Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Vâridât-i ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te’sir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere; tabîat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları denilmektedir. Bir işin yapılması, bir şeyin elde edilmesi için, bu işin sebeplerine yapışmak lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâmda bulunmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ:
1- Peygamberlerden aleyhimüsselâm âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydana gelen şeylere; mûcize denir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm mûcize göstermesi lâzımdır.
2- Peygamberlerin aleyhimüsselâm ümmetlerinin evliyâsında, âdet dışı meydana gelen şeylere; kerâmet denir.
3- Ümmet arasında, velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere; firâset denir.
4- Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse; istidrâc denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir.
5- Kâfirlerden zuhûr edenlere ise sihir, yâni büyü denir.
Allahü teâlâ; mûcize, kerâmet ve firâsetten râzıdır, beğenir. İstidrâcdan ve sâhiplerinden râzı değildir, onları beğenmez. Müslüman olmayanlardan ve sapıklardan âdet dışı olarak zuhûr eden sihirden râzı değildir. Bu şeyler onlar için bir ihsân değil, âhıretteki azâblarını arttırıcı bir sebeptir. Sihir ve benzeri şeyler, bâzı şeylerin sebeplerini yaparak, onların meydana gelmesini sağlamaktır. Bazen da, mevcût olmayan şeyi, varmış gibi göstermektir ki, dışarıda yok olduğu hâlde, vehimde ve hayâlde var görünür. Bunlar hârika değildir.
Semâvî dinler (Hak dinler), sihri yasaklamıştır. Bu arada, İslâmiyet de, kendinden önceki bütün dinleri nesh ettiği gibi, onlara âit her türlü ibâdet, tören, âyin v.s.’nın yanı sıra, sihri (büyüyü) de yasaklamıştır. İslâm âlimleri, eserlerinde sihri, çok çirkin bir iş olarak vasıflandırılarak, müslümanların, büyü yapmaktan ve yaptırmaktan kesinlikle uzak durmalarını bildirmişlerdir. “Üç şeyden biri bulunmayan kimsenin, bütün günâhlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke, küfre yakalanmadan ölmek, sihir yapmamak ve din kardeşine hıkd etmemek” hadîs-i şerîfi, sihir yapmanın İslâmiyette yeri olmadığını göstermektedir.
Sihir; ilme, fenne uymayan gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan bir vâsıtadır. Sihri öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için ve hayırlı işler yapmak için öğrenmek de haramdır. Zevcin, zevcesini sevmesi için (Tivele) denilen sihri yapmak, hadîs-i şerîf ile nehy edilmiştir. Bunun haram olduğu “Hâniye” fetvasında da yazılıdır. Sihirde; âyetlerden, sünnet olan duâlardan başka şeyler yazılıdır. Ben her istediğimi yaparım şeklinde küfre sebep olan, îtikâdı olmasa dahi, fitne ve fesâda çalıştığı için, sâhirin, (sihir yapanın), men olunması lâzımdır.
Kehânet; ileride olacak şeyleri haber vermektir. Arrâf; falcı demektir. Çalınan şeylerin yerlerini, çalanları ve sihir yapanları haber verir. Tecrübe ile, hesap ile değil; tahmin ile, zan ile konuşurlar. Yâhud cinden öğreniyoruz derler.
Modern fen ilimleri, sihri (büyüyü) kendi metotları gereği olarak red ederler. Bu hal, o ilimlerin sahasına girmeyen ve metotlarıyla incelenemeyen şeylerin yok olduğu mânâsına gelmez. Ancak, konuları, haricî ve hüküm verme sahalarının dışında olduğu mânâsına gelir. Bu bakımdan sihir, daha pek çok şey gibi modern ilimlerin sahası dışında kalmakta ve varlığı yahut yokluğu laboratuvar teknikleriyle bugün için îzâh ve isbât edilememektedir.
Sihrin beşer (insanlık) târihi kadar eski bir mâzisi vardır. İlk defâ nerede ve nasıl çıktığı bilinmemekle berâber, hak dinden mahrûm kalmış, netîcede bozuk inanışlara yakalanmış insanlar tarafından yapıldığı bilinmektedir. Bu bedbaht kimseler, çeşitli maksatlarla sihre başvurdular.
İnsanların zaaflarını ve diğer insanlarla olan münâsebetlerinde sağlamak istedikleri menfeat veya zararları gâye edindiler. Maddî yahut mânevî menfeat te’min etmeye veya zarar vermeye ma’tûf, hukûken ve dinen meşrû sayılan yollar haricinde bir takım kuvvetleri yönlendirmek için, çeşitli göz bağcılık ve hîlelerde bulundular. Bu sihir ve efsûn îtiyâdı, her asırda insanlar üzerinde pek muzır te’sirler bıraktı. Hele duâ ile bunu ayırt edemeyen saf kimseler üzerindeki te’siri, daha derin ve daha muzır oldu. Sâhirler (sihirbazlar), ilmin ve san’atın her şûbesinden hayâsızca istifâde yolunu buldular. Bu sebeple, sihrin birçok çeşidi ortaya çıktı. İslâm âlimleri, bu hîlekarları ve hîlekarlıkları, eserlerinde sakınılması gerekli husûslar olarak bildirdiler.
Mısır'da Fir’avn’ın sihirbazları ile Mûsâ aleyhisselâmın arasında geçen vakâlar (hâdiseler) meşhûrdur. Mısır sihirbazları da halka karşı esrârengiz bir sûretle gözbağcılık ederler ve hayâlî şeyleri hakîkat şeklinde gösterirlerdi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Mısır'dan beri, Benî İsrâil arasında sihir ve hokkabazlık, şekil değiştirerek devam etti. Hâtem-ül enbiyâ Muhammed aleyhisselâm, dünyâya teşrîf edip, Tevrât'ın aslından bahsedince, Benî İsrâil o zaman Resûlullah'la mücâdeleye başladı.
“Nübüvvet yoluyla mücâdele edemeyeceğiz. Biz ne yapsak Cebrâil ona haber veriyor” dediler ve Cebrâil aleyhisselâma düşman oldular. Tevrât'ı da büsbütün arkalarına atarak, sihir ve iftirâ yoluna saptılar. Hazret-i Süleymân'a (aleyhisselâm); “Süleymân, Muhammed'in dediği gibi bir peygamber değildi. Sihirbaz bir hükümdârdı. Sihirlerini mûcize gibi gösterirdi” diye iftirâ ettiler. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs, Bakara sûresi 102. âyet-i kerîmesinde beyân buyrulmaktadır.
Asr-ı saâdette yahudilerin, Resûl-i ekreme sihrettiğini ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sihri, mübârek vücûdunda hissettiğini, Sahîh-i Buhârî’de hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) haber vermektedir. “Bir kere Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sihir yapılmıştı. Hattâ bâzı şeyleri, işlemediği hâlde yaptım sanırdı. Nihâyet günün birinde tekrar tekrar duâ etti. Sonra bana; “Ey Âişe! Bilir misin? Allah, bana kendisinde şifâm olan şeyi bildirdi ki, bana iki kişi geldi. (Cibrîl ve Mîkâil). Bunlardan biri baş ucumda, öbürü de ayak ucumda oturdu ve biri öbürüne; “Bu zâtın hastalığı nedir?” diye sordu. O da; “Sihirlenmiştir” diye cevap verdi. “Kim sihir yapmıştır?” diye suâline de, öbür melek; “Lebîd bin A’sam” diye cevap verdi. Sonra; “Bu sihir ne ile yapılmıştır?” diye sordu. O da; “Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine” diye cevap verdi. “Nerede yapılmıştır?” suâline de; “Zevân kuyusunda” diye cevap verdi.” (Zevan; Medîne'de, Beni Züreyk kabîlesinin bahçesinde bulunan bir kuyudur.)
Kur'ân-ı kerîmdeki, Felâk ve Nâs sûresinin sebeb-i nüzûlü hakkında bildirildi ki: Yahudi tâifesinden Lebîd bin A’sam isminde bir yahudi, sihir yapmak için, Resûlullah'a hizmet eden bir yahudi çocuğu vâsıtasıyla, mübârek başının kıllarından bir kaç tel elde etti. Sonra kızlarıyla birlikte, o mübârek kılları bir ip ile onbir düğüm bağlayıp, kuyuya bir taş ile bastırıp bıraktılar. Bu sebeple Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hasta oldular. Cebrâil aleyhisselâm gelip, o sihrin yerini haber verdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya; Ali, Zübeyr, Talhâ ve Ammâr'ı (radıyallahü anhüm) gönderdi. Onlar kuyunun suyunu çekip, dibinde olan taşı kaldırdılar ve altından bir ipliği onbir düğümle düğümlenmiş olduğu hâlde buldular. Alıp Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu iki sûrede mevcût onbir âyetten, her birini okudukça düğümün biri çözüldü ve vücûd-u şerîfleri sıhhat buldu. Eshâb-ı kirâm, yahudinin öldürülmesi için izin istediklerinde, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) izin buyurmayıp kendisine de bir şey demediler.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak, Allahü teâlânın hıfz ve himâyesine sığındı. Meâlen buyruldu ki: “Ve ipi, efsûnla düğümleyenlerin şerrinden… (Allahü teâlâya sığınırım).” (Felâk sûresi: 4)
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Onu öğrenmek ve öğretmek de haramdır. Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Efendi’nin, “El-Münîre” kitabında diyor ki: İslâmiyet; Allahü teâlânın ve Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) emir ve yasak ettiği şeyler demektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat şeriata uymayan bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”
“Hadikat-ün-nediyye”de, bedenin afetleri bölümünde yazılı olan hadîs-i şerîfte buyruluyor ki: “Tetayyur eden ve tetayyur olunan; kâhinlik yapan ve kâhine giden; sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır.” Tetayyur, uğursuzluğa inanmaktır. Kâhinlik, cinden bir arkadaş edinip, olmuş şeyleri ona sorup, ondan öğrenmek ve bunları başkalarına bildirmektir. Cinle tanışan falcılar ve yıldıznâmeye bakıp, sorulan her şeye cevap verenler böyledir. Bunlar ve büyücülere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile, Allahü teâlâdan başkasının her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur.
Sihir yâni büyü yapmamalıdır ve sihir yaptırmamalıdır. Küfre en yakın olan, en fenâ haramdır. Sihre âit ufak bir şey yapmamaya çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Müslüman sihir yapamaz. Allah saklasın îmânı gittikten sonra, sihri te’sir eder.”
İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Sihir yaparken, küfre sebep olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır.” Sihir, insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizlik yapar. Yâni cesede ve rûha te’sir eder. Sihir, kadınlara ve çocuklara daha çok te’sir eder. Sihrin te’siri kat’î değildir. İlâcın te’siri gibi olup, Allahü teâlâ, isterse te’sirini yaratır. İstemezse, hiç te’sir ettirmez. Şu hâlde, bir sâhir (sihir yapan), sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te’sir eder diyen ve inanan kimse îmânsız olur. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, te’sir edebilir demelidir. Büyü yapılmış olan kimse; “Mevâhib-i ledünniyye tercümesi” ikinci cildi, yüzseksenyedinci sahifesindeki ve Arabî “Teshil-ül-menafi” sonundaki âyet-i kerîmeleri ve duâyı yazıp, üzerinde taşırsa şifâ bulur. Bir miktar suya, Âyet-el-kürsi, İhlâs ve Mu’avvizeteyn okumalı; büyülenmiş kimse bundan üç yudum içmeli, kalan ile gusül abdesti almalıdır. Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur.
Akşam-sabah şu duâyı okuyan kimse, sihir ve zâlimlerin şerrinden emîn olur. Duâ şudur: “Bismillâhirrahmânirrahîm, bismiliâhillezî lâ yedurru ma'asmihî şey'ün fil-erdı velâ fis-semâi ve hüvessemiul'alîm.”
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi; Kalk namaz kıl ve duâ et. Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız; müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasisleri, alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Bilindiği gibi Hazret-i Mûsâ, Hârûn (aleyhisselâm) ile buluştuktan sonra, Allahü teâlânın emri ile Fir’avn'a giderek onu tevhide, Allahü teâlâya îmâna ve yalnız O'na ibâdete dâvet ettiler. İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini istediler. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“İkiniz Fir’avn'a varıp; “Biz, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın peygamberiyiz...” deyin.” (Şuarâ sûresi: 16)
“İkiniz Fir’avn'a gidin. Çünkü o, (ilahlık iddiâsında bulunmakla) hakîkaten pek azgınlık etti. Ona yumuşak muâmelede bulunun, yumuşak söz söyleyin. Olur ki, nasîhat dinler, yahut Allahü teâlânın azâbından korkar.” (Tâhâ sûresi: 43-44)
Hazret-i Mûsâ ve Hârûn (aleyhisselâm) izin ile Fir’avn’ın, yanına girdiklerinde, Mûsâ aleyhisselâm şöyle duâ etti: “La ilâhe illallah-ül-hâlim-ül-kerim. La ilâhe illallah-ül aliyyül-azîm, sübhâne rabbissemâvâti's-seb'ı vel'ardîn-is-seb' ve mâ fîhinne ve mâ beynehünne ve rabb-il-arş-il' azîm ve selâmün alel-mürselîn vel-hamdülillahi rabbil-âlemin! Ey Allah'ım! Bizi öldürmesinden, kötülük yapmasından sana sığınırım, ona karşı sen bize yardım et ve dilediğin şeyle beni ondan koru.” Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmın kalbine emniyet geldi.
Sonra Fir’avn, Mûsâ aleyhisselâma; “Sen kimsin?” dedi. O da; “Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim” cevâbını verdi. Fir’avn çok hayret etti. O, kendisinin ilâh olduğunu iddiâ edecek kadar azmış, isyân ve taşkınlıkta pek ileri gitmişti. Birileri gelecek, ona secde etmeyecek, ondan başka hakîkî bir mâbudun, yegâne ilâhın Allahü teâlâ olduğunu söyleyecek, üstelik de; “Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın resûlü, peygamberiyim” diyecek... Bu, Fir’avn için düşünülebilecek, akla gelebilecek bir hâl değil idi. O, senelerdir, böyle birinin çıkacağı endişesiyle, yeni doğan binlerce mâsum bebeğin kanına girmekten çekinmemişti. Şimdi biri gelmiş, ona peygamber olduğunu söylüyor, hem de, bunu söyleyen, vaktiyle sarayında ihtimamla büyüttüğü birisiydi. İşte bu, Fir’avn'a daha ağır gelmiş, yerinde duramaz olmuştu. Şuarâ sûresinin 18 ve 19. âyet-i kerîmelerinde bildirildiğine göre, Hazret-i Mûsâ'ya meâlen şöyle dedi: “Biz seni yeni doğmuş bir çocukken yanımızda büyütmedik mi? Sen, ömründen nice seneler bizim aramızda kalmadın mı? Hem o yaptığın işi de sen yaptın... Sen, nankörlerdensin.”
Hazret-i Mûsâ sükûnet ve vakâr içinde onu dinledi. Fir’avn’ın, sen çok suçlusun der gibi; “O yaptığın işi de sen yaptın, sen yaptın” diye tekrar tekrar söylediği iş, Hazret-i Mûsâ'nın, vaktiyle, kıptî’nin ölümüne sebep olmasıydı. Fir’avn; “Seni besleyip, büyüttüğüm hâlde, evimde, sarayımda senelerce kaldığın hâlde küfrân-ı nîmette bulundun. Üstelik benim kavmimden, hem de, hizmetçim (ekmekçim) olan kıptî’yi öldürdün. Şimdi de kalkıp nasıl böyle bir iddiâda bulunabiliyorsun?” diyordu.
Hazret-i Mûsâ, ona şöyle cevap verdi: “Ben o fiili işlediğimde herhangi bir kastım yoktu. Bu iş hatâ ile oldu. Öldürmek istememiştim. İstemeyerek vâki olan bu hâdiseden sonra da, “Sizden çekinip, buralardan ayrıldım, Medyen diyârına gittim... Nihâyet Rabbim bana hikmet (ilim, fehim) verdi ve beni peygamberlerden kıldı.” (Şuarâ sûresi: 21) Hem beni besleyip, yanında büyütmeni niye başıma kakıyorsun. Bu hakîkaten bir nîmet değil ki. Sen, Benî İsrâil'den olanları köle yapmasaydın, doğan çocuklarını öldürmeseydin, âilem beni elbette yetiştirip büyütürdü. Senin eline bu sebepten düştüm. Sen, Benî İsrâil'e böyle zulmetmeseydin, annem beni sandığa koyup, nehre bırakmak mecbûriyetinde kalmaz, beni, çok güzel terbiye edip yetiştirirdi. Sana da muhtâç olmazdım.
Sen, benim kavmime zulmetmişsin. Onları köle yapmış, çocuklarını öldürmüş bir zâlim iken, tutmuş, benim yanınızda kaldığımı başıma kakıyorsun. Bir kimse ki onun kavmine, akrabâsına ihânet olunmuş, o zelîl olmuştur. Onun rahat etmesi düşünülebilir mi? O hâlde Benî İsrâil'e yaptığın zorbalık, bana olan iyiliğini silip götürmüştür.”
Bu haklı cevap karşısında hiç bir şey söyleyemeyen Fir’avn; (Yâ Mûsâ!) Âlemlerin Rabbi (dediğin) kimdir? dedi.” (Şuarâ sûresi: 23) Çünkü Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) geldiklerinde; “Âlemlerin Rabbinin resûlleri, peygamberleriyiz” demişlerdi. Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'yı, çocukluğunda yanlarında besledikleri için, cüz’î iyiliklerini başına kakmak sûretiyle bu dâvetinden alıkoyamayacağını anlayınca, böyle sordu. Buna cevap olarak, Hazret-i Mûsâ; “O, gökler, yer ve bu ikisi arasında olanların (yani kâinatın) Rabbidir. Eğer bu görünen mahlûkâtı idrâk ederseniz, bütün mahlûkâtın yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu da yakînen anlamış olursunuz” dedi.” (Şuarâ sûresi: 24)
Haddi zâtında Fir’avn, âlemlerin Rabbinin ne gibi bir şey olduğunu, mâhiyetini sormuştu. Allahü teâlânın zâtının mâhiyetini bilmek, anlamak bir kul için mümkün olmadığından, Hazret-i Mûsâ, O'nun eserlerinden, fiillerinden haber vermiştir.
Fir’avn, aldığı bu cevaptan çok hayrete düşmüştü. Hem Hazret-i Mûsâ ile alay etmek, hem de orada bulunanları da hayrete düşürmek ve zihinlerini başka tarafa çekmek için, Şuarâ sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Kavminin ileri gelenlerinden orada bulunanlara; “İşitiyor musunuz? (Ben ona Rabbisinin hakîkatinden suâl ediyorum. O bana fillerinden cevap veriyor) dedi.”
Aslında Fir’avn böyle söylemekle, mecliste bulunanların zihinlerini dağıtmak istiyordu. Çünkü Hazret-i Mûsâ'nın sözleri çok fasîh, beliğ ve pek te’sirli olduğundan, oradakilerin ona meyletmelerinden korkmuştu. Şuarâ sûresinin 26. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Mûsâ aleyhisselâm fesâhatle sözüne devam ve açıklamasında ziyâde edip; “O sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir” dedi.”
Yâni, önceki cevâbını, Fir’avn’ın, orada bulunanlara bir hatâ gibi göstermek istemesine karşılık o, daha açık bir şekilde ve hiç kimsenin îtirâz edemeyeceği bir sûrette cevap verdi ki, bu delil, insanın kendi vücûdudur. Çünkü herkes kendi vücûdunun bir takım et ve kemikten yapıldığını, sonradan meydana geldiğini bildiği için, bunun hakîkî bir yaratıcısının bulunduğunu ikrâr ve izhâr etmek elbette lâzım olduğunu, kimsenin bunu inkâr edemeyeceğinden böyle söyledi. Bu apaçık hakîkati inkâr etmek, kuru bir inâddan öte geçmeyeceği için, Hazret-i Mûsâ böyle söyledi. Fir’avn'a; “Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ senin de evvelki atalarının da Rabbidir. Böyle olunca senin, Rablık dâvâsında bulunman, ilâh olduğunu söylemen, senin ve her şeyin Rabbi olan Allahü teâlâya karşı apaçık bir isyân, düpedüz bir sahtekarlık ve zâhir olan bir küstahlıktır” demiş oldu.
“Hazin” ve “Ebüssüud” tefsîrlerinin bildirdiklerine göre Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) gelen bir rivâyete göre, Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) Fir’avn'la görüşmek üzere birkaç defâ saraya geldikleri hâlde içeri alınmamışlar, bu esnada onların peygamber oldukları da her tarafta duyulmuştu. Nihâyet Fir’avn, ilk görüşmelerinde onları, güyâ susturup, bu dâvâlarından vaz geçirecek şekilde tedbirler aldı. Memleketin ileri gelenlerinden beşyüz kişiyi toplayıp, meclis kurdurdu. Meclise öyle kimseler getirtti ki, onlar Hazret-i Mûsâ'yı sustursunlar, bunu herkes duysun ve bir daha Mûsâ'nın (aleyhisselâm) sesi çıkmasın. Böyle bir düşünce ile meclisi hazırladı. Sonra da Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn'u kabûl etti.
Fakat Hazret-i Mûsâ öyle sözler söyledi ki; Fir’avn ve orada bulunanlar cevap vermekte âciz kaldılar. Fir’avn’ın; ben bir şey soruyorum o ise başka cevap veriyor diye istihzâ etmesi bile haddi zâtında onun dediği gibi değildi. Mûsâ aleyhisselâmın sözleri gâyet açık ve beliğ olduğu hâlde, Fir’avn, hem cevap vermiş olmak, hem de etrâfındakilere karşı kendini mahcûb etmemek için böyle ileri geri söylüyordu. Nihâyet ilmî ve aklî yollardan cevap veremeyeceğini anladığında yalan ve iftirâya başladı. Bu husûs, âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Fir’avn, yine alay edici bir tavırla meclisinde olanlara; “İşte bu size gönderilen peygamberiniz(!) Elbette, muhakkak bir mecnûndur. Delidir. Ben, ona bir şeyden suâl ediyorum; o, başka şeyden cevap veriyor” dedi.
Mûsâ (aleyhisselâm) dedi ki: “O Allahü teâlâ, doğu ile batının ve ikisi arasında bulunan her şeyin (bütün kainatın) Rabbidir. Eğer aklınız varsa size, bunun üstünde cevap olmadığını iyi bilirsiniz.” (Şuarâ sûresi: 27-28)
Hazret-i Mûsâ onlara; “Doğuyu, batıyı, güneşin seyrini inkâr eder misiniz? Çünkü her gün gözlerinizin önünde cereyân eden bir hâdisedir. Güneş doğup âleme ışık veriyor. Allahü teâlâ onu hareket ettiriyor. Güneş batıdan batıyor. Karanlık gelip, gece oluyor, istirâhat ediyorsunuz. Ziyâyı (parlaklığı) giderip karanlığı getiren kimdir? Bunu idrâk etmeniz lâzımdır. Eğer aklınız varsa, bunları düşünmelisiniz.
Ey Fir’avn! Bu minvâl üzere günleri, ayları, yılları yaratmakla, dört mevsimi meydana getirmekle mahlûkâtın iyiliğini, faydasını te’min eden, bütün bunları sağlayan kimdir? Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ mı? Yoksa sen mi?” dedi.
Mûsâ aleyhisselâm böyle söylemekle Fir’avn'u rezil etti. Çünkü Fir’avn; “Güneşi ben yarattım. Ben sevk ve idâre ediyorum” diyemezdi. Dese bile, kimse inanmaz, bunun apaçık bir yalan, olduğu anlaşılır ve gülünç duruma düşerdi.
Fir’avn, mâkul cevaplar veremeyeceğini, yalan ve iftirâ olan sözlerle bir yere varılamayacağını, Mûsâ aleyhisselâmı susturamayacağını anlayınca derhal tehdide başladı. Yine Şuarâ sûresinin 29. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre; “Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'ya; “Yemîn ederim ki, eğer benden başkasını ilâh, mâbud edinirsen, ben elbette, muhakkak seni mahpuslardan, zindana girenlerden ederim dedi.” Zâten, aklî delillerden âciz kalan zorbanın âdeti böyle tehditler savurarak karşısındakini korkutmaktır. O da, Hazret-i Mûsâ'ya söz ile gâlib gelemeyeceğini anlayınca, böyle tehditlere başladı.
“Beydâvî”, “Medârik”, “Hâzin” ve diğer mûteber tefsîrlerin bildirdiklerine göre, Fir’avn’ın, Hazret-i Mûsâ'yı ölümle değil de, hapse atmakla tehdit etmesinin sebebi vardır. Fir’avn’ın zindanında olmanın, ölümden daha beter olduğu rivâyet edilmiştir. Çünkü onun hapishanesi, birer adam atacak kadar derin kuyulardan meydana gelmişti. Kızdığı bir kimseyi o kuyulardan birine indirirdi. O kuyuda göz bir yeri görmez, girenin ancak ölüsü çıkardı. Bundan dolayı Fir’avn’ın zindanı, başkalarını tehditte en büyük vesîle olduğundan, Hazret-i Mûsâ'yı da onunla tehdit etmiştir.
Şuarâ sûresinin 30 ve 31. âyet-i kerîmelerinde bildirildiğine göre; “Mûsâ aleyhisselâm Fir’avn'a; “Yâ sana dâvâmın doğruluğunu isbat eden apaçık bir mûcize getirmişsem (yine beni zindana atar mısın?) dedi. Fir’avn; “Eğer peygamberlik dâvânda sâdık isen, haydi mûcizeni getir...” dedi.”
Fir’avn, mûcizeyi inkâr etse; “İstemiyorum. Mûcizeni tanımıyorum, kabûl etmiyorum” deyip reddetse, orada bulunan herkes; “Fir’avn cevap vermekten âciz kaldı” diyeceklerdi. Böyle olunca, Hazret-i Mûsâ'nın sözünü reddetmek Fir’avn’ın işine gelmedi. “Sadık isen mûcizeni getir” demesi üzerine; “Mûsâ (aleyhisselâm) asâsını yere bıraktığında bir de ne görsünler. Asâ apaçık bir ejderha, büyük bir yılan oluverdi.” (Şuarâ sûresi: 32) Bu öyle bir ejderha oldu ki, ejderhalığı apaçık idi. Yoksa, sihirle, görünüşte ejderhaya benzeyen şekil almış bir hâl değildi. Ona hiç benzemiyordu.
“Tefsîr-i Tibyan”da diyor ki: “Rivâyet olundu ki, Fir’avn bu mûcizeyi görünce dehşete kapılıp, korkudan ne yapacağını şaşırdı. Koltuğundan fırlayıp kalktı. Korkuyla Hazret-i Mûsâ'ya; “Seni, peygamber olarak gönderen Rabbinin hakkı için, onu tut! Ne olur. Bana bir zarar vermesin. Beni ondan kurtarırsan söz veriyorum, İsrâiloğullarını serbest bırakacağım. Seninle berâber gitmelerine müsâde edeceğim...” diye yalvardı. O da ejderhayı tutunca hemen asâ oluverdi.”
Rivâyete göre Fir’avn ekseriye muz yerdi. Muzun, dışarı atılacak posası pek yoktur. Bu sebeple ancak kırk günde bir defâ büyük abdest bozmak için helâya giderdi. Hattâ, hiç öksürmez, nezle olmaz, diğer insanlar gibi hastalığa yakalanmazdı. İmâm-ı Gazâlî hazretleri Kimyây-ı Saâdet kitabında, tevekkül bahsinde buyuruyor ki: “Fir’avn’ın ilâhlık iddiâsında bulunmasına, herkesin kendine tapmasını istemesine sebep; asırlar görüp, uzun müddet yaşaması, bu zaman içinde, bir kere başının ağrımaması ve ateşinin olmaması idi. Bir kere başı ağrısaydı, o saygısızlık hatırına gelmezdi.”
Allahü teâlâ ona çok şey vermişti. Mülkü, saltanatı, malı, serveti, kısacası, dünyâ nîmeti olarak her şeyi tamam idi. Uzun ömürlü ve kuvvetli idi. Her istediğini kolayca yapar ve yaptırırdı. Kuvveti, şiddeti, ordusu, silâhı, her türlü imkânı pek çoktu. Bedeni düzgün, bünyesi sağlam idi. Öksürmez, karnı ağrımaz, sancısı olmaz, gözü rahatsızlanmazdı. Velhâsıl hasta olmaz ve eksiklik sayılabilecek bir şey ona isâbet etmezdi. Dünyâ nîmetlerine garkolmuş iken şükretmedi. Şükredeceği, aczini göstereceği yerde, zulüm ve haksızlıkta ileri gitmişti. Sonunda ilâh (tanrı) olduğunu iddiâ etti ve insanları kendisine taptırdı.
Kitaplarda bildirildiğine göre Mısır'da yirmialtı fir’avn sülâlesi hükümdârlık etmiştir. Her sülâlede çeşitli fir’avnlar, asırlarca saltanat sürmüşlerdir. Çoğu, insanları kendilerine taptırmışlardır.
Sa’îd bin Cübeyr (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Fir’avn çok uzun bir ömür sürdü. Bu zaman zarfında kötü bir şey görmedi. Eğer bu zaman içinde bir gün açlık, yahut bir gece hastalık çekseydi, rubûbiyyet (tanrılık) iddiâsında bulunmazdı. Büyük laf etmez ve ebedî felâkete düşmezdi. Kendisine bir kötülük, eksiklik isâbet etmedi. Hep iyilik ve itâat gördü. Bütün bunlar, Allahü teâlânın, istidrâç olarak, ona verdiği şeylerdi.
Böyle olan Fir’avn, Hazret-i Mûsâ ile karşılaştığı, asânın ejderha olması mûcizesinin görüldüğü o günde, ejderha korkusundan ishâl oldu ve kırk defâ dışarı çıktı.”
Bundan sonra Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'ya; “Bu görülen, asânın ejderha olması mûcizesinden başka bir mûcizen daha var mı?” dedi. O da, “Var” dedi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Elini koltuğu altına (koynuna) sokup geri çıkardı. Bir de gördüler ki, eli, görenlerin ve bakanların gözlerini kamaştıracak derecede güneş gibi parlak ve beyaz olmuştu.” (Şuarâ sûresi: 33) Mûsâ aleyhisselâmın ikinci olan ve Yed-i beydâ olarak bilinen bu büyük mûcizesi de herkesi hayrette bıraktı. Eli her tarafı parlatan, gözlerin bakamadığı bir nûr saçıyordu. Etrâfını aydınlattığı gibi, ziyâsı evlerin içine dahî girdi. Pencereden, perde arkalarından da göründü. Fir’avn ona bakamadı. Sonra Mûsâ aleyhisselâm tekrar elini koynuna sokup çıkardı ve eli eski hâline geldi.
Rivâyet edilir ki, Fir’avn, Mûsâ aleyhisselâmın mûcizelerini görünce, onu tasdik edecek oldu. Veziri Hâmân gelip, huzûrunda oturdu ve ona; “Bizce sen tapınılan ilâhsın. Şimdi bir kula mı tâbi oluyorsun?” dedi. Fir’avn, Mûsâ aleyhisselâma; “Bugün ve yarın bana mühlet ver” dedi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahyedip; “Fir’avn'a tarafımdan bildir ki: “Eğer Allah'ın bir olduğuna îmân edersen, seni saltanatında tutarım ve sana gençliğini, tazeliğini veririm” buyurdu. Hazret-i Mûsâ bunu Fir’avn'a haber verdi ve; “Şâyet îmân edip, bana tâbi olursan, Allahü teâlâya duâ ederim, gençleşirsin. Yiyip içmen, kuvvetin eskisi gibi olur ve Allahü teâlâ sana dörtyüz yıl daha ömür verir” buyurdu. Bu sözler Fir’avn'a hoş geldi ve; “Düşüneyim” dedi.
Ertesi günün sabahında Fir’avn, yanına gelen veziri Hâmân'a, Hazret-i Mûsâ'nın, Allahü teâlâdan verdiği haberi söyleyip; “Bu haber bana hoş geldi” dedi. Hâmân hemen karşı çıktı: “Yemîn ederim ki, senin bu dediğin haber, bir gün tapınılmaktan azdır. Ben seni gençleştiririm” dedi. Hattâ onu tahrik etti. “Utanmaz mısın ki böyle sözler söylersin. Hem ben tanrıyım dersin, şimdi de tutmuş ben kulum diyorsun” diye çıkışınca, Fir’avn niyetinden vaz geçti. Hâmân boya getirip Fir’avn’ın saçını sakalını boyadı. Mûsâ aleyhisselâm gelip, onu boyalı hâlde görünce şaşırdı, hayret etti. Allahü teâlâ; “Gördüğün bu hâl seni korkutmasın, çok sürmez o yine eski hâline döner” buyurdu.
Veziri Hâmân'ın hemen karşı çıkmasıyla, Hazret-i Mûsâ'yı reddeden Fir’avn, gördüğü mûcizeleri, bilhassa asânın ejderha olmasını, sihir olarak yorumladı. Şuarâ sûresinin 34 ve 35. âyet-i kerîmelerinde bildirildiğine göre; “Etrâfında bulunan kavminin ileri gelenlerine, şüphesiz bu, sihir ilmini çok iyi bilen bir sihirbazdır. Sihir yapmak sûretiyle sizi memleketinizden (Mısır'dan) çıkarmak istiyor. Siz bana bunun hakkında ne yapmamı emredersiniz (tavsiye edersiniz) öyle hareket edeyim dedi.”
Aslında Fir’avn pek gururlu ve çok kibirli olduğundan, hattâ ilâhlık dâvâsında bulunup, teb’asını kendine tapındırdığından, başkalarına hiç danışmaz, onların fikirlerinin ne olduğunu sormaya bile tenezzül etmezdi. Fakat mûcizeleri görünce, içine korku düştü ve orada bulunanların fikrini sordu. Hattâ; “Bu peygamber olduğunu söyleyen Mûsâ aleyhisselâm hakkında ne yapmamızı tavsiye edersiniz. Buna ne gibi tedbir düşünürsünüz?” diyerek yanındakilere iltifâtkar davrandı.
Bilindiği gibi o zamanda sihir meşhûr idi. Fir’avn, insanların Hazret-i Mûsâ'yı tasdik etmelerine mâni olmak için, hemen sihri ileri sürdü. Onu tasdik etmesinler diye, Hazret-i Mûsâ'nın gösterdiği mûcizeler için; “Bu sihirdir” dedi. “Bu sihri çok iyi bilir” demekle de insanları aldatmaya çalıştı. Ayrıca; Hazret-i Mûsâ'ya karşı onları tahrike de gayret ederek; “Bu, sihri ile sizi Mısır'dan çıkarmak istiyor” dedi. Zirâ, dîni ve memleketi ile alâkalı bir aksilik, devamlı olarak insanın kanını tahrik eder ve galeyâna getirir.
Bunun üzerine, Fir’avn’ın yanında bulunanlar bildikleri şekilde cevap verdiler: Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirildi: “Mûsâ'yı (aleyhisselâm) ve kardeşi Hârûn'u (hemen öldürme), az bekle (veya hapset). İdârende bulunan bütün şehirlere de toplayıcı adamlar gönder ki, san’atında mâhir olan bütün sihirbazları getirsinler. Tâyin edilen günün belli vaktinde (zînet günü veya Nevruz da denilen bir bayram gününde, kuşluk vaktinde veya o senenin birinci günü olan Cumartesi'nde, yetmiş iki kişi olduğu rivâyet edilen) sihirbazlar toplandı. Mısır halkına da; (bu hâli yâni Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) ile sihirbazların fiillerini, yaptıklarını seyretmek için) toplandınız mı? denildi. (Çarşılarda, yollarda tellâllar dolaştırılarak, insanların belirtilen gün ve saatte, bildirilen yerde bulunmaları söylendi. İnsanlar dediler ki:) Eğer sâhirler (sihirbazlar) gâlib olursa, umulur ki biz onlara tâbi oluruz (da Mûsâ'ya (aleyhisselâm) tâbi olmayız” (Şuarâ sûresi: 39-40) Çünkü sâhirlerin dîni Fir’avn’ın dîni idi. Bu sebeple onların; “Sâhirlere tâbi oluruz” demeleri, Fir’avn’ın dînine tâbi oluruz demektir.
Fir’avn’ın, herkesin toplanmasını emretmesi, sihirbazlarının Hazret-i Mûsâ'ya mutlakâ gâlib geleceklerini zannetmesi sebebiyledir. Çünkü o, sihirbazlarına ziyâdesiyle güvendiğinden, onların kesin ve mutlakâ gâlib geleceklerine inanıyordu. Herkese karşı rezil düşeceği, saltanatının sona ereceği ve enkâzının kıyâmete kadar, âleme ibret olacağı aklının köşesinden hiç geçmiyordu.
Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anhümâ) şöyle anlatmıştır: Bütün sihirbazlar, başta öğretmenleri olmak üzere Fir’avn’ın yanına geldiklerinde, Fir’avn, öğretmenleri olan baş sihirbaza; “Onlara, yâni yanında bulunan diğer sihirbazlara ne yaptın, ne öğrettin?” dedi. Baş sihirbaz da, onlara sihrin bütün inceliklerini öğretmeye çalıştığını, bu husûsta çok büyük gayret sarfettiğini bildirdi. Ayrıca; “Onlara çok sayıda büyük sihirler öğrettim. Gökten bir emir, yâni ilâhi bir müdâhale olmadıkça, yeryüzünün sihirbazları bunlarla boy ölçüşemez. Ama semâvî bir emir olursa, elbette ki, kulun gücü hâricindedir, ona karşı durulmaz” dedi.
Rivâyete göre sihirbazların toplanması emredildiğinde, başka bir şehirde sihir yapmakta usta ve pek mâhir iki kardeş vardı. Babaları daha ileri olup, onları bu meslekte en iyi şekilde yetiştirmişti. Sihirbaz kardeşler, babalarına giderek durumdan haber verdiler. “Silah ve adamları olmayan, izzet ve kuvvet sâhibi iki kişi hükümdâra gelmişler. Yanlarında bir asâ varmış. Onu yere bıraktıklarında ejderha oluyormuş. Böyle olunca karşısında bir şey bırakmıyor, demir, ağaç, taş ne bulursa yutuyormuş. Sultân da onların izzet ve kuvvetlerinden sıkılıp, daralmış. Haber göndererek bizi çağırmış” dediler. Buna karşılık babaları; “Uyudukları zaman onları gözetin. Asâyı alabilirseniz alın. Çünkü, sihirbaz uyurken sihri iş görmez. Onların sihirbaz, yaptıklarının da sihir olduğunu böylece anlamış olursunuz. Eğer uyurlarken asâ iş yaparsa, bu, âlemlerin Rabbinin işidir. Siz onunla baş edemezsiniz. Bütün dünyâ bir araya gelse karşısında duramaz” diye cevap verdi.
Sonra bu iki kardeş, gizlice Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhisselâm) bulundukları şehre, onların yanına geldiler. Uyurlarken, asâyı almak istediler. Asâ, onlara saldırınca alamadılar. Hazret-i Mûsâ uyandı. Onunla görüştüler. Sonra zînet (bayram) günü sabahı buluşmak için, Mûsâ aleyhisselâmlâ sözleştiler.
Nihâyet tâyin edilen gün geldi. Meydan tıklım tıklımdı. Sihirbazlar hazırlandılar, yapacakları bu karşılaşmada gâlib gelmeleri hâlinde, Fir’avn’ın kendilerine nasıl bir mükâfât vereceğini sordular. Nitekim bu husûs hakkında Şuarâ sûresinin 41 ve 42. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Sâhirler (sihirbazlar) geldiklerinde, Fir’avn'a dediler ki: “Biz gâlib olursak bize ücret var mıdır?” Fir’avn da onlara; “Evet, gâlib olursanız sizin için ücret vardır. Hattâ gâlib olduğunuz takdirde, bana en yakın kimselerden olacaksınız” dedi.”
Fir’avn, sihirbazların isteklerine karşı bol vâdlerde bulundu. “Her vakit bana sohbet arkadaşı olursunuz. Yanımda meclisimde bulunursunuz. Görülmemiş ihsânlarıma kavuşursunuz. İnsanlardan, yanıma girip çıkanlardan farklı olursunuz. İtibar ve imtiyazınız artar. Yanıma önce girer, sonra çıkarsınız.” dedi. Kendisiyle berâber bulunmayı bir nîmet, bir imtiyaz gibi gösterip, bu mühim müsâbakada gâlib olacaklara da bunu vâdetti. Onlar bu vâdler karşılığında aldanıp, meydana çıktılar.
O sırada Hazret-i Mûsâ ile Hârûn (aleyhimesselâm) da geldiler. Hazret-i Mûsâ asâsına dayanarak yürüyordu. Meydana girdiklerinde, kendilerini bekleyen sihirbazların yerlerini aldığını gördüler.
Tâhâ sûresinin 61. âyet-i kerîmesinde, bu husûsta meâlen buyruldu ki: “Mûsâ (aleyhisselâmsâhirlere hitâb ederek; “Size yazıklar olsun. Allahü teâlâya yalan olarak iftirâ etmeyin. Mûcizelerine sihir diyerek îtirâza kalkışmayın. Eğer iftirâ ederseniz, Allahü teâlâ hiç biriniz kalmamak üzere hepinizi helâk eder. O hâlde iftirâ etmeyin ki, sizi helâk etmesin. Allahü teâlâya karşı yalan uyduran herkes, muhakkak hüsrâna uğramıştır” dedi.”
Hazret-i Mûsâ'nın bu sözleri, Allah için söylenmiş olduğundan onlara çok te’sirli oldu. “Mûsâ'nın (aleyhisselâmbu sözü üzerine sâhirler, aralarında, bu işleri husûsunda birbirleriyle çekişe çekişe görüştüler ve (Fir’avn ve adamları bu konuşmalarını duymasınlar diye de) gizlice konuştular.” (Tâhâ sûresi: 62)
Mûsâ aleyhisselâmın sözleri, peygamberlik şefkâtiyle, nasîhat olarak söylemesi, onlara te’sir etti ve insâflı düşünmelerine sebep oldu. Hazret-i Mûsâ onlara; “Fir’avn gibi bir azgının emrine uyarak, buraya; sizin de, onun da her şeyin sâhibi, Rabbi olan Allahü teâlâya îtirâz etmek, karşı gelmek için geldiniz. Bu yaptığınızın ne kadar tehlikeli ve Allahü teâlânın gadabına sebep olacak ne kötü bir iş olduğunu bilmiyor musunuz? Düşünmüyor musunuz? Bile bile, yalan olarak Allahü teâlâya iftirâ etmeniz hâlinde büyük bir azâb ile, O'nun sizi helâk edeceğini, anlamıyor musunuz?” demişti.
Oradaki sihirbazlar, bu sözlerin, yapmacık olarak söylenemeyeceğini, bir sihirbazın böyle konuşamayacağını iyice anladılar. Heyecanlı bir şekilde aralarında bu mevzûyu istişâre ettiler. Fir’avn ve adamlarının zararından da çekindikleri için, gâyet gizli ve sessiz olarak konuşuyorlardı. Hepsi, îmân etmeye, sihir göstermekten vaz geçmeye meylettiler. Ancak böyle yapmaları hâlinde, Fir’avn’ın zulüm ve işkence edeceğini bildiklerinden; kararlarını açıklamayı, karşılaşmadan sonraya bıraktılar. Hazret-i Mûsâ'nın gâlib gelmesi hâlinde, hep birden ona tâbi olmayı da kararlaştırdılar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, sâhirlerin kendi aralarındaki bu konuşmalarının netîcesini bildirdikten sonra, Fir’avn ve adamları; sihirbazları teşvik etmek, onları cesâretlendirmek için çeşitli sözler söylediler. Bu husûsta Tâhâ sûresinde meâlen buyruluyor ki: “(Fir’avn ve kavmi, sihirbazlara veya sihirbazlardan bâzısı bâzısına) dediler ki: İş bu Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) iki sihirbazdır ki, sihirleriyle sizi memleketinizden (Mısır'dan) çıkarmak, bütün dinlerden efdâl olan yolunuzu (dininizi, şerefinizi) gidermek (yok etmek ve yerine kendi dinlerini yerleştirmek) istiyorlar. Maksatları budur. O hâlde şimdi siz, hîlenizi ve sihir aletlerinizi toplayın. Sonra saf saf meydana (müsabaka yerine) çıkın ki, heybetiniz şiddetli olsun. Bu gün gâlib olan, elbette felâh bulur ve umduğuna kavuşur. (Zâten meydanda olan sihirbazlar, daha da ortaya çıktılar. Sihir âleti olarak, her birinin elinde ip ve asâ vardı.) Sihirbazlar (edebe riâyet ederek Hazret-i Mûsâ'ya) asânı yere önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım dediler. (Mûsâ (aleyhisselâm); asâyı önce atan, yere bırakan, ben olmayayım.) Bilakis siz (asâlarınızı, iplerinizi) yere koyun, başlayın dedi.
Sihirbazlar ellerindeki ip ve asâlarını yere koyduklarında, onların ipleri ve sopaları, yaptıkları sihirden ötürü, Mûsâ'ya (aleyhisselâmgerçekten (asâ ve iplerin yılan olup) koşuyormuş hayâlini verdi.” (Tâhâ sûresi: 63-66)
Hazret-i Mûsâ, onların bu sihirlerini görünce, Allahü teâlâ ona vahy edip meâlen buyurdu ki: “Biz Mûsâ'ya dedik ki; Korkma! Sen onlara elbette gâlib geleceksin. Elindeki asânı yere bırakıver. (Onların asâlarının, iplerinin çokluğuna, bunların yılan şeklinde görünmelerine aldırma ki) senin asân, onların yaptıklarının hepsini yutar. Zirâ onların yaptıkları şeyler, ip ve asâlarının yılan şeklinde görünmesi, sihirbazlık hîlesidir. Sâhir her nerede olsa felâh bulmaz.” (Tâhâ sûresi: 68-69)
Şuarâ sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm da asâsını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler, o asâ büyük bir ejderha olup, onların sihir ile uydurdukları (yılan şeklinde görünen) şeylerin hepsini yutuyor.” Bir mûcize olarak ejderha şekline giren asâ, sihirbazların sihir aletleri olan ve yılan şeklinde görünen şeylerin hepsini yuttu. Ortada hiç bir şey kalmadı. Hazret-i Mûsâ onu tutunca, yine eskisi gibi bir asâ oluverdi. Bununla berâber, asâ, ejderha olup, o kadar şey yuttuğu ve eski şekline geldiği hâlde hacminde herhangi bir değişiklik ve fazlalık olmamıştı. Bu da bir başka mûcize idi. Bu hâl karşısında sihirbazlar, Mûsâ aleyhisselâmın bir sihirbaz değil, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş hak peygamber olduğunu tasdik ettiler. “Sihirbazlar derhal secdeye kapanmış olarak yere serildiler. Biz âlemlerin Rabbine îmân ettik. Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm) Rabbine” dediler.” Şuarâ sûresi: 46-48)
Tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, önceden sihirbaz, îmânsız kimseler iken, Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olan, orada, Fir’avn’ın da bulunduğu kalabalık bir topluluğun karşısında îmânlarını izhar eden o mü’minlerin, secdeye kapanıp; “Biz âlemlerin Rabbine îmân ettik” dedikten sonra, ayrıca; “Mûsâ ve Hârûn'un Rabbine...” demelerinin hikmeti şudur: Fir’avn da, ilâhlık iddiâ ediyor ve her tarafın kendisine âit olduğunu söylüyordu. Ayrıca teb’asından olanları şahsına secde ettiriyordu. Sihirbazlar, secdeye kapandıklarında, sâdece; “Âlemlerin Rabbine îmân ettik” deseler, başka bir şey söylemeselerdi, Fir’avn onların, kendine secde ettiklerini, ona olan îmânlarını dile getirdiklerini iddiâ edecekti.
Hem Mûsâ aleyhisselâmın onlara gâlib gelmesine, hem de onların hep birden secdeye kapanarak îmân etmelerine pek çok kızan Fir’avn; sinirinden yerinde duramaz, ne söyleyeceğini bilemez oldu. Bu husûs hakkında Şuarâ sûresinin 49. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Fir’avn, sihirbazlara hitâb ederek; “Ben size izin vermeden evvel Mûsâ'ya îmân ettiniz. Hakîkat, demek o, size sihri öğreten bir büyüğünüzmüş. Siz elbette başınıza geleceği bilirsiniz. Ben size gösteririm. Sizin hâliniz bu olunca muhakkak ki ben, sizin elinizi, ayağınızı muhâlif (çaprazlama) olarak keseceğim ve hepinizi asacağım” dedi.”
Tâhâ sûresinin 71. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Fir’avn sâhirlere dedi ki: “...Muhakkak ki, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım. (Benim mi yoksa Mûsâ'nın Rabbinin mi) hangimizin azâbının daha şiddetli ve devamlı olduğunu gerçekten bilecek, anlayacaksınız.”
Onlar ise Fir’avn’ın bu tehditlerine, bağırıp çağırmasına hiç aldırış etmediler. “Sen ne söylersen söyle ve ne yaparsan yap, biz bu îmânımızdan vazgeçmeyiz” diyerek kuru laflardan ve tehditlerden korkmadıklarını, yalnız Allahü teâlânın azâbından korktuklarını bildirdiler. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“(Sihirbaz iken Allahü teâlâya îmân edip, secdeye kapanan o mü’minler, Fir’avn’ın tehditlerine hiç aldırmadılar ve ona; “Ey Fir’avn!) Biz, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) mûcizeleri ve bizi yaratan Allahü teâlânın rızâsına karşı seni tercih etmiyoruz, istemiyoruz, beğenmiyoruz. Şimdi bizim üzerimize ne hükmedersen ve ne kastedersen et. Ama sen, hevân üzere, kendi görüşünle ancak şu dünyâ hayâtında hükmünü geçirebilirsin, âhıret hayatı ise bakîdir. Biz; hatâlarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihrin vebâlini mağfiret etmesi için Rabbimize îmân ettik. Allahü teâlânın sevâbı, mükâfâtı seninkinden daha hayırlı, azâbı da seninkinden daha bakîdir.” (Tâhâ sûresi: 72-73)
Rivâyet edilir ki, sihirbazlardan bâzıları, bu karşılaşma olmadan evvel Fir’avn'a; “Kendisi ile karşılaşacak olduğumuz Mûsâ'yı (aleyhisselâm) bize uyurken gösterebilir misin?” demişlerdi de, o; “Peki” deyip göstermişti. Sihirbazlar, Hazret-i Mûsâ uyurken asâsının onu koruduğunu görmüş ve hayretle Fir’avn'a gelerek, onun yaptığı sihir değildir. O, ilâhî bir kudret ile olmaktadır. Sihir olsa, uyurken asâsının bir şey yapamaması lâzımdı. Zirâ, sâhir uyuduğunda, sihri te’sirli olmaz” demişlerdi. Fir’avn ise bunların sözlerine iltifât etmeyip, sihir yapmaları için onları zorladı. Onlar ise mağlûb olacaklarını bildikleri hâlde, istemeye istemeye bu işe girdiler. Bundan dolayı Fir’avn'a verdikleri cevapta; “Bize zorla yaptırdığın sihrin vebâlini mağfiret buyurması için, Rabbimize îmân ettik” dediler.
“Sahirler, Fir’avn’ın tehditlerine karşı, ona; “Bizim için zarar yoktur. Zirâ biz Rabbimizin huzûruna döneceğiz. (Senin tehdit ettiğin fiil, âhıret azâbına göre zararsız ve çok hafif kalır. Hal böyle olunca, senin davranışın hattâ bu tehdidini tatbik etmen, nihâyet öldürmen bize ne zarar verebilir ki?) Çünkü, biz senin kavminden îmân edenlerin evveli olduğumuz için, Rabbimizin, hatâlarımızı af ve mağfiret etmesini ümîd ederiz (yani bundan dolayı sen ne kadar tehdit etsen de, biz îmânımızdan dönmeyiz)” dediler.” (Şuarâ sûresi: 50-51)
Kaynaklarda bildirildiğine göre, Fir’avn başkalarının da Hazret-i Mûsâ'ya tâbi olmalarını önlemek, insanların gözlerini korkutmak için, akşam olunca, o gün îmân eden sihirbazların hepsinin, elleri ve ayaklarını çaprazlama olarak kesti ve hurma dallarına astı. Böylece bu insanlık dışı işkenceyi yapanların ilki, o alçak oldu. Elleri, ayakları kesilip, hurma dallarına asılanların hepsi şehîd oldu. Sabahleyin hepsi kâfir ve sihirbaz iken, akşamleyin mü’min ve şehîd olarak vefât ettiler.
Bütün ahâlinin gözleri önünde rezil ve perişân olan Fir’avn, Hazret-i Mûsâ'ya herhangi bir zarar veremedi. El ve dil uzatmaya imkan bulamadı. Mûsâ ve Hârûn (aleyhimesselâm) oradan ayrıldıktan sonra kavimlerine, İsrâiloğullarının yanına geldiler.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hazret-i Mûsâ verdiği sözde durdu. Müddetin tamamını, fazla olarak yerine getirdi. Yâni on seneyi doldurdu. Bâzı kaynaklarda, bu on seneyi tamamladıktan sonra, on sene daha kaldığı, böylece Hazret-i Şu’ayb'ın yanında geçen zamanın yirmi sene olduğu bildirilmiştir.
Bu müddetin sona ermesi ile Mısır diyârına dönmek için Hazret-i Şu’ayb'dan izin istedi. O da izin verip, vâd ettiği alaca kuzuların hepsini teslim etti. Mûsâ aleyhisselâm hanımı ve hizmetçileri ile berâber, babalarının (Hazret-i Şu’ayb'ın) hediyesi olan alaca kuzuları da alarak, bir kış mevsiminde yola çıktı. O zaman en büyük arzusu, kardeşi Hârûn'u bulmak ve bir yolunu bulabilirse, onu Mısır'dan çıkarmak idi. Mûsâ aleyhisselâm, yolları bilmeden sahrâda yol alıyordu. Soğuk bir kış akşamı karanlık bastırdığında, yolu, bereketli Tûr Dağı’na dayandı. Gök gürlemeye, şimşekler çakmaya ve yağmur yağmaya başladı. Hanımı hâmile olup, doğum sancıları içindeydi.
Hazret-i Mûsâ, çakmak taşını çıkardı, sürttü, fakat çakmadı. Işık ve kıvılcım vermedi. Şaşakaldı. Kalktı, oturdu. Çok hayret etmişti. Çakmak taşı o zamana kadar hiç öyle olmamıştı. Şaşkınlık ve sıkıntı ile düşünmeye başladı. Sonra, uzun uzun; bir hareket, bir his duymak için dikkatle etrâfı dinledi. O, bu hâlde iken, birden Tûr Dağı tarafından bir ışık gördü. Onu ateş sandı ve oradan ateş alabileceğini ümîd etti. Hanımına, oradan ateş almaya gideceğini, bir yere ayrılmayıp kendisini beklemelerini söyledi. Nitekim Kasas sûresinin 29-35. âyet-i kerîmelerinde bu husûsta meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm) (kararlaştırılan) vakti tam olarak yerine getirdikten (tamam ettikten) sonra, (Hazret-i Şu’ayb'dan izin alıp) hanımıyla birlikte (Mısır'a gitmek üzere) yola çıktı. Yolda Tûr Dağı tarafından bir ateş gördü. Hanımına; “Siz burada eğlenin (bekleyin), ben bir ateş gördüm. Ümîd ederim ki, o ateşin bulunduğu yerden size, (yolu bildirecek) bir haber veya o ateşten bir parça getiririm. Umulur ki, onunla ısınırsınız. (Zirâ bu, soğuk ve karanlık bir gecede vâki olmuştu.)
Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâmo ateşe vardığında (oradaki bir ağaçtan semâya doğru uzanan bir nûr gördü. Bu ağacın hangi ağaç olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bâzıları; “Misvâk ağacı idi” demişlerdir. Mûsâ (aleyhisselâm) bu hâl karşısında hayretinden vücûdu titredi. Çünkü gördüğü büyük bir ateşti. Fakat, alevi ve dumanı yoktu. Sâdece yeşil bir ağacın içinden fevkalâde ışık saçan bir nûr yükseliyor, parlaklığı arttıkça ağacın yeşilliği de artıyordu. Mûsâ (aleyhisselâm), o nûra iyice yaklaşınca, nûrun geri çekildiğini gördü ve hayreti daha da arttı. Geri döndü. Eli boş dönmemek için tekrar o nûra geri gitti. Nûra doğru yaklaşırken, kendi kendine isteğini, ihtiyâcını söyledi.) “Sağ tarafındaki vâdiden, bereketli yerdeki ağaç tarafından nidâ olundu ki: “Yâ Mûsâ! Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâyım. Asânı yere bırak! Bu nidâ üzerine asâsını yere bırakınca, asânın sanki bir yılan gibi titreyip debelendiğini, hareket etmeye başladığını gördü. (Mûsâ aleyhisselâm bu hâli görünce hayretle) arkasına döndü ve asâyı tâkib etmedi. (Bunun üzerine tekrar nidâ olundu ki:) “Yâ Mûsâ, yönünü ona çevir. Hiç korkma! Sen korkudan emîn olanlardansın.”
Elini koynuna sok. (Böylece elin,) her türlü illet ve hastalıktan sâlim ve ışık saçan güneş gibi beyaz olarak çıkar. (Bu beyazlık baras hastalığı olanlardaki gibi bir el değil, gözleri kamaştıran bir güneş ziyâsı gibi nûrlu idi.) Elinin böyle parlak olmasında, sana ve başkalarına bir ürkme gelirse, elini tekrar koynuna sok. Böylece yine evvelki normal hâline döner.
İşte bu ikisi (asâ ve yed-i beydâ mûcizeleri), Rabbin teâlâ tarafından Fir’avn’ın ve onun kavminin ileri gelenlerine iki hüccet, açık delil ve mûcizedir. Çünkü onlar fasık (kâfir) bir kavim oldular.
Mûsâ (aleyhisselâm Allahü teâlâya) arzetti ki: “Yâ Rabbî! Ben onlardan bir kimsenin (Fir’avn’ın kavminden bir Kıptî'nin) ölümüne sebep oldum. (Buna karşılık onlar da beni katletmeye karar verdiler. Sen bana yardım ettin. Ben, senin bu yardımınla kurtuldum. Şimdi beni gördüklerinde, o Kıptî'nin yerine) beni katletmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn, lisân bakımından benden daha fasîhtir. (Meramını daha iyi anlatır ve daha güzel açıklar.) Onu da benimle berâber, bana yardımcı olarak gönder ki, beni tasdik etsin. (Hakikatin özünü söyleyerek, delilleri açıklasın, şüphe ve tereddütleri gidersin.) Doğrusu ben, beni tekzip edeceklerinden, yalanlayacaklarından endişe ediyorum.” (Hazret-i Mûsâ'nın bu ilticasından sonra) Allahü teâlâ buyurdu ki: “Senin bâzunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz, (Seni kardeşinle takviye edeceğiz) ve size düşmanlarınız üzerine bir galebe ve üstünlük vereceğiz ki, onların zararı size yetişmeyecek (ve sizi öldüremeyecekler) Bu âyetlerimizle (mûcizelerimizle) onlara gidin. (Onları Hakk'a dâvet edin. Mûcizelerinizi göstererek benim hükümlerimi tebliğ edin.) Siz ve size tâbi olanlar (Fir’avn ve kavmine karşı) gâlip geleceksiniz. (Burada Hazret-i Mûsâ'ya peygamber olduğu bildirildiği gibi, kardeşi Hârûn'un da peygamber olduğu bildirilmiş oldu.)”
O gün Mûsâ (aleyhisselâmın) üzerinde, yünden bir kaftan vardı. Eskimişti. Cübbesi (entârisi) ve takkesi de yünden idi.
Kaynak eserlerde bundan sonra, Allahü teâlânın Hazret-i Mûsâ'ya şöyle vahyettiği bildirilmiştir:
(... Ey Mûsâ! Benim resûlüm, peygamberim olarak kavmine git! Benimle görür, benimle işitirsin. Kuvvetim ve görmem seninle birliktedir. Seni, yarattıklarımdan zayıf birine (Fir’avn'a) gönderiyorum. Zayıf ve âciz olduğu hâlde nîmetimi inkâr eden, mekrimden emîn görünen, benden başkasına ibâdet eden, dünyâya aldanıp her şeyin Rabbi olduğumu inkâr eden, kendisini ve yaptıklarını bilmediğimi sanan o zavallıya seni gönderiyorum. İzzet ve celâlim hakkı için; merhametim sonsuz olmasaydı, onu, büyük bir şiddetle, helâk ederdim. Benim gadabımla; gökler, yeryüzü, denizler, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar da gadablanır coşardı. Eğer göğe izin versem, ona taş yağdırır; yere izin versem, onu yutar; dağa emretsem, onu sarsar; denize söylesem, onu boğardı. Lâkin benim için bunlar hafiftir. Katımda küçüktür. Benim ona hiç ihtiyâcım yok, hiç bir mahlûkuma da yok. Bu, benim hakkımdır. Zengin ve fakiri yaradan benim. Her zengini zengin, her fakiri fakir yapan benim. Ona risâletimi, haberimi ulaştır ve onu bana ibâdet etmeye çağır. Birliğime ve bana karşı ihlâslı olmaya dâvet et. Ona, azâb ve cezâmın pek şiddetli olduğunu söyle. Ayetlerimi ona hatırlat. Gadabımın yerini tutan bir şey olmadığını anlat. Bunları yumuşak ifâdelerle söyle. Belki kendine gelir, ibret alır ve korkar. Ona güzel hitâbda bulun. Ona giydirdiğim dünyâ elbisesi seni korkutmasın. Zirâ onun her şeyi benim elimdedir. Gözünü kapayıp açması, konuşması, nefes alıp vermesi, hep benim ilmimledir. Ona affımın ve mağfiretimin, gadab ve azâbımdan daha çabuk olduğunu bildir ve de ki: “Rabbinin emirlerini yap. Çünkü O'nun mağfireti geniştir. Sana bu uzun hayat boyunca mühlet verdi. Sen ise ilâhlık dâvâsına kalkışıp, O'nu unutarak ibâdetten yüz çevirdin. Yine de gökten sana yağmur yağdırıyor, yerden senin için bitki bitiriyor ve sana sıhhat veriyor; tâ ki güçsüz, hasta, muhtâç mağlûb olmayasın. Dilerse, ânında sana cezâ ve belâ verir. Sana verdiği nîmetlerin hepsini alır. Lâkin o çok hilm sâhibidir.”
Allahü teâlâ tarafından, kendisine peygamber olduğu böylece bildirildikten ve tebliğe başlaması emredildikten sonra, ehlinin yanına dönen Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlânın ihsân ettiği kolaylıkla, yoluna devam etti. Mısır'a geldi ve bu ulvî dâvet vazifesine başladı.
Rivâyete göre, Fir’avn’ın askerî bakımdan çok kuvvetli olduğu ve büyük ordusunun bulunduğu, Mûsâ aleyhisselâmın hatırına geldi. Ben ve kardeşim ise, sâdece birer kişileriz diye düşündü. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona; “Siz ikiniz benim ordularımdan iki büyük ordumsunuz. Ben sizinle işitir, sizinle görür, sizinle bakarım. Sizinle olurum. Siz; zayıf, az ve ezik olmazsınız. Dilersem, ona, karşı koyamayacağı ordular gönderirim. Lâkin kendini beğenen, askeriyle gururlanan o şakî ve zayıf kişi (Fir’avn); az bir topluluğun benimle olunca, az olmadığını anlasın, benim iznimle büyük orduları yendiklerini bilsin. Onun süsleri sizi şaşırtmasın, sayıları sizi korkutmasın. İstesem, sizi dünyânın en iyi süs ve zînetleri ile süslerim de, Fir’avn bu husûsta çok aşağıda kalır. O ve adamları onları görünce, kendilerinde olanın, size verdiklerimin yanında çok az ve eksik olduğunu anlarlar. Dünyâlık ve zînet bakımından sizden süslü olmalarına hiç üzülmeyin. Zirâ bu benim evliyâma, sevdiğim kullara âdetimdir. Size, dünyâ nîmetleri ve lezzetlerini vermemem, merhametli bir çobanın, koyunlarını zehirli otların bulunduğu yerden menetmesi gibidir. Âhıretteki ihsânımızın çok ve bol olması içindir. Bilesin ki, kullarımın en güzel süsü, dünyâda zühd üzere olmalarıdır. İyi kulların süsü budur.”
Daha sonraki zamanlarda Mûsâ aleyhisselâma; “O zaman sana hitâb edenin Allahü teâlâ olduğunu nasıl anladın?” dediklerinde, buyurdu ki: “Mahlûkun konuşması bir taraftan olur ve kulak denilen his organı ile duyulur. Ben ise, Allahü teâlânın söylemesini, belli bir taraftan değil, vücûdumun bütün zerreleriyle işitiyordum. Buradan bunların mahlûk sözü değil, Allahü teâlânın kelâmı olduğunu anladım.”
Mûsâ aleyhisselâmın Medyen'den Mısır'a gelirken Tûr Dağı’na çıkması, orada Allahü teâlâdan kendisine vahiy gelmesi ve bundan sonraki durumu hakkında Tâhâ sûresi 9-36. âyet-i kerîmelerinde meâlen söyle buyrulmaktadır: “(Yâ Muhammed aleyhisselâm !) Mûsâ'nın (aleyhisselâm) haberi sana geldi mi? (O, fırtınalı, soğuk bir kış gecesinde ateş yakamayıp sıkıntıda iken) o sırada uzaktan (Tûr Dağı tarafından) bir ateş gördü. Hanımına; “Siz burada durun. Ben bir ateş gördüm. Ümîd ederim ki size o ateşten bir parça getiririm, yahut o ateşin yanında bana yolu gösterecek, târif edecek birini bulurum” dedi. Sonra o ateşin yanına vardı. (Bir de ne görsün. Yeşil bir ağaç var. Aşağısından yukarısına kadar bir beyaz ateş (nûr) o ağacı kuşatmış. Ne ateşin ziyâsı ağacın yeşilliğini bozuyor, ne ağacın yeşilliği nûrun parlaklığını değiştiriyordu. Bu bilinen bir ateş değil, ilâhi bir nûr idi. Hazret-i Mûsâ o nûra doğru yaklaşınca) Allahü teâlâ tarafından kendisine bir nidâ geldi ki; “Yâ Mûsâ! Ben senin Rabbinim!” diyordu. (Allahü teâlânın nidâsı, vahyi devam etti.) Ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz ki sen, seçilmiş, temiz, mübârek ve mukaddes olan Tuvâ vâdisindesin.
Ben seni peygamber olarak seçtim. Sana vahyolunan şeyi işit.
Muhakkak ki ben, bir olan Allah'ım. Benden başka hak mâbud, gerçek ilâh yoktur. Bana ibâdet eyle ve husûsen zikrim için namazını edâ et.
Kıyâmet günü elbette gelecektir. Onun vaktini kullarımdan gizliyorum. (Zirâ onun vakti bilinmeyince insanlar her zaman ondan sakınırlar.) Kıyâmet günü geldiğinde herkes yaptığı amelin karşılığını görür. (İyi ise mükâfât görür; kötü ise azâb çeker.)
(Yâ Mûsâ!) Hevâsına tâbi olup, Allahü teâlânın emrine muhâlefet eden, kıyâmetin vukûuna îmân etmeyen kimse, sakın ola ki, seni kıyâmete inanmaktan alıkoymasın ve helâkine sebep olmasın.
(Allahü teâlâ) şu sağ elindeki nedir: Ey Mûsâ? buyurdu. O da dedi ki, “O benim asâmdır. Yürüdüğümde, yorulduğumda ve ayakta durduğumda ona dayanırım. Onunla koyunlarıma yaprak silkerim ve onunla başka işlerim de vardır.” (Yürüdüğümde asâmı omzuma kor, heybemi de ona asarım. Ona ip bağlayıp kuyudan su çekerim. Yılan ve akrep gibi zararlı hayvanları onunla öldürürüm.)
Bundan sonra Allahü teâlâ; “Yâ Mûsâ! O asâyı elinden yere bırak” buyurdu. O da bırakınca bir de ne görsün, o kocaman bir yılan (ejderha) olmuş, koşuyor, hareket ediyor.
Allahü teâlâ, onu tut! Korkma! Biz onu geri, evvelki hâli olan asâ şekline çeviririz buyurdu. O da tutunca asâ eski hâline geliverdi. (Bu hâl Allahü teâlânın Hazret-i Mûsâ'ya verdiği bir mûcize idi. İkinci bir mûcize olmak üzere ona) elini koltuğunun altına (koynuna) sokup çıkar ki herhangi bir kusurdan uzak, güneş gibi parlak, bembeyaz olarak çıksın. Elinde beyazlığı halkettik ki, sana büyük alâmetlerimizden bâzılarını göstermiş olalım, (Mûsâ aleyhisselâm bir mûcize olarak mübârek sağ elini koynuna sokup çıkarınca öyle parlak olurdu ki, gece ve gündüzde güneş ve ay gibi ziyâ verirdi.)
(Allahü teâlâ hazret-i Mûsâ'ya;) bu mûcizelerle Fir’avn'a git. Onu bana kulluk etmeye dâvet et ki, o, azgınlık ve taşkınlıkta, inâd ve kibirde pek ileri gitmiş, haddi asmıştır buyurdu.
(Böylece peygamberlik ile vazifelendirilmiş olan) Mûsâ (aleyhisselâm) arzetti ki; “Yâ Rabbî! Göğsümü geniş eyle (ki, sıkıntı ve meşakkatlere, Fir’avn ve orta tâbi olanların kötü ahlâklarına sabır ve tahammül edeyim. Fir’avn ve kavmine, senin bana verdiğin peygamberliği tebliğde), işimi âsân, kolay eyle. Lisânımdaki ukdeyi (düğümü) de çöz, hallet ki, Fir’avn ve kavmi sözlerimi anlasınlar. (Yukarıda anlatıldığı gibi, Mûsâ aleyhisselâm çocukluğunda Fir’avn’ın sarayında mübârek ağzına ateş almak mecbûriyetinde kalmış idi. Ağzına aldığı bu kor parçası, mübârek dilini yaktığından, lisânında bir düğüm, ukde meydana gelmişti. Tûr Dağı’nda, bunun giderilmesi için de duâ ve niyazda bulunmuş, duâsı kabûl edilip, lisânındaki kusur kaldırılmıştır. Yine Mûsâ aleyhisselâm, münâcâtına devam ederek dedi ki:) ve bana ehlimden (ailemden) kardeşim Hârûn'u vezir et ki, bana yardımcı olsun. (Hârûn aleyhisselâm Hazret-i Mûsâ'dan yaşça büyük ve lisânen daha fasîh idi. Fakat, Hazret-i Mûsâ'nın dilinde bulunan ukde kaldırılınca, ondan daha fasîh oldu.) Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu; içimde (peygamberlikte, peygamberliğin hükümlerini tebliğde) bana ortak eyle. Tâ ki, seni çok tesbîh edelim. (Her türlü kusur ve noksanlıklardan uzak olduğunu zikredelim.) Verdiğin nîmetlerden dolayı sana çok hamd-ü senâ edelim. Şüphesiz ki, sen bizim hâlimizi en iyi bilensin ve görensin.
(Mûsâ aleyhisselâmın bu niyâzından sonra,) Allahü teâlâ; “Yâ Mûsâ! İstediklerinin hepsi sana verildi” buyurdu.”
Yine Tâhâ sûresinin 41, 42 ve 43. âyet-i kerîmelerinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki: “Yâ Mûsâ! Ben seni kendime (peygamber olarak) seçtim. Şimdi sen ve kardeşin Hârûn, benim âyetlerimle (mucizelerimle) gidin. Benim zikrimde (emir ve nehylerimizi bildiren vahyimizi tebliğ etmekte, beni tesbîh etmekte ve bana ilticâ etmekte, sığınmakta) aslâ yorulmayın, usanmayın ve gevşeklik göstermeyin.”
Hazret-i Mûsâ'nın Tûr Dağı’na bu birinci gidişinde, kendisine peygamber olduğu ve daha başka bâzı şeylerle berâber ayrıca, Allahü teâlâ tarafından on levha hâlinde bâzı husûslar (esaslar) da bildirildi. “Arâis-ül-mecâlis”de nakledildiğine göre, on levha hâlinde bildirilen bu esaslar şöyledir.
“Rahmân ve Rahim olan Allah'ın ismiyle. Bu, Melik ve Cebbâr, Azîz ve Kahhâr olan Allahü teâlâdan, kulu ve resûlü Mûsâ bin İmrân'a yazılmıştır. Beni tesbîh ve takdis et! Benden başka mâbud yoktur, yalnız bana ibâdet et. Bana hiç bir şeyi şerik (ortak) koşma! Bana ve ana-babana şükret! Dönüş banadır. Akıbet, dönüp varılacak yer benim huzûrumdur. Sana temiz bir hayat veririm. Allah'ın sana haram ettiği hiç kimseyi öldürme! Yoksa göğü ve yeri sana dar ederim. İsmimle yalan yere yemîn etme! Çünkü ben, ismimi tâzim etmeyeni temiz ve pâk etmem! Kulağınla duymadığın, gözünle görmediğin ve kalbinle vâkıf olmadığın şeye şâhidlik etme! Çünkü ben, şâhidleri, kıyâmet günü, şâhidlikleri üzere durdururum ve yaptıklarından sorarım. İnsanlara verdiğim rızık ve nîmetlere hased etme! Çünkü hasetçi nîmetime düşmandır ve taksimime râzı değildir. Zinâ ve hırsızlık etme! Yoksa vechimi senden perdelerim, ettiğin duâlar makbûl olmaz. Benden başkası için kurban kesme. Çünkü yeryüzünde kesilen kurbanlardan benim ismimle kesilmeyenler benim katıma çıkarılmaz. Bana inanan kullarım, sakın zinâ etmesinler. Çünkü katımda en kızdığım şey budur. Kendin için sevdiğini insanlar için de sev, sevmediğini, kendin için istemediğini onlar için de isteme.”
Bu husûslar, Tevrât-ı şerîf nâzil olduğunda onda da bildirilmiştir. Âlimler de, değişik zamanlarda çeşitli peygamberler vâsıtasıyla gönderilen (bildirilen) hak dinlerin esâsının da, bu husûslar olduğunu söyleyip, haber vermişlerdir.
Rivâyet edilir ki: Allahü teâlâ ile olan bu vâsıtasız, mekânsız ve cihetsiz ve nasıl olduğu bilinmeyen ve mükâlemesinden (konuşmasından) sonra âilesinin yanına dönen, onlarla Allahü teâlânın ihsân ettiği kolaylıkla yoluna devam eden Hazret-i Mûsâ, peygamberlik vazifesi gibi büyük bir mes’ûliyetin kendisine verilmesinin heyecanı ile yol alıyordu. Allahü teâlâ vahyedip; “Korkma ve sabırsızlanma!” buyurdu. Diğer taraftan, o sırada Mısır'da bulunan Hazret-i Hârûn'a da vahiy geldi. Allahü teâlâ ona; Hazret-i Mûsâ'nın gelmekte olduğunu, ona ve kendisine peygamberlik verdiğini, onu (Hârûn'u) Hazret-i Mûsâ'ya vezir (yardımcı) yaptığını haber verdi ve; “Zilhicce ayının evvelinde, Cumârtesi günü, habersizce Nil Nehri kenarına Mûsâ'yı karşılamaya git!” buyurdu.
Hârûn aleyhisselâm, bildirilen zamanda gitti. Biraz sonra Hazret-i Mûsâ ve yanındakiler çıka geldi. İki kardeş güneş doğmadan önce, Nil Nehri kenarında karşılaştılar. Uzun müddet ayrılıktan sonra karşılaşan bu iki büyük peygamber ve iki kıymetli kardeş kucaklaşıp birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra, Mûsâ aleyhisselâm ona; “Ey Hârûn! Haydi benimle gel. Fir’avn'a gidelim. Zirâ Allahü teâlâ ikimizi vazifeli olarak onu îmâna dâvete gönderdi” deyince, Hârûn; “Başüstüne” dedi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget