Bir ticâret kervanı gelip, gece Medîne'nin dışına kondu. Kervan halkı yorgunluktan hemen uyudular. Halîfe Ömer (radıyallahü anh), şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahmân bin Avf'ın evine gelip; “Bu gece bir kervan gelmiş. Hiç biri müslüman değil. Fakat, bize sığınmışlar. Eşyaları çoktur ve kıymetlidir. Buradan gelip geçen yabancı ve yolcuların, bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım” dedi. Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler, içlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın, halîfe Ömer olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişân eden, binlerce şehir almış, adâleti ile meşhûr yüce halîfenin bu merhamet ve şefkâtini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar. Hepsi, seve seve müslüman oldu.
Rum Kayseri Herakliyüs'ün büyük ordularını perişân eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, zafer kazandığı her şehirde, tellâl çıkarıp ahâliye, halîfe Ömer'in emirlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca da; “Ey Rumlar! Allah'ın yardımı ile ve halîfemiz Ömer'in emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmayacaktır. İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemiz ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir” diye şehrin ahâlisine duyurdu. Cizye miktarının, fakirlerden kırk, orta hallilerden seksen, zenginlerden yüzaltmış gram gümüş veya bu kıymette mal yahut tahıl olduğunu; kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyârlardan ve din adamlarından cizye alınmayacağını îlân etti. Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beytülmal emîni Habîb bin Müslim'e teslim ettiler. Herakliyüs'ün, bütün memleketinden asker toplayarak, Antakya'ya hücûma hazırlandığı haber alınınca, Humus şehrindeki askerin Yermük'teki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehirde me’murlar bağırtıp; “Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeğe, sizi korumağa söz vermiş, karşılığında da cizye almıştım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emir üzerine, Herakliyüs ile gazâ edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Bu sebeple, verdiğim sözü yerine getiremeyeceğim. Bunun için hepiniz Beytülmal'e gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır” dedi. Boşaltılan Suriye şehirlerinin hepsinde alınan cizyeler iâde edildi. Hıristiyanlar, müslümanların bu adâlet ve şefkâtini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu, seve seve müslüman oldu. Kendi arzuları ile, Rum ordularına karşı İslâm askerine câsusluk yaptılar. Ebû Ubeyde, böylece, Herakliyüs ordularının her hareketini, günü gününe haber alırdı. Büyük Yermük zaferinde, müslüman Rum câsusların çok yardımı görüldü. İslâm devletlerinin meydana gelmesi, yayılması; aslâ, saldırmakla, öldürmekle olmadı. Osmanlılarda da durum hep böyleydi. Bu devletleri ayakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti ve İslâm dîninde çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkarlık kudreti idi.
Süveyd bin Gafele anlatır: Hazret-i Ömer Şam'a geldiğinde, yanına ehl-i kitaptan bir adam, bir yahudi geldi ve; “Ey mü’minlerin emîri! Bir müslüman beni bu hâle getirdi” dedi. Dövülmüş, yaralanmış ve başı yarılmış bir hâldeydi. Hazret-i Ömer, bu hâdiseye çok üzüldü. Suheyb'e (radıyallahü anh) “Git, bu işi yapanı bul ve getir” dedi. Suheyb, bu adamı dövüp, başını yaralayanın Avf bin Mâlik el-Eşcel olduğunu öğrenip ona; “Ömer (radıyallahü anh) bu hâdiseye çok üzüldü. Mu’âz bin Cebel'i (radıyallahü anh) yanına al, öyle git, senin namına o konuşsun. Çünkü, senin hâdiseyi tam anlatamamandan korkuyorum” dedi. Hazret-i Ömer, namazı kıldırdıktan sonra; “Suheyb nerede? Adamı getirdi mi?” dedi. Suheyb “Evet!” diye cevap verdi. Avf bin Mâlik, Hazret-i Mu’âz'ı getirmiş ve hâdiseyi de ona anlatmıştı. Mu’âz (radıyallahü anh) “Ey mü’minlerin emîri! İstediğin adam Avf bin Mâlik'tir. Onu dinlemeden, herhangi bir şey yapma!” dedi. Hazret-i Ömer, Avf’dan mes’eleyi anlatmasını istedi. Avf; “Ey mü’minlerin emîri! Bu adamı, merkebinin üzerinde, işine giden müslüman bir kadının peşinde gördüm. Hayvanın kadını düşürmesi için, eşeğe durmadan dürtüyordu. Onu düşüremeyince itti. Kadın düşer düşmez de üstüne saldırdı. Bu işin sebebi budur” dedi. Hazret-i Ömer; “O hâlde, o kadını getir. Bu sözlerini doğrulasın” dedi. Avf, o kadının evine gitti. Bu kadının babası ve kocası; “Biz, yakınımızın ayıbının ortaya çıkmasını istemeyiz” dediler. Kadın ise; “Vallahi ben onunla gideceğim” dedi. Kadının babası ve kocası ise; “O hâlde biz gidip durumu anlatacağız” dediler. Hazret-i Ömer'e gelip, Avf'ın anlattıklarının aynısını anlattılar. Hazret-i Ömer de, yahudinin cezâlandırılmasını emredip; “Bu, sizinle yaptığımız anlaşmanın icâbıdır” buyurdu. Sonra da; “Ey insanlar! Muhammed aleyhisselâm ile yaptığınız anlaşmayı bozmayın. Allah'tan korkun. Kim bu anlaşmaya uymazsa, onun dokunulmazlığı kaldırılır” buyurdu.
Abdullah ibni Ömer (radıyallahü anh), anlatır: Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh) her sene Hayber'e gelir, Hayber mahsulünün kıymetini hesap ederek onların verecekleri vergileri tespit edip tahsil ederdi. Hayber'in yahudi ahâlisi Abdullah bin Revâha'ya, mallarına fazla vergi kesmemesi için, rüşvet teklif ettiler. Bunu gören Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh), “Ey Allah'ın düşmanları! Bana haram mı yedireceksiniz? Vallahi ben, en çok sevdiğim insanın (Resûlullah'ın) yanından geldim. Maymunlar ve domuzlar, bana sizden daha sevimlidir. Size olan kinim ve Resûlullah'a olan sevgim, beni size adâletsizlik etmeye sevketmeyecektir” dedi. Bu sözler üzerine onlar; “Böylelerinin yüzü suyu hürmetine, gökler ve yer ayakta duruyor” dediler.
Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği nîmetleri, O'nun yolunda kullanır, vakitlerini; Rabbine ibâdet etmek, insanlara doğru yolu gösterip hak dîni anlatmak ve Allah yolunda cihâd etmekle geçirirdi.
Cihâd, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker demektir. Birincisi, kâfirlere İslâmiyeti tanıtmak, onları küfr felaketinden kurtarmak demektir. İkincisi, müslümanlara ilm-i hâllerini öğretmek, onların haram işlemelerine mâni olmaktır. Bunların her ikisi de, üç türlü yapılır. Birincisi, bedenle olur. Beden ile yâni her türlü harb vâsıtaları ile cihâd yapmak, İslâmiyetten haberleri olmayan, başkalarından görmekle veya zâlimlerin, sömürücülerin baskı, işkence ve aldatmaları ile küfre sürüklenen zavallılara İslâmiyeti bildirmeğe engel olan diktatörlere, emperyalist güçlere karşı olur. En modern harb vâsıtaları ile dövüşerek, böyle diktatörlerin, emperyalistlerin güçleri, kuvvetleri yok edilir. Bunların pençeleri, baskıları altında inleyen zavallı milletler esâretten ve kölelikten kurtarılır. Bunlara İslâmiyet öğretilerek, seve seve müslüman olmaları teklif olunur. Kabûl etmezlerse, İslâm dîninin adil, hürriyetçi ve eşitlik emreden hükümlerine göre, müslümanlarla aynı haklara malik olarak ve kendi dinlerinin icaplarını yerine getirip ve ibâdetlerini serbestçe yaparak yaşamalarına izin verilir. Bu silâhlı cihâdı, muhârebeyi yalnız devlet yapar. Yâni devletin ordusu ve savunma kuvvetleri yapar. Devletin emri, bilgisi, izni olmadan hiç bir müslümanın kâfirlere saldırması, eşkıyalık yapması câiz değildir. Devletin sulh yaptığı kâfirlerden birini öldüren müslümanı, İslâm dîni en ağır cezâya çarptırmaktadır. İslâm dîninde cihâd; memleketleri yıkmak, insanları öldürmek demek değildir. İnsanlara İslâmiyeti tanıtarak, kendiliklerinden seve seve müslüman olmalarına çalışmak demektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâm (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) ve daha sonra kurulan hakîkî müslüman olan İslâm devletleri, hep böyle cihâd ettiler. Güçsüz, savunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlara İslâmiyetin ulaştırılmasına, tanıtılmasına mâni olan, İslâm düşmanı, kâfir diktatörlerle, emperyalistlerle ve müslüman ismini taşıyan bid’at sâhibi bölücülerle harb yaparak, bunların sömürücü, ezici güçlerini yok ettiler. Bu işkence güçlerinin altında inleyen insanları kurtararak, hürriyete kavuşturdular. Onlara, İslâmiyeti doğru bir şekilde öğretip, isteyerek müslüman olmalarına ve ebedî saâdete kavuşmalarına sebep oldular.
İslâm cihâdının ikinci şekli, her türlü neşir vâsıtası ile İslâmiyeti insanlara yaymak ve duyurmaktır. Bu cihâdı, İslâm devletinin yardımı ve kontrolü ile İslâm âlimleri yapar. İslâm düşmanı olan kâfirler, her türlü neşir organları ile İslâmiyete saldırıyorlar. Yalanlarla, iftirâlarla insanları, hattâ câhil müslümanları aldatarak, İslâm dînini yok etmeğe çalışıyorlar. Bir de bâzı sapık kimseler, Kur'ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden yanlış ve bozuk mânâlar çıkararak, İslâmın doğru yolundan ayrılıyorlar. Bu sapıkların taşkınlık yapanları kâfir oluyorlar. Bunların hepsi basın yolu ile yâni kitaplar, mecmualar ve çeşitli neşir vâsıtaları ile bozuk inanışlarını yayıyorlar. Bunu yapmak için milyonlar sarf ediyorlar. Bir yandan “Ehl-i sünnet” veya “Sünnî” denilen hakîkî müslümanları aldatarak, İslâmiyeti içerden yıkıyorlar; diğer taraftan da, İslâmiyeti bütün dünyâya yanlış olarak tanıtıyorlar. Müslüman olmak isteyen yabancılar, böyle propagandalar karşısında, ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yâ, müslüman olmaktan vazgeçiyorlar, yahut yanlış, bozuk bir yola girerek müslüman olduklarını sanıyorlar.
Bu durumda müslümanları ve bütün insanlığı kâfir olmaktan ve bid’at fırkalarının yanlış, bozuk neşriyatına aldanarak, sapık müslüman olmaktan kurtarmak için, hakîkî İslâm âlimlerinin, Ehl-i sünnet bilgilerini, kitaplarla her türlü basın vâsıtaları ile bütün dünyâya yaymaları, duyurmaları lâzımdır. İslâmın iç ve dış düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına karşı Ehl-i sünnet âlimlerinin, hakîkî müslümanlığı yâni Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) yolunu, neşir vâsıtaları ile bütün dünyâya yaymaları, günümüzün en kıymetli cihâdıdır.
Cihâdın üçüncü kısmı, duâ ile yapılan cihâddır. Bütün müslümanların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. Bu cihâdı yapmamak, büyük günâh olur. Bu cihâdı yapmak, cihâdın birinci ve ikinci kısımlarını yapanlara duâ etmekle olur. Gaza askeri, duâ askerinin yardımına muhtâçtır. İhlâs ile yapılan duâlar mutlaka kabûl olur.
Dinimizde de çok kıymetli bir ibâdet olan cihâdı Muhammed Masum-i Fârûkî (rahmetullahi aleyh) Mektûbât'ının üçüncü cildi altmış dördüncü mektubunda en güzel şekilde anlatmıştır. Babür-Gürgan devletinin en güçlü sultânlarından olan Âlemgîr Şâh'a yazılan bu mektup şöyledir:
“Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlânın mübârek ismi ile bu mektubu yazmaya başlıyorum. Allahü teâlâya hamd olsun. Seçtiği, sevdiği kullarına selâmlar, iyilikler olsun... Bu fakir huzûrunuza arzederim ki, hâliniz hoş, vakitleriniz güzel olsun. Bu büyük iş ve bu ehemmiyetli kâr, güzel huzûrunuzda, gayret ile yapılmaktadır. Hakikatte hayr ve bereket olan, senelerce süren bu iyi niyetli sıkıntılı sefer, derecenizin yükselmesine sebep olmuştur.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: “Cennet’te yüz derece vardır. Allahü teâlâ onları, Allah yolunda cihâd edenler için hazırlamıştır. İki derece arasında, gökle yer arası kadar mesâfe vardır.” Bu Hadîs-i şerîf, Buhârî’de vardır. “Allah yolunda (düşman karşısında) bir müddet durmak, Kadir gecesini, Mekke-i mtikerremedeki Kâbe'de, Hacer-i Esved'in yanında sabaha kadar ibâdetle geçirmekten hayırlıdır.” Bu Hadîs-i şerîfi Beyhekî rivâyet ediyor. İbn-i Hibbân Sahîh’inde diyor ki: “Alimler; Bir müddet, kısa bir zaman Allah yolunda bulunmak (düşmanın karşısında durmak), içerisinde böyle bir zaman bulunmayan milyonlarca ayı ibâdet ile geçirmekten hayırlıdır buyurdular.”
Enes (radıyallahü anh) Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet etti: “Allah için bir kimse bir gece İslâm sınırlarını bekler, müslümanları muhâfaza ederse, onların oruç ve namaz sevâbına kavuşur.” Bu Hadîs-i şerîfi Taberânî sağlam delil ile bildiriyor. Âlimlerimiz; “Bu Hadîs-i şerîf, kendi vilayetlerinde korkudan emîn olarak yaşayan insanların amellerinin sevâbını, Allahü teâlâ onları himâye eden vâlilerin, âmirlerin defterine de yazdığını haber veriyor” buyurmuşlardır. Bundan daha büyük fazîlet olur mu?
Ne yazık ki, bu maksattan uzak, böyle lezzetli nîmetlerden zâhiren mahrûmum. Bâzı mâni ve engeller sebebiyle, Allah yolunda çarpışmaktan uzak kalmaktayım. Keşke onlarla, Allah yolunda cihâd edenlerle bulunsaydım. Bu, büyük bir kurtuluşa vesîledir. Fakat kalbden, beni sizinle beraber biliniz. Fakirlerin yapacağı iş olan duâ ve teveccüh ile, size yardımcı olduğumu kabûl ediniz. İnsanlardan uzaklaşarak ibâdetle meşgûl olanlar, senelerce riyâzet çekseler ve kırk gün açlığa katlansalar, bu büyük işin yanına yaklaşamazlar. Hele o cihâd esnâsında edâ edilen ibâdet ve tâatlar, uzlette yapılanlardan kat kat üstündür. Orada yapılan zikir ve tesbîhlerin sevâbları da böyledir. Oradaki namazın derecesi de üstünlük îtibâriyle bambaşkadır. Orada yapılan iyilik ve ikrâmların derecesi yüksek, o harb meydanında hasta olanların hâli çok değişiktir. Nitekim, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Allah yolunda yapılan cihâdda, Allahü teâlâyı çok zikredenlere müjdeler olsun. Çünkü, onun her bir kelimesine, yetmişbin sevâb verilir. Her sevâb da on misli yazılır” buyuruyor. Bu Hadîs-i şerîfi Taberânî bildirmektedir.
Bir Hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Muhârebe meydanındaki namaz, beşyüz namaz gibi olup, orada verilen altın ve gümüş, başka yerde verilenden yediyüz defâ fazîletlidir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Allah yolunda cihâd eden veya bir gaziye yardım eden, yahut âzâd olmak için mükâtip köleye yardım eden, kıyâmet günü, hiç bir yerde gölge bulamadığı zaman arşın gölgesinde bulunur.” Bu Hadîs-i şerîfi İmâm-ı Ahmed ve Beyhekî bildirmişlerdir. Yine bir hadîs-i şerîfte; “Allah yolunda durmak, kılıç çekilmese de, süngü kullanılmasa da, ok atılmasa da, içinde bir an Allahü teâlâya isyân edilmeyen altmış senelik ibâdetten daha fazîletlidir” buyruluyor. Bu Hadîs-i şerîfi İbn-i Neccâr bildirmiştir. Yine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimse Allah yolunda bir gün, veya bir günden az yahut daha da az hastalık çekse, mağfiret olunur. Yüzbin âzâd edilmiş köle sevâbına kavuşur. Her kölenin kıymeti milyonlar değerindedir.” Bu Hadîs-i şerîfi İbn-i Rehâviyye bildiriyor.
Hadis-i kudsîde; “Nefsine düşman ol. Zirâ o, bana düşmandır” buyruldu. Kalb, îmânı tasdik ve dil de ikrâr eder iken, insanın nefs-i emmâresi, kendi küfür ve inkârında ısrâr eder. Ahkâm-ı semâviyyeye inanmaz, Allahü teâlânın emirlerine uymak istemez. Hattâ hiç kimseye itâat etmek, uymak istemez, Başkan olmak ve hep hükmetmek ister. Aslından; “Sizin Rabbiniz benim” nidâsı duyulur. Bunun için nefse düşmanlık, makbûl ve beğenilir yol oldu. Parlak dînimizin dâhilinde, ona muhâlefet ve onunla cihâd etmek, onu yenmeğe uğraşmak, onun emrine girmemek “Cihâd-ı ekber” oldu. Vatana saldıran din düşmanları ile cihâd her zaman olmaz ve rast gelmez. Ama insanın kendi içinde olan düşmanı ile cihâd dâimîdir. Acıması ve esirgemesi pek fazla olan Allahü teâlâ, re’fet ve rahmetinin çokluğundan, îmânın hâsıl olmasını ve ebedî azâbdan kurtulmanın kalbin tasdikine bağlı olduğunu buyurdu. Nefsin de tasdikini teklif etmedi.
Umarım kabûl ede göz yaşımı,
O ki inci yapar, su damlasını.