Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Rivâyete göre Hazret-i Mûsâ, bir gün Münîf isimli bir beldede, Mısırlı bir Kıptî kâfirinin, Benî İsrâil'den birine işkence ettiğini gördü. Rivâyete göre, işkence gören İsrâiloğullarından Sâmirî isminde biri idi. Hasmı da Fâtûn isminde Fir’avn’ın ekmekçisi olan bir Kıptî idi.
Fâtûn, sarayın mutfağı için odun satın almıştı ve Sâmirî'ye; “Bu odunları taşı!” demişti. Taşımayınca ona zulmetmeye başlamıştı. Bu esnada Mûsâ aleyhisselâm da oradan geçiyordu. Sâmirî, kendine haksızlık yapan Mısırlıya karşı ondan yardım istedi.
Nitekim Kasas sûresinin 15. âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Mûsâ aleyhisselâm bir gün saraya geldiğinde, Fir’avn, Münif şehrine gitti denildi.) Mûsâ (aleyhisselâm) şehir halkının meşgûl olduğu (öğle uykusunda oldukları, cadde ve sokakların tamâmen boş olduğu) bir sırada (Fir’avn’ın bulunduğu) şehre girdi. Şehre girdiğinde birbirleriyle kavga eden iki adama rastladı. Bu iki kimseden biri Mûsâ'nın (aleyhisselâm) tarafından (yani İsrâiloğullarından) diğeri de düşmanları olan taraftan (yani Kıbtîlerden) idi. İsrâiloğullarından olan kimse, hasmı olan Kıbtîye karşı, kendisine yardım etmesi için Mûsâ'dan (aleyhisselâm) yardım istedi...” buyruldu.
Mûsâ aleyhisselâm Kıptîye; “Bırak onu!” diye bağırdı. Fırıncı; “Ben onu, senin babanın işi için alıyorum, Sen ise ona yol veriyorsun” dedi. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî’yi onun elinden kurtarmaya çalıştı. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “…Öyle olunca, Mûsâ eliyle Kıbtî'nin göğsüne vurdu. Adam ölüverdi. Mûsâ (aleyhisselâm) yaptığı bu işten mahcub oldu ve; Bu (yâni maktûlün yaptığı iş) âşikâre azdırıcı bir düşman olan şeytanın amellerindendir dedi. Mûsâ (aleyhisselâm)Allahü teâlâya münâcât ederek; “Yâ Rabbî! (senin emrin olmadan o Kıbtî’nin ölümüne sebep olmakla) ben nefsime yazık ettim. Benim hatâmı mağfiret eyle dedi. Allahü teâlâ da onu mağfiret etti. Çünkü Allahü teâlâ, çok mağfiret edici ve kullarına çok merhametlidir.”
Bu âyet-i kerîmede, Kıbtî’nin ölmesi husûsunda hazret-i Mûsâ'nın bir kastının bulunmadığı, hâdisenin bu şekilde netîcelenmesine üzüldüğü ve Allahü teâlâdan özür dilediği bildirilmektedir.
Kâdı Beydâvî hazretlerinin bildirdiğine göre, âyet-i kerîmede, Hazret-i Mûsâ'nın dâhil olduğu (girdiği) bildirilen şehir, şimdiki Mısır'ın batısındadır ve ismi Münif'dir. Bu şehrin ismine Ayn-üş-şems denildiği, ayrıca başka isimlerinin olduğu da rivâyet edilmektedir.
Âyet-i kerîmede, Mûsâ aleyhisselâmın, şehir halkının gaflette oldukları, meşgûl olup, ortalıkta bulunmadıkları bir sırada şehre girdiği bildirilmektedir. Bunun sebebi hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Fahrüddîn-i Râzî hazretleri tefsîrinde buyuruyor ki: Bu hâdisenin bildirildiği âyet-i kerîmeden önceki âyette (Kasas sûresi: 15) Allahü teâlâ meâlen; “Mûsâ'nın (aleyhisselâm) yaşı kemâlini bulup, aklı, rüşdü, müsâvî olunca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte biz, iyilik, ihsân sâhiplerini böylece mükâfâtlandırırız” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm rüştüne (yaş olarak olgunluğa) kavuşup, kendine ilim ve hikmet verilince, Fir’avn’ın dîninin bâtıl, bozuk olduğunu bildi. Zâten Allahü teâlâ, diğer peygamberler gibi onu da muhâfaza etmiş, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmek bir yana, böyle şeylere hiç yaklaşmamıştı. Hikmet ve ilim verilince, Fir’avn’ın ve çevresinin dinlerinin bozukluğunu, daha iyi anladı. Bundan sonra, Fir’avn’ın ve kavminin içinde bulundukları hâli ayıplamaya, onların zulüm yaptıklarını anlatmaya başladı.
Tabi ki, Âsiye'nin her türlü gayretine, yatıştırmaya çalışmasına rağmen, Fir’avn ve onun kavmi olan Kıptîler, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) aralarından ayırmaya, yanlarından uzaklaştırmaya çalıştılar. Korkutmaya kalkıştılar. Hazret-i Mûsâ da onların arasından ayrılıp, çıktı. Bu sebeple, Fir’avn’ın bulunduğu beldeye, gizlice ve endişe içinde girerdi. Açıktan açığa giremez oldu. Çünkü Kıptîler tehdit ediyorlardı. Bir de onlar her kötülüğü yapabilirlerdi.
Rivâyet olundu ki, Kıptînin ölmesi hâdisesini; kavgada bulunan Sâmirî'den başka hiç kimse bilmiyordu.
Bu hâdiseden sonra, endişe içinde şehirde halkın arasında söylentilere kulak verdi. Kıptîler, hâdiseyi haber alınca, o sırada şehirde bulunan Fir’avn'a gelerek; “İsrâiloğulları yakınlarımızdan olan bir adamı öldürdüler. Onlardan bizim hakkımızı al! Onları bırakma ve bu yaptıklarını yanlarına koyma!” dediler. Fir’avn; “Öldüreni ve şâhidleri bana getirin. Çünkü delilsiz, şâhidsiz karar vermek doğru olmaz” dedi. Dolaşıp, araştırdılar, bir delil bulamadılar. Fir’avn, aranılan şahsın bulunması için şehirden ayrılmadı, o gün orada kaldı.
Mûsâ aleyhisselâm olanları öğrendi. O geceyi endişe içinde geçirdi. Rivâyete göre, Hazret-i Mûsâ'nın, Kıbtînin elinden kurtardığı kimse, her ne kadar İsrâiloğullarından ise de mü’min değildi. Nitekim, Mûsâ aleyhisselâm, hatâ ile Kıbtî’nin ölümüne sebep olduğum için, Allahü teâlâ beni affetmekle ve Fir’avn'a yakalattırmamakla bana ihsânda bulundu. Öyleyse ben, bu nîmetlerin hakkı için bir daha hiç bir kâfire arka çıkmayayım, yardım etmeyeyim diye düşündü. O geceyi endişe içinde geçiren hazret-i Mûsâ, sabah olunca bu endişe ile kaldığı yerden çıktı. Yeni durumdan haberdâr olmak istiyordu. Çarşıya çıktığında bir de ne görsün, dün Kıbtî’nin elinden kurtardığı İsrâiloğlu, bu gün de yine bir Kıptî ile kavga ediyor. İsrâiloğlu yine Hazret-i Mûsâ'dan yardım istedi. Nitekim Kasas sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: (Mûsâ aleyhisselâm, kendisini yakalarlar ve ölen Kıbtînin kısasını isterler diye) şehirde endişe ile sabahladı. Etrâfı gözetlemekten de geri kalmadı. Sabah olunca, bir de ne görsün, dünkü Kıptî'nin elinden kurtardığı İsrâiloğlu, bugün de bir Kıptî ile münâkâşa ediyor ve yine hasmına karşı Mûsâ'dan (aleyhisselâm) yardım istiyor. Hazret-i Mûsâ ona; (dün bir Kıbtî’nin ölümüne sebep olmuşken, bu gün başka birine karşı kendisinden imdâd istemesine üzülerek ve gadab ederek o İsrâiloğluna;) “Şüphe yok, sen elbette apaçık bir azgınsın” dedi.” “Dün kavga ettin. Kavgaya beni de kattın. Şimdi bir başkasıyla dövüşüyor, yine yardımımı istiyorsun. Nedir senin bu yaptığın? Dünkü hâdiseden ibret almadın mı? Niye gücünün yetmediği kimselerle dövüşüp duruyorsun...?” demek istedi. Bununla berâber, ona yardım etmemesi hâlinde İsrâiloğlunun dünkü hâdiseyi Fir’avn’ın adamlarına bildirmesi ve kendisini ele vermesi ihtimâline karşı yine de yardım etmek istedi. Gadablı bir şekilde böyle söyledi, bununla berâber, çabucak onu Kıptî’nin elinden kurtarmak için sür’atle yanlarına yaklaştı. Maksadı, bir an önce, İsrâiloğlunu Kıptî’nin elinden kurtarıp onun muhtemel zararından kurtulmak ve çabucak oradan uzaklaşmaktı. Kıbtî’yi tutup İsrâiloğlundan ayırmak için, aceleyle üzerine yürüdü. Biraz evvel, İsrâiloğlunu azarlayıcı sözler söylediğinden, İsrâiloğlu çok korkup, Hazret-i Mûsâ'nın Kıbtî’yi değil de kendisini tutmak istediğini zannetti. Heyecanla dünkü olan hâdiseyi söyleyiverdi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde Kasas sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirilmiştir: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm), kendisine ve o İsrâiloğluna düşman olan Kıbtî’yi tutmak istedi. (Daha önce İsrâiloğlunu, azgınsın diye azarlamış olduğundan; o zannetti ki, Mûsâ (aleyhisselâm) Kıbti’yi değil de kendini tutup öldürecek. Bu zannının gâlib olmasıyla) dedi ki; “Yâ Mûsâ! Dün ölümüne sebep olduğun adam gibi, bu gün de beni katletmeye mi kastediyorsun. Ara buluculardan olmayı arzu etmiyorsun da bu yerde, yaman bir zorba (mı) istiyorsun?.”
Orada İsrâiloğlu ile kavga eden Kıptî, hasmından bu sözleri duyunca, dünkü Kıptî Fâtûn'un ölümüne sebep olanın, Mûsâ (aleyhisselâm) olduğunu anladı. Ellerinden sıyrılıp kurtuldu ve koşarak Fir’avn’ın yanına gitti. Fir’avn ile görüşmek istediğini, mühim bir şey bildireceğini söyledi. Fir’avn'a haber verildiğinde, görüşme isteğini kabûl ederek; “Onu içeri alabilirsiniz. Kendisi yakın tanıdığımız, dostumuzdur” dedi. İçeri alınan Kıptî, olan biteni Fir’avn'a anlattı.
Bunun üzerine, önceki gün ölen Kıptî'nin yakınları, Fâtûn'un ölümüne sebep olan kimse tespit edildiğine göre hemen kısas yapılmasını yâni akrabâları yerine, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) katledilmesini istediler. Fir’avn ile etrâfındakiler, bir de Kıptî kavminin ileri gelenleri toplanarak, aralarında istişâre edip, kısas yapılmasını kararlaştırdılar. Hattâ istişâre etmekten, birbirlerinin fikirlerini almaktan ziyâde, Mûsâ aleyhisselâmın katledilmesi için birbirlerine, emirler veriyorlardı. Nihâyet Fir’avn, derhal, Hazret-i Mûsâ'nın yakalanmasını ve katledilmesini emretti. “Onu bulun! Şehirden çıkmamıştır. Başka bir yere gidemez. Yol bilip çıkartacak birisi değildir” dedi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Sular, sanki onu taşımanın idrâkinde imiş gibi, yavaş yavaş, kaldırıp indirerek uzaklaştırdı. Nil Nehri, Fir’avn’ın sarayının civârından geçerken büyük bir kanal ile, içinde sarayın da bulunduğu bahçeye ayrılırdı. Sandık bu kanaldan sarayın yakınına kadar geldi. Su almak için kanala gelen câriyeler sandığı sarayın bahçesindeki ağaçların arasında buldular. İçinde para vardır zannıyla alıp, açmadan Fir’avn’ın hanımına götürdüler. Fir’avn’ın hanımı olan Âsiye, sandığı açınca şaşırdı. Çünkü akıllara durgunluk verecek güzellikte bir oğlan çocuğu vardı. Allahü teâlâ Âsiye'nin kalbine, bu çocuğa karşı muhabbet ve acıma hissi verdi ve Âsiye büyük bir sevgi ile ona bağlanıp hep hizmetinde bulundu. Doğan çocukları öldürmekle meşgûl olan vazifeliler, bir çocuk bulunduğunu haber alınca, doğruca Âsiye'nin yanına gelerek, onu öldürmek istediler. Âsiye, onlara; “Sabredin! Bu çocuk İsrâiloğullarını arttırmaz ya. Ben Fir’avn'a gidip, onu bana bağışlamasını isteyeceğim. Bağışlarsa, iyilik etmiş olursunuz. Şâyet öldürülmesini emrederse, o zaman ne sözüm olur” dedi. Sonra bebeği Fir’avn'a götürdü. Fir’avn, bebeğin öldürülmesini istedi ve; “Bunun İsrâiloğullarından olmasından korkarım. Bu, bizim elinde helâk olacağımız ve onun sebebiyle mülkümüzün elimizden gideceği kişi olabilir” dedi. Âsiye, Fir’avn çocuğu kendisine bağışlayıncaya kadar susmadan hep konuştu ve nihâyet onu iknâ etti. Âsiye, çocuğu kurtarıp emniyette olunca, ona hâline göre bir ad vermek istedi ve ismini Mûşâ koydu. Çünkü o, (mû) ve (şâ) yâni su ve ağaç arasında bulunmuştu. Kıptî lisânında suya, mû, ağaca ise şâ derler. Arapçaya geçen bu kelime daha sonra Mûsâ oldu.
Kasas sûresinin 8-10. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Bunun üzerine, Fir’avn’ın âilesi, daha sonra kendileri için bir düşman ve bir üzüntü sebebi olacak olan Mûsâ'yı (aleyhisselâmbulup aldılar. Çünkü Fir’avn da, (Fir’avn’ın veziri olan) Hâmân da, bunların orduları da hep suçlu, hatâlı (müşrik ve günâhkâr insan) lardı.
Fir’avn’ın hanımı (çok merhametli bir kadın olan Âsiye binti Müzâhim, Fir’avn'a) dedi ki: “Bu çocuk, benim ve senin göz nûrumuz olsun. Onu öldürmeyin. Olur ki, bize faydası dokunur, yâhut onu evlât ediniriz.” Halbuki onlar işin farkında değillerdi.
(Evlâdının Fir’avn’ın eline geçtiğini haber alan) Mûsâ'nın (aleyhisselâmannesi, kalbi (evlâdının derdinden, üzüntüsünden başka her şeyden) boş olarak (aklı başında olmayarak veya oğlunu hatırlamaktan ve onu düşünmekten başka hiç bir düşüncesi olmayarak) sabahladı. Hattâ o kadar oldu ki, şâyet biz, vâdimize inanan mü’minlerden olması için kalbine sabrı, sebâtı yerleştirmeseydik, az kalsın işi meydana çıkaracaktı. (Dehşetinden; O benim oğlumdur deyiverecekti. Fakat bizim ona verdiğimiz sâkinlik sayesinde mes’eleyi gizlemeye muvaffak oldu).”
Rivâyete göre, Âsiye, Mûsâ aleyhisselâmı Fir’avn'a götürüp, onu öldürmemesi için çok ısrâr etmişti. Hattâ, bu çocuğun İsrâiloğullarından olduğu kat’î belli olmadığını, başka bir kavimden olma ihtimâlinin de bulunduğunu bildirdi. “Hem İsrâiloğullarından olsa bile bir çocukla onların nüfusları mı artacak. Bu, hem senin hem de benim göz nûrumuz olsun. Bunu öldürmeyiniz. Olur ki bize faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz” dedi. Bu ısrâr karşısında Fir’avn, öldürmek fikrinden vazgeçti. Onu evlat edinmek husûsunda ise; “Ben istemem, senin olsun” dedi.
Tefsîr âlimleri; “Şâyet, Âsiye gibi Fir’avn da Mûsâ aleyhisselâmı benimsemiş olsa ve; Evet, berâberce bunu evlat edinelim” deseydi. Allahü teâlâ, Âsiye'ye nasîb ettiği gibi ona da hidâyet verirdi” diye bildirmişlerdir.”
İşte o günden sonra, Hazret-i Mûsâ, Fir’avn’ın sarayında yetişmeye başladı. Ne garip bir tecellî ve ne büyük bir hikmettir ki, Fir’avn, tâcının ve tahtının yok olup gitmesine sebep olacak bir çocuğu sarayında kendi kucağında büyütmeye başlamıştı. Hem de, tam bir hürmet ve büyük bir ihtimam ile yetiştiriliyordu. Bir taraftan bu çocuğu aramak, bulmak ve ortadan kaldırmak için hazîneler sarfediyor, binlerce masum yavrunun kanını akıtıyor; bağrı yanık anaların, gözü yaşlı babaların yüreklerini deliyor, bir taraftan da aradığı çocuğu bizzat kendi eliyle besleyip büyütüyordu.
İslâm âlimleri bildiriyorlar ki, âlemde bunun benzeri misâllere çok tesâdüf edilir. Ekseri zâlimlerin, kendi düşmanlarını kendi ellerinde besledikleri ve kendisine hizmetçi eyledikleri kimselerin elinde helâk oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, o zâlimlerden intikâmını başka sûretle de almaya elbette kâdir olup, her şeye gücü yeter. Bununla berâber, zâlimin pek aşağı gördüğü, hattâ hizmetçisi durumundaki birisi vâsıtasıyla helâk edilmesinde çeşitli hikmetler vardır. Böylece, zâlimin de âciz, zavallı, muhtâç bir mahlûk olduğu anlaşılmakta ve başkalarının bu hâlden ibret alması, kendine çeki düzen vermesi gerekmektedir.
Rivâyete göre, sarayda Âsiye tarafından evlad edinilen Hazret-i Mûsâ için, o gün bir süt anne bulunması kararlaştırıldı. Ne kadar süt anneler bulunduysa da, bebek hiç birini emmedi. Diğer taraftan, Hazret-i Mûsâ'nın annesi, çocuğunu Nil Nehri’ne bıraktıktan sonra, kendisi sandığı tâkib ederse dikkat çekeceğinden, sandığı tâkib etmesi ve durumdan kendisine haber vermesi için kızını, yâni Hazret-i Mûsâ'nın kardeşini gönderdi. Adının Meryem veya Gülsüm olduğu rivâyet edilen bu kız, kardeşi Mûsâ'nın bulunduğu sandığı tâkib etti. Nihâyet sandığın Fir’avn’ın sarayına götürüldüğünü, çocuğu emzirmek için süt anne arandığını, bunun için pekçok kadının saraya geldiğini gördü. Hattâ gelen kadınlarla birlikte saraya girdi. Mûsâ aleyhisselâmın hiç birinin sütünü emmediğini görünce çok sevindi. Sonra; “Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim, onun buraya gelmesinde size delâlet edeyim mi?” dedi.
Meryem, her ne kadar durumu sezdirmemeye âzamî gayreti gösteriyor, heyecanını gizlemeye çalışıyorsa da, diğer insanlardan farklı bir hâlinin olduğu belliydi. Bunu ilk farkeden, Fir’avn’ın veziri Hâmân oldu. Hâmân, Meryem'e; “Senin telâşın nedir ki, ona süt annelik yapacak birini bildiğini söylüyorsun? Yoksa bu çocuk senin kardeşin mi ha!” diye söylendi.
Meryem, durumun ne kadar hassas olduğunu, bunu hiç sezdirmemesi gerektiğini gâyet iyi biliyordu. Hemen kendini toparladı. “Hiç! Sarayda bulunanların, süt anne bulmak için olan telâş ve gayretlerini gördüğümden, onlara yardımcı olmak istedim o kadar” dedi. Bu husûslar, Kasas sûresinin 11 ve 12. âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle beyân buyruldu: “Mûsâ (aleyhisselâmın) annesi, (kızı Meryem'e yâni Mûsâ'nın) kız kardeşine dedi ki: “Kardeşinin ardı sıra git! Onu tâkib et. Ne olduğunu anlayıp, bana haber getir”. O da Mûsâ'nın (aleyhisselâm) bulunduğu sandığın nasıl gittiğini, nereye vardığını uzaktan gözetledi. Onlardan hiç biri (ne Fir’avn, ne de başkaları, onun sandığı gözetlemek için geldiğini, hem de sandıkta bulunan çocuğun kendi kardeşi olduğunu) anlayamadı. (Onlar çocuğa süt anası bulunması için çalışıyorlardı.) Mûsâ'nın (aleyhisselâm) (kız kardeşi veya annesi gelmezden) evvel, biz Mûsâ'ya (aleyhisselâm) süt anaların sütünü emmeyi yasaklamıştık. (Böyle olunca o, getirilen süt analardan hiç birinin sütünü emmiyordu.) Mûsâ'nın kardeşi (Meryem), oraya kadar gelerek, bu hâli görünce, onlara dedi ki: “Ben size, bu çocuğun hizmetinde bulunacak, emzirilmesinde ve yetiştirilmesinde kusur etmeyecek ve ona nasîhatçi olacak bir âile bildireyim mi?”
Meryem böyle söyleyince hemen onunla alakalandılar ve; “Sen tanıyorsan, onu bulmamızda bize yardımcı ol!” dediler. Meryem dedi ki: “O benim annemdir.” “Annenin oğlu var mıdır?” dediler. “Hârûn nâmında bir oğlu vardır. Çocukların katlolunmadığı sene doğmuştu” dedi. Bunun üzerine; “Bu söylediklerin gerçekten doğru ise o kadını (anneni) getir!” dediler. Meryem, sevinç ve heyecanla annesinin yanına döndü ve olanları haber verdi. Sonra da annesini Fir’avn’ın sarayına götürdü.
Annesi saraya geldiğinde, Mûsâ (aleyhisselâm) Fir’avn’ın ellerinde ağlıyor, Fir’avn ise onu dindirmeye çalışıyordu. Oraya giren annesi (orada bulunalara göre yeni bulunan süt annesi) çocuğu kucağına alır almaz sesini kesti. Sütünü kabûl edip emmeye başladı. Fir’avn da günde bir dinâr ücretle, Mûsâ'yı ona, süt çocuğu olarak verdi.
Rivâyete göre bundan sonra, Hazret-i Mûsâ'nın annesi, oğlunu alıp evine götürdü. Böylece Allahü teâlânın, Kasas sûresinin 7. âyetinde; “…Muhakkak ki, biz yakın zamanda onu sana geri döndürürüz…” şeklindeki vâdi gerçekleşmiş oldu.
Nitekim Kasas sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “İşte böylece biz, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) annesine iâde ettik. Tâ ki onunla gözü aydın olsun. Onun ayrılığıyla hüzün çekmesin. Ve Allahü teâlânın vâdinin şüphesiz bir hak olduğunu bilsin. Lâkin insanların çoğu, Allahü teâlânın vâdinin hak olduğunu bilmez.”
Fahrüddîn-i Râzî hazretleri bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Dahhâk'ın (rahmetullahi aleyh) şöyle dediğini bildiriyor: “Mûsâ'nın (aleyhisselâm), diğer süt anaların sütlerini emmediği hâlde, bu hanımın sütünü emdiğini anlayan vezir Hâmân; Hazret-i Mûsâ'nın annesine; “Sen her hâlde bu çocuğun annesisin” dedi. O da; “Hayır. Ben onun annesi değilim” deyince, Hâmân; “Öyleyse bu çocuk, senden evvel başka kadınların sütünü hiç kabûl etmediği hâlde senin sütünü nasıl kabûl etti?” diye sordu. Hazret-i Mûsâ'nın annesi de; “Ey melik! Ben hoş kokulu, sütü tatlı olan bir kadınım. Her çocuk benim kokumu duyunca hemen bana sarılır ve sütümü emer” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi birden; “Doğru söylüyorsun” diye iltifât ettiler ve her biri ona altın ve cevâhirden, çeşitli hediyeler verdiler.
Rivâyete göre, Âsiye'nin evlat edindiği Hazret-i Mûsâ'ya böylece süt anne bulunmuştu. Âsiye, Mûsâ aleyhisselâmın annesine; “Yanımda, sarayda kal! Bu çocuğu emzir. Muhakkak ki ben, hiç bir şeyi bu çocuk kadar sevmiyorum” dedi. O da, Hârûn aleyhisselâmdan bahsederek, evinde başka bir çocuğu daha bulunduğunu söyledi. Sonra; “Evimi ve evimdeki çocuğumu terk edemem, helâk olurlar, müsâdeniz olur, gönlünüz rahat ederse, bana verin. Âileme, çocuğumun yanına götürüp, ona bakayım. Benimle olduğu müddetçe ona iyilikten başka bir şey yapmam. Aksi hâlde evimi ve evdeki çocuğumu bırakamam” dedi. Onun, oğlu Mûsâ'ya (aleyhisselâm) olan şefkâtinin çokluğu sebebiyle; “Her hâl ve şart altında, onu emzirmeye, ona bakmaya hazırım” demeyip de; “Evime götürmeye müsâde ederseniz ona süt annelik yaparım. Aksi hâlde evimi ve çocuğumu terk edemem” gibi Âsiye'yi zorlayıcı bir ifâde kullanmasının sebebi vardı. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine çocuğunu yakın zamanda iâde edeceğini vadetmişti. Bir de yakînen, kat’î olarak biliyordu ki Allahü teâlânın vâdi haktır ve mutlaka gerçekleşir.
Nihâyet Âsiye bu teklifi kabûl etti ve annesi Hazret-i Mûsâ'yı alıp evlerine getirdi. Akşam; ciğerpâresini, nehre emânet etmekle gönlü mahzûn, Fir’avn'ın eline geçtiğini işitince, öldürecekler endişesiyle perişân vaziyette ciğeri yanan o gönlü yaralı anne; ertesi gün her türlü afetten kurtulmuş, selâmette ve her hâliyle rahat ve neşeli idi. Fir’avn’ın sarayında herkesten iltifât görüyor, her birinden çok kıymetli hediyeler alıyor ve işin en mühimi de, zâyi olmasından korktuğu ciğerpâresini kucağında buluyordu. Bu anda onun kalbinde bulunan rahatlık ve sürûru dile getirmek elbette mümkün değildir. Hazret-i Mûsâ'nın annesi, çocuğu kucağında olarak evine geldiği zaman, sevinç gözyaşları döküyor, Allahü teâlâya çok şükrediyor, yerinde duramıyor, âdetâ kendisini kaplayan sevinç ile uçuyordu. Bütün bu heyecan ve coşku esnâsında, kendini tutamayıp; “Bu bir süt çocuğu değil, benim kendi öz evlâdım, ciğerpâremdir” diye haykırıverirse durum tamâmen tersine dönebilirdi. O ise, bunu pekâlâ biliyor ve kendini tutmaya bilhassa gayret sarfediyordu. Allahü teâlâ onu muhâfaza etti ve bu husûsta bir tek kelâm söylettirmedi.
Nitekim Kasas sûresinin 10. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Şâyet biz, vâdimize inanan mü’minlerden olması için kalbine sabrı, sebâtı yerleştirmeseydik, az kalsın o, işi meydana çıkaracaktı. (“O benim oğlumdur” deyiverecekti. Fakat bizim ona verdiğimiz sâkinlik sâyesinde, mes’eleyi gizlemeye muvaffak oldu.) Mûsâ aleyhisselâm biraz gelişip, hareket etmeye başlayınca, Âsiye, Hazret-i Mûsâ'nın annesine; “Çocuğumu bana göstermeni istiyorum” dedi. Sonra görüşmenin sarayda yapılması için aralarında bir gün tâyin ettiler. Âsiye, husûsî adamlarına ve me’murlarına; “Biriniz noksan olmamak üzere hepiniz oğlumu hediye ile karşılayacaksınız. Hakkınızdaki kanaatim, karşılama esnâsında göstereceğiniz dikkate ve ona vereceğiniz hediyelere bağlıdır” dedi. Bunun üzerine annesi ile birlikte evlerinden alınan Hazret-i Mûsâ, sarayda Âsiye'nin odasına götürüldü. Görülmemiş bir karşılama merâsimi yapıldı. Evlerinden çıkıp, saraydaki husûsî odaya girinceye kadar, her adımda, kıymetli hediyeler takdim edildi. İçeriye girince, Âsiye çok sevindi. Muhabbetle sarılıp, onu sevdi. Çok ikrâmda bulundu. Annesinin çocuğa çok iyi bakmış olmasına da hayran oldu. Sonra çocuğun, Fir’avn'a götürülmesini, onun da ikrâmda bulunacağını söyledi. Götürdüler, Fir’avn onu alıp, kucağına oturttu. Fir’avn'ın sakalı çok uzundu. Mûsâ aleyhisselâm, Fir’avn'ın sakalını yakalayıp sertçe çekti. Hattâ kıl da kopardı. Kucağına alır almaz, Fir’avn'ın yüzüne tokat vurduğu da bildirilmiştir.
Bâzı rivâyette bildirildi ki, Fir’avn’ın yanına geldiğinde, Mûsâ aleyhisselâmın elinde küçük bir kamçı vardı, onunla oynuyordu. Hazret-i Mûsâ, bir ara elindeki kamçı ile Fir’avn'ın başına vurdu. Fir’avn çok kızdı ve bunu kötüye yorumlayıp; “Aradığım düşmanım budur?” dedi. Çocuk boğazlayan adamlarına, onu öldürmeleri için haber gönderdi. Fir’avn'ın hanımı Âsiye, bu haberi öğrenince, koşarak Fir’avn'ın yanına geldi ve; “Bana bağışladığın bu çocuk hakkında ne yapmayı düşündün?” dedi. O da Mûsâ aleyhisselâmın yaptığını anlattı. Âsiye; “O çocuktur, aklı ermez. Bunu çocukluğundan yaptı. Ben şimdi ikimiz arasında ona bir iş yapayım da, hakkında haklı konuştuğumu anla” dedi. “Altın ve yâkut gibi ziynet ve kıymetli şeyler ile, bir de ateşin korunu önüne koyayım. Yâkutu alırsa, akıllıdır. O zaman onu öldürt. Ateş parçasını alırsa, anla ki çocuktur” dedi. Yanına, içinde altın ve yâkut olan bir tabakla; yine içinde ateş koru bulunan başka bir tabak koydu. Mûsâ aleyhisselâm, elini cevhere almak için uzatırken, Cebrâil aleyhisselâm, elini ateş koru bulunan tabağın tarafına çevirdi. Mûsâ aleyhisselâm bir ateş parçası alıp, ağzına koyuverdi. Ateş, mübârek diline değdi ve yaktı. Böylece dilinde az bir yara meydana geldi. Bu yara, konuşmasına te’sir etmişti. Tâ ki, ilk olarak Tûr dağına çıktığında, dilindeki bu hâlin gitmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ da kabûl edip, artık o hâlden eser kalmadı ve peygamberliği müddetince çok fasîh, düzgün ve en güzel şekilde konuştu.
Bunun üzerine Âsiye, Fir’avn'a; “Yaptığının, düşündüğünün doğru olmadığını gördün mü? O çocuktur, ne yaptığını, bilmez” dedi. Fir’avn da öldürmekten vaz geçti. Bu yolla da Allahü teâlâ, Fir’avn’ın yapacağı kötülüğü ondan çevirdi. Fir’avn'ın sarayında izzet ve ikrâm içinde kaldı. Allahü teâlâ, Fir’avn'a ve bütün insanlara onu sevdirdi. Onu gören herkes kalbinde, şüphesiz ona karşı bir muhabbet hâsıl olduğunu hissederdi.
Bu husûsta âyet-i kerîmede meâlen; “(Yâ Mûsâ!) sana tarafımdan bir sevgi ilkâ etmiştim” (Tâhâ sûresi: 39) buyruldu.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde; “Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmı sevdi ve insanlara sevdirdi” buyurdu. Katâde (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Allahü teâlâ onun gözlerine öyle bir güzellik vermişti ki, kendisini görenin onu sevmemesi, ona âşık olmaması mümkün değildi.”
İbn-i Zeyd (rahmetullahi aleyh); “Yukarıdaki âyet-i kerîmenin meâli; “Her görene seni sevdirdim. Hattâ Fir’avn'a seni sevdirdim de, onun şerrinden, zararından kurtuldun. Âsiye binti Müzâhim de seni sevdi ve evlâd edindi” şeklindedir” dedi.
İbn-i Atıyye (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ona, öyle bir güzellik vermişti ki, hiç kimse onun yüzüne bakmaya tahammül edemezdi.” Hazret-i Mûsâ bu şekilde Fir’avn’ın sarayında yetişti. Büyüyüp gelişti. Bülûğa erip, olgunlaştı. Artık, Fir’avn’ın binek hayvanlarına biner, onun giydiği gibi kıymetli elbiseleri giyerdi. İnsanların çoğu, Fir’avn’ın oğlu zannedip, süt çocuğu olarak geldiğini bilmezlerdi. Çok kimse onun sebebiyle haksızlık ve alay edilmekten kurtuldu. Kırk yaşına gelince, akrabâlarını öğrenip, onların yanına gitti.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Fir’avn’ın emriyle, doğan bütün erkek çocuklarının öldürüldüğü o sene, Lâvî neslinden yâni Hazret-i Ya’kûb'un üçüncü oğlu olan Lâvî'nin torunlarından İmrân isimli bir zâtın sulbünden, annesi, Hazret-i Mûsâ'ya hâmile oldu.
Abdullah ibni Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet olunduğuna göre, Fir’avn’ın, doğan çocukları hemen öldürmek üzere, İsrâiloğullarına musallat ettiği ebelerden birisi, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) annesinin yakından tanıdığı, samîmi olduğu bir kadın idi. Doğum vakti yaklaştığında, Mûsâ'nın (aleyhisselâm) annesi çocuğuna zarar gelmesi endişesiyle yakın dostu olan o ebeyi çağırıp, gizlice; “İşte benim doğum vaktim geldi. Bugün, dostluğunu, yakınlığını göstereceğin ve bana yardım edeceğin gündür” diyerek ondan yardım istedi. O da peki deyip eve geldi. Nihâyet doğum gerçekleşti. Hazret-i Mûsâ doğar doğmaz, mübârek alnında bir nûr parladı. Ebe, bunu görünce o nûrun te’siriyle bütün vücûdunun titrediğini hissetti. Kalbine, Allahü teâlâ tarafından, Mûsâ'ya aleyhisselâm karşı büyük bir muhabbet verildi. Ebe, bütün kalbinin, bu nûrlu çocuğa muhabbetle dolduğunu hissetti. Kalbinde hissettiği bu görülmemiş muhabbet ile, âdetâ yerinde duramayarak, Hazret-i Mûsâ'nın annesine; “İyi ki bu doğuma beni dâvet ettin. Senin bu oğlunu o kadar sevdim ki, başka hiç bir şeyi onun kadar sevmemiştim. Ben çocuğuna bir zarar vermem ama, senin hâmile olduğun vazifelilerde yazılıdır (kayıtlıdır). Benim arkamdan yâni ben çıktıktan sonra hemen vazifeliler gelir. Oğlunu iyi muhâfaza eyle!” dedi.
Nihâyet ebe evden çıktıktan sonra, bunları gözetleyen bâzı vazifeliler hemen kapıya geldiler. İçeri girmek istiyorlardı. Gelenleri, önce, Hazret-i Mûsâ'nın kız kardeşi Meryem gördü. Hemen; “Anneciğim! Kapıda vazifeliler, Fir’avn’ın adamları var” dedi. Mûsâ'nın (aleyhisselâm) annesi, neye uğradığını şaşırdı. Sanki aklı başından gitmişti. Ne yaptığını bilmiyordu. Can havliyle, çocuğu bir hırkaya sarıp, dışarıdan görünmeyecek şekilde tandırın bir köşesine koydu. Tandır ateşten çok kızmıştı. Fakat o can havliyle bunun farkında bile olmamıştı.
Fir’avn’ın adamları içeri girip, her tarafı aradılar. Tandır kızdığından ve orada çocuk olma ihtimâli hiç akla gelmediğinden tandıra bakmadılar. Allahü teâlânın hikmeti, Hazret-i Mûsâ'nın annesinde de, hiç doğum yapmış bir kadının hâli görülmüyordu. Adamlar hayretle; “Biraz evvel buraya bir ebe kadın gelmemiş miydi?” diye sordular. O da; “O benim tanıdıklarımdan, yakın dostlarımdandır. Beni ziyârete gelmişti” dedi. Bunun ürerine Fir’avn’ın adamları çıkıp gittiler. Hazret-i Mûsâ'nın annesi bu hâlin dehşet ve heyecanını üzerinden atamamışken, birden aklı başına geldi. Orada bulunan kızına; “Çocuk nerede?” diye sordu. Çocuğu ne yaptığını hatırlayamadı. Kızı; “Bilmiyorum” dedi. Çünkü, annesi çocuğu saklarken o, kapıya bakıyordu. Bu sırada tandırdan çocuğun ağlama sesi duyuldu. Sanki, ben buradayım diye, hafif bir ağlama ile haber verdi. Annesi can havliyle oraya koştu. Oğlu tandırda idi ve hiç bir zarar görmemişti. Allahü teâlâ ona, kızgın tandırı serin bir yer eylemişti. Aynen, hazret-i İbrâhim'e ateşin gülistan olması gibi...
Mûsâ'nın (aleyhisselâm) annesi ilk tehlikeyi böylece atlatmıştı. Ciğerpâresinin, Fir’avn’ın zararından korunmasını şimdilik te’min etmiş, yaralı kalbi biraz olsun rahatlamıştı. Bununla berâber, doğumun Fir’avn’ın câsusları tarafından er geç haber alınacağı endişe ve korkusu içindeydi. Bu sırada, Kasas sûresinin 7. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, Hazret-i Mûsâ'nın annesine Allahü teâlâ tarafından ilham gelip, çocuğu ne yapacağı bildirildi. Bu âyet-i kerîmede meâlen buyruluyor ki: “Biz, Mûsâ'nın (aleyhisselâmannesine şöyle ilham ettik (veya rüyâsında gösterdik): “Mûsâ'yı (aleyhisselâmemzir! (Ses çıkarması ve ağlaması sebebiyle yeni doğduğunun anlaşılıp) ona bir zarar gelmesinden (katledilmesinden) korkarsan, onu Nil Nehri’ne bırak. Boğulacağından korkma! Ve ayrılığıyla hüzünlenme, kederlenme! Muhakkak ki biz, yakın zamanda onu sana geri döndürürüz ve onu peygamberlerden eyleriz.”
Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsâ'nın annesine; oğlunu emzirip aç bırakmamasını, Fir’avn’ın adamlarından bir zarar gelmesi ânında onu Nil Nehri’ne bırakmasını, çocuğun kendisine geri verileceğini, bir de Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olacağını bildirmiş ve bu sebeple korkmamasını ilham etmiştir.
O bu ilham ile, oğlunu bir sandık içinde Nil Nehri’ne bırakmak istedi. Mûsâ'nın (aleyhisselâm) doğumundan birkaç gün, başka bir rivâyete göre üç ay sonra, oğlunu Nil'e bırakmak için küçük bir sandık (beşik) satın almak istedi. Kıptîlerden bir marangoza gidip, istediği sandığın vasıflarını bildirdi. Kıptî marangoz; “Böyle bir sandığı ne yapacaksın ki?” diyerek hayretini bildirdi. O ise yalandan hiç hoşlanmadığı için hakîkati olduğu gibi anlattı. Marangoz istediği sandığı yaptı. Sonra gidip bunu Fir’avn’ın me’murlarına haber vermek istedi. Vazifelilerin yanlarına varan marangoz, olanları anlatmaya başlayacağı anda dili tutulup hiç bir şey konuşamaz oldu. Hiç bir söz söyleyemediği gibi, işâretlerle de hiç bir şey anlatamadı. Marangoza kızan vazifelilerin sabırları taştığından döverek, hakâretle onu dışarı attılar.
Marangoz ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığı içinde dükkanına dönünce, hikmet-i Hüdâ, dilinin açılıp konuşabildiğini hissetti. Merâmını anlatmak için, acele ve heyecanla koşarak, yine vazifelilerin yanına geldi. Güyâ kendisini müdâfâa edecek, haklı bir gâye ile, üstelik onların hoşuna gidecek bir şeyi haber vermek için geldiğini ispat edecekti. Büyük bir telâş ile vazifelilerin yanına girdi. Bu sefer dili tutulmakla kalmamış, gözleri de o anda göremez olmuştu. Yine vazifelilerden çok hakâret görüp, dışarı atıldı. Pek perişân ve acınacak hâlde, oraya-buraya çarparak, yolda giderken, yolu bir vadiye düştü. Biraz evvel sapa sağlam bir kimse iken, şimdi konuşamaz ve göremez olmuştu. Bunun ilâhi bir îkâz ve cezâ olduğunu anladı. Yaptığına çok pişman oldu. Kendi kendine; “Şâyet dilim açılır da bu musîbetten kurtulursam, haber vermeye gitmeyeceğim ve bu sırrı hiç bir zaman hiç kimseye söylemeyeceğim” diye ahdetti. Bu içten gelen pişmanlık ve ahdin netîcesinde dili söyler, gözleri de görür oldu. Marangoz sevincinden, hemen Allahü teâlâya îmân edip, şükür secdesine kapandı. Böylece, Hazret-i Mûsâ'nın annesi büyük bir tehlikeden daha kurtuldu.
Sandık, hasır örülen bir cins kamıştan yapılmıştı. Hazret-i Mûsâ'nın annesi sandığı aldı. İçine, atılmış pamuk koydu ve Hazret-i Mûsâ'yı, büyük bir ihtimam ile sandığa yerleştirdi. Sıkıca kapayıp, bağladı. Bundan sonra sandığı Nil Nehri’ne bırakıverdi.
Bir anne için, yeni doğmuş bir çocuğu bu şekilde nehre bırakıvermek, elbette çok zor idi. Fakat o, kendisine ilhâm olunduğu şekilde hareket ediyordu. Sonra, Allahü teâlânın vâdine îtimâd ve tevekkülü de tam idi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget