Allahü teâlâ katında makbûl amellerin en üstünlerinden biri de, ana-babaya iyilik ve ihsân etmektir. Allahü teâlâ, anaya-babaya itâat ve iyiliğin öneminin büyüklüğünü belirtmek için, bunu, kendine ibâdete yakın tuttu. Hadîs-i şerîfte; “Babalarınıza iyilik ve itâat ediniz, çocuklarınız da size iyilik ve itâat etsinler” buyruldu. Rivâyet olunur ki: Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; “Ana-babasına güzel muâmele edip, bana isyân edeni iyilerden yazarım. Bana itâat edip, ana-babasına isyân edeni asîlerden yazarım” buyurdu. Ana hakkı, baba hakkının iki katıdır. O hâlde anaya itâat, iyilik ve güzel muâmele, öncelikle lâzımdır ve farzdır. Çünkü Allahü teâlâ, anaya güzel muâmele etmeği, kitabında açıkça tavsiye ve emretmektedir. Bir hadîs-i şerîfte; “Cennet, anaların ayakları altındadır.” buyruldu.
Ana-babanın haklarından biri; onlara karşı alçak gönüllü olmak, yaşadıkları müddetçe hizmet etmek ve bununla onların rızâlarını kazanmaktır. Hakikî müslüman, ana ve babasına karşı, az da olsa hoşlanmadıkları hareket ve ifâdede bulunmaz. Konuşurken, onların sesinden yüksek sesle konuşmaz, bağırarak hitâb etmez. Dinde mubah olan husûslarda, kâfir de olsalar, onlara itâat eder. Çünkü Allahü teâlânın rızâsı, ana ve babanın rızâsındadır. Gadabı da onların kızmasındadır. Sâlih müslüman, anne ve babasını beğenmeyerek, ben onların oğlu, kızı değilim demez. Kendi malından, parasından onlara sarf eder. Çünkü ana ve babasına harcayacağından, verdiğinden kendisine suâl olunmaz. Hazret-i Hüseyn’in oğlu Zeynelabidin Ali (radıyallahü anh), edeblerini gözetemem endişesiyle ana ve babasıyla yemek yemezdi. Çocuk, ana-babasına şefkât, merhamet ve sevgi ile bakar. Ona, böyle her bakışı için, kabûl edilmiş bir hac sevâbı verilir. Harbe, hacca, ilim öğrenmeğe ve para kazanmağa ana-babasından izinsiz gitmez.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) sabah olunca, annesinin kapısına varıp; “Esselâmü aleyki ve rahmetullahı ve berekâtühü ey annem! Küçükken beni yetiştirip terbiye ettiğin gibi, Allahü teâlâ sana hayırlı karşılıklar versin” derdi. Annesi de; “Sen bana, yaşlandığım zaman itâat ve iyilik ettin. Bunun için, sana da Allahü teâlâ, benim tarafımdan hayırlı karşılıklar versin” cevâbını verirdi. Sonra Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) evden çıkar, döndüğü zaman yine aynı şekilde söylerdi.
Sâlih müslüman, anne ve babasına karşı saygılı ve itâatli olur. Emirlerini dinler. Onlara karşı alçak gönüllü davranır. Alçak gönüllülük ifâdesi olarak, anasının elini öper. Ana ve babasına bizzat kendisi, eli ile hizmet eder, hizmetlerini başkasına bırakmaz. Babanın haklarından biri de; oğlu daha bilgili ve âlim olsa da, babasına hürmet ve tâzimi gözetip, namazda ona imâm olmaz. Ana ve babası müşrik, kâfir olsalar da, hizmetten geri kalmaz.
Sâlih müslüman, ana ve babaya dünyâda Allahü teâlânın emrettiği şekilde muâmele eder. Ana ve baba hakkını, öldükleri zaman ve sonra da gözetir. Onları, dînimizin emrine uygun teçhiz, tekfîn ve defneder. Yaşadıkları müddetçe onlara hayır ve hidâyetle duâ eder.
Sâlih müslüman, ana ve babasının önünden yürümez. Onların yanında, meclisin baş köşesinde oturmaz. Ana ve babasını isimleri ile çağırmaz. Anneciğim, babacığım diye hitâb eder. Kimsenin anasına-babasına sövmez. Çünkü o kimse de kendi anasına-babasına sövebilir. Yemek, içmek, oturmak, konuşmak ve benzeri şeylerde onlardan önce davranmaz. Onlara keskin ve dik bakışla bakmaz. Mü’min iseler, cenâze namazlarını kılar ve Allahü teâlâdan onlar için mağfiret diler. Anası ve babası öldükten sonra, verdikleri sözleri ve vasiyetleri yerine getirir. Onların dost ve ahbaplarına hürmet eder. Sevdiklerini arar, akrabâlarını ziyâret eder. Bir hadîs-i şerîfte; “Babanın arkadaşını ve arkadaşının oğlunu arayıp sorman, babana iyiliktendir” buyruldu. Bir hadîs-i şerîfte de; “Babasını kabrinde ziyâret etmek isteyen, babasından sonra onun ahbaplarını ziyâret etsin. Ana-babasına iyilik, ihsân etmeyen, bâri onlar vefât ettikten sonra iyilik yapsın ve onlar için sadaka versin, böylece, ana-babasına iyilik edenlerden yazılsın” buyruldu. Bir hadîs-i şerîfte de; “Ana ve babasının veya bunlardan birinin kabrini her Cumâ günü ziyâret eden, onlara iyilik yapanlardan yazılır” buyruldu.
Sâlih müslüman, malından, parasından verdiği sadakalarda, ana ve babasına diye niyet eder. Böyle niyet ederse kendi sevâbından bir şey eksilmez ve ana-babasına da onun kadar sevâb verilir. Rebî' bin Heysem (radıyallahü anh) büyüklerden idi. Yolda, insanlara eziyet veren taşları, birini babasına niyetle kaldırıp sağ tarafına, diğerini annesine niyetle sol tarafına atardı. Ana-babasına iyilik etmek ve sevâbı onlara olmak üzere kızgınlığını yenerdi. Buradan anlaşılıyor ki, çocuk, yaptığı her iyilik için ana-babasına niyet ederse, aldığı sevâb hiç azalmadan, birer misli de onlara verilir. Kuşluk vakti iki rekat namaz kılıp, sevâbını onlara bağışlarsa, sevâbı rûhlarına ulaşır. İyi bir evlat, onların hakkını ödemede, kendini dâimâ eksik ve kusurlu görür.
7- Tevâzu sâhibi olup, itâatkar ve hâlim selim idi. Yahyâ aleyhisselâmın Kur'ân-ı kerîmde zikredilen güzel vasıflarından birisi de tevâzû sâhibi itâatkar ve hâlim selim olmasıdır. Nitekim Meryem sûresi 14. âyetinin devamında meâlen; “... Ve cebbâr (zorba, Allahü teâlâya ve ebeveynine karşı) isyân edici değildi. (Pek itâatkar, hâlim selim ve mütevazı idi) buyrularak bu vasfı da zikredildi.
8- Yahyâ aleyhisselâm doğduğu, öldüğü ve dirildiği günlerde, Allahü teâlâ tarafından, selâmete erdirildi. Zirâ insanların en çok yalnızlık ve korku duydukları vakitler; doğduğu, öldüğü ve dirildiği vakitlerdir. İşte, Allahü teâlâ, Yahyâ aleyhisselâmın bu vakitlerde selâmette olduğunu, Meryem sûresi 15. âyetinde meâlen; “Doğduğu günde, öleceği günde, diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı günde ona selâm olsun” buyurmuştur.
Bu âyetin tefsîrinde, Muhammed bin Cerir et-Taberî buyurdu ki: “Yahyâ aleyhisselâmı, doğduğu günde, şeytanın diğer insanlara musallat olduğu gibi musallat olmasından Allahü teâlâ emîn kıldı. Vefât ettiği zaman, kabir azâbından emîn kıldı, öldükten sonra dirildiği zaman da kıyâmetin azâbından emîn kıldı.”
Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İnsan üç yerde yalnızlık ve korku duyar. Doğduğu zaman, alıştığı ve bulunduğu bir yerden hârice çıkması sebebiyle yalnızlık duyar. Öldüğü zaman, daha önce beraber olduğu kimselerden, bir şahsın bile bulunmadığını görür, yalnızlık hisseder. Öldükten sonra dirileceği günde de kendini büyük bir kalabalık içinde görür ve şaşkınlık duyar. Allahü teâlâ, Yahyâ aleyhisselâmı, derecesinin yüksekliği sebebi ile bu üç yerde emniyette kılmakla ikrâmda bulunmuştur.”
Abdullah bin Niftaveyh buyurdu ki: “Dünyâyı gördüğü anda, âhıret hayatının evvelinde ve kıyâmeti, Cennet ve Cehennem’i gördüğü zamanın evvelinde, Allahü teâlâ Yahyâ aleyhisselâmı emîn kıldı.”
Bu âyet-i kerîmede bildirilen üç yerde insan yalnızlık duyar. Bu hâllerde, insana bâzı fitneler arız olur. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede, Yahyâ aleyhisselâmın, bu fitnelerden de emniyette kılındığını beyân buyurmuştur.
Bu hâller şunlardır:
1- Doğum ânı: Doğum ânında, çocuğa şeytan ârız olur. Bu husûsta İmâm-ı Ahmed (rahmetullahi aleyh) senetlerini bildirerek Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Dünyâya gelen her çocuğa, doğarken muhakkak şeytan dokunur. Çocuk şeytanın dokunmasından, yardım isteyerek sesle ağlayıp, feryâd eder. Ancak, Meryem ve oğluna dokunmamıştır” buyruldu. Yine Ahmed bin Hanbel'in (rahmetullahi aleyh), Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Her insan doğarken, şeytan böğürlerine vurur. Ancak bu, Meryem'e ve oğluna olmamıştır. Çocuğun, dünyâya geldiği zaman, yere düşünce nasıl feryâd ettiğini görmez misiniz?” Orada bulunanlar; “Evet yâ Resûlallah” dediler. “Bu ağlaması, şeytanın böğürlerine vurmasındandır” buyurdu.
Buhârî ve Müslim'in, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki; “Âdemoğullarının çocuklarından hiç bir çocuk yoktur ki, doğduğu zaman, şeytan orada bulunup da çığlık atmasın. Attığı çığlıktan çocuğu da korkutur. Yalnız Meryem ve oğlu bundan istisna edilmiştir.” Müslim'in rivâyetinde; “Şeytan ona çığlık atar, onun çığlığı etkisinde kalarak çocuk da ağlamaya başlar” ibaresi de vardır.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) bu anda; “Yâ Rabbî! Ben, onu ve zürriyetini, senin rahmetinden boğulmuş ve tard olunmuş şeytanın vesvese ve şerrinden, senin muhâfaza ve himâyene ısmarlıyorum” meâlindeki Âl-i İmrân sûresi 3. âyetini okumağı tavsiye buyurmuştur.
Bu âyet-i kerîmede, doğum ânında Yahyâ aleyhisselâmın da şeytanın fitnesinden muhâfaza buyrulduğu bildirilmektedir.
2- Ölüm ve kabre konulma hâli: İnsan öldüğü ve kabre konulduğu sırada da yalnızlık hisseder. Ayrıca bu sırada, insana çeşitli fitneler ve sıkıntılar ârız olur. Ölüm ânında, insanın cesedi terler. Gözler sür’atle iki tarafa gider. Burnunun iki tarafı çekilir. Göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır. Benzi sararır. Rûhu kalbe gelince, dili tutulur. Hiç kimse rûhu göğsüne gelmiş iken konuşamaz. Nefes alıp veremediği için, bedenin harâreti kalmaz, soğur. Bu zamanda mevtâların hâlleri çeşit çeşit olur.
Bâzıları vardır ki, melek, zehirli su verilmiş kızgın demir ile vurur. Hemen rûh kaçar, hârice çıkar. Melek onu eline alır, civa gibi titremeye başlar. Bal arısı kadar insan şeklinde olur. Sonra, melek onu zebânîye (azab yapıcı meleğe) teslim eder.
Bâzı mevtâ vardır ki, rûhu azar azar çekilir. Tâ ki, boğazında tutulur. Boğazında da kalmaz. Ancak kalbe bağlı olarak kalır. Bu zamanda, melek zehirli kızgın demir ile vurur. Demirle vurmayınca, rûh kalbden ayrılmaz. Demirle vurmanın sebebi, demir, ölüm denizine daldırılmıştır. Kalb üzerine konulunca, diğer yerlerine de sirayet eden zehir gibi olur. Zirâ, hayatın sırrı ancak kalbdedir. Onun sırrı ancak dünyâ hayatında tesir eder. Bunun için, bâzı kelâm âlimleri; “Hayat rûhun gayrıdır” ve “Hayatın mânâsı, rûhun beden ile karışmasıdır” dediler.
Rûh çekilip son teli kopacağı zaman, kendisine bir çok fitneler ârız olur. İblis, avânesini (yardımcılarını) hassaten o kimseye musallat eder. Ölüm hâlinde iken gelirler ve o kimsenin anası, babası, kardeşi, kızkardeşi ve sevdiği kimselerden vefât etmiş olanlar sûretinde görünerek ona derler ki:
“Ey filan! Sen ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçtik. Sen yahudi dîninde olarak öl. Bu din Allah indinde, makbûl olan hak dindir.” Eğer bunların sözlerine aldanmaz, dinlemez ise yanından giderler. Başkaları gelip, derler ki: “Sen nasrânî (Hıristiyan) olarak öl! Zirâ o din, Mesîh'in yâni Îsâ aleyhisselâmın dîni olup, Mûsâ aleyhisselâmın dînini, nesh etmiştir.” Böylece, her milletin dinlerini ona söylerler. O zamanda, cenâb-ı Hakk'ın şaşırmasını dilediği kimse şaşırır. İşte bu; “Ey bizim Rabbimiz! Dünyâda iken bize îmân verdiğin gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma” meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin 8. âyet-i kerîmesinin haber verdiği haldir.
Cenâb-ı Hak, bir kulunun hidâyet ve îmânda sebâtını dilerse, o kimseye rahmet-i ilâhiye gelir. Bâzıları, bu rahmetten maksat, Cebrâil aleyhisselâmdır dediler.
Rahmet-i ilâhiye, şeytanı uzaklaştırıp, hastanın yüzünden o yorgunluğu giderir. O zaman insan ferahlar ve güler. Çok kimselerin bu hâlde güldüğü görülür. Çünkü Allahü teâlâ tarafından rahmet gelmiştir. Bunun ile onu müjdeleyip; “Beni bilir misin, ben Cebrâil'im. Bunlar ise senin düşmanların olan şeytanlardır. Sen millet-i Hanîfiyye ve şeriat-ı Muhammediyye üzere vefât et!” der. İnsana, o ân bu melekten daha çok sevgili ve ferahlandırıcı bir şey yoktur. “Ey bizim Rabbimiz! Dünyâda iken bize îmân verdiğin gibi, ölürken de kalblerimizi şaşırtma” meâl-i şerîfindeki Âl-i imran sûresi 8, âyet-i kerîmesi bu hâli haber vermektedir.
Bâzı kimseler ayakta namaz kılarken vefât eder. Bâzısı uykuda iken, bâzısı bir şeyle meşgûl iken, bâzısı da çalgı ve oyunlara dalmış iken, kimisi de sarhoş iken, ansızın vefât eder. Bâzı kimselere, rûhu çıkarken kendinden evvel geçen tanıdıkları gösterilir. Bunun için etrâfında olan kimselere bakar. Bu zamanda o kimse için horuldamak olur. Bunu insandan başka her şey işitir. İnsan işitmiş olsa, elbette helâk olur, korkudan ölürdü.
Ölünün his duygularından en son gayb edeceği şey işitmesidir. Zirâ rûh kalbden ayrıldığı vakit yalnız görmesi bozulur. Fakat işitmek, rûh kabz oluncaya kadar devam eder. Bunun için, Fahr-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz; “Mevtânıza, şehâdeteyn-i kelimeteyn ki, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlûllah”dır. Bu kelimeyi telkin ediniz!” buyurmuşlardır. Ölüm hâlinde olanın yanında çok söz söylemekten de nehy buyurmuştur. Çünkü o zaman, insan şiddetli sıkıntı içindedir.
Eğer ölünün ağzından tükrüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü kararmış, gözü dönmüş ise, bilmiş ol ki, o şakîdir. Âhıretteki şekavetini görmüştür.
Şâyet, ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü dahî kırpık gibidir. Bilmiş ol ki, o kimse âhırette kavuşacağı sürûr ile tebşir (müjde) olunmuştur.
Mevtâ kabre konunca, bilinmeyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezâra gelip suâl soracaklarını hadîs-i şerîfler açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, bâzı âlimlere göre, bâzı akâidden olacak, bâzılarına göre ise, bütün akâidden olacaktır. Bunun için, çocuklara; “Rabbin kim? Dinin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda ve amelde mezhebin nedir?” suâllerinin cevaplarını öğretmelidir. Ehl-i sünnet olmayanın doğru cevap veremeyeceği Tekzire-i Kurtubî’de yazılıdır. Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennet’ten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennet’teki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki; bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabri o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennem’den bir delik açılır. Sabah ve akşam Cehennem’deki yerini görüp, mezârda, mahşere kadar, acı azâblar çeker.
Ölü kabre konulduğu zaman, üzerine toprak örtülünce, kabir meyyite şöyle söyler: “Benim üzerimde iken ferah idin. Şimdi altımda mahzûn olursun. Benim üzerimde yemekler yerdin. Şimdi de seni benim altımda kurtlar yer.”
İbn-i Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) rivâyet olundu ki: “Yâ Resûlallah! Ölü kabre konduğu vakit, ilk karşılaştığı şey nedir” diye sordum. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Yâ İbn-i Mes’ûd! Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun. Ölü kabre konulduğu vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi Rûmân'dır. Kabirlerin arasına girer, der ki: Yâ Abdellah! Amelini yaz! O kimse der ki; Benim burada ne kağıdım ne kalemim var. Ne yazayım? O melek der ki: Bu sözün kabûl edilmez. Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir. Melek, kefeninden bir parça kesip verir. O kul, dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada sevâbını ve günâhını adeta o bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra, melek, o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün boynuna asar.” Bundan sonra, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Her insanın yaptığı işleri gösteren sahifelerini, biz boynunda kıldık.” meâlindeki İsrâ sûresinin 13. âyet-i kerîmesini okudular.
Sonra, gâyet korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gâyet siyah olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür. Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de şiddetli esen rüzgâra benzer. Her birinin demir kamçıları vardır ki, insanlar ve cinler bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan daha büyük ve ağırdır. Bir kere bir kimseye vurursa, mâzallah parça parça eder. Rûh bunları görünce hemen kaçar, ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir, öleceği zamandaki hâli gibi olur. Hareket etmeye kâdir olmaz. Fakat ne söylenirse onu işitir ve görür. Bunlar ona şiddet ile suâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler. Toprak ona su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa, yer açılıp bir boşluk olur.
Bu iki melek; “Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?” diye suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: “Sizi vekil ederek bana kim gönderdi ise, rabbim O'dur, Benim rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim, dîn-i İslâm'dır.” Buna ancak, ilmi ile âmil hayırlı kimseler böyle cevap verir.
O zaman bunlar da der ki: “Doğru söyledi. Delilini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu.” Bundan sonra, onun üzerine, kabrini büyük bir kubbe gibi yaparlar ve sağ tarafına iki kapı açarlar. Sonra da, kabrini güzel kokulu fesleğenlerle döşerler. Cennet kokuları o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yaptığı güzel amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve ona güzel haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet kopuncaya kadar, kabrinde neşeli sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından daha sevgili bir şey olmaz.
İlmi ve ameli az olan ve ilimden ve melekût esrârından haberi olmayan mü’minlerin derecesi bundan aşağıdır. Onun yanına Rûmân'dan sonra güzel sûrette, güzel kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir. “Beni bilmez misin?” der. O da der ki: “Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni benim şu garib olduğum zamanda bana ihsân eyledi.” O da; “Ben senin sâlih işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra Münker ve Nekir melekleri gelirler ve sana suâl ederler. Onlardan korkma” der.
Bundan sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekir melekleri gelir. Şimdi anlatacağımız şekilde onu sıkıştırırlar. Onu oturturlar. Ona; “Men Rabbüke, yâni Rabbin kimdir?” derler. O da evvelki söylediği gibi söyler: “Rabbim Allah'tır. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm, imâmım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf ve babam İbrâhim aleyhisselâmdır ki, onun milleti benim milletimdir” der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da; “Doğru söyledin” derler. Önceki melekler gibi muâmele ederler. Fakat onun için sol tarafından Cehennem’den bir kapı açarlar. Cehennem’in yılan, akrep, zincir, sıcak suyu ve zakkumu, velhasıl ne varsa hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder.
Ona; “Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennem’deki yerindir. Allahü teâlâ bunu Cennet’teki yerinle değiştirdi. Uyu sen saîdsin” derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı kapanır. Aylarca, senelerce geçen zamanı bilmez, öylece kalır.
Bir çok kimsenin, ölürken dili tutulur. Eğer îtikâdı bozuk olursa (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı, bid’at ehline uydu ise). “Rabbim Allah” diyemez. Başka söz söylemeye başlar. Melekler bir kere vururlar, kabri ateşle dolar. Sonra söner. Bir kaç gün sönük olarak durur. Sonra yine kabirde onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya kadar, bu hâl devam eder.
Bir çok kimse dahi; “Dinim İslâm'dır” diyemez. Bunlar, ya şüphe üzere vefât etmişlerdir yahut vefât ederken kendisine fitnelerden bir fitne ârız olmuştur. (Ehl-i sünnet olmayan kimselerin sözlerine, yazılarına aldanmıştır). Buna bir kere vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle dolar.
Bâzı kimseler “El-Kur'ân-ü imâmı” yâni Kur'ân-ı kerîm imâmımdır diyemezler. Çünkü bunlar, Kur'ân-ı kerîmi okurlar, fakat ondan nasîhat almazlardı ve Kur'ân-ı kerîmde olan emirlerle amel etmezler ve nehy ettiği şeylerden kaçınmazlardı. Bunlara da öncekilere yaptıkları gibi yaparlar.
Bâzı kimse de, peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır diyemez. Zirâ bu kimse, dünyâda sünnet-i nebeviyyeyi (yani, İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını) unutmuş idi. Zamâna, modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur'ân-ı kerîm okutmamış, Allahü teâlânın emirlerini, yasaklarını öğretmemiş idi.
Bâzı kimse, kıblem Kâbe-i şerîf diyemez. Zirâ, namaz kılmak için kıbleye az yönelmiş, yâhud abdestinde fesâd bulunurmuş, yahut namazında başka şeylere iltifât eder, dünyâ işleri ile meşgûl olurmuş, yahut rükûunda ve sücûdunda noksanlık olup, tadîl-i erkâna riâyet etmezmiş.
3- Ba's ve haşr hâli: İnsanların yalnızlık hissedecekleri vakitlerden birisi de; İsrâfil aleyhisselâmın sûru üflemesiyle bütün canlıların yeniden dirildikleri, korku ve dehşet içinde mahşer yerine toplandıkları zamandır. İnsanlar kabirden kalktıkları an kabri üzerine çıkıp, bâzısı çıplak, bâzısı siyah, bâzısı beyaz elbiseli, bâzısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her biri başlarını eğmiş olarak, ne yapacağını bilmeyerek bin sene kadar dururlar. Sonra bir ateş zuhûr eder. Onun gürültüsüyle, halk mahşere sürülür. Bu zamanda her mahlûk dehşete düşer. İnsan olsun, cin olsun, vahşi hayvanlar olsun her birini kendi ameli alıp; “Kalk mahşere git” der.
İnsanlar, dünyâdaki işlerine göre, mahşer yerine grup grup gelirler. Bâzıları çalgı çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuştur. (Her çalgı kasd olunmaktadır. İbâdetleri, Kur'ân-ı kerîm ve zikr okumağı, çalgı ile yapmak da buna dâhildir. Çünkü, hiç bir çalgıda Allahü teâlânın rızâsı yoktur.) Hayatlarında çalgı çalmağa ve dinlemeğe devam edenler, kabirden kalkınca, sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya der ki: “Lanet olsun sana! Allahü teâlâyı zikirde bana mâni oldun!” O çalgı ona geri gelir. Der ki: “Allahü teâlâ, aramızda hüküm edinceye kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam.” Böylece, dünyâda alkollü içki içenler, sarhoş olarak haşr olunur. İslâm’ın emrine uygun olarak giyinmeden sokağa çıkan kadınlar, kızlar; buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur. Zurnacı, zurna çalarak haşr olunur. Her kim, böyle Allahü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzere haşr olunur.
Sahîh olan hadîs-i şerîfte rivâyet olundu ki: “Şarab içen kimse, ateşten şarab kabı boynuna asılmış ve kadehi elinde olarak yeryüzündeki leşlerin hepsinden daha fenâ koktuğu ve yeryüzündeki eşyanın hepsi ona lânet ettiği hâlde haşr olunur.”
Zulmedilerek ölenler, zulm olundukları üzere haşr olunurlar. Sahîh olan hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Allah yolunda öldürülüp şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzûr-ı Mevlaya haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar.”
Bu zamanda melekler, onları, fırka fırka, cemâat cemâat sevk ederler. İnsan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman, yeryüzü beyaz ve gümüş gibi düz olur.
9- Yahyâ aleyhisselâm; zühd, ilim, hilim ve bütün din işlerinde zamanının en büyüklerinden olduğu için, Kur'ân-ı kerîmde, Seyyid olarak zikredilmiştir.
10- Hazret-i Îsâ'yı tasdik etmişti: Yine aynı âyet-i kerîmede Yahyâ aleyhisselâmın Îsâ aleyhisselâmı tasdik edici olduğu bildirildi.
11- Yahyâ aleyhisselâmın üstün vasıflarından bir tanesi de şehîd olmasıdır. Peygamberlikten sonra en yüksek derece olan şehitlik Âl-i İmrân sûresi 169 ve 170. âyetlerinde meâlen; “Sakın Allah katında öldürülenleri ölüler sanma! Doğrusu onlar, Rableri katında diridirler, Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allah'ın kendilerine verdiği ihsândan (şehitlik rütbesinden) dolayı neşeli hâldedirler ve arkalarından kendilerine şehitlik rütbesi ile katılamayan mücâhidler hakkında şunu müjdelemek isterler: Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklar” buyrulan şekilde bildirilmiştir.
Allah yolunda canını fedâ eden, dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfâa ederken ölen, haksız yere öldürülen müslümanlara şehîd denir.