Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Müşrikler, İslâmın kalblere nüfûzunu ve yayılmasını önlemek için durmadan çabalıyorlardı. Buna rağmen, her geçen gün müslümanlar biraz daha çoğalıyordu. Müslümanlara yapılan işkence ve zulümler, onları yollarından döndürmüyor, aksine birbirlerine daha çok sarılmalarına, kenetlenmelerine sebeb oluyordu. Hiç birisi dîninden dönmüyor, Resûlullah efendimizin uğrunda canlarını fedâ etmekten çekinmiyorlardı. Bunu işiten Mekke dışındaki kabîlelerin merakları artıyor ve İslâmın ışıkları daha uzak yerlere ulaşıyordu. Müşrikler, Habeşistan'a gönderdikleri kimselerin isteklerine kavuşamadıklarını, hattâ Necâşî Eshame'nin müslüman olduğunu ve müslümanları koruyup onlara güzel muâmelede bulunduğunu öğrenince, çılgına döndüler. Bunların acısını fazlasıyla çıkarmak, İslâmın kökünü kurutmak için toplanarak, şu müthiş kararı aldılar: "Her nerede olursa olsun, her nerede görülürse görülsün, Muhammed aleyhisselâm mutlaka öldürülecektir!..." Kâfirler bunun için yemîn üstüne yemînler ettiler.
Müşriklerin bu kararını öğrenen Ebû Tâlib, çok üzüldü. Ciğerpâresi, mübârek yeğeninin hayatı hakkında endişeye düştü. Kabîlesini toplayıp onlara, Kâinatın sultânını Kureyşli müşriklere karşı korumaları için, emir verdi. Hâşimoğulları akrabâlık gayretiyle bu emri yerine getirmek üzere birleştiler. Bunun için de Peygamber efendimizi ve O'na inanan bütün Eshâbını Mekke'nin kuzey tarafında, Beytullah'a üç km. kadar uzaklıktaki tepe üzerinde bulunan Şı'b-ı Ebû Tâlib'e yâni Ebû Tâlib mahallesine dâvet ettiler. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbını toplayarak, Şı'b'da ikâmet etmeye başladı. Hâşimoğullarından sâdece Ebû Leheb, Peygamber efendimizi korumak kararına karşı çıktı, Şı'b'a gitmedi. O da dâhil olmak üzere müşrikler birleşip, Peygamberimizi öldürmek için fırsat kollamaya başladılar.
Müşrikler, Peygamber efendimizin ve Eshâbının, Ebû Tâlib mahallesinde toplandıklarını görünce, tekrar bir araya geldiler. Sonra şu kararı aldılar:
"Muhammed aleyhisselâm öldürülmek üzere Kureyşlilere teslim edilinceye kadar; Hâşimoğullarından kız alınmayacak!... Onlara kız verilmeyecek!... Onlara hiç bir şey satılmayacak!... Onlardan hiç bir şey satın alınmayacak!... Onlarla bir araya gelinip konuşulmayacak, görüşülmeyecek!... Onların evlerine, mahallelerine girilmeyecek!... Onlardan gelecek bir barışma isteği aslâ kabûl edilmeyecek!.. Hiç bir zaman onlara acınmayacak!..." Mansûr bin İkrime ismindeki müşrikin bir kağıda yazdığı bu kararı mühürlediler. Herkesin görüp uyması için Kâbe-i muazzamanın duvarına astılar.
Bu haber sevgili Peygamberimize gelince, çok üzüldüler ve duâ buyurdular. Duâsı derhal kabûl olunup, Mansûr bedbahtının elleri bir anda kurudu. Müşrikler şaşkına döndüler ve; "Bakınız! Hâşimoğullarına yaptığımız zulmün karşılığında Mansûr'un elleri kuruyup, musîbete uğradı" dediler. Akılları başlarına gelecek yerde daha da azgınlaştılar. Şı'b'a giden yol başlarına bekçiler diktiler. Oraya yiyecek ve giyecek sokulmasına mâni oldular. Mekke'ye gelen satıcıların Şı'b'a girmemesini, mallarını oraya götürmemelerini, gerekirse yüksek fiyatla kendilerinin alacağını söylediler. Böylece Şı'b'da bulunanları açlıktan öldüreceklerini veya Hâşimoğullarının pişman olup Peygamber efendimizi kendilerine teslim edeceklerini sandılar. Bu hâl her sene Kâbe'nin ziyâret mevsimine kadar devam ederdi. Geleneklere göre bu mevsimde kan dökülmezdi. Bu sebeple Haşimoğulları serbestçe Mekke'ye giderler, alış-veriş yaparak bir senelik ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlardı. Onlardan birisi bir tüccarın yanına mal almaya gelse, müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Leheb ve Ebû Cehl gibi müşrikler hemen yetişip tüccarlara; "Ey tüccarlar! Muhammed'in Eshâbına karşı fiyatlarınızı çok yükseltiniz. Öyle ki, pahalı olmasından dolayı kimse bir şey satın alamasın! Bundan dolayı mallarınız satılmayıp, elinizde kalırsa biz hepsini almaya hazırız" derlerdi. Onlar da mallarına yüksek fiyat söyler, müslümanlar alamadan geri dönerlerdi...
Bu yolda sevgili Peygamberimiz, hazret-i Hadîce vâlidemiz, Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) bütün mallarını harcadılar, çocukların açlıktan göklere çıkan feryâdlarını dindirmeye çalıştılar. Elde avuçta olanlar bitince otları, ağaç yapraklarını yiyerek rızıklarını te’mine çalıştılar. Çocukların ağlamalarını kesmek için, kurumuş deri parçalarını ıslatıp ateşte pişirerek yedirdiler. Başta Peygamber efendimiz ve diğer Eshâb-ı kirâm efendilerimiz açlıktan mübârek karınlarına taş bağladılar. Çocukların ağlamalarını kesmek için anneler bir deri bir kemik kalmışlardı. Müşriklerden biri acıyıp da gizlice bir şey getirseydi, onu döverler çok hakâret ederlerdi. Velhâsıl geliş-gidiş kesilmiş ve zor duruma düşmüşlerdi.
Müşrikler, yaptıkları bu şiddetli zulüm ile Hâşim oğullarının yola gelip, Ebû Tâlib'in, Peygamber efendimizi kendilerine teslim etmesini bekleyip durdular. Ebû Tâlib mahallesindeki müslümanlar ise onların bu düşüncelerinin tam tersine Peygamber efendimizi koruyor ve ona zarar gelmemesi için her tedbire başvuruyorlardı. Ebû Tâlib, olabilecek bir sû-i kastı önlemek için, Resûlullah efendimizin yattığı yere nöbetle muhâfızlar koyuyor veya kendi evinde yatmasını sağlıyordu. Peygamber efendimiz ise hiç çekinmeden, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek, İslâmiyeti yaymak için bir sâniyesini boşa harcamıyor, insanları dîne dâvet ederek onların Cehennem’den kurtulmalarına sebep olmak için uğraşıyor, bu yolda, sabırla nasîhatine devam ediyordu. O’nu yalanlayan Kureyşli müşriklerin de, açlığın ne demek olduğunu anlamaları için, bir gün Resûlullah efendimiz“Ey Allah'ım! Şunlara da, Yûsuf'un (aleyhisselâmzamanındaki yedi kıtlık yılı gibi yedi kıtlık azâbı vererek bana yardım eyle" diyerek duâ buyurdular. Bundan sonraki günlerde, gökyüzünden bir damla yağmur yağmadı. Toprak susuzluktan kavruldu. Yerde yeşil bir nebâta rastlanmaz oldu. Kureyşli müşrikler neye uğradıklarını şaşırdılar. Açlıktan ölmüş hayvan leşlerini, kokmuş köpek derilerini yiyerek ölümden kurtulmaya çalıştılar. Onların da çocukları açlıktan feryâd u figân etmeye başladı. Pek çoğu açlıktan öldü. Açlıktan, gökyüzüne baktıklarında her tarafı duman kaplamış gibi görürlerdi. Akılları başlarına gelip, yaptıkları zulmün büyüklüğünü anlar gibi oldular. İçlerinden Ebû Süfyân'ı, Peygamber efendimizin huzûr-ı şerîflerine gönderdiler. Ebû Süfyân gelip; "Ey Muhammed! Sen, kendinin âlemlere rahmet olarak gönderildiğini söylüyorsun. Allah'a inanmayı, akrabâlık haklarına dikkat etmeyi bize emrediyorsun. Halbuki kavmin, kuraklıktan ve açlıktan kırılıp ölmektedir. Bu felâketin üzerimizden kaldırılması için Rabbine bir duâ ediver; Allah, senin yaptığın duâyı kabûl eder. Eğer böyle bir duâda bulunursan, cümlemiz îmân edeceğiz!..." diyerek yemîn etti.
Böylece yaptıkları zulüm ve işkenceleri bir kenara bırakarak, sıkıntıya düşmüşler ve Resûlullah efendimize yalvarmaya başlamışlardı. Peygamber efendimiz, yaptıklarını yüzlerine vurmamış, "Îman edeceğiz" sözleri üzerine de mübârek ellerini kaldırarak cenâb-ı Hakk'a duâ eylemişti. Allahü teâlâ, Habîbinın duâsını hemen kabûl edip, Mekke üzerine bol bol yağmur göndermiş, topraklar suya kanmış ve bitkiler yeşermeye başlamıştı. Müşrikler kuraklık ve kıtlıktan kurtulmalarına rağmen, verdikleri sözü unutarak küfürde ısrâr ettiler...
Allahü teâlâ, bunlara cevap olmak üzere indirdiği âyeti kerîmelerde meâlen; “Bilakis onlar, (Kur'ân-ı kerîm ve tekrar dirilme husûsunda) şüphe içinde olup (seninle) istihzâ, alay ederler. O hâlde (Ey Habîbim!) Semânın ap-açık bir duman getireceği günü gözetle. O duman, bütün insanları saracak; “Bu, pek yaman bir azâb! Ey Rabbimiz! Bizden bu azâbı açıp kaldır ki biz îmân edelim" diyecekler. Onlar için düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine hakîkatleri açıklayan bir peygamber geldiği hâlde, yine O'ndan yüz çevirdiler. O'na; "Öğretilmiştir, mecnûndur" dediler. Biz bu azâbı (duman veya açlığı) biraz (veya az bir zaman) açıp kaldırırız. Fakat siz yine küfür ve şirkinize dönücülersiniz. Çok büyük bir şiddet ve satvetle (kendilerini) çarpacağımız gün (Bedr günü), muhakkak ki biz, (onlardan) intikâm alıcılarız.
Celâlim hakkı için, muhakkak ki biz, bunlardan (Kureyş kavminden) evvel, Fir’avn kavmini de (mühlet ve çok mal vermekle) imtihân etmiştik. Kendilerine, tarafımızdan şerefli bir peygamber geldi (ki Mûsâ aleyhisselâmdır). O, onlara şöyle dedi: “Allah'ın kullarını (Benî İsrâil'i) bana verin. (Onları benimle gönderin. Yakalarını serbest bırakın, kendilerine azâb etmeyin.) Muhakkak ki ben, Allahü teâlâ tarafından size vahiyle gönderilmiş emîn bir peygamberim. Allahü teâlâya karşı tekebbür etmeyin. Zirâ ben, size dâvâmın doğru olduğunu açıklayan delil ile, açık mûcize ile geldim. Biliniz ki, ben, beni taşlamanızdan, öldürmenizden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü teâlâya sığınıyorum ki, O beni muhâfaza eder. Eğer beni tasdik ve îmân etmezseniz, beni kendi hâlime bırakınız. (Ben hayrınızdan geçtim. Şerriniz bâri dokunmasın." Onlar îmân etmedikleri, kendisini yalanladıkları gibi, bilakis bir takım ezâ ve cefâya başlayınca) Mûsâ (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Bunlar küfür üzere ısrâr eden bir kavimdir" dedi. Allahü teâlâ Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyedip, buyurdu ki; “Kullarım (Benî İsrâil) ile gece (Mısır'dan) çıkıp git! Fir’avn ve avânesi sizin çıktığınızı haber aldıklarında ardınızdan gelirler (onlar mutlaka sizi tâkib edeceklerdir.) Kavminle denizi geçtikten sonra, onu olduğu gibi bırak (asânı tekrar vurup, açılmış olan yolları kapatma. Açık bırak). Zirâ, Fir’avn ve askeri o yollara girip garkolacaklar, boğulacaklardır." (Duhân sûresi: 9-24)
Müşrikler; "Îmân edeceğiz" sözlerinden dönüp yine zulme başladılar. Allahü teâlâ, bir gün Peygamber efendimize vahiy ile; "Kâbe'de asılı bulunan sahifeye bir ağaç kurdunu (güvesini) musallat ettiğini ve güvenin Allahü teâlânın isminden başka bütün yazıları yediğini bildirdi. Peygamber efendimiz de Ebû Tâlib'e; “Ey Amca! Benim Rabbim olan Allahü teâlâ Kureyşîlerin sahifesine ağaç kurdunu musallat etti. Allahü teâlânın isminden başka onda belirtilen zulüm, akrabâ ile ilişiği kesme, bühtan... gibi şeylerden hiç birini bırakmadı, hepsini yok etti" buyurdu. Ebû Tâlib; "Bunu sana Rabbin mi haber verdi?" diye sorunca. Peygamber efendimiz“Evet" buyurdular. O zaman Ebû Tâlib; "Ben şehâdet ederim ki, sen ancak doğru söylersin" dedi. Hemen giyinip Kâbe'ye gitti. Müşriklerin ileri gelenleri orada oturuyorlardı. Ebû Tâlib'in geldiğini görünce; "Her hâlde Muhammedi bize teslim etmek üzere geliyor!.." dediler. Ebû Tâlib, yanlarına varınca; "Ey Kureyş topluluğu! El-Emîn olup hiç bir zaman yalan söylememiş olan kardeşimin oğlu, yazmış olduğunuz sahifedeki Allahü teâlânın isminden başka bütün yazıları bir ağaç kurdunun yediğini haber verdi. Haydi aleyhimizde yazdığınız kağıdı getirin de görelim!.. Eğer bu söz doğru ise, yemîn ederim ki, hepimiz ölünceye kadar O'nu korumaya devam edeceğiz. Artık siz de bu zulüm ve kötü davranışınızdan vaz geçiniz..." dedi. Müşrikler heyecanla Kâbe'nin duvarından sahifeyi indirip getirdiler. Ebû Tâlib; "Okuyunuz!" deyince, işlerinden biri okumak için sahifeyi açtığında. "Bismike Allahümme"den gayri bütün yazıların silinmiş olduğunu gördü. Müşrikler ne diyeceklerini ve ne yapacaklarını şaşırdılar. Hattâ bâzılarının vazgeçmesi üzerine, üç senedir devam eden unutulmaz acıları bırakarak, gönüllerde derin yaralar açan bu şiddetli muhâsarayı kaldırdılar. Fakat düşmanlıklarından bir türlü vazgeçmediler, üstelik daha da sertlik gösterdiler. İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için bütün yolları denediler. Bütün bu gayretlerine rağmen İslâmiyet sür’atle yayılıyor; sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, câhiliye devrinin zulmetinden bunalan insanları kurtarmaya çalışıyor ve hakîkî saâdete kavuşturuyordu. Bu saâdete kavuşanlar, kavuştukları büyük nîmete şükrediyorlar, müşriklerin hakâretleri ve işkenceleri karşısında aslâ yılmıyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerini ve müslümanların dinlerindeki sebâtını gören nice gönüller İslâm nûru ile aydınlanıyordu.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Hazret-i Hamza'nın müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehl, müşrikleri toplayıp; "Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennem’de azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi!... O'nu öldürmekten başka çâre yoktur!... O'nu öldürecek kimseye yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim!.." dedi. Bir anda Hattâboğlu Ömer'in kalbinden İslâma olan meyl kayboldu ve yerinden fırladı; "Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur" dedi. "Haydi Hattâboğlu! Görelim seni" diyerek onu alkışladılar. Kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu'aym bin Abdullah'a rastladı. "Bu şiddet ve hiddetle nereye yâ Ömer!" diye sordu. O da; "Millet arasına ikilik sokan, kardeşi kardeşe düşman eden Muhammed'i öldürmeye gidiyorum” dedi. Nu'aym; "Yâ Ömer! Bu zor bir iş. Eshâbı, çevresinde pervâne kesilmiş, O'na bir şey olmasın diye titreşiyorlar. Yanlarına yaklaşmak çok zordur. O'nu öldürsen bile Abdülmuttalîb oğullarının elinden yakanı kurtaramazsın" dedi. Hazret-i Ömer, bu sözlere çok kızdı; "Yoksa, sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim" diye, kılıca sarıldı. "Yâ Ömer! Beni bırak! Kardeşin Fâtıma ile, zevci Sa’îd bin Zeyd'e git; onlar da müslüman oldu" dedi. Hazret-i Ömer, bu söze inanmadı. "Eğer inanmazsan, git sor! Anlarsın" dedi.
Hazret-i Ömer bu işi başarırsa, din ayrılığı ortadan kalkacak, fakat Arapların âdeti olan kan dâvâsı ortaya çıkacak ve Kureyş ikiye bölünerek ardı arkası kesilmeyen çarpışmalar başlayacaktı. Böylece, değil yalnız Ömer bin Hattâb, bütün Hattâboğulları öldürülecekti. Fakat Ömer bin Hattâb çok kuvvetli, cesur ve öfkeli olduğundan bunları düşünememişti. Kardeşini, merâk edip, hemen evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni gelmiş, Sa’îd ile Fâtıma radıyallahü anhümâ bunu yazdırıp, hazret-i Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı. Hazret-i Ömer kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. O'nu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, hazret-i Habbâb'ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince; "Ne okuyordunuz?" dedi. "Bir şey yok" dediler. Kızması artarak; "İşittiğim doğru imiş, siz de O'nun sihrine aldanmışsınız" diye çıkıştı. Hazret-i Sa’îd'i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma'nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak; "Yâ Ömer! Niçin Allah'tan utanmaz, âyetler ve mûcizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen, bundan dönmeyiz" dedi ve Kelime-i şehâdeti okudu. Hazret-i Ömer, kız kardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle; "Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın" dedi. Fâtıma; "Sen temizlenmedikçe onu sana vermem" dedi. Hazret-i Ömer gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma (radıyallahü anhâ), Kur'ân-ı kerîm sahifesini getirdi. Hazret-i Ömer güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur'ân-ı kerîmin fesâhati, belâgatı, mânâları ve üstünlükleri kalbini git gide yumuşattı. “Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve (yedi kat) toprağın altındaki şeyler hep O'nundur" (Tâhâ sûresi: 6) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. "Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allah'ın mıdır?" dedi. Kardeşi; "Evet, öyle ya! Şüphe mi var?" diye cevap verdi. "Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altundan, gümüşten, tunçtan, taşdan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiç birinin, yeryüzünde bir şeyi yok" diyerek şaşkınlığı arttı. Biraz daha okudu; Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir mâbud yoktur. En güzel isimler O'nundur" (Tâhâ sûresi: 8) meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. "Hakikaten, ne kadar doğru" dedi. Habbâb bu sözü işitince, yerinden fırladı ve tekbir getirdikten sonra; "Müjde yâ Ömer! ResûlullahAllahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehl ile Yâhud Ömer ile kuvvetlendir" buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu" dedi. Bu âyet-i kerîme ve bu duâ hazret-i Ömer'in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen; "Resûlullah nerede?" dedi. Kalbi, Resûlullah'a tutulmuştu. O gün, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Erkam'ın evinde, Eshâbına nasîhat veriyordu. Eshâb-ı kirâm toplanmış, O'nun nûrlu cemâlini görmekle, tatlı, tesirli sözlerini işitmekle kalblerini cilâlıyor; sonsuz lezzet, zevk ve neşe içinde hâlden hâle dönerek rûhlarını ferahlatıyorlardı.
Hazret-i Ömer'in geldiği, Erkam'ın (radıyallahü anh) evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ın etrâfını sardı. Hazret-i Hamza; "Ömer'den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum" derken, Resûlullah“Yol verin, içeri gelsin!" buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, hazret-i Ömer'in îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ömer'i tebessüm buyurarak karşıladı; “Bırakınız, yanından ayrılınız" buyurdu. Ömer (radıyallahü anh), Resûlullah'ın önünde diz çöktü. Resûlullah, hazret-i Ömer'i kolundan tutup; "Îmana gel, yâ Ömer!" buyurdu. O da temiz kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâm, sevinçlerinden tekbir seslerini göğe yükselttiler.
Hazret-i Ömer, müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı: "Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm, ve; "Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?" diye sordum. Peygamber efendimiz“Evet. Varlığım, yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz" buyurdu. Bunun üzerine; "Yâ Resûlallah! Mâdemki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâm’ı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke'de hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insâflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız" dedim. Resûlullah efendimiz“Biz, sayıca çok azız!" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâm’ı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım" dedim. Kabûl buyrulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, tozuta tozuta Mescid-i Haram'a girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hamza'ya bakıyorlardı. Öyle bir hüzün ve kedere uğradılar ki, belki hayatlarında böyle bir ye'se hiç düşmemişlerdi"
Hazret-i Ömer'in bu gelişi üzerine, Ebû Cehl ileri çıkıp; "Yâ Ömer! Bu ne hâldir?" deyince, hazret-i Ömer hiç aldırış etmeden; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" dedi. Ebû Cehl ne diyeceğini şaşırdı. Dona kaldı. Hazret-i Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek; "Ey Kureyş!... Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer'im... Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!..." deyince, Kureyşli müşrikler bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar. Resûlullah ve yüce Eshâbı saf tutup, yüksek sesle tekbir aldılar. Mekke semâları, Eshâb-ı kirâmın; "Allahü ekber!... Allahü ekber!..." nidâları ile çınladı. İlk defâ Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.
Hazret-i Ömer müslüman olunca, Enfâl sûresinin 64. âyet-i kerîmesi indi. Meâlen; “Ey Peygamberim! Sana yardımcı olarak, Allahü teâlâ ve mü’minlerden senin izinde gidenler yetişir" buyruldu. Tereddüt içinde bocalayan bâzı kimseler, hazret-i Ömer'in müslüman olduğunu görünce, İslâm’ı seçtiler. Eshâb olmakla şereflendiler. Artık müslümanların sayısı gün geçtikçe çığ gibi büyümeye başlamışdı.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


İslâm dîni gün geçtikçe yayılıyor, Kur'ân-ı kerîmin nûru, rûhları aydınlatıyordu. Günâhkâr insanlar, Allahü teâlânın ihsânı olarak îmân ediyor, hidâyete kavuşuyorlardı. Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflenen bu mübârek zevat (radıyallahü anhüm); el ele, gönül gönüle veriyor, Resûlullah efendimizin etrâfında pervâne gibi dönüyorlardı. O'nun küçücük bir arzu ve işâretini büyük bir emir biliyor, yerine getirmek için yarışıyor, hattâ bu uğurda canlarını bile fedâ etmekten çekinmiyorlardı. Müşriklerin telâş ve endişeleri ise, had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan hazret-i Hamza da müslüman olmuş, Resûlullah'ın saflarında yer almıştı. Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün çileden çıkardı. Bu sebeple Hattâb oğlu Ömer, (henüz müslüman olmamıştı) birgün, Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescid-i Haram'da namaz kılarken buldu, namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye başladı. Habîb-i ekrem efendimiz, El-Hâkka sûre-i şerîfini okuyordu. Meâlen; “O meydana geleceği hak olan kıyâmet!.. Nedir o hak olan kıyâmet? O geleceği hak olan kıyâmeti, sana hangi şey bildirdi? Semûd ve Âd (kavimleri) dehşetinden kalblerin titreyeceği kıyâmeti tekzîb ettiler, yalanladılar. Semûd kavmi, azgınlıkları sebebiyle (Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile) helâk edildiler.
Âd kavmine gelince; onlar da, kasıp kavuran, uğultulu, azgın ve şiddetli bir kasırga ile helâk edildiler. Allahü teâlâ o fırtınayı, yedi gece ve sekiz gündüz devamlı olarak, onların üzerlerine musallat etti. (Öyle bir hâle geldiler ki, o vakit orada hazır olsaydın) onların köklerinden kopup yere serilen kof hurma kütükleri gibi nasıl ölüp, yıkılakaldıklarını görürdün! Şimdi onlardan geriye kalan bir fert görebiliyor musun?
Fir’avn da, ondan öncekiler de, alt üst olan kasabalar halkı da (Lût kavmi), hep o hatâyı (şirk ve isyânı) işlediler... Böylece Rablerinin peygamberine (Lût aleyhisselâma ve diğerlerine) isyân ettiler. Bunun üzerine diğer ümmetlere gelen azâbdan, daha şiddetli bir azâb onları yakalayıverdi... Gerçekten biz, (Nûh tufânında) her tarafı su kapladığı vakit, size bir ibret olsun ve onu işiten kulaklar da onu hıfzetsin, ezberlesin diye sizi (varlığınıza sebeb olan atalarınızı) gemide taşıdık.
Sûra bir kere üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecekdir. O gün kıyâmet kopacak, gök, kuvvet ve salabeti kalmayıp yarılacak ve dağılacaktır. Ve melekler semânın çevresindedirler. (Rablerinin emrine müntazırdırlar.) O gün Rabbinin arşını, (semânın etrâfında bulunanlardan) sekiz melek üstlenerek taşır. O gün (hesap için Allahü teâlâya) arz olunacaksınız. Öyle ki, (dünyâda iken gizlediğinizi zannettiğiniz) size âit hiç bir sır, (Allahü teâlâya) gizli kalmayacaktır.
İşte o vakit, kitabı sağ eline verilmiş olan kimse (sevinerek) der ki: “Alınız, kitabımı okuyunuz! Çünkü ben, hesâbıma kavuşacağımı yakînen bildim. İşte o, râzı olunmuş bir hayat içindedir. Yüksek bir Cennet’tedir... (Meyveleri) çabucak devşirilecek yakınlıktadır. (Onlara denilir ki:) “Geçmiş günlerde (dünyâda) takdim ettiğiniz sâlih amellere karşılık olarak; yiyin, için, âfiyet olsun."
Kitabı sol eline verilmiş olan kişiye gelince, o da; "Âh! Keşke benim kitabım verilmeseydi... Hesâbımın da ne olduğunu bilmeseydim. Âh! Keşke o (ölüm, hayatıma) kat’î bir son verici olsaydı (da dirilmeseydim)! Malım bana bir fayda vermedi. (Bütün) saltanatım (kuvvetim, delilim, varım, yoğum) benden ayrılıp mahvoldu!.." der. (Allahü teâlâ, Cehennem’de vazifeli meleklere buyurur ki:) “Tutun onu da (ellerini boynuna) bağlayın!... Sonra onu, o alevli ateşe atın! Daha sonra, onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde, oraya (tekrar) sokun!.. Çünkü o, O yüce Allahü teâlâya inanmazdı. Yoksula yemek (yedirmek şöyle dursun, başkalarını da) vermeye teşvik etmezdi. Onun için, bu gün burada kendisine (acıyacak) hiç bir yakın (ve dost) yoktur. Gıslîn'den (Cehennem ehlinin kanla karışık irinlerinden) başka yiyecek de yoktur. Onu, (bilerek) hatâ edenler (kâfirler) den başkası yemez..."
Hazret-i Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı. Bunu kendisi sonradan şöyle anlattı: "Dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayran olmuştum. Kendi kendime; "Yemîn ederim ki bu, Kureyşîlerin dediği gibi, bir şâir olmalı!" dedim. Bu sırada, Peygamberimiz, âyet-i kerîmeleri okumaya devam ettiler; “Gördüklerinize ve görmediklerinize yemîn ederim ki, hiç şüphesiz o (Kur'ân-ı kerîm), Allahü teâlânın katında çok şerefli bir Resûlün, (Rabbinden) getirdiği bir kelâmdır. O, bir şâir sözü değildir. Siz ne az inanır insanlarsınız!..."
Hazret-i Ömer; "Yine kendi kendime; "Bu bir kâhin olmalı. Çünkü içimden geçirdiklerimi anladı!..." dedim. Resûlullah, sûreyi okumaya devam ediyordu; “O, bir kâhin sözü de değildir. Siz ne kıt düşünür insanlarsınız!... O (Kur'ân-ı kerîm), âlemlerin Rabbinden (Muhammed aleyhisselâmCebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla) indirilmiştir. Eğer (Peygamber, söylemediğimiz) bâzı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette O'nun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverir, sonra da hiç şüphesiz O'nun kalb damarını koparır (yaşatmaz) dık! O vakit, sizden hiç biriniz buna mâni de olamazdınız! Şüphesiz ki o (Kur'ân-ı kerîm), takvâ sâhipleri için kat’î bir öğüttür. İçinizde, onu (tasdik edenlerin bulunduğu gibi) yalanlayanların bulunduğunu biz elbette biliyoruz. Muhakkak ki, o (Kur'ân-ı kerîm, âhırette, onu tasdik edenlere verilen nîmetleri gören) kâfirlere karşı (kaçınılmaz) bir hasrettir. Muhakkak ki, o (Kur'ân-ı kerîm), hakk-ul-yakîndir. (Kendisine uyup, emir ve yasakları ile amel edeni hakk-ul-yakîn mertebesine kavuşturur.) O hâlde, O yüce Rabbinin ismini tesbîh et." Hazret-i Ömer; "Resûlullah, sûrenin tamamını okuduktan sonra, kalbimde İslâm’a karşı bir meyl hâsıl oldu" dedi.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget