Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Tahrîm sûresinin 11. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ, îmân edenlere Fir’avn’ın hanımını (Âsiye binti Müzahim'i) bir misâl yaptı. O, (iman etmesi sebebiyle kendisine işkence yapılırken); “Yâ Rabbî! Benim için, nezdinde, Cennet’te bir ev yap. Beni, câhil Fir’avn'dan (onun habis nefsinden, bozuk çevresinden), bâtıl, kötü amelinden (küfür ve isyânından) ve zâlim olan kavmin (Kıbt kavminden olup, zulümde ona tâbi olanların) şerrinden koru” demişti.”
Mûteber kaynaklarda bildirildiğine göre; Âsiye, Fir’avn’ın hanımı idi. Fakat Fir’avn’ın aksine; iyiliksever, şefkâtli, merhametli, zulüm ve haksızlığı aslâ hoş görmeyen bir hanımdı. Zâten senelerce önce, bir sandık içinde sarayın bahçesine gelen Mûsâ aleyhisselâmı alıp; onu evlat edinmesi ve Fir’avn’ın zarar vermesinden koruması da, bu güzel hasletleri sebebiyle idi.
Hazret-i Mûsâ'nın sihirbazlarla karşılaşıp, sahirlerin mağlûb olmaları ve hepsinin secdeye kapanarak îmân etmelerinden sonra, Âsiye de îmân etmişti. Fir’avn gibi azılı bir Allah düşmanının hanımı olması, onun îmân nîmetiyle şereflenmesine mâni olamadı.
Rivâyete göre, Âsiye, bir müddet îmânını gizledi. Îmân ettikten sonra, Allahü teâlânın emirlerine sıkı sıkıya bağlandı. Helâ ihtiyâcı olduğunu bahane ederek helâya gider, gizli gizli orada Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Mâşita Hâtun'un şehîd edilmesine kadar bu hâl böyle devam etti.
Âsiye Hâtun, Mâşita Hâtun'a ve çocuklarına yapılanları saray penceresinden tâkip ediyordu. Nihâyet dayanamayıp Fir’avn'a geldi ve böyle yapmamasını ve bu kadar zâlim olmamasını söyledi. Âsiye, bir faydası olmayacağını anlayınca, tekrar yukarı çıktı. Yine, pencereden, olanları tâkibe devam etti. Mâşita'nın şehîd edilmesini, Allahü teâlânın ona yaptığı ihsân ve ikrâmları, meleklerin rûhunu alarak yükselttiklerini, Allahü teâlânın izniyle hep gördü. Yakîni arttı ve Allahü teâlâya olan îmânı çok kuvvetlendi.
O, olanların te’siriyle âdetâ kendinden geçmiş bir hâlde iken, Fir’avn geldi. Mâşita'ya yaptıklarını ona anlatmaya başladı. Âsiye; “Ey Fir’avn! Sana yazıklar olsun. Allahü teâlâya karşı nasıl böyle yaptın?” dedi. Bu sözleri pek anlayamayan Fir’avn; “Yoksa sen de onun gibi aklını mı kaçırdın?” dedi. Âsiye artık îmânını gizlemedi: “Hayır! Ben aklımı kaybetmedim. Esas deli sensin. Âciz bir mahlûk iken, tanrı olduğunu zannedersin. Ben, benim, senin ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya îmân ettim” dedi. Fir’avn ne olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Hemen kayınvalidesini çağırarak; “Kızın da Mâşita gibi aklını kaçırdı. Ona bir çâre bul” dedi. Sonra; “Yâ Mûsâ'nın ilâhına küfredersin, veya ölümü tadarsın” diye Âsiye'yi tehdit etti.
Fir’avn oradan ayrıldıktan sonra; annesi, Âsiye'ye, Fir’avn’ın söylediklerini kabûl etmesini, aksi hâlde uğrayacağı âkıbeti tahmin edeceğini bildirdi. Yâni Fir’avn’ın emrettiklerini söylemesini istedi. O ise kabûl etmedi, ve; “Sen benim Allahü teâlâya küfretmemi, inanmamamı mı istiyorsun! Hayır. Vallahi bunu hiç bir zaman yapamam” dedi. Fir’avn bunu duyunca onu getirtti ve dört direk arasına gerip, eziyet ettirdi. “Eğer Mûsâ'nın dîninden dönmezse, ona öyle bir iş işlerim ki, bütün âleme ibret olur” dedi. Bütün tehdit ve eziyetlere rağmen, o sağlam îmânından dönmedi.
Fir’avn, bu husûsta, en yakını, hanımı olan Âsiye'ye bile en ağır işkenceleri yapmaktan çekinmedi. Bir ağaca, ellerinden ve ayaklarından olmak üzere mıhlattırdı. Yere yatırtarak üzerine değirmen taşı koydurdu.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Fir’avn, hanımı Âsiye'yi dört direğe bağlatıp sırtüstü yere yatırttı. Güneşin sıcağına karşı idi. Göğsü üzerine de değirmen taşı koydurdu.” Fir’avn, bununla iktifâ etmeyip, üzerine büyük kaya atılmasını böylece, çok elem verici büyük eziyet, işkence yapılmasını emretti. Fakat bu sırada rûhunu teslim etmiş olduğundan, o kaya, cesedi üzerine atılmış oldu.
Selmân-ı Fârisî'den (radıyallahü anh) gelen bir rivâyete göre; “Âsiye'ye (radıyallahü anhâ) işkence edilirken, elleri ayakları bağlanarak, kızgın güneş altına bıraktıkları zaman, Fir’avn ve yanındakiler oradan ayrıldıktan sonra, melekler gelip Âsiye'ye gölgelik yaparlardı.”
Bir defâsında, Hazret-i Âsiye'ye yine böyle eziyet edilirken, Mûsâ aleyhisselâm da oradan geçiyordu. Âsiye parmağıyla işâret ederek, durumunu bildirmek istedi. Hazret-i Mûsâ duâ etti. O da, artık yapılan eziyet ve sıkıntılardan hiç acı duymaz oldu.
Bundan evvel azâb içinde iken; âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi; “Yâ Rabbî! Benim için nezdinde Cennet’te bir ev yap! Beni câhil Fir’avn'dan, bâtıl kötü amelinden ve zâlim olan kavmin şerrinden koru!” şeklinde duâ edince, Allahü teâlâ tarafından kendisine; “Başını kaldır!” diye ilham olundu. Başını kaldırıp baktığında gözünden perde kaldırılıp, Cennet’te kendisi için beyaz inciden yapılmakta olan köşkü gördü. Artık yapılan eziyetlerden acı duymuyor, Cennet’te kendisi için yapılan köşkü seyrediyor ve gülüyordu.
Bu hal, Fir’avn'u daha çok kızdırıyordu. İşkence ettiği kimsenin acılar içinde kıvranmasını, nihâyet dayanamayıp, kendisine yalvararak af dilemesini bekliyordu. Fakat bu, değil af dileyip yalvarmak, üstelik gülüyor ve tebessüm ediyordu. Bu durum karşısında Fir’avn da; “Deliye bakın, azâb içinde gülüyor” demekten kendini alamıyordu.
Hazret-i Mûsâ'nın peygamber olduğunu bildirmesinden ve insanları Hakk'a dâvet etmeye başlamasından sonra uzun seneler geçti. Hazret-i Mûsâ onları, Allahü teâlâya îmâna dâvet ettikçe, Fir’avn’ın azgınlığı artıyor, ne yapacağını şaşırıyordu. İnsanlara, Mûsâ'ya (aleyhisselâm) inanmamalarını söylüyor; “Benden başka ilâhınız yoktur” diyordu. Bu husûsta Kasas sûresinin 36-37 ve 38. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâmonlara, Rab olduğumuza delâlet eden alâmetler, açık mûcizeler ile geldiğinde, onlar; “Bu mûcize diye gösterilen şey, ancak uydurulmuş, sihirden başka bir şey değildir. Biz bu, sihri veya peygamberlik iddiâsını evvelki atalarımızdan işitmedik” dediler.
Mûsâ (aleyhisselâmdedi ki: “Allahü teâlâ tarafından kimin hidâyetle (peygamberlikle) geldiğini ve hayırlı âkıbetin (Cennet’in) kime nasîb olacağını Rabbim çok iyi bilir (ki onlar hak üzeredirler. Siz ise bâtıl üzeresiniz. Yalan, sihir, küfür ve başka fesâdlar ile kendilerine zulmeden) zâlimler aslâ felâh bulmazlar. (Dünyâda hidâyete, âhırette ise güzel âkıbete nâil olamazlar. Siz de zâlim olduğunuz için kurtuluş bulamazsınız.)”
Fir’avn, (Hazret-i Mûsâ'nın bu sözlerinden sonra, herhangi bir cevap veremedi. Cevap verememenin mahcûbiyet ve ezikliğini gizleyerek); “Ey eşrâf! Ben sizin için, benden başka bir ilâh bilmiyorum. Şimdi ey Hâmân! Haydi, çamurdan tuğla yap da benim için yüksek bir köşk binâ et! Olur ki, ben ona çıkarım da Mûsâ'nın ilâhına bakarım. Doğrusu ben, onu yalancılardan zannediyorum” dedi.”
Gâfir (Mü’min) sûresinin 36 ve 37. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Fir’avn, veziri Hâmân'a dedi ki: “Benim için yüksek bir köşk binâ eyle! Olur ki onda göklerin yollarına ve kapılarına erişirim de Mûsâ'nın ilâhına bakarım. (Mûsâ; beni âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ peygamber olarak gönderdi diyor. Ben onun ilâhına muttalî olur, Mûsâ'nın sözlerinin doğru mu, yalan mı olduğunu ondan sorar, anlarım.) Ama, muhakkak ki ben, onu (ilâhının benden başka birisi olduğunu iddiâ etmesi husûsunda ve peygamberlik dâvasında) yalancılardan zannediyorum.”
İşte böylece (şeytan tarafından) ona kötü, çirkin amelleri, süslü, güzel gösterildi de o din yolundan, tevhid yolundan döndü, ayrıldı. Fir’avn’ın işleri, hîleleri; âhırette dâimî ziyânkarlıktan, hüsrândan başka bir şey değildir. (Zîrâ o, az ve fânî olan dünyâ hayatını seçti, nihâyeti olmayan ve bakî olan âhıret için hazırlanmayı terketti. Bundan daha büyük ziyân ve hüsrân olabilir mi?)
Tefsîr âlimleri bildiriyorlar ki, Fir’avn’ın bu sözünde tenâkuz, uygunsuzluk vardır. Çünkü kendinden başka mâbud bilmediğini, öyle bir mâbud bulunmadığını söylediği hâlde, Hazret-i Mûsâ'nın mâbudunu aramak için bir takım hazırlıklara, külfetlere girişti. Bunun için yüksek binâ, kule yapıp oraya çıkmaya gayret etti. Hâmân'a ihtiyaç arzetti. İlâh olmak için bütün bunlar noksanlıktır. İlâh, bir şey yapmak dileyince, hemen yapıverir. Bunun için başkalarından yardım istemez.
Hem, kendisinden başka bir ilâh varsa, semâ cihetinde olabileceğini düşünerek, oralarda aramaya çalıştı. Yâni hem kendisinden başka ilâh bulunmadığını söyledi, hem de bulunacağını düşünerek göklerde aramaya uğraştı. Yâni, alçaklık ve kibrinin son haddinde olması hasebiyle ilâhlık iddiâ edecek kadar azgınlaşmış ise de, hakîkatte kendisinin bir ilâh olamayacağını ve ne kadar âciz olduğunu biliyordu. Bilmeseydi, göklerde başka ilâh aramaya çalışmaz ve Mûsâ aleyhisselâmdan inanmak için, düşüneyim diye mühlet istemezdi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


“Ravdat-üs-safâ”, “Mir’ât-ı Kâinat” ve “Târih-i Taberî”nin Osmanlıca tercümesi gibi eserlerde özetle şöyle anlatılmıştır: Mâşita; gelinlerin yüzlerini süsleyen, kadınların saçlarını tarayıp, bakımını yapan kadınlara verilen isimdir. Fir’avn’ın kızının dadılığını yapan bir hanım vardı ve Mâşita Hâtun ismiyle tanınmıştı. Hazret-i Mûsâ'nın dînine inanmıştı. Fakat, Fir’avn’ın şerrinden korunmak için îmânını setreder, ibâdetlerini gizli yapardı.
Mâşita Hâtun bir gün hamamda Fir’avn’ın kızının saçını tararken, tarak birden elinden düştü. Uzanıp tarağı alırken gayr-i ihtiyârî olarak; “Bismillah” deyiverdi. Kız buna şaşırarak; “Ey dadı! Bu söylediğin kimin adıdır. Faydası nedir?” dedi. Mâşita; “Bu ad, pâdişahlar pâdişahının adıdır ki, Fir’avn'a pâdişahlığı veren de O'dur. Bütün mevcudâtı yaratan da O’dur” dedi. Kız sinirlenerek; “Ey dadı! Benim babamdan başka ilâh vardır diyorsun ha! Sen babamın adını değil de, başkasının adını ilâh olarak nasıl ağzına alırsın?” dedi.
Mâşita buna cevap olarak; “Evet yavrum. Allahü teâlâ vardır. O, bütün âlemlerin Rabbidir. Yerleri, gökleri ve bunların içinde bulunan her şeyi yoktan var eden, seni, beni, babanı kısacası var olan her şeyi yaratan bir Allah vardır. Ben o bir olan, kendisinden başka hakîkî mâbud bulunmayan yegâne mâbuda inanıyorum. Baban ise, haşa bir ilâh değildir. Her şey gibi o da yüce Allah'ın bir mahlûkudur. Babana bu mülkü, pâdişahlığı veren O yüce Allah'tır” dedi.
Kıza bu sözler çok ağır geldi. Daha da kızarak olanları Fir’avn'a haber verdi. O da, derhal Mâşita'yı yanına çağırtarak dedi ki: “Sen benden başka bir tanrıya mı inanıyorsun? Söyle, yeryüzünde benden başka bir tanrı mı vardır?” Mâşita, artık hiç bir şeyi gizlemedi. Çünkü her şey anlaşılmıştı. Kıza söylediklerini aynen ona da söyleyip; “Ey Fir’avn! Sen de biliyorsun ki, sen bir ilâh değilsin. Herkes gibi sen de, âciz bir kulsun. Seni ve her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Sen fânîsin, her fânî gibi senin de sonun gelecek ve öleceksin. Fakat benim Rabbim olan Allahü teâlâ fânî değildir. Bakî ve ebedîdir. Mûsâ aleyhisselâm O'nun peygamberidir.”
Mel’ûn Fir’avn, bu sözlere çok kızdı. Onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek azâb içinde can vermesine karar verdi. Kin ve intikâm hırsı her tarafını kapladığından, görülmemiş ve en alçak eziyetleri yapmaktan çekinmedi. Böylece intikâmını yavaş yavaş alacak, habis rûhu bundan zevk duyacaktı. Ayrıca bunu yapmakla, başkalarının îmân etmesine mâni olmaya, onların gözlerini korkutmaya çalışıyordu. Bunun diğer insanlara ibret ve ders olmasını istiyordu.
Zâlim Fir’avn, o zavallı hâtuna yavaş yavaş işkence etti. Yapmadığını bırakmadı, önce tırnaklarını çektirdi. Kamçılarla vücûdundan kan çıkıncaya kadar kırbaçla vurdurdu. Bunlara rağmen o, dîninden dönmüyor; “Ben ancak bir olan Allah'a inanıyorum” diyordu.
Mâşita'nın, beş yaşında bir kızı ile üç aylık bir oğlu vardı. Fir’avn, çocukları getirtip, beş yaşındaki kızı, Mâşita'nın karşısına geçirdi ve; “Ey Mâşita! Beni tanrı olarak kabûl edersen seni serbest bırakacağım. Aksi hâlde çocuğundan olacaksın” dedi. O ise, bir çocuğun, bir de Fir’avn’ın hâline baktı. Fir’avn çok merhametsiz idi. Buna rağmen; “Ben ancak, bir olan Allah'a inanıyor, O'nu kendime ilâh olarak kabûl ediyorum. Zâten O'ndan başka ilâh da yoktur” dedi.
Fir’avn’ın hiddeti gittikçe artıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Eline geçirdiği bir bıçakla o masum yavruyu, annesinin gözü önünde gırtlağından kesiverdi. Kızcağızın feryâdı, yankılanarak etrâfa yayılırken, Mâşita Hâtunda îmânının kuvvetinden gelen bir vakâr, îmândan ayrılmamakta bir karar vardı ve annelik şefkâtiyle gözlerinden kanlı yaşlar akıtıyordu. Fir’avn öfkeyle, kızcağızın kanını, annesinin ağzına, yüzüne sürdü. Hiddetle bağırıyordu: “Söyle! Benden başka tanrı var mıdır?” Mâşita'nın dudaklarından ise yine aynı sözler dökülüyordu: “Allah birdir. O'ndan başka ilâh yoktur...”
Bu sefer, kundakta bulunan üç aylık yavruyu getirmelerini emretti. Getirdiler. Annesine yaklaştırdıklarında, uzun zamandır süt emmeyen çocuk, meme aramaya başladı. Mâşita Hâtun, önceki yavrusunun hunharca öldürülmesini düşündü. İkinci ciğerpâresinin de aynı şekilde, gözü önünde katledilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı. Kararını verdi. Görünüşte, Fir’avn’ın emrettiği sözü söyleyecek, fakat kalbinden yine Allahü teâlâya olan îmânını gizleyecekti. Tam o sırada, yavrucağı, kızmış fırının içine atıverdiler. O anda, herkesi titreten, kalpleri ürperten, çoğunun dilinin tutulmasına sebep olan bir haykırış duyuldu. Evet, o üç aylık bebek, Allahü teâlânın kudretiyle dile gelerek; atıldığı o kızgın fırında, ateşler arasından bağrı yanık anasına şöyle sesleniyordu: “Hayır anne hayır! Sakın dîninden dönme! Sabreyle! Hiç şüphe yok ki, ben, Allahü teâlâya vasıl oldum ve O'nun rızâsına kavuştum. Cennet ile senin aranda bir adımdan fazla mesâfenin olmadığını görüyorum. Pek yakında sen de Cennet nîmetlerine kavuşacaksın. Sakın ha dîninden dönme! Az daha sabreyle! Fir’avn'a inanma! Benim, ablamın ve senin için, Rabbimizin hepimize Cennet’te hazırlamış olduğu makâmı görüyorum. O makâmın etrâfında sana hizmet etmek için bekleşen ve pervâne gibi dönen hûrileri de görüyorum.”
Orada bulunanlar, üç aylık yavrunun konuşmasını duydular ve bunların çoğu Hazret-i Mûsâ'ya îmân etti. Mâşita Hâtun, artık ağlamıyor, gülüyordu. Yavrusunun gördüklerini artık o da görüyor ve Cennet nîmetlerine bir an evvel kavuşmak için can atıyordu. Şimdi gördükleri ile kendisi arasında tek bir mâni vardı. O da ölüm. Artık ölümün biran evvel gelmesini arzu ediyordu. Biraz sonra rûhunu teslim edip şehîd oldu; Cennet’teki makâmına, yavrularının yanına uçtu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Vâridât-i ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te’sir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere; tabîat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları denilmektedir. Bir işin yapılması, bir şeyin elde edilmesi için, bu işin sebeplerine yapışmak lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâmda bulunmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ:
1- Peygamberlerden aleyhimüsselâm âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydana gelen şeylere; mûcize denir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm mûcize göstermesi lâzımdır.
2- Peygamberlerin aleyhimüsselâm ümmetlerinin evliyâsında, âdet dışı meydana gelen şeylere; kerâmet denir.
3- Ümmet arasında, velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere; firâset denir.
4- Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse; istidrâc denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir.
5- Kâfirlerden zuhûr edenlere ise sihir, yâni büyü denir.
Allahü teâlâ; mûcize, kerâmet ve firâsetten râzıdır, beğenir. İstidrâcdan ve sâhiplerinden râzı değildir, onları beğenmez. Müslüman olmayanlardan ve sapıklardan âdet dışı olarak zuhûr eden sihirden râzı değildir. Bu şeyler onlar için bir ihsân değil, âhıretteki azâblarını arttırıcı bir sebeptir. Sihir ve benzeri şeyler, bâzı şeylerin sebeplerini yaparak, onların meydana gelmesini sağlamaktır. Bazen da, mevcût olmayan şeyi, varmış gibi göstermektir ki, dışarıda yok olduğu hâlde, vehimde ve hayâlde var görünür. Bunlar hârika değildir.
Semâvî dinler (Hak dinler), sihri yasaklamıştır. Bu arada, İslâmiyet de, kendinden önceki bütün dinleri nesh ettiği gibi, onlara âit her türlü ibâdet, tören, âyin v.s.’nın yanı sıra, sihri (büyüyü) de yasaklamıştır. İslâm âlimleri, eserlerinde sihri, çok çirkin bir iş olarak vasıflandırılarak, müslümanların, büyü yapmaktan ve yaptırmaktan kesinlikle uzak durmalarını bildirmişlerdir. “Üç şeyden biri bulunmayan kimsenin, bütün günâhlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke, küfre yakalanmadan ölmek, sihir yapmamak ve din kardeşine hıkd etmemek” hadîs-i şerîfi, sihir yapmanın İslâmiyette yeri olmadığını göstermektedir.
Sihir; ilme, fenne uymayan gizli sebepler kullanarak, garip işler yapmayı sağlayan bir vâsıtadır. Sihri öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için ve hayırlı işler yapmak için öğrenmek de haramdır. Zevcin, zevcesini sevmesi için (Tivele) denilen sihri yapmak, hadîs-i şerîf ile nehy edilmiştir. Bunun haram olduğu “Hâniye” fetvasında da yazılıdır. Sihirde; âyetlerden, sünnet olan duâlardan başka şeyler yazılıdır. Ben her istediğimi yaparım şeklinde küfre sebep olan, îtikâdı olmasa dahi, fitne ve fesâda çalıştığı için, sâhirin, (sihir yapanın), men olunması lâzımdır.
Kehânet; ileride olacak şeyleri haber vermektir. Arrâf; falcı demektir. Çalınan şeylerin yerlerini, çalanları ve sihir yapanları haber verir. Tecrübe ile, hesap ile değil; tahmin ile, zan ile konuşurlar. Yâhud cinden öğreniyoruz derler.
Modern fen ilimleri, sihri (büyüyü) kendi metotları gereği olarak red ederler. Bu hal, o ilimlerin sahasına girmeyen ve metotlarıyla incelenemeyen şeylerin yok olduğu mânâsına gelmez. Ancak, konuları, haricî ve hüküm verme sahalarının dışında olduğu mânâsına gelir. Bu bakımdan sihir, daha pek çok şey gibi modern ilimlerin sahası dışında kalmakta ve varlığı yahut yokluğu laboratuvar teknikleriyle bugün için îzâh ve isbât edilememektedir.
Sihrin beşer (insanlık) târihi kadar eski bir mâzisi vardır. İlk defâ nerede ve nasıl çıktığı bilinmemekle berâber, hak dinden mahrûm kalmış, netîcede bozuk inanışlara yakalanmış insanlar tarafından yapıldığı bilinmektedir. Bu bedbaht kimseler, çeşitli maksatlarla sihre başvurdular.
İnsanların zaaflarını ve diğer insanlarla olan münâsebetlerinde sağlamak istedikleri menfeat veya zararları gâye edindiler. Maddî yahut mânevî menfeat te’min etmeye veya zarar vermeye ma’tûf, hukûken ve dinen meşrû sayılan yollar haricinde bir takım kuvvetleri yönlendirmek için, çeşitli göz bağcılık ve hîlelerde bulundular. Bu sihir ve efsûn îtiyâdı, her asırda insanlar üzerinde pek muzır te’sirler bıraktı. Hele duâ ile bunu ayırt edemeyen saf kimseler üzerindeki te’siri, daha derin ve daha muzır oldu. Sâhirler (sihirbazlar), ilmin ve san’atın her şûbesinden hayâsızca istifâde yolunu buldular. Bu sebeple, sihrin birçok çeşidi ortaya çıktı. İslâm âlimleri, bu hîlekarları ve hîlekarlıkları, eserlerinde sakınılması gerekli husûslar olarak bildirdiler.
Mısır'da Fir’avn’ın sihirbazları ile Mûsâ aleyhisselâmın arasında geçen vakâlar (hâdiseler) meşhûrdur. Mısır sihirbazları da halka karşı esrârengiz bir sûretle gözbağcılık ederler ve hayâlî şeyleri hakîkat şeklinde gösterirlerdi. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Mısır'dan beri, Benî İsrâil arasında sihir ve hokkabazlık, şekil değiştirerek devam etti. Hâtem-ül enbiyâ Muhammed aleyhisselâm, dünyâya teşrîf edip, Tevrât'ın aslından bahsedince, Benî İsrâil o zaman Resûlullah'la mücâdeleye başladı.
“Nübüvvet yoluyla mücâdele edemeyeceğiz. Biz ne yapsak Cebrâil ona haber veriyor” dediler ve Cebrâil aleyhisselâma düşman oldular. Tevrât'ı da büsbütün arkalarına atarak, sihir ve iftirâ yoluna saptılar. Hazret-i Süleymân'a (aleyhisselâm); “Süleymân, Muhammed'in dediği gibi bir peygamber değildi. Sihirbaz bir hükümdârdı. Sihirlerini mûcize gibi gösterirdi” diye iftirâ ettiler. Kur'ân-ı kerîmde bu husûs, Bakara sûresi 102. âyet-i kerîmesinde beyân buyrulmaktadır.
Asr-ı saâdette yahudilerin, Resûl-i ekreme sihrettiğini ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sihri, mübârek vücûdunda hissettiğini, Sahîh-i Buhârî’de hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) haber vermektedir. “Bir kere Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) sihir yapılmıştı. Hattâ bâzı şeyleri, işlemediği hâlde yaptım sanırdı. Nihâyet günün birinde tekrar tekrar duâ etti. Sonra bana; “Ey Âişe! Bilir misin? Allah, bana kendisinde şifâm olan şeyi bildirdi ki, bana iki kişi geldi. (Cibrîl ve Mîkâil). Bunlardan biri baş ucumda, öbürü de ayak ucumda oturdu ve biri öbürüne; “Bu zâtın hastalığı nedir?” diye sordu. O da; “Sihirlenmiştir” diye cevap verdi. “Kim sihir yapmıştır?” diye suâline de, öbür melek; “Lebîd bin A’sam” diye cevap verdi. Sonra; “Bu sihir ne ile yapılmıştır?” diye sordu. O da; “Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine” diye cevap verdi. “Nerede yapılmıştır?” suâline de; “Zevân kuyusunda” diye cevap verdi.” (Zevan; Medîne'de, Beni Züreyk kabîlesinin bahçesinde bulunan bir kuyudur.)
Kur'ân-ı kerîmdeki, Felâk ve Nâs sûresinin sebeb-i nüzûlü hakkında bildirildi ki: Yahudi tâifesinden Lebîd bin A’sam isminde bir yahudi, sihir yapmak için, Resûlullah'a hizmet eden bir yahudi çocuğu vâsıtasıyla, mübârek başının kıllarından bir kaç tel elde etti. Sonra kızlarıyla birlikte, o mübârek kılları bir ip ile onbir düğüm bağlayıp, kuyuya bir taş ile bastırıp bıraktılar. Bu sebeple Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hasta oldular. Cebrâil aleyhisselâm gelip, o sihrin yerini haber verdi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oraya; Ali, Zübeyr, Talhâ ve Ammâr'ı (radıyallahü anhüm) gönderdi. Onlar kuyunun suyunu çekip, dibinde olan taşı kaldırdılar ve altından bir ipliği onbir düğümle düğümlenmiş olduğu hâlde buldular. Alıp Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu iki sûrede mevcût onbir âyetten, her birini okudukça düğümün biri çözüldü ve vücûd-u şerîfleri sıhhat buldu. Eshâb-ı kirâm, yahudinin öldürülmesi için izin istediklerinde, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) izin buyurmayıp kendisine de bir şey demediler.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Felâk ve Nâs sûrelerini okuyarak, Allahü teâlânın hıfz ve himâyesine sığındı. Meâlen buyruldu ki: “Ve ipi, efsûnla düğümleyenlerin şerrinden… (Allahü teâlâya sığınırım).” (Felâk sûresi: 4)
Sihir yapmak büyük günâhlardandır. Onu öğrenmek ve öğretmek de haramdır. Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Efendi’nin, “El-Münîre” kitabında diyor ki: İslâmiyet; Allahü teâlânın ve Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) emir ve yasak ettiği şeyler demektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat şeriata uymayan bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”
“Hadikat-ün-nediyye”de, bedenin afetleri bölümünde yazılı olan hadîs-i şerîfte buyruluyor ki: “Tetayyur eden ve tetayyur olunan; kâhinlik yapan ve kâhine giden; sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan, bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır.” Tetayyur, uğursuzluğa inanmaktır. Kâhinlik, cinden bir arkadaş edinip, olmuş şeyleri ona sorup, ondan öğrenmek ve bunları başkalarına bildirmektir. Cinle tanışan falcılar ve yıldıznâmeye bakıp, sorulan her şeye cevap verenler böyledir. Bunlar ve büyücülere gidip, söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bâzan doğru çıksa bile, Allahü teâlâdan başkasının her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfr olur.
Sihir yâni büyü yapmamalıdır ve sihir yaptırmamalıdır. Küfre en yakın olan, en fenâ haramdır. Sihre âit ufak bir şey yapmamaya çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Müslüman sihir yapamaz. Allah saklasın îmânı gittikten sonra, sihri te’sir eder.”
İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Sihir yaparken, küfre sebep olan kelime veya iş olursa, küfürdür. Böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır.” Sihir, insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizlik yapar. Yâni cesede ve rûha te’sir eder. Sihir, kadınlara ve çocuklara daha çok te’sir eder. Sihrin te’siri kat’î değildir. İlâcın te’siri gibi olup, Allahü teâlâ, isterse te’sirini yaratır. İstemezse, hiç te’sir ettirmez. Şu hâlde, bir sâhir (sihir yapan), sihir ile istediğini elbette yapar, sihir muhakkak te’sir eder diyen ve inanan kimse îmânsız olur. Sihir, Allahü teâlâ takdir etmiş ise, te’sir edebilir demelidir. Büyü yapılmış olan kimse; “Mevâhib-i ledünniyye tercümesi” ikinci cildi, yüzseksenyedinci sahifesindeki ve Arabî “Teshil-ül-menafi” sonundaki âyet-i kerîmeleri ve duâyı yazıp, üzerinde taşırsa şifâ bulur. Bir miktar suya, Âyet-el-kürsi, İhlâs ve Mu’avvizeteyn okumalı; büyülenmiş kimse bundan üç yudum içmeli, kalan ile gusül abdesti almalıdır. Allahü teâlânın izniyle şifâ bulur.
Akşam-sabah şu duâyı okuyan kimse, sihir ve zâlimlerin şerrinden emîn olur. Duâ şudur: “Bismillâhirrahmânirrahîm, bismiliâhillezî lâ yedurru ma'asmihî şey'ün fil-erdı velâ fis-semâi ve hüvessemiul'alîm.”
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi; Kalk namaz kıl ve duâ et. Bu gece Şaban'ın onbeşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız; müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasisleri, alkollü içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget