Babası Hazret-i Abdullah
İki cihânın efendisi olan peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûrunu alnında taşıyan Abdullah, doğduğunda, kitap ehli birbirine; “Âhır zaman peygamberinin babası Mekke'de dünyâya geldi” diye haber verdiler. İsrâiloğullarının yanlarında yünden örülme bir cübbe var idi ki, bu cübbe Yahyâ aleyhisselâmın olup, şehîd olduğu zaman üzerinde bulunuyordu ve mübârek kanı bu cübbeye bulaşmış idi. Kitaplarında da; “Ne zaman bu kan tazelenir damlamaya başlarsa, âhır zaman peygamberinin babası dünyâya gelir” yazıyordu. İşte ehl-i kitap bu alâmeti görerek, Abdullah'ın doğduğunu anladılar. Lâkin kıskanıp nice defâlar öldürmeye kastettilerse de, Allahü teâlâ Abdullah'ı alnındaki nûrun bereketiyle korudu. Abdullah büluğ çağına eriştiğinde, gerek güzel ahlâkı ile gerekse yakışıklılığı ile insanlar arasında mümtaz bir şahıs oldu.
Uzaktan yakından herkes, ona kızlarını vermek için yarışa girdiler. Nice hükümdârlar Abdülmuttalîb'e gelerek kızlarını oğluna alması için teklifte bulundular ve bunun için her fedâkârlığa katlanacaklarını bildirdiler. Fakat Abdülmuttalîb her birini uygun lisân ile red ederdi. Abdullah, onsekiz yaşına girdiğinde güzelliği dillere destan oldu. Alnındaki nûr, güneş gibi parlar, gören kızların ister istemez gönlü ona akardı. Güzelliği ve şöhreti Mısır'a kadar yayılmıştı. İki yüze yakın kız onunla evlenmek için Mekke'ye kadar gelip, evlenme teklif etmişlerdi. Abdülmuttalîb ise oğluna; zamanın en kibar, asîl, güzel, İbrâhim aleyhisselâmdan beri uydukları Hanif dînine bağlı müslüman bir kız arıyordu.
Kitaplarında bildirilen âhır zaman peygamberinin, kendi kavimlerinden olmayacağını anlayan İsrâiloğulları, çekememezlik yüzünden, Abdullah'ı öldürmeye and içtiler. Bu iş için silâhlı yetmiş kişiyi Mekke'ye gönderdiler. Bir fırsatını bulup, o anı beklemeye başladılar. Nihâyet Abdullah'ın kıra çıktığı bir gün, kimsenin görmediğini zannettikleri bir sırada kılıçlarını çekip, üzerine hücûm ettiler. O gün, hikmet-i ilâhî, Abdullah'ın akrabâlarından Vehb bin Abd-i Menaf da, bir kaç arkadaşı ile ava çıkmıştı. Bunlar, Abdullah'ın üzerine atılan İsrâiloğullarını gördüler. Akrabâlık gayretiyle Abdullah'ı kurtarmak için yardım etmeye karar verdiler. Fakat karşıdakiler çok kalabalıktı. Bu çarpışmada mağlûb olacakları belli idi. Nihâyet, nasîhat yolunu seçmeyi uygun buldular. Onlara doğru yaklaştıkları zaman, bu âlemde hiç kimseye benzemeyen, yağız atlara binmiş, eli kılıçlı pek çok kimsenin gaybdan yıldırım gibi yetiştiğini, tekbir sesleri ile İsrâiloğullarına saldırdığını ve hepsini kılıçtan geçirerek kaybolduğunu gördüler. Vehb, bu hâl karşısında şaştı ve Abdullah'ın nasıl korunduğunu ve Allahü teâlâ katındaki kıymetini anladı. Eve gelince, durumu hanımına anlattı. Her ikisi de kızlarının dengi olan yiğidin, Abdullah olduğunu kabûl edip, Âmine'yi ona vermek için karara vardılar.
Abdülmuttalîb de, Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Vehb'in kızı Âmine'nin hüsnü cemâlini, iffet ve hayâsını, dînine bağlılığını işitmişti. Soy bakımından da akrabâ idiler ve bir kaç bâtın yukarıda bileşiyorlardı. Oğlu Abdullah'a bu kızı almak için Vehb'in evine gitti. Abdülmuttalîb; Vehb'in kızını oğlu Abdullah'a isteyince, Vehb; “Ey amcaoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık” dedi ve daha önce şâhid olduğu hâdiseyi anlattı. Sonra şunu da ilave etti. “Âmine'nin annesi bir rüyâ gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş, aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda, dedemiz İbrâhim aleyhisselâmı gördüm. Bana; “Abdülmuttalîb’in oğlu Abdullah'la, kızın Âmine'nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabûl et!” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındayım. Acabâ ne zaman gelecekler, diye merâk ediyordum.” Bu sözleri duyan Abdülmuttalîb'in dilinden “Allahü ekber! Allahü ekber!” sesleri dökülmüştü. Nihâyet onsekiz yaşında bulunan oğlu Abdullah'ı, ondört yaşındaki Vehb'in kızı Âmine ile evlendirdi. Âmine ile Abdullah'ın evlenmeleri husûsunda başka rivâyetler de vardır.