Resulullah'ın hadislerini mi arıyorsunuz ?
Türkiye'nin En Geniş Kapsamlı Hadis Sitesi
HZ.MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ"

Latest Post

Fahr-i kâinat efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, mânevî yönden müthiş bir zulmet ve karanlık içinde idi. İnsanlar hadsiz, hudutsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlânın gönderdiği dinler unutulmuş; ilâhî hükümler yerine, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler yer almıştı. Bütün mahlûklar, insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Yeryüzünde bulunan bütün milletlerde Allahü teâlâ unutulmuş, huzûrun, saâdet ve sevincin kaynağı olan Tevhid inancı ortadan kalkmıştı. Küfür fırtınası, kalblerden îmânı söküp atmış, gönüllerde Allahü teâlâya inanma yerine, putlara tapma fikri yerleşmişti. Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği din unutulmuş, Tevrât bozulmuştu. İsrâiloğulları birbirlerine düşmüştü. Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hıristiyanlık da büsbütün bozulmuş, din ile hiç bir alakası kalmamıştı. Teslis, yâni üçlü tanrı fikri kabûl edilmişti. İncîl’in aslı kaybolmuş, papazlar onu istedikleri gibi değiştirmişlerdi. Her iki kitap da, Allah kelâmı olmaktan çıkmıştı. Mısır'da, bozulmuş Tevrât'ın hükmü, Bizans’ta yine değiştirilmiş hıristiyanlık vardı. İran'da ateşe tapılıyor, ateşperestlerin ateşi tam bin senedir söndürülmüyordu. Çin'de Konfüçyüsizm, Hindistan'da Budizm gibi uydurma dinler hüküm sürüyordu.
Arabistan'ın insanları daha da şaşırmış ve sapıtmışlardı. Bunlar, Allahü teâlânın çok kıymet verdiği Kâbe-i muazzamaya, üçyüzaltmış adet put yerleştirmişlerdi. Kâbe-i muazzama ise, Arş'ta meleklerin ziyâret ettiği Beyt-i Mamûrun aynı büyüklükte bir numunesi idi. Kim Kâbe'ye hürmetsizlikte bulunmuşsa, cenâb-ı Hak onu, en kısa zamanda helâk eylemişti. Cürhüm kabîlesi de zina ve fuhuşta ileri gitmişti. Bu kabîlenin çok saygısız ve pek alçakça hareketlerini gören hükümdârları, onlara; “Ey Cürhümîler! Allahü teâlânın Harem-i şerîfini ve Harem'in emniyetini gözeterek kendinize geliniz. Sizden önce gelen Hûd, Sâlih ve Şuayb'ın (aleyhimüsselâm) ümmetlerinden her birinin başlarına gelen hâlleri ve nasıl helâk olduklarını biliyorsunuz. Birbirlerinize iyiliği emrediniz, kötülüklerden sakındırınız. Geçici kuvvetinize güvenerek aldanmayınız. Mekke'de, Hak’tan yüz çevirmekten ve zulümden sakınınız. Çünkü zulüm, insanların helâkine sebeb olur. Allahü teâlâya yemîn ederek söylüyorum ki, bir kimse bu bölgede otursun, zulüm yapsın, Hak’tan yüz çevirsin de Allahü teâlâ onların soylarını kesmemiş, köklerini kazımamış ve yerlerine başka bir kavmi getirmemiş olmasın. Azgınlığına devam eden ve Hak'tan yüz çeviren Mekke halkı için, burada devamlı kalmak yoktur. Sizden önce bu bölgede oturan, sizden daha uzun ömürlü, sizden daha kuvvetli, sizden daha kalabalık ve zengin olan Tasm, Cedis ve Amâlikalıların başına gelenleri biliyorsunuz. Onların, Harem-i şerîfi hafife almaları, Hak’tan yüz çevirerek zulme dalmaları, bu mübârek yerden çıkarılıp atılmalarına sebeb olmuştur. Allahü teâlânın, bâzılarına küçük karıncaları musallat ederek, kimini kıtlıkla, bâzılarını da kılınçla çıkardığını görmüş ve işitmişsinizdir!” diyerek onlara nasîhat eyledi. Fakat onlar dinlemediler. Netîcede Allahü teâlâ onları da, bu azgınlıkları sebebiyle, perişân eyledi.
İşte böyle bir zamanda, yeryüzünün merkezi olan mübârek Mekke’de, küfür sel gibi akıyor, Beytullah'ın içine, Lat, Uzzâ, Menat gibi yüzlerce put dolduruluyordu. Zulüm son haddine varıyor, ahlâksızlık, iftihar vesilesi olarak kabûl ediliyordu. Arabistan, dîni, rûhî, içtimaî ve siyasî bakımlardan, yaygın bir karanlık, tam bir câhiliyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde idi. Câhiliyye devri denilen bu zamanda, insanlar genellikle göçebe hayatı yaşıyorlardı ve kabîlelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme hâlinde olan Arab kabîleleri, baskın ve yağmacılığı, kendileri için bir geçim vâsıtası sayıyorlardı. Zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabîlelerden meydana gelen Arabistan'da, siyasî bir nizâm, içtimaî bir düzen de mevcût değildi. Ayrıca içki, kumar, zina, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık namına ne varsa alabildiğine yayılmıştı. Zulme, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyleri ürpertici bir vâsıta olarak başvuruluyor; kadın, elde basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felaket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu korkunç telakkî o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; “Babacığım! Babacığım” diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryâd etmelerine hiç kulak asmadan, üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terkediyorlardı. Bu hareketlerinden dolayı vicdanları hiç sızlamıyor, hattâ bunu bir kahramanlık sayıyorlardı. Netîce îtibâriyle o zamanın insanları arasında şefkât, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Ancak bu devirde Arablar arasında, dikkate değer bir husûs vardı. O da edebiyatın, belâgatin ve fesâhatin değer kazanıp zirveye çıkmasıydı. Şaire ve şiire çok önem verirler, bunu büyük bir iftihar vesilesi sayarlardı. Güçlü bir şâir, hem kendisi hem de kabîlesi için îtibâr sağlardı. Muayyen zamanlarda panayırlar kurulur. Şiir ve hitâbet yarışmaları yapılırdı. Birinci gelenlerin şiirleri veya hitâbeleri Kâbe duvarına asılırdı. Câhiliye devrindeki Kâbe duvarına asılan en meşhûr yedi şiire, Muallakât-us-Seb’a yâni yedi askı denilirdi.
O zaman Arabistan'da insanlar, inanç bakımından da, bölük bölüktü. Bir kısmı tamâmen inançsız ve dünyâ hayatından başka bir şey kabûl etmiyor. Bir kısmı ise Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanıyor, fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabûl etmiyordu. Bir kısmı da Allahü teâlâya inanıyor, âhırete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da, Allahü teâlâya şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin her birinin evinde bir put bulunuyordu. Bütün bunlardan başka, Hazret-i İbrâhim'in bildirdiği din üzere olan ve Hanifler denilen kimseler de vardı. Bunlar Allahü teâlâya inanır ve putlardan uzak dururlardı. Peygamber efendimizin babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalîb, annesi ve bâzı kimseler, bu din üzere idiler. Haniflerden başka bütün gruplar bâtıl yolda olup, büyük bir zulmet ve karanlık içinde idiler.
Âlem, öylesine kararmış ve zulmet o şekilde kaplamıştı ki, insanlar her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakmışlardı. Şaşkınlıklarından kâinatta cereyan eden hâdiselere ve cenâb-ı Hakk'ın yarattığı eşyaya, bilhassa elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan putlara ilâh diye tapınıyorlardı.
Âlem mahzûn, varlıklar mahzûn, gönüller mahzûndu ve yüzler gülmeyi unutmuştu. Allahü teâlânın, diğer mahlûklardan üstün olarak yarattığı insanların, Cehennem’den kurtulmalarına sebep olacak bir kahraman lâzımdı. Nitekim doğmasına çok az bir zaman kalmıştı. Âlem, Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, temiz alınlardan temiz alınlara geçerek gelen nûrun sâhibini karşılamak için hazırlanıyordu. İnsanlara ve cinne ebedî saâdeti gösterecek eşsiz insan geliyordu!... Şefkât ve merhamet menbaı, Rabbinin ahlâkı ile ahlâklanmış yüksek insan geliyordu!...
Makâm-ı mahmûd sâhibi, şefâatçilerin baş tâcı geliyordu!... Kâinatın hocası, varlıkların özü, insanların efendisi geliyordu! Mahşer gününün imdada yetişicisi, peygamberlerin sultânı geliyordu!... Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi, hürmetine yaratıldığımız, âlemlere rahmet olan sevgili Peygamberimiz geliyordu!... Sallallahü aleyhi ve sellem.
Bu gelen ilm-i ledün sultânıdır,
Bu gelen tevhidü irfân kânıdır.
Bu gelen aşkına, devr eyler felek,
Yüzüne müştâk durur insü melek.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın geleceği, Âdem aleyhisselâmdan îtibâren her peygambere ve ümmetlerine bildirilmiş; doğması yaklaşınca, olacak hâdiselerden pek çoğu müjdelenmiştir.
Mûsâ aleyhisselâma gelen, sonradan tahrif edilen Tevrât’da, şöyle yazılıdır: “O, öyle bir mübârek zâttır ki, himmeti yüksek, yardımı ziyâdedir. Fakirlerin sevgilisi, zenginlerin tabibidir. O, güzellerin güzeli, temizlerin temizidir. Sohbet ederken yumuşak, taksim ederken adil, her muâmelede doğrudur. Kâfirlere karşı sert ve şiddetlidir. Yaşlılara hürmet, küçüklere şefkât ve rahmet eder. Az şeye şükreder. Esirlere acır. Hep güler yüzlüdür. Gülüşü tebessüm şeklindedir, kahkaha etmez. Ümmîdir; hiç bir şey okumadan ve yazmadan her şey O'na bildirilmiştir. O, Allahü teâlânın resûlüdür. Kötü huylu, katı kalbli değildir. Çarşı ve pazarlarda yüksek sesle bağırmaz. O'nun ümmeti iyi ahlâk sâhibidir. Yüksek yerlerde Allahü teâlânın ismini anarlar. Müezzinleri minarelerde halkı dâvet ederler. Abdest alarak namaz kılarlar. Namazda safları düzeltir, bir hizada dururlar. Geceleri onların tesbîh sesleri bal arısının sesi gibi duyulur. Mekke'de doğar. Medîne'den Şam'a kadar her yer O'nun idâresinde olur. İsmi Muhammed'dir ki, O'na mütevekkil diye isim verdim. Bozuk dinleri kaldırıp doğru olan hak dîni yayıp yerleştirmedikçe, O'nu dünyâdan çıkarmam. O, halkı Hakk'a çağırır. O'nun bereketiyle görmeyen gözler açılır, görür, işitmeyen kulaklar işitir. Kalblerden gaflet gider...”
Dâvûd aleyhisselâma gelen, sonradan tahrif edilen Zebur'da; “O, öyle bir kimsedir ki, eli açıktır. Yâni cömerttir. Aslâ kızmaz. Çok yumuşaktır. Güzel yüzlü, tatlı sözlü, nûranî yüzlüdür. İnsanların tabibidir. Çok ağlar, az güler. Az uyur, çok düşünür. Yaratılışı hoş ve güzeldir. Sözleri gönülleri alır, rûhları cezbeder. Ey Habîbim! Himmet kılıcını sıyırıp, bütün kuvvetinle kahramanlık meydanında kâfirlerden intikâm alasın. Güzel bir lisân ile benim hamd ve senâmı her yere yayasın. Bütün kâfirlerin başları, senin kerâmetli ellerin önünde eğilecektir...” diye yazılıdır.
Îsâ aleyhisselâma gelen, sonradan tahrif edilen İncîl kitabında da; “O, çok yemez, cimri değildir. Hîle yapmaz, kimseyi kötülemez, hiç acele etmez. Kendi için intikâm almaz. Tembel değildir. Kimseyi gıybet etmez...” şeklinde bildiriliyor.
Yine İncîl’de şöyle yazılıdır: “Rab tarafından çıkıp gelecek olan O Münhamennâ, Rab tarafından çıkıp gelecek O Rûhul kuds gelmiş olsaydı, O, bana şehâdet ederdi. Siz de, şehâdet edersiniz. Çünkü öteden beri benimle birlikte bulunuyorsunuz. Ben bunları, size söyledim ki, şüpheye düşmeyesiniz ve sürçmeyesiniz.” Burada geçen Münhamennâ kelimesi Süryanîce Muhammed demektir.


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman vardı. Bu sırada Fil vak’ası meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâbe'yi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen valisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımı ile San'a da büyük bir kilise yaptırdı. İnsanların bu kiliseyi ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâbe'yi ziyâret ettiklerinden, Ebrehe'nin yaptırdığı kiliseye hiç îtibâr etmediler. Hakaret gözüyle baktılar. Hattâ içlerinden biri kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâbe'yi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla büyük bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe'nin ordusu Mekke'ye yaklaşınca, Kureyş'in mallarını yağma etmeye başlamışlar, Abdülmuttalîb'e âit ikiyüz deveye de el koymuşlardı. Abdülmuttalîb, Ebrehe'ye gidip develerini istedi. Ebrehe; “Ben sizin mukaddes Kâbe'nizi yıkmaya geldim. Sen onu korumak istemiyorsun da develerini mi istiyorsun?” dedi. Abdülmuttalîb; “Ben develerin sâhibiyim. Kâbe'nin elbette sâhibi vardır. Onu, O korur” dedi. Ebrehe; “Bana karşı onu koruyacak yoktur!” dedi ve Abdülmuttalîb'e develerini verip gönderdi. Sonra Kâbe'ye doğru ordusuna hareket emrini verdi. Ebrehe'nin ordusunda, önde yürütülen ve böylece zafere kavuşulacağına inanılan “Mahmud” adında bir fil vardı. Ebrehe, Kâbe'ye yönelince, bu fil yere çöktü ve yürümez oldu. Hâlbuki Yemen'e çevrilince, koşarak gidiyordu. Böylece, Mekke'ye yaklaşıp hücûma gücü yetmeyen Ebrehe'nin ordusu, üzerine, Allahü teâlâ, Ebâbil yâni Dağ Kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bunları Ebrehe'nin ordusu üzerine bıraktılar. Taşlar, askerleri, başlarından îtibâren dikine delip geçiyordu. Taşa hedef olan her asker, derhal ölüyordu. Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, ordu, yenilmiş ekin yaprağı gibi oldu. Bu durumu gören Ebrehe, telâşlanarak kaçmak istedi. Fakat kaçamadı. Taşlara asıl hedef o idi. Ve ona da isabet etmişti. Kaçtıkça, etleri parça parça dökülerek öldü. Bu vak’a, Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde meâlen şöyle bildirilmiştir:
(Ey Resûlüm! Kâbe'yi tahrip etmek isteyen) fil sâhiplerine (fillerle teçhiz edilmiş Ebrehe ordusuna), Rabbinin nasıl muâmele ettiğini görmedin mi? Onların (Kâbe-i muazzamayı tahrip etmek şeklindeki) hîlelerini, boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine, sürüler hâlinde kuşlar gönderdi. O kuşların her biri onların üzerine, çamurdan yapılmış ve ateşte pişirilmiş taş atarlardı. Nihâyet Allahü teâlâ onları, güve yemiş ekin yaprağı gibi, yok ediverdi. (Kurtlar tarafından kemirilip, doğranan yenik ekin yaprakları hâline getiriverdi.)


H A D İ S
K Ü T Ü P H A N E S İ


SELMAN SEVEN

{facebook#https://facebook.com/} {twitter#https://twitter.com/}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget