Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Doğumun ilk alâmetleri belirdiği sırada, bulunduğu yerin bahçesinde yürürken, kurumuş bir hurma ağacının altına gelmişti. Doğum sancıları şiddetlendiğinden, mecbûren bu ağaca yaslandı. Çok büyük sıkıntı ve darlık içinde idi. “Ne olaydı ben unutulmuş, aranmaz, ismi bile kimsenin hatırına gelmeyen bir şekilde yok olup gideydim. Ve bu hâlleri görmeyeydim” diye hüznünü dile getirdi.
Nihâyet, yaslandığı kuru hurma ağacının altında, hazreti Îsâ dünyâya geldi. Mevsim kış olup, hurma ağacı da, dalları ve baş kısmı olmayan kuru bir hâlde idi.
Doğumdan sonra, iftirâ ve dedikoduların çoğalması ihtimâli muhakkak olduğundan, böyle durumlara karşı hazreti Meryem'in mahcubiyeti, rûhî elemi de artıyordu. Nihâyet hazreti Meryem'in aşağı tarafından Cebrâil aleyhisselâm veya bir irhâs olarak hazreti Îsâ nidâ edip dedi ki: “Sakın mahcub olma. Üzülecek bir şey yoktur. Bilakis sevin, haz duy ki, öyle muhterem bir oğula nâil oluyorsun. Muhakkak ki, Rabbin teâlâ hazretleri, senin ayağının altında küçük bir nehir yarattı. Böyle yapmakla senin mertebeni yüksek eyledi. O nehirden bedeninde ve elbisende yıkanması icâbeden yerleri yıkarsın. Elinle tutunduğun kuru hurma ağacını kendine doğru çek, silkele. O kuru ağaç, hem de bu kış mevsiminde yeşillenecek, taze hurma verecektir. Bu da başka bir hârikadır, bir iyiliktir. Bundan istifâde et.
Artık o taze hurmalardan ye! Akarsudan içerek harâretini gider. Gözün aydın olsun. Sen tebrike lâyıksın. Manevî bir lezzet ile yaşa! İnsanlardan herhangi bir kimseyi görürsen; Ben, bana bu nîmetleri ihsân eden kerîm Rabbim, Allahü teâlâ hazretleri için orucu nezrettim. Sükut etmek (susmak) için veya sükut etmek sûretiyle oruç tutmak için adakta bulundum. Artık bu husûsu size işâretle haber verdikten sonra, bu gün hiç bir insan ile konuşmayacağım. Ben ancak melekler ile konuşurum. Sırf Rabbime niyaz ve yalnız O'na münâcâtta bulunurum diye söyle.” (Kâdı Beydâvî hazretlerinin beyânına göre, onlar oruçlu oldukları gün konuşmazlardı.)
Hazret-i Meryem de, kendisine yapılan bu nidâdan ve bu sözlerden sonra, ayağının altında küçük bir su arkının aktığını gördü. Hurma ağacını sallayıp silkelemek sûretiyle kuru ağaç, Hak teâlânın izni ve emri ile bir anda yeşeriverdi. O anda ağaçta; dallar, yapraklar ve olgun taze hurmalar peydâ oldu. Meryem (radıyallahü anhâ) hurmalardan yeyip, sudan içerek harâretini giderdi. Biraz sâkinleşmiş, hüznü azalmış, sıkıntısı hafiflemişti. Âlimler buyurmuşlardır ki: Allahü teâlânın kudretiyle, kuru hurma ağacının, bir anda yeşerip, hem de kış mevsiminde taze hurma vermesinde, Hazret-i Meryem'i tesellî etmek vardır. Çünkü kuru ağacın yeşerip meyve vermesi ile, hazreti Meryem'in babasız çocuk doğurmasında benzerlik ve yakınlık vardır. Dolayısıyla bu hurmanın yeşerip meyve vermesi, hazreti Meryem'in mübârek hatırını hoş etmek, onu tesellî etmek içindir.
Hazret-i Meryem'in doğum sancıları içinde kuru hurma ağacının yanına gelmesi ve bundan sonraki durum hakkında, Meryem sûresinin 23-26. âyet-i kerîmelerinde buyruldu ki: “Derken doğum sancısı onu kuru bir hurma ağacına dayanmaya sevketti, mecbûr etti. (Mevsim kış idi. Yanında, doğum esnâsında kendisine yardımcı olacak birisi de yoktu) Bu hâlden ve doğumdan sonra insanların ayıplama ve kınamaları düşüncesinden dolayı; “N'olaydı, bundan evvel ölmüş ve tamâmen unutulmuş olaydım, unutulup gideydim dedi. (Doğum olup, hazret-i Meryem'in muhtemel iftirâlar düşünerek mahcubiyeti ve kalbî hüznü arttığında) aşağı tarafından (Cebrâil veya yeni doğan Îsâ aleyhisselâmona şöyle nidâ etti; “Tasalanma. Mahzûn olma, Rabbin teâlâ senin ayaklarının altında küçük bir nehir halketti, yaratıp akıttı. O kuru hurma ağacını da kendine doğru çek, hareketlendir, silkele ki, ondan üzerine, taze hurma düşecektir.
Acıktığında o hurmalardan ye! Susadığında nehrin tatlı suyundan iç. Oğlunla gözün aydın olsun. Rahat ol, merâk etme (insanlar, ayağının altından nehrin akmaya başlamasını, kurumuş hurma ağacının, hem de vaktinden evvel yeşillenip, meyve vermesini görünce, bunları yapmaya kâdir olan Allahü teâlânın sana da babasız olarak bir evlad vermeye kâdir olduğunu bilirler. Senin iffetini, temizliğini de bildikleri için, hakkında şüpheye düşmekten uzak dururlar.)
Şâyet insanlardan birini görürsün de o senin babasız çocuk getirdiğinden suâl ederse, cevâbında sen, işâretle; “Bugün ben Allahü teâlânın rızâsı için orucu nezrettim (oruca niyetlendim.) Bugün ben hiç bir insana elbette söz söylemem de!” (Onların şeriatında oruç, terk-i taam ve kelâm idi. Yâni, onlarda oruç; yemeyi-içmeyi bırakmak ve konuşmayı terketmek idi.)
Meryem (radıyallahü anhâ) doğumdan sonra bu sesleri duyunca, bir nebze de olsa rahatlamıştı. Fakat, şu anda her şey bitmiş değildi. O kendine kalsa, hiç üzülmeyecekti. Fakat insanlara nasıl izâh edecekti? İnsanlar bu söylediklerini kabûl edecek, inanacaklar mıydı? O aslında en çok buna üzülüyordu. Fakat, ona nidâ edilerek, yapacağı hareketin ne şekilde olacağı bildirilmiştir.
Âyet-i kerîmede, doğumdan sonra, hazreti Meryem'e aşağı tarafından nidâ edildiği bildiriliyor ise de nidâ edenin kim olduğu zikredilmemiştir. Fahreddîn-i Razî hazretlerinin beyânına göre, seslenenin Cebrâil aleyhisselâm olmak ihtimâli varsa da, sahih ve kuvvetli olan, yeni doğmuş olan hazreti Îsâ'nın nidâ ettiğidir.
Çünkü Meryem'e tesellî vermek için seslenen kimsenin, malûm yâni belli, görünürde olması tesellî etmede daha ziyâde tesirlidir. Bu sebeple, seslenenin Îsâ aleyhisselâm olması ihtimâli daha fazladır. Onun dünyâya gelmesi, harikulade bir şekilde, Allahü teâlânın ilhâmı ile doğar doğmaz konuşması ve bu konuşmasında mübârek vâlidesine nasıl hareket edeceğini bildirmesi, hazreti Meryem'i tesellî etmekte elbette daha tesirlidir.
Vehb bin Münebbih (rahmetullahi aleyh) bildirdi ki: “O doğduğu zaman doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp yere döküldü. Şeytanlar bu duruma şaştı. Nihâyet büyükleri olan iblis, onlara Îsâ aleyhisselâmın dünyâya geldiğini haber verdi. Hepsi gelip, onu annesinin bulunduğu yerde etrâfını melekler kuşatmış hâlde buldular.
O doğunca gökte büyük bir yıldız göründü. İran şahı bu yıldızın görünmesinden korktu ve kâhinlere sordu. (Bu, yeryüzünde büyük bir doğum olduğuna işârettir) cevâbını verdiler.
Diğer taraftan İsrâiloğulları, hazret-i Meryem'in yerinde bulunmadığını anlayınca, hayrette kalıp merâk ettiler. İçlerinden birisi onu, Beyt-i Lahm'de gördüğünü söyledi. Hemen toplanıp, Beyt-i Lahm denilen yere geldiler.
Hazret-i Meryem onların geldiğini öğrenince, kucağında çocuğuyla beraber onların yanına geldi. Onlar. Hazret-i Îsâ'yı görünce; “Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok çirkin bir iş yapmış olarak geldin. Sen pek genç, fakat zevci olmayan bir kız olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın. Bu ne acâib ve ne garib bir haldir!
Ey Hârûn'un kız kardeşi! Senin baban İmrân, uygunsuz bir kimse değildi. Zina etmezdi ve fuhşiyata ise hiç meyli yoktu. Annen Hunne de, zâten çok iffetli idi. Anası, babası ve kardeşi tertemiz olan bir kız, nasıl olur da gayr-i meşru bir çocuğun sâhibi olabilir? Onlar çok iyi kimseler oldukları hâlde, sen nasıl oldu da böyle hâlleri başımıza getirdin?” dediler.
Âlimler bildirmişlerdir ki, burada geçen Hârûn ile murâd, Hazret-i Mûsâ'nın birâderi olan Hârûn aleyhisselâm olabilir. Hazret-i Meryem, Hazret-i Hârûn'un neslinden olduğu için “Hârûn'un kız kardeşi” ibaresi kullanılmıştır.
Başka bir rivâyette ise, Hazret-i Meryem'in, Hârûn isminde baba bir kardeşi vardı ve burada zikredilen odur. Bu rivâyetin daha kuvvetli olduğu bildirilmiştir.
Diğer bir rivâyete göre ise, o zamanda Hârûn isminde güzel hâl sâhibi sâlih bir zât vardı. Hazret-i Meryem de onun gibi güzel hâl sâhibi olduğundan kardeş sayılmışlar, bu sebeple böyle zikretmişlerdir.
Bu husûsta Meryem sûresinin 27 ve 28. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Derken çocuğunu yüklenerek, (kucağına alarak) kavminin yanına geldi. Onlar (kucağında çocuğu görünce ayıplamaya başlayıp) dediler ki; Ey Meryem! Doğrusu pek büyük, çirkin bir şey ile geldin. (Çirkin bir iş yaparak geldin ki o iş pek acâib ve pek garip, bizlere ise âr ve rezilliktir. Şüphesiz ki sen, çok acâib bir iş yapmışsın, babasız çocuk getirmişsin. Senin âilende hiç vâki olmayan çok çirkin bir iş işlemişsin.)
Ey Hârûn'un (soy îtibâriyle neslinden gelen) kız kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi.”
Onların anlayışlarına göre bunun başka bir izâh tarzı yoktu. Çok temiz olarak tanınmış bir hâtun iken, onun zina ile hâmile kaldığını ve bu çocuğun böyle meydana geldiğini zannetmişlerdi.
Çirkin bir iş işlemek muhakkak ki, bütün insanlara ayıptır. Fakat çirkin bir iş, sâlih, iyi olarak tanınmış bir âilenin evlâdından meydana gelirse, daha ziyâde ayıplanmakta ve çok kınanmaktadır. Onlar da bunu dile getirmişler ve; “...annen, baban ve kardeşin tertemiz, sâlih kimseler iken böyle yaptığın için tekdîre, azarlanmaya herkesten ziyâde müstehaksın...” demek istemişlerdir.
Hazret-i Meryem bütün söylenilenleri sabırla dinledi. Hiç cevap vermedi. Çünkü bu işin hakîkatini onlara izâh etmek gâyet zor ve belki imkânsız bir işti. Bunun için; “İşin hakîkatini size o, kendisi haber versin. Siz onunla konuşun, ondan sorup anlayın” mânâsına, kundakta bulunan Hazret-i Îsâ'yı işâret etti.
Onlar; “Biz beşikteki sabiye nasıl söz söyleyelim. Zirâ o durumdaki çocuk, söz söylemeye muktedir değildir. Sen cevap veremeyince, cevâbı ona havâle etmekle, çâresizlik içinde ondan imdâd istemek için böyle yapıyorsun. Bu çocuk, her ne kadar o çirkin işin netîcesinde meydana gelmiş ise de onda bir kabahat yoktur” dediler.
Bunun üzerine, kundakta (beşikte) bulunan Hazret-i Îsâ, elini kaldırarak cevap verdi ve dedi ki: “Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz. İffet ve hayâ bakımından son derece temiz olan annemi ayıplamayınız ve şânına lâyık olmayan iftirâlarda bulunmayınız. Kadrinin yüksekliğini lekelemeye kalkışmayınız ve böyle bir şeye cüret etmeyiniz.
Biliniz ki ben, Allahü teâlânın makbûl bir kuluyum. Dolayısıyla Hak teâlâ beni, kullarını irşad ve onları hidâyete sevk etmekle vazifelendirdi. Bunun için bana kitap verdi. O, çeşit çeşit iyiliklerle beni mümtaz ve seçkin kıldı. Lütfu ve keremiyle beni babasız olarak, sâdece "Kün=ol" emri ile yarattı. Beni nebî (peygamber) kıldığı gibi, her nerede bulunursam bulunayım, çok hayırlar ve tam bereket sâhibi eyledi.
Şu hâlde, hangi beldede bulunursam bulunayım, bereketim ve faydam, Allahü teâlânın kullarına ulaşır ve onlar bereketimden istifâde ederler.
Hayatta olduğum müddetçe, Rabbim bana, namaz ve duâyı, zekâtı vasiyet etti. Bütün âzâlarımla yönelerek, vücûdumun her zerresiyle O'na kulluğumu izhar edeyim. Yine O bana, dünyevî alâkaların tamamından alâkamı kesmemi, zekât vermemi ve emrine uyup anneme ihsânda bulunmamı, hizmetine devam etmemi, tevâzû kanatlarımı üzerine açmamı ve lâyıkıyla haklarına riâyet etmemi emretti. Rabbim beni, kibirli ve şakî kılmadı. Kâmil bir temizlik, tam bir iyilik, güzel ahlâk ve çeşit çeşit kerâmet ve iyiliklerle, nîmetlendirdi, taltif etti.
Allahü teâlânın selâmı, hıfzı, himâyesi, doğduğum gün benim üzerime nâzil olmuştu. Zirâ Allahü teâlâ, şeytanın şerrinden muhâfaza etti. Öldüğüm gün de şeytanın şerrinden korumakla selâmet benim üzerime olacaktır. Mahşer günü dirilip kabrimden kalktığımda da selâmet benim üzerimdedir. Zirâ o günde zarar göreceklerden değilim.”
Tefsîr-i Hâzin’de bildirildiğine göre; Hazret-i Îsâ'nın herkesi hayrette bırakan bu konuşmasında, çok çeşitli hikmetler vardır. Îsâ aleyhisselâm, evvela Allahü teâlânın kulu olduğunu beyân etti ki, kendini mâbud edinmesinler.
Bu sözleriyle annesinin herhangi bir günâh işlemediğini, onun temiz ve muhâfaza edilmiş olduğunu da çok güzel bir şekilde izâh ve ispat etmiş oldu. Çünkü gayr-i meşru bir çocuktan, böyle harikulade bir hâl zuhûr edemeyeceği herkesçe çok iyi bilinir.
Hazret-i Îsâ, bu sözlerinde yahudilerin iftirâ atmaktan vazgeçmeleri için, ileride peygamber olacağını, namaz ve zekâtla emrolunacağını, kendisine, Hak teâlâ tarafından kitap verileceğini haber verdi.
Ebüssü’ûd hazretlerinin beyânına göre; Hazret-i Îsâ, o sözlerinde, doğumunda, vefâtında ve kabrinden kalktığında selâmı kendine tahsis etti. Böyle yapmakla, kendisine ve vâlidesine düşmanlık edenlere lânette bulunulacağını işâret etmiştir. Çünkü selâmın zıddı lânettir. Selâmı kendine has kılarak söylemek, düşmanlarına lânetin geleceğini icâb ettirmektedir.
Hazret-i Meryem'in, kucağında oğlu ile kavminin yanına gelmesinden sonra onların sözlerine karşı, Hazret-i Meryem'in kundaktaki Hazret-i Îsâ'yı işâret etmesi ve bundan sonraki durum hakkında Meryem sûresinin 29-34. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Meryem onlara cevap için, Îsâ'yı (aleyhisselâmgösterince, onlar; (Böyle çirkin bir fiili işlediğinden başka bir de bize sihir mi yapacaksın.) Henüz beşikte bulunan bir çocuk ile biz nasıl konuşabiliriz dediler.
(Îsâ aleyhisselâm onların sözlerini duyunca, fasîh bir lisân ile) şöyle söyledi: “Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum. O bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır. Her nerede olsam beni mübârek kıldı. (Beni, insanlara hayrı öğreten ve onlara çok faydalı bir kimse yaptı, baras hastalığını ve körleri iyi etmemi nasîb etti) ve hayatta olduğum müddetçe, namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkar kıldı (Ona ihsân, iyilik etmemi emretti.) ve beni, kibirli, mahlûkları inciten, zorba, isyânkar ve bedbaht bir kimse yapmadı.
Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm (selâmet) benin üzerimedir. İşte, hakkında (yahudilerle hıristiyanların) ihtilaf edip durdukları, (kimisinin; O Allah'tır, kimisinin; O Allah'ın oğludur dediği, kimisinin de; O sihirbazdır dedikleri) Îsâ (aleyhisselâmAllahü teâlânın oğlu değil) Meryem'in oğludur. Ona dâir hak kelâmı işte budur.”
Âyet-i kerîmede bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâmın söylediği ilk sözler bunlardır. Konuşmaya başlarken, ilk sözünün; “Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum” olması, Rabbinin kulu olduğunu îtirâf ve ikrardır ve ayrıca, Rabbinin Allahü teâlâ olduğunu beyândır. Böylece zâlimlerin dediği, Îsâ Allah'ın oğludur sözünü, cenâb-ı Allah'tan uzak tutmuştur. Kendisinin Allah'ın kulu, resûlü olacağını haber vermiş ve Allahü teâlânın kulcağızı olan bir hanımın oğlu olduğunu söylemiştir. Sonra câhillerin, annesi için söyledikleri sözlerden onun uzak ve temiz olduğunu söyleyip, iftirâlarını yüzlerine çarparak; “Bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır” demiştir. Çünkü Allahü teâlâ, onların zannettikleri gibi gayr-i meşru kimselere peygamberlik vermez. Nitekim Allahü teâlâ. Nisâ sûresinin 156. âyetinde meâlen; “Yahudiler Îsâ'yı (aleyhisselâminkâr ve Meryem'e zina isnadı ile büyük iftirâda bulundular” buyurdu. Zirâ yahudilerden bir tâife, o zaman, hazret-i Meryem için, zina edip, ondan hâmile kaldı demişlerdi. Bunun için Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'in, böyle çirkin bir fiilden uzak olduğunu bildirip, ondan “Sıddîka”, yâni çok doğru, temiz ve dürüst kelimesi ve sıfatı ile bahsetti. Oğlunu peygamber, hem de resûl, hattâ, ülü’l-azm denen altı büyük peygamberden biri eyledi. Bunun için Hazret-i Îsâ bu ilk konuşmasında; “Her nerede olsam beni mübârek kıldı” dedi. Zirâ nerede insanları Allahü teâlâya ibâdete çağırsa, Allahü teâlânın bir olduğunu, ortağı, eşi, benzeri bulunmadığını söyler, O'nu noksanlık ve ayıptan, çocuk ve eş edinmekten tenzih eder; “O çok yüce ve mukaddes Rabdır” derdi.
“Beni anneme hürmetkar kıldı ve beni kibirli, mahlûkları inciten zorba, isyânkar ve bedbaht bir kimse yapmadı” dedi. Yâni, ana hakkına çok riâyetkar eyledi. Sert ve şiddetli eylemedi. Bunun içindir ki, Allahü teâlânın emrine ve O'na itâate ters düşen bir şeyin benden meydana gelmesinden muhâfaza eyledi.
Tefsîr-i Kebîr ve Rûh-ul-beyan tefsîrlerinde bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde buyruldu ki: Bu âyet-i kerîmelerde bildirildiğine göre, Hazret-i Îsâ, beşikteki bu ilk konuşmasında, Allahü teâlânın, kendisine ihsân buyurduğu bâzı husûsiyetleri zikrettikten sonra; “Hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti” dedi. (Namaz, azîz ve hamîd olan Allahü teâlâya karşı, gerçek kulluk vazifesidir. Zekât da, Allah'ın kullarına iyilik ve ihsânda bulunmaktır. Bu iki vazife, kalbleri kötü ahlâk ve huylardan, malı ise kirve pislikten temizler.)
Beydâvî tefsîri'nde; “Zekât vermemi emretti” kısmı; Eğer mala malik isem onun zekâtını vermeyi yahut, nefsi kötülüklerinden temizlemeyi emretti diye tefsîr edilmiştir. Îsâ aleyhisselâmın zekât ile emrolunması, onun zengin olduğunu göstermez. Nitekim kaynaklarda, Hazret-i Îsâ'nın fevkalâde zühd sâhibi olduğu, hattâ kalmak için belli bir evinin bile bulunmadığı bildirilmektedir. O hâlde bu emir, ümmetinin zenginlerinedir. Çünkü, ilâhî kitaplardaki hükümlerin hepsi, peygamberlerin kendilerine hitâben bildirilmiştir. Böylece onlar için ümmetlerini, emirlere uyup, yasaklardan sakındırmaya teşvik vardır.
Nitekim Tefsîr-i Mazharî’de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Hazret-i Îsâ'nın sözü; “Rabbim bana, size namaz ve zekâtı tavsiye etmemi emir buyurdu” şeklinde izâh edilmiştir.
Hazret-i Îsâ'nın kundakta iken konuşmasına hayret eden İsrâiloğulları, dillerini yutmuş gibi oldular. Hiç bir şey söyleyemediler. Buna rağmen daha sonra, dedikodu yapmaktan, çeşit çeşit iftirâlarda bulanmaktan da geri kalmadılar.
Hak teâlânın emri, dilemesi ve takdiri ile Hazret-i Meryem'in, Hazret-i Îsâ'ya hâmile olduktan sonra, hâmilelik müddetinin ne kadar sürdüğü ve doğumdan ne kadar zaman sonra kavmi ile karşılaştığı husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Ekseri rivâyetlere göre, hâmilelik müddeti diğer insanlarda olduğu gibi dokuz ay on gün sürmüştür. Kavmi ile görüşmesi ise doğumdan kırk gün geçip, nifastan temizlendikten sonradır.
Hazret-i Îsâ'nın babasız olarak dünyâya gelmesi, Hazret-i Âdem'e benzetilmekte, bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 59. âyeti kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Muhakkak ki, Îsâ'nın (aleyhisselâm babasız olarak dünyâya geliş) hâli, Allahü teâlâ katında Âdem'in (aleyhisselâm babasız ve anasız olarak yaratılması) hâli gibidir. Hak teâlâ Âdem'i (aleyhisselâmtopraktan yaratıp sonra ona, “Ol" dedi. O da, derhal (beşer, insan) oluverdi.”a


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hazret-i Meryem bu endişe ve heyecan içinde iken, Cebrâil aleyhisselâm, onun yakasına veya gömleği üzerine nefha etti, üfürdü, sonra oradan ayrıldı ve gitti.
Böylece Hak teâlânın emri ve kudretiyle, hazret-i Meryem, hazret-i Îsâ'ya hâmile oldu. Cebrâil aleyhisselâmın o nefhasından, üfürmesinden sonra, onun hazreti Îsâ'ya hâmile olduğu Meryem sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde, bildirilmektedir. Bu sırada onbeş yaşında idi. Hazret-i Îsâ'ya hâmile olduğunda on yaşında olduğu, yeni büluğa ermiş olup, bundan evvel sâdece iki defâ hayız gördüğü de bildirilmiştir. Bundan bir müddet sonra, normal olarak hâmilelik hâlleri görülmeye başlandı. Rivâyete göre onun hâmile olduğunu ilk farkeden, Yûsuf-i Neccâr oldu. Bilindiği gibi, Yûsuf-i Neccâr ile Hazret-i Meryem nişânlı idiler.
Yûsuf-i Neccâr onun hâmile olduğunu görünce, adeta ne olduğunu şaşırdı. Bunu nasıl yorumlayacağını bilemedi. Onun iffet, hayâ ve edebinin ne derece kemâlde olduğunu biliyor, yanlış bir iş yapmasına aslâ ihtimâl vermiyordu. Fakat hazreti Meryem hâmile idi ve bunun, zâhirde bir tek izâhı vardı, o da, bir erkeğe yakın olması... Bu durum karşısında ne yapacağını, nasıl tavır alacağını bilemiyor, fakat mes’eleyi çözemediği için de adeta aklını kaçıracak gibi oluyordu. Nihâyet bir yolunu bulup, hazreti Meryem'e dedi ki: “Ben sende çok garib bir hâl görüyorum. Bu mes’eleyi saklayıp, kendimle mezâra götürmeyi yâni ölünceye kadar hiç kimseye bahsetmemeyi istediysem de muvaffak olamadım.” Hazret-i Meryem ona; “Söylemek istediğini söyle” dedi. Yûsuf-i Neccâr; “Bana söyler misin? Hiç tohum ekmeden ekin biter mi?” dedi. O; “Evet biter” dedi. Yûsuf; “Peki yağmur yağmadan ağaç yetiştiği olur mu?” dedi. O; “Evet olur” dedi. Yûsuf; “Erkek olmadan çocuk meydana gelir mi? Babasız olarak çocuk doğar mı?” dedi. Bunun üzerine Meryem (radıyallahü anhâ), şöyle dedi: “Evet doğar. Allahü teâlâ tohumu ilk yarattığında, tohumdan mı yarattı? Elbette tohumsuz yarattı. Bunu biliyor musun? Allahü teâlâ, ağacı ilk yarattığında yağmur ile mi yarattı? Elbette yağmursuz yarattı. O, yağmuru da, suyu da, ağacı da, tohumu da kendi ilâhî kudretiyle ve sâdece "Ol" emri ile yarattı. (Yine ezelî takdiri ile bu âlemde her şeyin sebepler ile meydana gelmesini dilediğinden, meselâ yağmuru, ağacın yetişmesi için bir sebep kıldı. Böyle sebepler olmadan da elbette yaratır. Fakat yine O, hâdiselerin sebepler ile vukû bulmasını dilediği için, hâdiseler, sebepler ile cereyan etmektedir. Meselâ; ateşi yakmaya, bıçağı kesmeye sebep kılmıştır. Fakat dilerse bunlarda tesir halketmez. Meselâ; ateşin, İbrâhim aleyhisselâmı yakmaması, bıçağın, hazreti İsmâil'i kesmemesi böyledir.) Yoksa sen, tohum ile yağmur sebepleri olmazsa, Allahü teâlâ ekin ile ağaç yetiştiremeyeceğini mi zannediyorsun?”
Hazret-i Meryem'in bu sözlerine karşı Yûsuf-i Neccâr; “Hayır öyle bir şey demiyorum. Bilakis Allahü teâlâ dilediği her şeyi yapmaya kâdirdir. Mutlak kudret sâhibi yalnız O'dur. Bir şeyin olmasını dileyince yalnız "Ol" emrini verir. O şey de hemen oluverir diyorum” dedi. Meryem (radıyallahü anhâ) “Peki sen Allahü teâlânın Hazret-i Âdem-i ve Hazret-i Havvâ'yı da anasız ve babasız olarak yarattığını bilmiyor musun?” deyince, o; “Evet biliyorum” dedi.
Bu konuşmalardan, Hazret-i Meryem'in -haşa- yanlış bir iş işlemediğini, bu hâmileliğin, Hak teâlânın takdiri ve kudretiyle, bir erkekle temas olmadan meydana geldiğini iyice anlayan Yûsuf-i Neccâr, artık bu husûsta daha fazla soru sormanın, fikir yürütmenin ve çeşitli zanlarda bulunmanın yersiz olduğunu düşündü ve yanlış karar vermekten kaçındı.
Hazret-i Meryem'in hâmileliği belli olup, açığa çıkınca, ortalıkta bu mes’ele konuşulmaya ve herkes tarafından dedikodusu yapılmaya başlandı. Yahudiler çeşit çeşit iftirâlarda bulunuyor, akla gelmeyecek ve ağza alınmayacak şeyler söylüyorlardı. Hazret-i Meryem gibi, iffet ve nâmusun, edeb ve hayânın zirvesinde olan tertemiz bir hanım için bu şekildeki sözler ve dedikodular elbette tahammülü mümkün olmayan bir sıkıntı, acısı çok şiddetli olan bir dert idi.
Bu husûsta Meryem sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “… Bununla (karnındaki bu çocuğu ile) âilesinden uzak bir yere (bir dağın ardında ve Beyt-i Lahm denilen bir yere) çekildi.” (Beyt-i Lahm, Kudüs'ün 10 kilometre güneyinde bir kasaba olup, o zaman sâkin, tenhâ bir yerdi.)
Hazret-i Meryem'in bu şekilde ayrı bir yere çekilmesi tabii ki, sıkıntıları gidermiyor, belki sâdece azalmasına sebep oluyordu. Lâkin insanların böyle ileri geri konuştuklarını düşündükçe, üzüntü ve sıkıntısı artıyordu. Zâten hâmilelik hâli başlı başına, çok zahmetli bir durum idi. Bununla beraber, insanların yalan yanlış, uygunsuz lâflar konuşmaları da bu zahmetin üzerine ikinci bir sıkıntı ve zahmet oluyordu. O ise, bütün bunların, Hak teâlânın dilemesi ve takdiri ile olduğunu düşünerek tahammül etmeye çalışıyordu. Günleri hep böyle üzüntü ve sıkıntı içinde geçiyordu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hazret-i Meryem onbeş yaşına ulaştığında, Yûsuf-i Neccâr isminde biriyle nişânlanmıştı. Fakat onunla evlenmeden, Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'e babasız olarak bir çocuk vereceğini müjdelemişti.
Rivâyete göre, Hazret-i Meryem, Beyt-ül-Makdis'te kendisi için Zekeriyyâ aleyhisselâm tarafından tahsis edilen odada bulunur, ihtiyaç hâlinde dışarı giderdi veya ibâdetini orada yapar, sair zamanlarda Zekeriyyâ aleyhisselâmın hanımının yanında bulunurdu. Bu husûsta rivâyetler muhteliftir. Böyle bir vesile ile, evinin veya Beyt-ül-Makdis'in doğusunda bir yerde bulunurken veya güneşlenirken, yanına Cebrâil aleyhisselâm geldi. Her âzası tam, düzgün bir genç insan şeklinde idi. Aslî şeklinde değil de böyle bir insan şeklinde gelmesi, Hazret-i Meryem'in onu aslî şekliyle görmeye tahammül edemiyeceği içindir.
Hazret-i Meryem, birden karşısında böyle birini görünce, kemâl-i edebinden ve iffetinin çokluğundan pek fazla endişelendi, kalbine ürperti geldi. Bulunduğu yer tenhâ idi. Buna rağmen perde de çekmişti. Böyle iken oraya genç bir kimsenin gelmesi onu telâşa düşürmüştü. Hemen; “Ben senin bana bir zarar vermenden, kullarını böyle zararlardan korumaya kâdir ve her nîmet ve ihsânın sâhibi olan Allahü teâlâya sığınırım. Benim yanımdan çekil. Eğer Allahü teâlânın azâbından korkar, günâh işlemekten sakınırsan, herhangi bir fenâlık yapmazsın. Yanımdan git ve bana taarruz etme” dedi.
Genç bir delikanlı sûretinde gelen Cebrâil aleyhisselâm, ona, kendinin melek olduğunu ve endişelenmemesini bildirip; “Ben senin, benden kendisine sığındığın Hak teâlâ hazretlerinin bir elçisiyim. Yâni ben insan değilim. Allahü teâlâ tarafından gönderilen bir haberci meleğim. Senin temiz bir oğlan doğuracağını müjdelemek için gönderildim” dedi. Meryem (radıyallahü anhâ), onun vazifeli bir melek olduğunu anlayınca, biraz rahatladı. Fakat endişesi de gittikçe arttı. Sonra; “Benim hiç çocuğum olur mu? Ben evli değilim. İffetsiz bir kimse de değilim ki, başkasından hâmile kalmış olayım. Bana hiç bir erkek dokunmadı. Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günâh da işlemedim. O hâlde benim nasıl çocuğum olur ki?” dedi.
Cebrâil aleyhisselâm ona; “Evet iş dediğin gibidir. Sen evli değilsin. Şer'î hudûdun dışına taşarak bir iffetsizlik de yapmadın. Fakat Hak teâlâ sana, babasız bir çocuk ihsân edecek. Böyle yapmak O'na pek kolaydır. Zirâ O, her dilediğini yapmaya kâdirdir” dedi.
Hazret-i Meryem, Allahü teâlânın, bir çocuğu babasız olarak halketmeye kâdir olduğunu elbette bilir ve tasdik ederdi. “Benim nasıl çocuğum olur ki...” diye sorup, kendi durumunu izâh etmesi, buna inanmamasından değil, bu işin nasıl olacağını anlamak istemesindendir.
Daha sonra, Cebrâil aleyhisselâm bu işin takdir edildiğini, tamam olduğunu; çocuğun, babasız olarak Allahü teâlânın (Kün=Ol) emriyle yaratılacağını ve isminin Meryem oğlu Mesîh Îsâ olduğunu bildirdi. Ayrıca çocuğun, Allahü teâlâ katında mertebe ve derecesinin pek yüksek, makbûl bir kul olduğunu söyleyerek, onun sıradan bir çocuk olmadığını insanlara hak ve hakîkati bildireceğini de haber verdi.
Mesîh; meshedilmiş, meshedilen demektir. Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden muhtelif rivâyetler gelmiş olup, bunlardan bâzıları şöyledir:
1- Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için ona bu isim verilmiştir.
2- Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu. Bunun için Mesîh denilmiştir.
3- Îsâ aleyhisselâm yeryüzünde çok seyahat ederdi. Buna işâretle Mesîh denilmiştir.
4- Mesîh, İbranî dilinde Mübârek mânâsınadır. Hazret-i Îsâ'nın şerefinin ve fazîletinin üstünlüğünü bildirmek için, bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir.
Ayrıca kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan Deccal'e de Mesîh denir ki, onun -haşa- yukarıdaki fazîletlerle hiç bir ilgisi yoktur. Ona, Mesîh denmesinin sebebi gözünün birinin silik olmasıdır.
Cebrâil aleyhisselâmın genç bir insan şeklinde Hazret-i Meryem'e gelerek, onu bir oğul ile müjdelemesi ve bu esnada aralarında geçen konuşmalar husûsunda, Âl-i İmrân sûresinin 45-47. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Melâike (Cebrâil aleyhisselâmdedi ki: Ey Meryem! Allahü teâlâ, kendinden bir kelimeyi ("Ol" emri ile yaratılacak bir çocuğu) sana müjdeliyor ki, o çocuğun ismi, Meryem oğlu Mesîh Îsâ'dır. Dünyâda da âhırette de vecîh (şerefi yüksek, kadri yüce) dir. (Denildi ki, dünyâda vecîh olması, peygamberliği; âhırette vecîh olması ise şefâatidir.) ve o mukarreb (yani Hak teâlâ indinde yüksek derecelere sâhip) olanlardandır. O beşikte iken (süt emerken) de, yetişkin iken de insanlarla konuşacaktır. O sâlihlerden (bütün emirlere uyan ve bütün yasaklardan kaçınan, içini ve dışını Hak teâlânın emirlerine uyduran iyi kimselerden) dir.
(Melek böyle söyleyince, Hazret-i) Meryem; “Ey Rabbim! Bana hiç bir insan dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. (Bunun üzerine Allahü teâlâ ona Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla, onun lisânıyla) buyurdu ki: “Evet öyledir. Sana bir kimse dokunmamıştır. Fakat Allahü teâlâ neyi dilerse yaratır. Bir şeyi dileyince ona sâdece “Ol" der. O da hemen oluverir.”
Allahü teâlâ eşyayı, mahlûkları bilinen zâhirî sebepler ve maddelerle, tedricen, safha safha yaratmaya kâdir olduğu gibi, bu sebepler hiç olmadan, bir defâda ve bir anda yaratmaya da elbette kâdirdir.
Yine bu husûsta Meryem sûresinin 16-21. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: Kur'ân-ı kerîmde Meryem kıssasını da zikret. Hani o, âilesinden ayrılıp şark tarafında, (evinin veya Beyt-ül-Makdis'in doğu tarafında) bir yere çekilmişti. (Bir rivâyette hayzdan temizlenip gusül etmeğe gitmişti. Burası çok tenhâ bir yer ise de, tesettüre, örtünmeye pek çok riâyet ettiğinden) onların kendini görmemesi için ayrıca bir de perde edinmişti. Perde ile örtünmüş, perde çekmiş idi. Derken biz ona rûhumuzu (Cebrâil aleyhisselâmı) gönderdik de, o, Meryem'e, hilkati tam, her âzası düzgün, yakışıklı bir genç sûretinde göründü. (Meryem (radıyallahü anhâ) bu tanımadığı yabancıyı görünce, melek olduğunu bilemediği için, kemâl-i iffetinden dolayı pek telâşlanarak): “Ben senden, rahmân olan Allahü teâlâya sığınırım. Eğer mü’min ve müttekî isen, fenâlıktan hakkıyla sakınan bir insan isen bana taarruz etme. Bana yaklaşma ve yanımdan çekil (yani senden, Allahü teâlâdan korkman ümid olunur. Senin Allahü teâlâdan korkman ise, benim O'na sığınmamla mümkün olur. Bu sebeple senden Allahü teâlâya sığınırım.)” dedi.
(Tefsîr âlimleri Cebrâil aleyhisselâmrûh buyrulması husûsunda muhtelif sebepler bildirmişlerdir. Bâzıları; “Hak teâlânın, onu sevdiğini, ondan râzı ve kendine yakın kullarından olduğunu beyân içindir. Nitekim bir kimsenin sevdiğine “rûhum” demesi âdet olmuştur dediler. Cebrâil aleyhisselâm da ona) dedi ki: Gerçekten ben senin, kendisine sığındığın Rabbin teâlâ tarafından, O'nun emriyle gelen haberciyim ki, sana, bütün fenâlıklardan temiz, hayırlı olmasıyla medholunan, bir oğlan vermeye (vesile olmaya) geldim. (Meryem (radıyallahü anhâ), gelenin hakîkî bir insan değil, bu sûrette görünen bir melek olduğunu, ondan kendisine bir zarar gelmeyeceğini anlayıp, bununla beraber, bunun nasıl olacağını merâk ederek;) “Benim nasıl bir oğlum olabilir ki, bana hiç bir beşer (nikahı ile) dokunmamış, yaklaşmamıştır. Ben zinâkâr, iffetsiz ve fâcire biri de değilim dedi.
(Cebrâil aleyhisselâm) dedi ki: “(Yâ Meryem!) Evet hâl dediğin gibidir. Lâkin, Rabbin teâlâ hazretleri, buyurdu ki; O (zahiri sebepleri bulunmadan bir çocuk halketmek, yaratmak) bana pek kolaydır. Biz onu kudretimize bir alâmet ve insanlardan onun dînine tâbi olanlara onu bir rahmet kılarız. Bu ezelde hükmolunmuş, takdir edilmiş bir iştir. Bu hükümde bir değişiklik, bozulma olmaz.”
Yukarıda da bildirildiği gibi Hazret-i Meryem, Âdem aleyhisselâmdan o zamana kadar hiç olmamış bir durumla, yâni babasız çocuk meydana gelmesi durumuyla karşılaştığı için ziyâdesiyle hayrete düşmüştü. Kendinin evli ve iffetsiz biri olmadığını bildirip, nasıl çocuğum olabilir ki diye suâl etmesi, babasız olarak bir çocuk meydana gelemeyeceğinden değildi. Zâhirî sebepleri olmadan, Allahü teâlânın sâdece "Ol" emri ile dilediğini her an var etmeye mutlak kâdir olduğunu elbette biliyordu. Suâli, böyle bir şeyin nasıl olacağını anlamak içindi. Gerçi Âdem aleyhisselâmAllahü teâlânın kudretiyle annesiz ve babasız meydana gelmişti. Ondan sonra, Hazret-i Havvâ, Hazret-i Âdem'in sol kaburga kemiğinden yaratılmıştı. Yâni Âdem aleyhisselâm, anasız ve babasız olarak topraktan halkolunduğu, yaratıldığı gibi, hazreti Havvâ da ondan annesiz olarak yaratıldı. Fakat ondan sonra insanın çoğalmasına hep anne ile babanın bir araya gelmesi sebep kılındığından, bu âdetin aksine bir durum görünüşte mümkün değildi. Hazret-i Âdem'den bu kadar zaman geçtikten sonra yeniden böyle bir hâlin zuhûr etmesi, elbette herkesin hayret ve dikkatini çekecekti. İşte hazret-i Meryem'in hayret ve endişesi de bu noktadan kaynaklanıyordu. Âlemde kimseye nasîb olmamış bu ilâhî lütûf, onu ziyâdesiyle heyecanlandırıyordu. Bu iş ve bu işin netîcesi nasıl olacaktı? Sonra insanların tavrı ne olacaktı? Hazret-i Meryem ne gibi iftirâlara uğrayacak, bu husûsta ne sıkıntılar çekecekti? İnsanlara ne diyecek, bu hâli nasıl kabûl ettirecekti? İnanacaklar mıydı?


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget