Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Hazret-i Îsâ'nın hak olan dîni, az zaman sonra yahudiler tarafından sinsice değiştirildi. Bolüs adındaki bir yahudi, Îsâ’ya inandığını söyleyerek ve İsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, hakîkî İncîl’i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, oniki havârîden işittiklerini yazarak, İncîl adında dört kitap meydana geldi ise de, Bolüs'ün (Paulos) yalanları, bunlara da karıştı. Bir yahudi olan Bolüs, Yunan felsefesi ile meşgûl oluyordu. Havârîlerden Barnabas ile senelerce arkadaşlık yaptı. Yıkıcılık taşıyan bozuk fikirlerini ona aşılamak istedi; muvaffak olamayınca, açıkça düşmanlık yapmaya başladı. Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyen Bolüs, İsevî görünüp kendisini din âlimi tanıtarak; “Îsâ Allah'ın oğludur” dedi. Daha başka şeyler de uydurup söyledi. Şarabın ve domuzun helâl olduğunu bildirdi. Namazdaki kıbleyi Mescid-i Aksâ'dan şarka yâni güneşin doğduğu tarafa döndürdü. “Allah'ın zâtı birdir, sıfatları üç türlüdür” dedi. Bu sıfatlara Uknum adı verildi. Bolüs'ün sapık fikirleri, Yunan filozofu Eflatûn'un felsefesine dayanıyordu. Eflatun felsefesine göre bir çok puta tapmak, her tanrı için ayrı bir put yapmak doğru değildi. İlâhlar hakîkatte üçtür: 1- Bunlardan en büyüğü, görünmez yaratıcı ilâh (ekinom). 2- Görünen veya hissedilen ve birincisinin veziri, yardımcısı olan logos (mantık), 3- Görünen ve bilinen kâinâtdır. İşte Bolüs, hıristiyanlığı buna benzetmek istemiştir. Hazret-i Îsâ; “Ben ancak sizin gibi bir insanım” dediği hâlde, onu “Allah'ın oğlu” olarak kabûl etmiş, buna bir de “Rûh-ul kuds” ekleyerek “Baba-oğul-kutsal rûh” adı altında üçlü tanrı manzumesini meydana getirmiştir.
Barnabas (Barnabe) adındaki havârî, Bolüs'ün yalanlarına aldanmadı. Hazret-i Îsâ'dan işittiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, kendi adı ile anılan İncîl’i de yok edildi. Günümüze kadar ancak bir nüshası gelebildi.
Bu durumda Îsevîler ikiye ayrıldı. Bolüscüler ve Barnabascılar. Bolüscüler, yanlış propaganda ve okşayıcı sözlerle, Avrupa krallarını elde edip kuvvetlendiler. Barnabas'ın yolunda olanlar; “Hazret-i Îsâ insandır. İlâh değildir. Allah'ın oğlu da değildir. Ona tapılmaz” diyorlardı.
Uydurma İncîller zamanla çoğalarak, her yerde birbirini tutmayan başka başka İncîller okunur oldu. Büyük Konstantin putperest iken, mîladın 313. senesinde hıristiyanlığı kabûl etmiş, İstanbul şehrini büyütüp imâr etmiş ve Konstantiniyye ismini vermişti. Bir konsil toplayarak, İncîl nüshalarını dörde indirtmiş, ayrıca eski dîni olan putperestlikten de pek çok şeyi bu İncîllere sokturmuştu. Noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabûl etmiş, böylece yeni bir hıristiyanlık dîni kurulmuştu.
Barnabas'ın yazdığı İncîl’de, Allah'ın bir olduğu bildirilmişti. Fakat bu İncîl elde bulunmadığı için, filozof diyerek kıymet verdikleri Eflatun’un ortaya atılan ve İncîllere sokulan teslis (üçlü tanrı) fikri, kabûl edilen dört bozuk İncîl’de aynen bırakılmıştı. Aryûs ismindeki bir papaz, bu dört İncîl’in yanlış olduğunu, Allah'ın birliğini, Hazret-i Îsâ'nın O'nun oğlu değil, kulu olduğunu söyledi. Fakat söz geçiremedi. Onu dinlemedikleri gibi aforoz ettiler. Aryûs, Mısır'a kaçtı ve orada tevhidi (tek Allah inancını) yayarken öldürüldü.
Konstantin'den sonra gelen krallar, Aryûs'un mezhebi ile, yeni hıristiyanlık arasında şaşkına döndüler. İstanbul'da ikinci, sonra üçüncü, daha sonra, İzmir ile Aydın arasında bulunan Efes’te (Ephesus) dördüncü, Kâdıköy'de beşinci ve İstanbul’da altıncı meclisler kurulup, yeni yeni İncîller meydana çıktı. Nihâyet Luther Martin ve Calvin (Kalven) son değişiklikleri yapıp, yalanlar da katılarak, birbirine uymayan farklı İncîller yazıldı. Böylece, hıristiyanlık ismiyle, akıl ve hakîkat dışında bir din meydana geldi. Bu sebeplerden Avrupa'da Hıristiyanlığa karşı, yerinde olarak yapılmış olan hücûmlar, hâlâ devam etmektedir.
Hıristiyanların, bu mantığa uymayan üçlü tanrı inancını ortaya koymaları ve böylece İsevîlik dîninin esasını değiştirmesi, din adamları olan papayı günâhsız kabûl etmeleri, insanların günâhkâr olarak doğduklarını iddia etmeleri, hak dînini asıl doğru hâlinden çıkartmış, hele, İncîl’de yazılı olduğu hâlde, son peygamber Hazret-i Muhammed'i kabûl etmemeleri, bugün bile İncîl’de mütemadiyen değişiklikler yapmaları, cenâb-ı Hakk'ın gadabına sebep olmuştur. Bu husûsta âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
“Ey ehl-i kitap! Dîninizde haddi aşmayın ve taşkınlık etmeyin. Allahü teâlâyı hak üzere bilin. Allahü teâlâyı tenzih edin. (O'na zevce ve çocuk isnat etmekle iftirâda bulunmayın. Îsâ aleyhisselâmAllahü teâlânın oğludur gibi sözler söylemeyin.) Allahü teâlâya karşı ancak hak olanı söyleyin. Muhakkak ki, Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâmAllahü teâlânın resûlü, peygamberidir. O'nun, Meryem'e ilkâ edip bıraktığı kelimesidir. (“Ol” emriyle vâsıtasız olarak yarattığı, vücûda getirdiği mahlûkudur.) Allahü teâlâdan bir rûhtur. (Hazret-i Îsâ’ya O'ndan bir rûh buyrulması, Allahü teâlânın “Ol” emri ile yaratıldığı içindir.)
Artık Allahü teâlâya, peygamberlerine (ve peygamberleri vâsıtasıyla size haber verilenlere) îmân edin de ilâh üçtür demeyin. Böyle söylemekten çok sakının ki, bu sakınmanız sizin için pek hayırlıdır. Muhakkak ki, Allah bir tek ilâhdır. Çocuğu olmaktan münezzehtir (uzaktır). Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsi O'nun mülkü ve mahlûkudur.
Başka hiç bir şâhid bulunmasa bile, Allahü teâlânın vahdaniyetine, birliğine, kendi şâhidliği yeter. Bütün mahlûkât O'na muhtâçtır. O ise bütün mahlûkâtın hepsinden ganîdir, zengindir, bütün mahlûkâtın işlerine vekildir, kefildir.” (Nisâ sûresi: 171-172)
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyorlar ki: “Dininizde haddi aşmayın...” hitâbı, yahudiler ve hıristiyanlaradır. İfrat ve tefrîtte bulunmayın demektir. Çünkü onlardan bir kısmı, Hazret-i Îsâ'ya hürmet ve tâzimde, onun ilâh olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişlerdi.
Bâzıları da, onun şânına yakışmayacak iftirâlarda bulunmuşlar -haşa- zinâ ile, gayr-ı meşru olarak doğduğunu söyleyerek ona hakâret etmişlerdi.
Allahü teâlâya karşı ancak hak olanı söyleyin…” demek, “Allahü teâlânın ortağı ve çocuğu olduğu, O'nun Hazret-i Îsâ’nın bedenine girdiği, onunla birleştiği gibi yanlış ve bozuk iddialarda bulunmayın. Allahü teâlâyı bunlardan tenzih edip uzak tutun” demektir.
Rivayete göre Îsâ aleyhisselâmın semâya yükseltilmesinden (kaldırılmasından) sonra nasârâ (İsevîler), seksen yıl müddetle hakîkî Îsevîlik dîni üzere kaldılar. Bu zaman zarfında Îsevîliği yaymak için pek çok gayret gösterdiler. İsevîliğin değiştirilip bozulması asıl bundan sonra başladı. Bu değiştirilme ve bozulmada, Bolüs isimli münâfık bir yahudinin yaptığı hâince çalışmalar çok tesirli oldu. Onun, İsevîlik dînini değiştirmekte nasıl çalıştığı husûsunda; Tibyan tefsîrinde, yukarıda meâli verilen Nisâ sûresinin 171. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şu rivâyet yer almaktadır:
Rivâyete göre o zamanda Yahudilerle nasârâ arasında harb olmuştu. Yahudiler arasında bulunan Bolüs, cesâreti ile meşhûr idi. İsevîlerden çok kimseyi şehîd etti. Sonra yahudilere dedi ki: “Eğer hak olan din Îsâ’nın aleyhisselâm dîni ise, biz kâfiriz ve gideceğimiz yer Cehennem’dir. Onlar ise, Cennet’e giderler. Şimdi ben istiyorum ki, bir hîle ile onları dalâlete düşüreyim. Böylece onlarda hak dîni terk etmek sûretiyle Cehennem’e girsinler.”
Bolüs’ün, Ukâm adında bir atı vardı. Onun üstünde muhârebe ederdi. Bir gün bu atı boğazladı. Sonra da yüzüne gözüne toprak sürmek sûretiyle pişmanlığını izhar ediyor gibi göründü. Bunun üzerine İsevîler ona, niçin böyle yaptığını sordular. Onlara; “Semâdan bana bir nidâ geldi ve; Yahudilik dînini terkedip, İsevî olmadıkça, senin tevben kabûl olmayacaktır diye söylendi” dedi.
İsevîler, Bolüs gibi birinden bunları duyunca pek çok sevinip, onu ibâdethanelerine götürdüler. Bolüs, bir sene orada kalıp ibâdet ve tâat yapıyor göründü. İncîl’i öğrendi. Onlara İncîl’i okurdu. İsevîler onu canı gönülden sevdiler. Artık İsevîlerin en önde gelen âlimlerinden olarak tanınıyordu. Nihâyet bir gün yanında bulunan İsevîlere; “Bana, tevben kabûl oldu diye nidâ geldi” dedi. Îsevîler ona daha çok muhabbet ve iltifât eder oldular. O da çok sinsi hareket ediyor, hiç açık vermiyordu.
Bundan sonra Anadolu'ya doğru gitmek istedi. Giderken yerine Nestûr ismindeki İsevîyi halîfe tâyin etti. Ona Îsâ, Meryem ve Allah olmak üzere üç tane ilâh bulunduğunu söyledi.
Ya’kûb isimli Îsevî ile görüşüp, ona da; “Îsâ aleyhisselâm ne cisimdir, ne de insandır. O, Allahü teâlânın oğludur” dedi. Melekâ isimli Îsevî ile görüşüp ona da, Hazret-i Îsâ’nın ilâh olduğunu söyledi.
Bunların her üçü ile, ayrı ayrı ve gizli olarak görüşüp, her birine; “Sen benim has halîfemsin. Ben Îsâ aleyhisselâm için yarın kendimi kurban edeceğim. Sen, benden sonra İsevîleri sana bildirdiğim şekilde etrâfına topla!” diye söyledi.
Bundan sonra Nestûr, Ya’kûb ve Melekâ ortaya çıkıp, her biri, kendisinin Bolüs’ün halîfesi olduğunu iddia ederek insanları etrâflarında toplamaya çalıştılar. Böylece Îsevîlik bozulmuş, 72 bozuk fırka ve aslı ile hiç alakası olmayan yeni bir din ortaya çıkmıştı. Bu üç kişinin her birine çok kimseler tâbi olup, böylece birbirine muhalif, üç ayrı grup meydana geldi. İtikatta bölündüler. Her kısımda olan, diğerinin yanlış ve bozuk yolda olduğunu söyledi. Bunun yanında hakîkî Îsevîler, bunların hepsinin yanlış yolda olduklarını, Hazret-i Îsâ'nın, ilâh olmadığını, Allahü teâlânın oğlu olamayacağını, onun, Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğunu söylediler. Hakikati anlatmaya bütün gayretleri ile çalıştılar.
Bütün bunlara rağmen, Bolüs'ün sapık fikirleri zamanla yayıldı ve birçok kilise papazı tarafından tasvip gördü. Böyle inanan hıristiyanlar, Avrupa krallarını elde edip kuvvetlendiler. Zamânla bozuk olan hıristiyanlık, büyük devletlerin resmî dîni hâline gelince, Orta çağda karanlık bir devir başladı. Hazret-i Îsâ'nın telkin ettiği; “İnsanlık, merhamet, şefkât” esasları tamâmen unutuldu.
Bunun yerine hıristiyanlar, kin ve nefreti, düşmanlığı ve zulmü ele aldılar. Hıristiyanlık adı altında akla sığmaz zulümler, haksızlıklar yaptılar. Galile gibi dünyânın döndüğünü bildiren bir bilgini dinsizlikle itham ederek; ona; sözünü geri almadığı takdirde öldüreceklerini söylediler. İnsanın tüylerini ürperten engizisyon mahkemeleri kurarak, yüzbinlerce insanı haksız yere ve çok kereler sırf servetlerini ele geçirmek için “dinsiz” adı altında türlü türlü işkenceler yaparak öldürdüler. Ancak Allah'a mahsus olan “Günâh affetmek” kudretini, papazlara verdiler. (!) Bunlar da, para karşılığı günâhları atfettiler. Hattâ Cennet’ten yerler sattılar. Papalar, türlü bahanelerle kralları bile aforoz ettiler. Hıristiyanlık dînine papazların evlenmemesi, evlenmiş olan kimselerin kat’îyyen boşanmaması, günâh çıkarmak mecbûriyeti gibi, mantık dışı kâideler konuldu. Dünyâda yaşamak adeta günâh sayıldı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İsevîlik, Allahü teâlâ tarafından Hazret-i Îsâ’ya bildirilen semâvî, ilâhî dindir. Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği, tebliğ ettiği bu dîne Îsevîlik, onu kabûl edip tâbi olanlara da İsevî denilmiştir. Bilindiği gibi, Hazret-i Îsâ, Kudüs yakınlarında bulunan Nâsıra kasabasında yetişmiş idi. Bu bakımdan Hazret-i Îsâ’nın bildirdiği dîne Nâsranîlik ve Nâsrâniyyet, ona tâbi olanlara da Nâsrânî ve çoğul olarak Nasârâ denilmiştir.
Îsâ aleyhisselâm yahudi dînini ıslâh için gönderildi. Yâni hakîkî İsevîlik, ıslâh edilmiş yahudi dînidir. İsevîlik dîni, sonradan değiştirildi ve hıristiyanlık ortaya çıktı. Şu hâlde hıristiyanlık, aslı bozulmuş olan semâvî dinlerden biridir. Semâvî din, değeri üstün ve yüce olan, ilâhî bir kaynağa dayanan ve tek Allah'a inanmayı kabûl eden hak din demektir. Hıristiyanlığın aslı, ilâhî vahye dayanır. Allahü teâlâ tarafından Hazret-i Îsâ'ya gönderilmiştir. Hazret-i Îsâ, 30 yaşında iken, Benî İsrâil'e peygamber olarak gönderildi. Bozulan yahudilik dîninin hükümlerini neshetti (yürürlükten kaldırdı). Kendisine İncîl kitabı verildi. İncîl’de, Allahü teâlânın bir olduğu, Hazret-i Îsâ'nın Allahü teâlânın kulu ve peygamberi olduğu ve bundan sonra âhır zamanda Ahmed (diğer adı ile Muhammed aleyhisselâm) isminde bir peygamber geleceği yazılıydı.
Îsâ aleyhisselâm peygamber olarak vazifelendirilince, önce bu yetiştiği kasaba halkına dîni tebliğ etmeye başladı. Mûsâ'nın aleyhisselâm gösterdiği doğru yoldan ayrılan yahudiler, bundan sonra çok sıkıntı çektiler. Zulüm ve işkence gördüler. Çeşitli devletlerin esâreti altında yaşadılar. Kendilerini bu esâretten ve zulümlerden kurtaracak bir peygamber bekliyorlardı. Hazret-i Îsâ peygamber olarak gönderilince, beğenmediler ve ona îmân etmediler. Hattâ Hazret-i Îsâ’yı öldürmeye teşebbüs ettiler. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı göke çıkardı.
Hazret-i Îsâ göke çıkarıldıktan 40 sene sonra Romalılar, Kudüs'e hücûm ettiler. Yahudilerin kimini öldürdüler, kimini esir aldılar. Kudüs'ü de yağmaladılar ve yakıp, yıktılar. Tevrât nüshalarını ve başka din kitaplarının hepsini yaktılar. Kudüs şehri harâbe hâline geldi. Yahudiler bundan sonra derlenip toparlanamadılar. Dağıldıkları yerlerde hor, hakîr ve aşağılanarak yaşadılar.
Hazret-i Îsâ'nın 12 havârîsinden birisi olan Yehuda mürtet olunca, yerine Matthias'ı havârî seçtiler ve etrâfa dağılıp İsevîlik dînini yaymaya başladılar. Bunlardan Barnabas, havârîlerin en eskilerindendir. Kıbrıslıdır. Anadolu'yu ve Yunanistan'ı dolaşmıştır. Hazret-i Îsâ'nın semâya kaldırılmasından otuz sene sonra Kıbrıs'ta şehîd edildi. Bugünkü hıristiyanlar, Barnabas'ı havârîlerden kabûl etmemekte, onun yerine Thomas'ı kabûl etmektedirler. İsevîlik yayılmaya başlayınca, yahudiler, putperestler, Yunanlılar ve Romalılar, hep birleşip bu dînin karşısına çıktılar.
Hazret-i Îsâ'nın dînine inananlar yakalanıp öldürüldüler. Hattâ sirklerde vahşi hayvanlara yem oldular. Fakat hak olan bu din, kendini tanıtmakta ve sevdirmekte gecikmedi. İsevîler dinlerini gizli gizli sürdürmeye başladılar. Gizli yerlerde kurdukları mabetlerde ibâdet ettiler. Fakat Allahü teâlânın gönderdiği bu dînin, doğru olarak yayılması ve değiştirilmeden kalabilmesi ancak 80 sene sürebildi.
Peşâver Üniversitesi öğretim üyelerinden, Ülfet Aziz Essamed,1399 (m. 1976) senesinde üçüncü baskısı Pakistan'da yapılan, “A Comparative Study of Christianity and İslâm” yâni İslâmiyet ile Hıristiyanlığın bir mukayeseli incelenmesi isimli kitabının, hıristiyan akîdelerinin kaynağı kısmında diyor ki:
 Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği nasrânilik ile, göğe yükseltilmesinden sonra tesis edilen ve çeşitli kiliselerin inandığı hıristiyanlık, birbirinden çok farklıdır.
Îsâ aleyhisselâmAllahü teâlânın emirlerini, ümmetine tebliğ ve onlara vâz ve nasîhat eden ve insan olan bir peygamber idi.
Ümmetinden, tevbe etmelerini ve eski, bozuk, kötü âdet ve alışkanlıklarından vazgeçmelerini istemişti. Îsâ aleyhisselâm, yeni bir dînin kurucusu değildi. Mûsâ aleyhisselâmın şeriatının yenileyicisi idi.
İsevî dîni, vâz ve nasîhat idi. Bu dinde vaftiz ve işâ-i rabbânî gibi, âyinler de yok idi.
O, günâhlara keffâret olarak ve çarmıha gerilerek kurban edilmeye gelmemişti.
Îsâ aleyhisselâmın, göğe yükseltilmesinden hemen sonra, kendisine îmân eden ve yakın arkadaşları olan havârîler, kendilerine resûller ismini verdiler.
Havârîler, hiç şüphesiz Îsâ aleyhisselâmın yolunda olan, tek Allah'a inanan ve Îsâ aleyhisselâmı O'nun peygamberi bilen kimselerdi. Havârîler, her işte Îsâ aleyhisselâmın kendilerine emrettiği gibi, Mûsâ aleyhisselâmın şerîatına göre amel ettiler.
Filistin civarında büyük yahudi cemâatleri oturmakta idi. Fakat, Kudüs'de oturan yahudiler, dünyâ yahudilerine göre çok azdı.
İskenderiyye şehri, büyük bir kültür merkezi idi. Burada birçok dîni ve felsefî görüşler öğretiliyordu.
Yahudilerin parçalanmaları ve bozulmaları, Yunan felsefesi ve mevcut putperest cemâatlerin tesiri ile olmuştu. Bu putperest cemâatlerin, her biri kurtarıcı tanrılar edinmişlerdi.
Îsâ aleyhisselâm, peygamberlik vazifesini yapmaya başladığı zaman, yahudilerden bâzıları, onu, beklenilen Mesîh kabûl ettiler. (Îsâ aleyhisselâmın, üç sene gibi kısa bir zaman süren tebliğinden sonra, kendisine inanan yahudiler çoğaldı.) Ancak, onun sözlerini ve zâtını; Yunan felsefesi ve putperest cemâatlerin fikirleri ışığında, tefsîre tâbi tuttular. Böylece, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî dîni, değiştirilmeye başlandı. Îsâ aleyhisselâmın yolunu öğretmek yerine, onun şahsını yüceltmek teşebbüsleri de bu değişikliğin ilk işâretleri oldu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Âl-i İmrân sûresinin 81 ve 82. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hatırla şu zamanı ki, Allahü teâlâ peygamberlere hitâben; Size kitap ve hikmet verdim. Sonra sizin elinizdeki kitap ve hükümlerimizi tasdik edecek bir peygamber gelecektir. O'na elbette îmân edecek ve yardımda bulunacaksınız diye söylemiş ve bunun için peygamberler ve ümmetlerinden ahd, kuvvetli, sağlam söz almıştı.
(Hak teâlâ hazretleri böyle ahd alma sırasında onlara bu sözleri söyledikten sonra) “Bunu ikrâr ettiniz mi? Bu ağır ahdimi üzerinize alıp kabûl eylediniz mi? buyurdu. Onlar da; ikrâr ettik dediler. Allahü teâlâ da; öyle ise birbirinize karşı (kendiniz ve size tâbi olanlar üzerine) şâhid olun. Ben de sizinle beraber şâhidlerdenim. Artık ikrardan sonra, kim yüz çevirirse, işte onlar îmândan çıkmış asi, fâsık kimselerdir.”
Bu âyet-i kerîmede, Hak teâlânın peygamberlerden ahd aldığı bildirilmektedir. Peygamberden ahd almak, ümmetinden ahd almak demektir. Zirâ herhangi bir peygamberin, Allahü teâlâya itâatten yüz çevirmesi, aslâ düşünülemez. Böyle bir şey mümkün olmadığından, âyet-i kerîmede ümmetler muhatab alınmıştır. Yâni hitâb peygamberlere değil ümmetleredir.
Tefsîrlerde zikredildiğine göre, bu âyet-i kerîmeler, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı haber vermektedir. Âyet-i kerîmede geleceği bildirilen peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır. Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmı, dünyânın her tarafında bulunan insanlara peygamber olarak göndereceğini, vaktiyle bütün peygamberlere ve onlar vâsıtasıyla bütün ümmetlere haber vermiş, O'nun bu risaletini (peygamberliğini) kabûl ve ikrâr etmelerini emir buyurmuştur.
Yine Hak teâlâ hazretleri, bütün insanlardan Muhammed aleyhisselâmın zamanına erecek olanların, muhakkak sûrette O'na îmân getirmelerini ve kendisine yardım etmelerini emretmiştir. Bununla beraber, buna riâyet etmeleri husûsunda onların hepsinden ahd yâni kuvvetli söz almıştır.
Bu ahde uymayanların fâsıklardan olacağı bildirilmiş, bütün bunlar Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir. Hal böyle olunca, peygamberlerin hepsi diğerlerini kabûl ve tasdik etmekte ve Muhammed aleyhisselâmın geleceğini haber verip, O'nu doğrulamaktadırlar. Ayrıca, O, peygamberlerin en yükseği, en üstünü ve sonuncusu olup, bütün insanlara ve cinnîlere peygamber olarak gönderilmiştir. Bu bakımdan bütün peygamberler, diğerlerine ve ümmetlerine, O'nun zamanına ulaşanlardan ne pahasına olursa olsun, O'na inanıp uymalarını sıkı sıkıya emir ve vasiyet etmişlerdir. Bu husûs çok önemlidir. Onun için Hak teâlâ hazretleri, peygamberlerden ve dolayısıyla ümmetlerinden ahid almayı kâfi görmedi. Peygamberlere hitâben; “Âhır zaman peygamberi olan Muhammed aleyhisselâma, îmân edip; dînine yardımcı olacağınızı ikrâr ettiniz mi ve bu şekilde ümmetlerinizden ahid aldınız mı?” buyurdu. Enbiyâ-i kirâm (aleyhimüsselâm); “Bu minval üzere ahdimizi ikrâr ettik” dediler. Böylece Hak teâlâ hazretleri; “Siz, nefsinizin ve ümmetinizin ikrarına şâhid olun. Ben de sizinle beraber bu ikrarınıza şâhidim” buyurdu.
Bu husûsta Saf sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Bir vakit Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâmşöyle demişti: “Ey İsrâiloğulları Ben, size, Allahü teâlânın peygamberiyim. Benden evvel Mûsâ'ya (aleyhisselâmnâzil olan Tevrât'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek Ahmed (Muhammed aleyhisselâmismindeki peygamberin müjdecisiyim. Sonra o (Îsâ veya Muhammed aleyhimesselâm) apaçık mûcizelerle onlara geldiğinde; işte bu apaçık bir sihirdir dediler.”
Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Ebû Mûsâ el-Eş’arî'nin (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ettiğini zikretmektedirler: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk müslümanların ağır işkence ve zulüm altında zor duruma düşmeleri üzerine; “Siz Habeş ülkesine gidiniz. Allah sizi orada ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar...” buyurdu.
Bunun üzerine müslümanlardan bir grup, Habeşistan'a hicret ettiler. Habeş hükümdârı Necâşî, onlarla konuşunca, kendilerine çok yardım etti. Sonra kendisi de müslüman oldu. Necâşî dedi ki: “Muhakkak ki, Muhammed aleyhisselâmAllahü teâlânın resûlüdür. Îsâ aleyhisselâm onu müjdeledi. Sâhip olduğum şu mülk ve şu insanların işlerini yüklenmem olmasaydı, O'na gider nalınlarını taşırdım...”
Abdullah bin Selâm'ın (radıyallahü anh) rivâyetine göre; Tevrât’da, Muhammed aleyhisselâmın sıfatı ve Îsâ aleyhisselâmın, Muhammed aleyhisselâmın yanına defnedileceği yazılıdır.
Âlimler, Hücre-i saâdette yâni Peygamber efendimizin medfûn bulunduğu türbede, bir kabirlik boş yer bulunduğunu, o yerin Îsâ aleyhisselâma âit olduğunu bildirmişlerdir.
Ka'b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet olunur: Havârîler, Îsâ aleyhisselâma; “Ey Rûhullah! Bizden sonra gelecek bir ümmet var mıdır?” diye suâl ettiler. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Evet. Sizden sonra hakîm, âlim ve takvâ sâhibi bir ümmet gelecektir. Onlar, ilimde sanki peygamberler gibidir. Onlar az bir rızıkla Allahü teâlâdan râzıdırlar, Allahü teâlâ da az bir amelleri sebebiyle onlardan râzıdır.”
Görüldüğü gibi. Îsâ aleyhisselâmPeygamber efendimizi Ahmed ismiyle haber vermiş ve geleceğini müjdelemiştir. Ahmed, Resûlullah efendimizin güzel isimlerinden biri olduğu gibi, mânâ bakımından hamd ve senâsı, medhi en ziyâde ve çok olan demektir. Nitekim bizzat kendileri bir Hadîs-i şerîflerinde, isimlerinin Kur'ân-ı kerîmde Muhammed, İncîl’de ise Ahmed olarak bildirildiğini haber vermişlerdir. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Ahmed isminin iki mânâda olabileceği bildirilmiştir:
1- Peygamberler (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâya çok hamdederler. Fakat Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâya hamdetmekte bütün peygamberlerden daha ileridedir. Ahmed ism-i şerîfi bunu ifâde etmektedir.
2- Güzel hasletleri sebebiyle peygamberler medholunurlar. Fakat medholunacak, övülecek, güzel huylar ve fazîletler bakımından Muhammed aleyhisselâm diğer peygamberlerin hepsinden daha ileridedir.
Başta, Buhârî, Müslim, Tirmizî, Dârimî, Nesâî ve başka hâdis âlimlerinin (rahmetullahi aleyhim) bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte de buyruldu ki: “Benim müteaddid isimlerim vardır. Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im. Ben Mâhî'yim ki, Allahü teâlâ benimle küfrü yok eder. Ben Hâşir'im ki, halk, kıyâmet günü benim izimce haşrolunacaktır. Ben Âkıb'ım (Sonuncuyum) ki, benden sonra peygamber yoktur.”
Peygamberlerin hepsi, Muhammed aleyhisselâmın geleceğini haber vermişlerdir. Îsâ aleyhisselâm da, O'nun gelmesinin çok yakın olduğunu müjdelemiştir. Bu sebeple, peygamberler içinde, ümmetlerine Muhammed aleyhisselâmdan en çok bahseden Îsâ aleyhisselâm olmuştur. Resûlullah efendimiz de Hazret-i Îsâ ile olan yakınlıklarını, Hadîs-i şerîflerinde beyân buyurmuşlardır.
Muhammed bin İshak, Sevr bin Yezid'den, o Hâlid bin Ma'dân'dan, o da Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından alarak şöyle dedi: Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân dediler ki: “Yâ Resûlallah! Bize kendinizden haber verir misiniz?” Buyurdu ki: “Ben, ceddim İbrâhim'in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rüyâsıyım. O bana hâmile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendinden çıktığını görmüştü...”
Peygamberlik, İsrâiloğulları içinde Îsâ aleyhisselâma ulaşınca, onlar arasında kalkıp; “Artık peygamberlik, İsrâiloğullarında son buldu. Bundan sonra peygamberlerin mutlak sonuncusu olan Nebî, Arabî, ümmî Ahmed gelecektir. O, Muhammed bin Abdullah bin Abdülmuttalîb bin Hâşim olup, Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın oğlu. İsmâil'in (aleyhisselâm) neslindendir” buyurdu.
İshak bin Bişr (rahmetullahi aleyh), senetleri ile Ebû Hüreyre'den bildirir: Allahü teâlâ, Îsâ bin Meryem'e vahyedip buyurdu ki: (Ey Îsâ! Emrimi yerine getirmeye çalış. Sakın gevşeklik gösterme! Ey çok temiz, iffetli hanımın oğlu, dinle ve itâat et! Seni âlemlere, âyet, alâmet olarak yarattım. Bana ibâdet ve tevekkül eyle! Kitabı kuvvetli tut, onu açıkla! Onlara beni anlatırken, haktır, haydır, hiç zeval bulmaz de! Ümmî, Arabî peygamberi, deve ve tâc (sarık), kaftan, nalın ve kılıç sâhibini tasdik etsinler. O (yani Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem); iri gözlü, geniş alınlı, nûr yüzlü, hafif kıvırcık saçlı, sık sakallı, kaşları arası açık, latîf burunlu, ön dişleri seyrek, alt dudağı ile çene arası çukurca, boynu gümüş ibrik gibi, mübârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı beraber, göğsü geniş, avuçlarının içi geniş, bakmak isteyince bütün bedeni ile dönen, yürüyünce sanki taşlık bir yerden yürüyor ve yukarıdan aşağı iniyormuş hissini veren, yüzündeki ter, inci taneleri gibi olup, kendisinden misk kokusu yayılan, kendinden önce ve sonra misli görülmemiş ve görülmeyecek olan, boyu, huyu, kokusu güzel, hanımı çok, nesli az, nesli ancak mübâreklerden olan bir şanlı peygamberdir. Cennet’te bir sarayı vardır. Onda sıkıntı ve gürültü yoktur. Benim katımda öyle bir yeri vardır ki, insanoğlundan oraya ulaşan kimse yoktur. Sözü Kur'ân, dîni İslâm'dır. Ben ise Selâm'ım. Tûbâ, O'nun zamanına ulaşıp, O'nun günlerini görüp, sözünü dinleyenlerin, O'na tâbi olanlarındır.”
Hişâm bin Ammâr, Velîd bin Müslim'den, o Abdurrahmân bin Zeyd'den, o da babasından (rahmetullahi aleyhim) şöyle bildirir: Hazret-i Îsâ; “Yâ Rabbî! Bu merhume ümmetten bana haber ver” dedi. Allahü teâlâ da buyurdu ki: “Ahmed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetidir. Peygamberler gibi âlim ve hâkimlerdir. Onlara az bir şey versem, benden râzı olurlar. Ben de az bir amelleri sebebiyle onlardan râzı olurum. La ilâhe illallah demeleri ile onları Cennet’e sokarım. Ey Îsâ! Cennet’te bulunanların çoğunu onlar teşkil eder.” Bunu, İbn-i Asakir rivâyet etti.
Yine İbn-i Asakir senetleri ile bildiriyor ki: Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma vahy edip buyurdu ki: “Ey Îsâ! En çok düşündüğün, en fazla kıymet verip azîz tuttuğun şey, benim emir ve yasaklarım olsun. Onlara tam uy. Âhıretin için benim rızâmı azık tut. Nafile ibâdetlerle bana yaklaş ki, seni seveyim. Benden başkasına dönme. Ziyan edersin. Belalarıma sabret. Kazâma râzı ol! Senden râzı ve memnun olmama çalış. Benim memnuniyetim ve rızâm, itâat etmeye (bağlıdır.) İsyâna değil. Bana yakın ol. Zikrimi dilinde devamlı et. Muhabbetim kalbinde olsun. Ömrünün hiç bir ânı gaflet ile geçmesin. Beni arayıcı, bana koşucu ol. Kalbin, haşyetimden ölecek gibi olsun. Benim rızâmı kazanmak için geceleri kolla, uyuma; mahşer gününde susuz kalmamak için gündüzleri su içme, yâni oruç tut. Gayretini iyiliklere sarf et. Her yerde iyilik üzere ol, yüzün hayra, iyiliğe dönük olsun. Kullarım arasında nasîhatimle bulun, onlara adâletimle hükmet. Gözünü yorgunluk perdesinden koruyup parlattım. Ölü misâli yatıp uyuma, çünkü dirisin, nefes alıyorsun.
Ey Meryem oğlu Îsâ! Kulum, kendini benim huzûrumda küçük ve aşağı tutmadıkça, kâmil îmân etmiş olmaz. Benim için alçalırsa sevâbını bulur. Seni şâhid tutarım ki, o kul, değişmediği ve benim yolumu değiştirmediği müddetçe azâbımdan emîndir.
Ey bekâr, temiz, çok iffetli Meryem'in oğlu Îsâ! Yaşadığın müddetçe kendin için ağla! Dünyâdan ve dünyâ ehlinden uzak dur. Dünyâ lezzetlerini, dünyâyı sevenlere bırak. Tatlı ve yumuşak sözlü, açıkça selâm verici ol. Herkes uyurken, sen uyanık bulun. Âhıretle ilgili tehlikelerden sakın, geleceğe âit korku ve belâlardan kurtulma çârelerini ara. Çoluk-çocuğun ve malın fayda vermediği gün gelmeden hazırlan. Gâfiller gülerken, sen gözüne hüzün mili ile sürme çek. Bunda sabırlı ve sevap bekleyici ol. Sabredenlere vâd ettiklerime kavuşursan, sana müjdeler olsun. Dünyâdan maksadın, âhıreti kazanmak olsun. Sende kalmayacak olanı tatsan da, tadı nerede! Sana gelmeyenden ise, zâten tat alamazsın. Dünyâdan, sana yetecek kadarla yetin, rahat ol! Gör ki, bunlarla nelere ulaşacaksın. Hesaplı amel et. Çünkü mesul olacaksın. Eğer sâlih evliyâm için hazırladıklarımı gözlerin görseydi, kalbin erir, canın çıkardı.”
Ebû Huzeyfe'nin (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma vahyedip, buyurdu ki: “Ey Îsâ! Gökleri ve yeri yarattığım zaman; bana ibâdet edip, senin ve annen için benim söylediğimi söyleyenleri sana komşu, arkadaş yapacağımı, sana olan iyilik ve ihsânımda onları da sana ortak edeceğimi takdir ettim. Yine gökleri ve yeri yarattığım zaman, seni ve anneni ilâh edinenlerin Cehennem’in en dibinde azâb görmelerini takdir eyledim.
 Gökleri ve yeri yarattığım gün, dînimi kulum Muhammed'in elinde kuvvetlendirmeyi ve O'nunla peygamberlerin sonunu getirmeyi irâde eyledim. O Mekke'de doğar, Medîne'ye hicret eder ve Şam'a sâhip olur. O kaba ve sert değildir. Sokaklarda gürültü etmez. Giyinmede, süste, konuşmada yaramaz söz etmez. Her işte, her şeyde O'na güzel istikamet veririm. Her iyi ahlâkı ona ihsân ederim. İçini takvâ ile doldururum. Hikmeti O'nun aklı, vefâyı O'nun tabîatı, adâleti, O'nun sîreti, hakkı O'nun şeriatı, İslâm'ı O'nun dîni ederim. İsmi Ahmed'dir. O'na hidâyet ve ilim verir, şânını yüceltirim. O'nun eliyle insanlara hidâyet veririm. O'nunla; duymayan kulakları, perdeli kalbleri açarım. Çeşitli zararlı düşünce ve istekleri O'nun vâsıtasıyla yok ederim. Onlar marûfu emir ve münkeri nehyederler. İsmime karşı saygılı, ihlâslı olup, peygamberlerin getirdiklerini tasdik ederler. Mescidlerinde, meclislerinde, evlerinde ve bulundukları ve gittikleri yerlerde onlara tesbîh, takdis ve tehliller veririm. Rükû ve secde ederler, benim için namaz kılarlar. Benim uğrumda saflar ve kitleler hâlinde cihâd ederler. Kurbanları kanlarıdır. İlmin aslı kalblerinde olur. Gece bana ibâdette abid, gündüz benim için cihâdda arslandırlar. Bunlar benim onlara fazîlet ve ihsânlarımdır. Bunları dilediğime veririm. Ben büyük fazîletler, ihsânlar sâhibiyim.”


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget