arzusuna kavuşmasında o kadınların yardımı olur ümidiyle, Yûsuf aleyhisselâm hakkındaki düşüncelerini de îzâh etti. Onlara; “Duyduğunuz gibi ben ondan bu iş için talebde bulundum. O ise, bu husûsta mâsûmiyet gösterip teklifimi kabûl etmedi. Eğer ona emrettiğim şeyi yapmazsa, muhakkak zindanlarda sürünür” dedi. Hepsi Yûsuf'un başına toplanıp; “Azîz'in hanımının emrine karşı gelmen sana bir fayda getirmez. Üstelik hapse düşer hakâret ve zillete uğrarsın” dediler. Yûsuf aleyhisselâmın karşısında kendilerini unutan ve ona rağbet gösteren bu kadınlar, onu Züleyhâ'nın arzusuna uymaya teşvik ettiler. Züleyhâ, güzelliğinin yanında mal, servet ve mevkî sâhibi idi. Eğer arzusuna uymazsa onu hapse attırabilir, iftirâ edebilir, hattâ öldürtebilirdi. Yûsuf aleyhisselâm istenilmeyen bütün şeylerle tehdit ediliyor, karşılığında insan nefsinin rağbet ettiği şeyler teklif ediliyordu.
Yûsuf aleyhisselâm, kadınların, fuhşu güzel gösteren hîleleri ve kendine lâyık olmayan teklifleri ile karşı karşıya gelince, Allahü teâlâya sığınıp duâ etti. Başına gelen bu musîbetten korunmasını istedi. Allahü teâlânın koruması olmazsa, bu masiyetin içine düşeceğini îtirâf etti. Bu da, Allahü teâlânın koruması ve lütfu olmadan, kimsenin mâsûm olamayacağını göstermektedir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu; “(Yûsuf) dedi ki: “Ey Rabbim! Zindan bana, bu (Mısırlı) kadınların beni dâvet ettikleri şeyden daha sevgilidir. (Yâni onların itâat tekliflerine muvafakat etmekten ise zindanı tercih ederim.) (Yâ Rabbî!) Eğer sen onların hîlelerini benden çevirmezsen (Beni ismet üzere sabit kılmak sûretiyle muhâfaza etmezsen, ben, ihtiyârî olmayan tabiî meyil ile) onlara meyleder (onların tekliflerini kabûllenir), böylece sefîhler (yâhut, ilimlerinin icâbı ile amel etmeyenler) zümresine dâhil olurum. Bunun üzerine, Rabbi onun duâsını kabûl etti. (Mısırlı) kadınların hîlelerini, şerlerini ondan çevirdi. Çünkü O (Allahü teâlâ, kendine tazarru ve ilticâ edenlerin duâlarını) işitici ve (hâllerini) bilicidir.” (Yûsuf sûresi: 33)
Bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde âlimler, Yûsuf aleyhisselâmın zindana girmesine; “Rabbim, zindan bana, kadınların beni dâvet ettikleri şeyden daha sevgilidir” demesi sebep olmuştur. Şâyet, Rabbim, bana âfiyet daha sevgilidir dense idi, Allahü teâlâ onu zindan yerine âfiyete kavuştururdu. Fakat o, zindanı söyledi. Musîbeti mâsiyete tercih etti. Hadîs-i şerîfte; “Belâ, ağızdan çıkan söze bağlıdır” buyrulmuştur. Yine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); Bir kimsenin; “Ey Allah'ım! Ben senden sabır istiyorum” dediğini işitince; “Sen, Allahü teâlâdan belâ istedin. Sen, Allahü teâlâdan âfiyet iste” buyurmuştur. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anhResûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna varıp; “Ey Allah'ın Resûlü! Bana kendisiyle duâ edeceğim bir şey öğret” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de; Allahü teâlâdan âfiyet iste” buyurdu. Bir kaç gün sonra aynı suâli tekrar sordu. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellemAllahü teâlâdan dünyâ ve âhıret âfiyetini iste” buyurdu.
Züleyhâ'nın zevci, bu işte Yûsuf aleyhisselâmın suçsuz olduğunu anladığı için herhangi bir cezâ vermeye lüzum görmemişti. Bu defâ Züleyhâ başka hîlelerle Yûsuf aleyhisselâmı kendi arzularına uydurmaya çalıştı. Yûsuf aleyhisselâm ise onun hâllerine iltifât etmedi. Züleyhâ, Yûsuf'tan ümidini kesince, kocasına; “Bu Ken’ânlı genç, beni insanlar arasında rezil etti. Kendi nefsinden murâd almak istediğimi söyledi. Bu husûsta mâzur olduğumu insanlara anlatamadım. Ya bana izin ver, beni kınamamaları için insanlara mâzur olduğumu anlatayım, veya onu hapset” dedi. Azîz, dedikoduların son bulması için en uygun yolun, Yûsuf'un (aleyhisselâm) hapsedilmesi olduğuna karar verdi. Âyet-i kerîmede bu durum meâlen şöyle beyân buyruldu; “(Aziz ve âilesi),Yûsuf aleyhisselâmın bu işten uzak ve nezîh olduğuna dâir açık alâmetleri gördükleri hâlde (halkın dedikodusu kesilinceye kadar) onu bir müddet hapsetmeleri (görüşü) onlara zâhir oldu.” Böylece Yûsuf aleyhisselâm zindana atıldı. Uzun zaman orada kaldı. Kaç sene zindanda kaldığı ihtilâflıdır ve kesin olarak bilinmemektedir.
Yûsuf aleyhisselâmla berâber, Mısır fir’avnunun iki kölesi de (ekmekçisi ile sucusu) zindana atılmıştı. Rivâyete göre, her ikisi de Fir’avn'a karşı suç işlediklerinden buraya gönderilmişlerdi.
Yûsuf aleyhisselâm, zindanda hastaları ziyâret eder, onların işlerini görür ve sıkıntısı olanları ferahlandırırdı. Biri bir şeye muhtâç olsa, onun için, zindandakilerden para toplar ve yardımda bulunurdu. Geceleri dâimâ namaz kılar ve Rabbini zikrederdi. Belâlara uğrayan, hayattan ümîdlerini kesmiş, hüzünlü kimseleri teselli eder, onlara; “Sizi müjdelerim. Sabrediniz. Allahü teâlâ size ecrinizi verir” derdi. Zindandakilerin her biri ona muhabbet eder; “Ey Yiğit! Ne güzel yüzlü, tatlı sözlü ve iyi huylusun” derlerdi. Zindan arkadaşları; “Bizi sevindiren, rahatlatan delikanlı! Söyle sen kimsin?” dediler. Yûsuf aleyhisselâm; “Ben Hâlilullah İbrâhim'in oğlu İshak'ın oğlu Safiyyullah Ya’kûb'un oğluyum” dedi. Zindan müdürü, Yûsuf aleyhisselâma; “Ey delikanlı! Gücüm yetse seni salıverirdim. Buna imkanım yok. Fakat, zindanda istediğin yerde kalabilirsin” derdi. Yûsuf aleyhisselâm, burada da ilmi ve hâlleri ile insanlara doğru yolu gösteriyor; dedelerinden İbrâhim aleyhisselâmın dînînin hükümlerini anlatıyor; Allahü teâlâyı bir bilip, O'ndan başka hiç bir şeye ibâdet etmemelerini söylüyordu. Fir’avnun ekmekçisi ve sucusu da Yûsuf aleyhisselâmı dinleyenler arasında idi.
Hazret-i Yûsuf'la berâber hapse atıldıktan bir müddet sonra, bunlar birer rüyâ görüp; Yûsuf'a (aleyhisselâm) anlatarak tâbir etmesini istediler. Bu kölelerin hâli, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Onunla berâber zindana iki de delikanlı girdi. Bunlardan biri (şerbetçi): “Ben rüyâmda kendimi şarab (üzüm) sıkıyor gördüm” dedi. Diğeri (ekmekçi) de; “Ben rüyâmda başımda ekmek götürdüğümü, kuşların da gelip o ekmekten yediklerini gördüm dedi. Bize bunun (gördüğümüz rüyâların) tâbirini (neye delâlet ettiğini) haber ver. Çünkü biz seni (rüyâları) iyi tâbir edenlerden (yâhut zindandakilere ihsân edenlerden) görüyoruz. (Hazret-i Yûsuf); “Size rızıklanacağınız yemeğiniz gelmeden önce onun ne ve lezzetinin nasıl olduğunu, miktarını size haber veririm dedi. Çünkü ben, Allahü teâlâya inanmayan bir kavmin dînîni terk ettim. (Ben sizin zannettiğiniz gibi Allahü teâlâya inanmayan bir kavmin dînînde değilim, hiç bir zaman da olmadım ve o bozuk dinden uzağım.) Onlar, âhıreti inkâr edenlerin de tâ kendileridir. (Yûsuf sûresi: 36-37)
O iki şahıs, Yûsuf aleyhisselâma gördükleri rüyâyı anlatıp, tâbirini sormuşlardı. Ancak Yûsuf aleyhisselâm onların suâllerine cevap vermeyip mûcize gösterdi ve onları tevhîd îtikâdına (bir olan Allahü teâlâya ve O'nun bildirdiklerine inanmaya) dâvet etti. İslâm âlimleri bunun bâzı sebepleri olduğunu bildirdiler:
1- O ikisinden birinin rüyâsı, îdâm olunacağını gösteriyordu. O, Yûsuf aleyhisselâmdan bu tâbiri işitince, fevkalâde mahzûn olacaktı. Tevhîde dâvet eden sözlerini aslâ dinlemeyecekti. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, rüyâlarını tâbir etmeden önce, onları Hak dîne dâvet etti. Kendisinin de doğru sözlü olduğunu teyit eden bir mûcize göstermeyi münâsip buldu. Böylece rüyâlarının tâbirinden sonra; “Bunu maksatlı olarak söylüyor” demelerine fırsat vermedi. Hak dîne dâvetinde ve yapacağı rüyâ tâbirinde, doğru sözlü olduğuna, onların daha önceden kalben hazır olmalarını te’min etmiş oldu.
2- Yûsuf aleyhisselâm, ilimde onların tahmin ettiklerinden daha da ileri derecede olduğunu bildirmek istedi. Onlar, Yûsuf aleyhisselâmdan, yalnız rüyâlarının tâbirini öğrenmek istiyorlardı. Tâbir ilmi, zan ve tahmin üzerine kuruludur. Yûsuf aleyhisselâm, onlara bu şekilde cevap vermekle, Allahü teâlânın izniyle gaybden kâfi olarak haber verebileceğini bildirmek istedi. İnsanların âciz kaldığı gaybden haber vermeye (Allahü teâlânın izniyle) gücü yetince, rüyâ tâbirini hakkıyla yapabilecekti. Böylece tâbir ilminde de herkesten üstün olduğunu gösterdi.
3- Yûsuf aleyhisselâm, hüsn-ü zanları sebebiyle, sözünü kabûl edeceklerini anlayınca, onlara; Kendisinin peygamber olduğuna delâlet edecek bir şeyler anlatmayı, rüyâlarını tâbir etmeye tercih etti. Çünkü, herkes gibi onların da dînî bakımdan doğruyu bulmaları, dünyâya âit işlerinden önce gelmekteydi. Böylece onların ebedî saâdetine vesîle olacaktı.
4- Yûsuf aleyhisselâm, ekmekçinin birkaç gün sonra îdâm edileceğini anladığı için, onun hak dîne girmesine çalıştı. Böylece küfürden ve âhırette ebedî azâbdan kurtulup, saâdete kavuşmasına vesîle olmak istedi.
Peygamberlerin ve onların vârisleri olan âlimlerin vazîfeleri ve yol göstermedeki esasları budur. Bunlardan ilk ikisi, Yûsuf aleyhisselâmın rüyâ tâbiri ilminde yüksekliğine; son ikisi ise, Allahü teâlâ tarafından gönderilen bir peygamber olduğuna delâlet etmektedir.
Yûsuf aleyhisselâm, onlara gelen rızıklarının neler olduğunu haber verebileceğini söyleyince, onlar; “Böyle şeyleri müneccimler ve kâhinler bilir. Sen bunu nereden öğrendin?” dediler. Yûsuf aleyhisselâm; “Ben ne kâhinim, ne de müneccimim. Bu, Rabbimin bana (vahy ve ilhâmla) bildirdiği ilimlerdendir. Bu, yıldızlara bakılarak anlaşılan ve kehânetle bilinen şeylerden değildir” dedi.
Mısır Azîz’i ve çevresi kâfirdi. Zindandakilerin zannına göre, Yûsuf aleyhisselâm da Azîz'in kölesi idi. Azîz'in sarayında bulunduğu sırada gizli gizli ibâdet eder, dînîni onlardan saklardı. Zindana girince dînîni açıkladı. Allahü teâlânın bir olduğuna inandığını, Mısır Azîzi'nin dînîne inanmadığını söyledi. “Allahü teâlâya inanmayan bir kavmin dînîni terk ettim” sözüyle; “Ben sizin zannettiğiniz gibi Allahü teâlâya inanmayan bir kavmin dînînde değilim. Hiç bir zaman da olmadım ve o bozuk dinden uzağım” sözünü kastetti. Zirâ onlar, Yûsuf aleyhisselâmı kendi dinlerinde zannediyorlardı.
Âyet-i kerîme, onların âhıreti inkârlarının, Allahü teâlâyı inkârlarından daha şiddetli olduğunu göstermektedir. Zâten peygamberlerin ve ilâhî kitapların gönderilmesinden murâd da; kullarını, Allahü teâlânın birliğine, bildirdiklerine ve âhıret gününe inanmaya dâvet etmektir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget